Allah’ın Şems’deki Nurani Tecellisi Aşktır

A+
A-

“Allah’ın Şems’deki Nurani Tecellisi Aşktır”

ŞEMS – Güneşle Aydınlananlar Sempozyumu

Cemâlnur Sargut

TÜRKKAD İstanbul Şubesi Başkanı Tasavvuf Araştırmacısı

Hocam Sâmiha Ayverdi’nin, “İnsanlık âlemine Hakk’ın bir tebessümü, bir devrin nirengi noktasıdır ” dediği Hz. Mevlâna’nın, kütlelere tesir eden hayatında en önemli etken, vahdet şifresini beraber çözdüğü, mürşidi Hz. Şems’dir. Şems sayesinde her şeyi bilen, bildiğini de âleme öğretmekle mükellef olan, büyük hakîm, tâbire târife gelmez bir aşktan arta kalan yüreğinin, iştiyak ve hasreti içinde, tefekkür ve imânının coşkun seline, âlem halkını muhatap etmiştir. 1

Görüyoruz ki, Hz. Mevlâna’yı, Mevlâna kılan, var eden ve insanları diriltmesini sağlayan, işte Hz. Şems’in onda uyandırdığı, bu aşk anlayışıdır. Bu iki sultan, aşkı hal ettikten sonra öylesine giyindiler ki, Mevlâna kütle terbiyesinde sevgiyi esas alan, cemiyetin her tabakasına cömert ve hatta müsrif bir efendi gibi el uzatan, bir Allah sevgilisi haline geldi. Onun, gerçek aşkı idrak eden sonsuz güzelliği, insanı kendi ayıplarından utandıracak kadar, müsâmahalı sevgi ve şefkate gark etti.

Onların karşılaşması, Allah’ın cemal ve celal tecellilerinin birleşerek, kemalin zuhur etmesidir. Bu beraberliği bazısı, Musa ile Hızır beraberliğine benzetir. Müslüman bir Musa olan Mevlâna, Hızır’ın ilmi karşısında, itirazı terk etmiştir. Bu beraberlik insanlık âlemine Kur’an’ın şerhi, yaradılmışın manası, Peygamberin “herkesin anladığı yerden hitap et” hadisinin değerlendirildiği, Mesnevi gibi bir şaheser hediye etmiştir. Bunun ötesinde, mana insanını Miraca taşıyan, Divan-ı Kebir ve bizi bize öğreten Fihi Ma Fih yine bu aşkın ürünleridir.

Şems’in manevi şahsiyeti, sıra dışı bir sufi oluşudur. Dünya metasına önem vermeyen Şems pejmürde, garip, maddi dünyaya hitap etmeyen bir kıyafetle gezerdi. Dünyanın nimet ve ihtiraslarından kendini soyutlamıştı. İlim ve kerametle övünmez, kimseyi de hakir görmezdi.2 Zira o, bu manevi kemal yolunda, insanı asıl olgunlaştıran şeyin ilahi aşk olduğunu kabul etmişti. Şems, melâmet tavrı baskın olan, ilâhî ve insanî muhabbeti her şeyin başı sayan, şeriatın ancak tarikat ve hakikatle anlaşılabileceğini söyleyen, dili zikreden, gönlü şükreden, vücudu sabreden âriflerin, gerçek hikmete sahip bulunduğunu savunan, nübüvvet ve velâyet makamının yüceliğini lâyıkıyla ispat edemeyen, nazar ehlinden uzak duran, semâ ehli, celâl yönü ön planda bir cemâle sahip Muhammedî meşrepli bir sûfîdir. 3

Bu melami ahlak, onun şöhretten, beğenilmekten uzak olduğunu, hatta şöhreti afet gibi görüp, ortaya çıkmaktan sakınışını izah eden yönüdür. Kabul etmelidir ki Şems, söz, hal ve keşif sahibi bir Allah dostudur. Şems, Musa gibi, Allah’la konuşma gücüne sahip, İsa gibi, halk arasına karışmayı sevmeyen ama İbrahim kadar teslim ve Hz.Hüseyin gibi şehadete hazır manevi bir sultandır.

Makalat ise; Şems’i açıklık, samimiyet, sadelik ve olgunluk diye tarif eder. Onun Mevlâna ile olan birlikteliğinde Allah, Mevlâna, yani efendi ve Şems, yani güneş olarak tecelli etmiştir. Yine melami meşrebinden dolayı, Makalat’ta ‘Ben küfür eden kişiyi beğenirim, fakat beni öveni pek tutmam. Zira övgüden dönülürse, daha kötü olur. Münafık, kâfirden daha kötüdür. Kur’an’ın dediği gibi, ikiyüzlü insan cehennemin alt katındadır’4 der.

Mevlâna ile Şems arasındaki bu muazzam hikâye hakiki bir aşk hikâyesidir. Şems aşkı şöyle tarif eder; ‘Aşkın özelliği şuradadır ki, ona karşı ayıplar, hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur derler. Bu mümkün müdür ki, insan hem âşık olsun, hem de, onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın.’ 5

Böyle bir aşk anlayışı onda, tevhit ya da vahdet-i vücud inancını kuvvetlendirmiştir. Gölpınarlı’ya göre, ‘O bütün dinlerin, bütün mezheplerin üstüne çıkmış, kendini mutlak varlıkta yok etmiş, onun varlığına bürünmüş, herşeyden mutlak olmuştu. O gönül eriydi. Onun teveccühü gönüleydi.’ ‘Herşey insana fedadır, insan da kendisine. Tanrı, hiç biz gökleri ululadık, arşı ululadık buyurdu mu? Arşa gitsen de, yedi kat yerin dibine girsen de, faydası yok. Gönüle, gönül sahibine yar olmak gerek. Bütün peygamberlerin, erenlerin, temiz erlerin, çalışıp can vermeleri bunun içindi. Bunu arıyorlardı. Bütün âlem, bir kişidedir. İnsan kendisini bildi mi, bütün âlemi bildi demektir.’ 6

Görülüyor ki Allah aşkı, insana olan hürmete dönmüştür. Gene der ki; ‘Bütün âlem halkı, yüzlerini Kâbe’ye çevirir, fakat Kâbe’yi ortadan kaldırdın mı, birbirlerinin gönüllerine secde ettikleri, ortaya çıkar. Onun secdesi bunun gönlünedir, bunun secdesi onun gönlüne.’

Böylesine âşıkların, akıllarıyla bakan insanlar tarafından idrak edilmesi çok zordur. Gerçi onlar, Ashab-ı Kehf gibi, etrafın tenkitlerinden habersiz, aşırı mutluluk ve aşırı üzüntüden uyku halinde, Allah’la ilişkidedirler. Şems bu halini şöyle anlatır; ‘Tanrı’nın öyle kulları vardır ki, onların dertlerini yüklenecek kimse yoktur. Neşelerine tahammül edecek kimse de. Onların her an, doldurup içtikleri sürahideki şaraptan, başkası içse, bir daha kendisine gelemez. O şarabı içenler, sarhoş olurlar, kendilerinden geçerler. Hâlbuki onu içen er, aklı başında olarak, küpün içine oturup durur. Benim işime kimse tahammül edemez. Benim söylediğim şeyin, mukallidin bana uyup söylemesi caiz değildir. Bu kavme uyulmaz demişlerdir ya, doğru söylemişlerdir.7

Gölpınarlı’ya göre Şems, bütün zıtları nefsinde toplamış, her türlü kayıttan kurtulmuş ve bu bakımdan da kayd ehlini noksan görmekle beraber, anlayışlarına ve kabiliyetlerine bakarak, hoşgören tam bir tevhid ehlidir. O fütüvvet ehli ve melamiden daha ziyade, melâmeti temsil ettiği muhakkak olan bir zattır.

Görülüyor ki, aşk onu Allah’ıyla o derece birleştirmiştir ki, kendisine ümmi demek doğru olur. Yani o, kendi aklı ve gönlünü kullanmadan, Allah’ı O’ndan gelen en bâkir ilimle tanımıştır. Bu halini de şöyle açıklar: ‘Benim şu sözüm çok ağır ve müşkildir. Yüz kere söylesem, her defasında başka bir şey anlaşılır. Hâlbuki asıl manası yine de, öylece bâkir kalır kimse anlamaz.8

Onun âşık olduğu Allah, mutlak varlıktır. Onun varlığına erişmeden, bütün kayıtlardan geçip, onun varlığıyla var olmadan inanılan ve tapılan Tanrı, vehmin ve isteğin yarattığı Tanrı’dır. Gerçek varlığa kavuşan kişi, vehmin yarattığı Tanrı’yı inkâr eder. Ona göre küfür budur. Bu durumdaki kişi, dinin zahirini korumak için, hakiki Allah’ı örter ve kâfir olur. Fakat bu şeriatçılar tarafından kabul edilecek birşey değildir. Bunu bilen Şems; ‘Bu adamların hakkı var. Sözlerimle ülfetleri yok. Bütün sözlerim ululukla zuhur etmede, hepsi dava görünmede, Kur’an ve Muhammed’in sözleri ise tamamıyla, niyazla zuhur etmede ve bu yüzden de baştanbaşa mana görünmededir.’ diyordu. 9

Böylesine anlaşılması zor bir mürşit, kendi meşrebini de şöyle tarif eder; ‘Tamamı rahmet ve cemal olan insan kusurludur ve böyle bir sıfat Allah’a atfedilemez. Eğer öyle olsaydı, celal sıfatını reddetmiş olurduk.

Her iki sıfat da olmalı ama yerli yerinde kullanılmalı. Gaflet ehlide kâmil insan gibi, cemal ve celal sıfatlarıyla bezenmiştir ama kime nasıl muamele edeceğini bilemez. Tanımadıkları için dosta celal, düşmana cemal muamelesi yaparlar. Ancak ölmeden önce ölen, dostunu ve düşmanını tanıdığı için kâmil insandır ki, herkese hak ettiği muameleyi yapar.’ Bu sözler onun aşk anlayışını, Hakk’a bakan yönünü sınırsız aşk, Hak ile halka bakan yönünün ise rahmet olduğunu düşündürür. Hz. Ali, cem makamına kadar tefrik etmeyin, cemden sonra ise, tefrik etmek şarttır der. Şems, söylediklerinde cem makamından sonraki halde olduğunu bize göstermektedir. İşte onun halka sunduğu rahmet şu sözlerde de ortaya çıkmaktadır ki; ‘Ben bazen kimseye selam vermem oysa bilseler ki, onlar hakkında hep iyi şeyler düşünürüm. Çünkü benim gönlüme, hiç şeytan girmedi, orada hep melek var. Bazı kalplerde, yalnız şeytan vardır, bazılarında ise, hem melek hem şeytan. Benim gönlümde, yalnız melek vardır. Bundan dolayı adını andığım kâfirse mümin olur, müminse veli olur.’

Şems’in ibadeti aşka yolculuktur. ‘Res’ul Aleyhisselam’ın ibadeti ameli, kendisinden geçmekti. Çünkü ibadet, gönül ibadetidir. Hizmet gönül hizmetidir. Kulluk gönül kulluğudur. O da, insanın mabudunda istiğrakıdır. Fakat herkesin o gerçek ibadete, yol bulamayacağını ve istiğrakın az kişiye nasib olduğunu bildiğinden, mahrum kalmamaları, başkalarından ayrılmaları ve kurtulmaları için, şu beş vakit namazı, otuz gün orucu ve hac törenini koydu. Ola ki, bunları yapanlar o istiğraktan koku alırlar, yoksa açlık nerede, Tanrı kulluğu nerede. Bu zahiri şeriat teklifleri nerede, ibadet nerede? Bazı şeyhlerin çoğu, Muhammed dininin yol kesenleridir.’

Bir yandan da bir zümre sandılar ki, surette gönül hoşluğuna erenlerin, artık namaza ihtiyacı yoktur. Maksat hâsıl olduktan sonra, artık ona ermek için sebep aramak yersizdir. Onların sandıkları gibi, bunu bir an için doğru farz edelim. Onlara hakikat tamamı ile yüz göstermiş ve onlarda velilik, gönül hoşluğu, kalp huzuru, baş göstermiş diyelim. Bütün bununla beraber, namazın zahirde terkedilmiş olması, onlar için bir eksikliktir. Sana gelen bu kemal ve olgunluk hali, önce Tanrı Res’ulu Hz.Muhammed’e de gelmişti. Her kim böyle değildir derse, onun boynunu vurur, öldürürler. Evet, bu gönül hoşluğu hali, Hz. Peygamber’de de hâsıl oldu. Diyene sorarım: O halde niçin ulu peygambere uymuyorsun? O büyük kerem sahibi, müjdeleyici ve korku verici eşsiz peygamberin, o parlak hakikat ışığının izinden niçin yürümüyorsun?10

Şems, bulut altına girmeyen, yakıcı kavurucu bir güneş, yanmış yakılmış, ziyadesiyle ortalığı aydınlatmış, kâinata Mevlâna’yı göstermiş, dibi kıyısı görünmeyen, dalgalanıp köpüren bir deniz, coşmuş kabarmış ve kıyıya, değer biçilmez bir inci olan Mevlâna’yı armağan etmiştir.

Sultan Veled onlardaki bu birleşmeyi şöyle anlatır; Ansızın Şemseddin geldi, ona ulaştı. Mevlâna’nın gölgesi, onun ışığının parıltısında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sazsız bir sestir erişti. Şems, ona maşuk halinden bahsetti. Bu suretle de, Mevlâna’nın sırrı gökleri aştı. Şems dedi ki: Batın âleminde ilerisin, ama şunu duy ki, ben batının da, batınıyım. Sırların sırrıyım, nurların nuruyum. Erenler, benim sırlarıma erişemez. Aşk, yolumda perdedir benim. Diri sevgi, tapımda ölüdür… Şems, onu öyle şaşılacak bir âleme çağırdı ki, o âlemi, ne Türk rüyasında gördü, ne Arap. Üstad şeyh, yeni bilgi beller bir hale geldi, hergün huzurunda ders okuyordu. Sona erişmişti. İşe, yeni baştan başladı. Kendisine uyuluyordu, bu sefer o Şems’e uydu. Yokluk bilgisinde olgundu, fakat Şems’in ona gösterdiği bilgi yepyeni bir bilgiydi. Şems, maşuk erenlerindendi. Onu da o âleme, maşukluk cihanına, davet etti. Mevlâna da, onun cinsindendi, ona ulaştı, can yoluyla canlar canına kavuştu. Şems-i Tebrizi, o tabiatı kan dökücülük olan, er yol göstericisi oldu. 11

Şems’e göre aşk, onu arif etmişti. O arayış içindeki varoluş düzeyini ortadan kaldıran, maddeyi anlayan, aydınlatıcı safhasına erişmişti. Sıfat ve nitelik engellerini yırtıp bir tarafa atarak, onların olaylar âleminde nasıl zuhura geldiğini, keşif ve müşahede etti. Aşkla, varlıktan yokluğa, onun da ötesine, ötelerin de ötesine ulaştı. Bu muazzam beraberlik şöyle başladı; ‘Ben çocuktum bana sordu, ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim. Başını salladı. Artık hiç birşey söyleyemedim, bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdoluydu.’ Allah peçesini kaldırıp, cemalini gösterdi. Allah kelamının denizinden bir elif sözü gönlüme nakış oldu.

Bütün ilahi sırlarda, bir tek elif ortaya çıkmış ve ne söylendiyse, bu elif hakkında söylenmiştir. Ne yazık ki, bu elif dahi anlaşılamamıştır.12 O sevgilisiyle bir ve beraber olmanın şahsiyetini taşıyordu. ‘Benim sohbetime yol bulan kimsenin alameti şudur ki, başkalarının sohbeti ona soğuk ve tatsız gelir.’ Yine bu aşkla, insana olan sevgisini ve tahammülünü şöyle anlatıyor; ‘Benim bir adetim vardı, yanıma gelenlere sorarım: Efendi konuşacak mısın, yoksa dinleyecek misin? Konuşacağım derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğerki o kaçsın da, ben de kurtulayım. Eğer ben dinleyeceğim derse, ben de o halde, birbirimizle uyuşuruz derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.’

Sonuçta bütün aşkı, Mevlâna’daki tecelliye yöneldi ve ‘bu iki âlemin yaratılışının amacı, bu iki dostun kavuşmasıdır. Bu iki dost, Allah için gösterişten ve her türlü hevesten uzak, yüzyüze gelmelidir. Ekmek, fırın, kasap gibi dertler olmamalıdır’ dedi ve ‘Şimdi Mevlâna’nın huzurunda çok mutluyum. Ey âlim olan Mevlâna, sana övgüye gerek yok. Siz de onu övmekten vazgeçin. Övgü onu rahatlatmalı ve mutlu etmeli, hâlbuki bu böyle değildir. Onun gönlünü incitecek ve rahatsız edecek birşey söylemeyiniz. Beni rahatsız eden şeyler, onu da rahatsız eder.’ “Ant olsun ki, senin yüzünü görmek, bizim için mutluluktur. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) görmek dileyen, gitsin Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi, kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de, dilediği gibi yaşar. Mevlâna’yı bulana ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancından kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; birzaman da, sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur.

“Ben murad, yani istenilen kişi. Mevlâna ise, Murad’ın Murad’ı olmuştur. Bana ne babam, ne anam, onun gösterdiği ilgiyi göstermiştir. O, benim sözlerimi en hoş bir şekilde söyler. O, benim kendisine yaptığım, iyilikleri bana yapmıştır. Mevlâna, askıdaki işlerden konuşur, yağmurdan çamurdan söz açar. Ben namazı bitirdiğim zaman, defterini yere vurur, kimse okumasın diye, bir şey yazmaz.”

“Bugün mana denizinin dalgıcı (o mana denizinden inci çıkaran) Mevlâna’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım.”

“Dostluk, Mevlâna’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Ta ki, onu bir daha bulamadık, öldü desinler.”

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, Şems Mevlâna derken, Mevlâna da Şems, Şems diye inlerken, her ikisi de yegâne sevgili olan Allah’ın aşkını ve güzelliğini, aynı seviyede, beraber görebilmenin zevkiyle coşmuşlardı. Birinde verici, diğerinde alıcı olarak tecelli eden aynı mana, Şems’in, Mevlâna’ya yegâne tecellinin, kendinde olmadığını öğretmek amacıyla, kayboluşuna kadar sürdü. Gerçi Mevlâna;

Kimdir o? Hayat kaynağı eş öldü dedi!

Kimdir o? Ümit söndü, ateş öldü dedi…

Mel’un, dama çıktı yumdu bir an gözünü,

Düşmandı ya Şems’e “Bak, güneş öldü”

Diye yakındıysa da, güneşin aslında kendinde tecelli ettiğini, ay ve yıldızlarda parlayan ışığını görünce anladı ve Sultan Veled’in dediği gibi, bugün kırmızı elbisesiyle doğudan gelen, yarın gri elbisesiyle batıdan gelir, ama manasındaki beyitleriyle dünyaya aşkı anlatan bir sultan olarak, tesir etmeye devam ediyor.


1 Ayverdi Samiha, Abide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2006, s.36

2 Derviş Ahmet Âşık Kul Sadi, Hayatı, şahsiyeti, fikirleri ve eserleri, Mevlâna 1 sayfa:24

3 Semih Ceyhan, Tebliğ: Şems’in Gaygubeti Mevlana’nın huzuru: Mesnevi ve Osmanlı Şerhlerine Göre Şems-i Tebrizi.

4 Makalat.

5 Makalat syf:104 Ataç Yayınları, 2006

6 A.Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin syf:57

7 A.Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin syf:58

8 A.Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin s. 58

9 A.Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin s. 59

10 Makalat Ataç Yayınları 2006, s. 86

11 Makalat Ataç Yayınları 2006, s. 72

12 Erkan Türkmen, Şems-iTebrizi Öğretileri, İstanbul, 2007, 18

 

Array

ETİKETLER: