AKTİF TEMBELLİK

A+
A-

AKTİF TEMBELLİK

Bazı dostlarım, aktif kelimesiyle tembel kelimesini birlikte zikretmeme bir anlam verememiş olabilir. Öyle ya bir birine zıt iki kelime… Birinde aktivite, üretim, enerji, gayret, çalışma, çabalama var; ötekisinde miskinlik, atalet, durgunluk, bezginlik… Nasıl olurda bu iki kelime bir arada zikredilir?

Zikredilir, zikredilir de… Belki şiirde. Tezat sanatı; zıtlıklardaki ahengi ortaya çıkarır, uçları buluşturur.

Tezat, bizi tam bir manaya, hakikate ulaştırır.

Ama burada biz bir şiir yazmıyoruz. Düz bir cümle kullanıyor ve diyoruz ki: İnsanların çoğu aktif tembeldir.

Bunu nasıl anlayacağız?

İnsanlar, hem aktif ve hem de tembel… Olabilir mi? Gayet tabii, olur. Bir yanıyla aktif, öteki yanıyla tembel insanlar yok mu? Sürekli üreten, sürekli çalışan, sürekli uğraşan, ama aynı zamanda tembelliğin konforundan yararlanan onlarca insan var.

Tembellik biraz da konformist olmak değil midir? Bir yanıyla çalışıp çabalarken, öteki yanıyla ataleti körükleyen konforun o sıcak kucağında mışıl mışıl uyumak… Aktif tembellik sözünden bunu mu kastediyorum? Hayır. Konfora mı karşıyım? Hayır. Ya ne kastediyorum?

Bambaşka bir anlam… Bambaşka bir algı… Bambaşka bir kavrayış.

Başkalık, kelimelere yüklediğimiz anlamda gizli. Harflere, kelimelere hangi anlamı yüklüyorsak, kavramları da ona göre anlamlandırıyoruz. Aktif tembellik derken, aktife de tembele de yeni bir anlam vermek gerekir. Daha doğrusu bu kelimelerin semantiğini yapıyor değiliz, ama asıl insani yönüyle yeniden anlamlandırmalara gitmek gerektiğini düşünüyoruz.

Bu yüzden, “aktif kimdir?”, “insan ne için aktif olmalı?” ve “insan nasıl aktif olur?” sorularına yeni cevaplar aramak lazım.

Sonra, “tembel kimdir?” ve “nasıl tembel olunur?” sorularını da cevaplamak lazım.

Bugün biz, sosyal ve ekonomik anlamda üretime katılamayanlara, kişisel ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeyenlere tembel diyoruz. Orada öyle duran, risk almayan, bir yaraya merhem olmayan… Kendi halinde kalan, ama kendi kendine yetinemeyen ve hep başkasından yardım bekleyen. O üretsin, ben tüketeyim diyen.

Aktif ise, bunun tam zıddı; her türlü üretimde ve tüketimde bulunan, durmayıp çalışan, kendi ayakları üzerinde durabilen ve başkalarına da yardım edebilen.

Bu genel tanımları hepimiz bir çırpıda yaparız. Çünkü karıncayla ağustos böceğinin hikayesi belleğimize yerleşmiştir… Şimdi çocukluğu, masalı, algılarımızı ve kavrayışımızı bir kenara bırakalım. Kolay olmaz, ama birkaç dakikalığına onları aklımızın bir kenarına bırakalım ve meseleye biraz farklı bir zaviyeden bakalım. Bu farklı zaviyenin çıkış noktası, insanın varoluş sebebi olsun. Bir anda, “insan ne için var?” sorusunu soralım.

Sahi ne için var edildik? Varlık sebebimiz ne?

Hep üretmek, hep tüketmek için mi? Sabah akşam çalışmak için mi? Yeni iş kollarını keşfetmek için mi? Sosyalleşmek için mi? Paylaşmak için mi? Alıp satmak için mi? Villa satın almak için mi? Son model arabalara binmek için mi?

Sahi ne için?

Yeni bir banka kredisi almak için mi? Cep telefonunu değiştirmek için mi? İnternet için mi? Kur yapmak, ağlar atmak, tuzaklar kurmak, insanları bir şeylere inandırmak yahut nefret ettirmek için mi? Kalp kırmak, düşmanlıkları körüklemek, birilerini kötü ve sakıncalı göstermek için mi? Dostlarımızı satmak için mi?

Sahi ne için var edildik?

Millet çalışırken el ense etmek için mi? Tembel tembel tv seyretmek, msn’de çet yapmak, cafede lakırdıyla ömür geçirmek, baba malını yemek, hava atmak, marka giymek… Ne için?

Ne için aktifiz? Ne için tembel?

Tam da burada inanç devreye giriyor. Varoluşu inanmadan algılamak ve anlamlandırmak pek kolay olmasa gerektir. İnanmak… Neye? Neden var olduğunu beyan eden öğretiye. Bizim inancımız bütün bu soruları pek sade ve kolay anlaşılır bir üslupla bize takdim eder: İnsan, Allaha ibadet için yaratılmıştır. İbadet, bazı müfessirlere göre, tanımaktır. İbadet, Allah’ı tanımamızı ve düzenini idrak etmemizi ifade eder.

Demek ki varoluş sebebi, Allah’ın düzenini tanımak, idrak etmekmiş.

Bu tanıma ve bu idrakle Allah’a yönelmekmiş.

Tanımak için yönelmek, yönelmek için tanımak.

İnanmak, harfe, kelimeye ve kavrama inanılan temel değerler açısından yeni anlamlar verebilecek bir mantığa ermektir. Bu mantık, inananla inkârcıyı bir birinden ayırıyor.

Şimdi başa dönelim ve şu soruyu soralım: Aktivitelerimiz, yapıp etmelerimiz, çabalarımız, çalışmalarımız, hayallerimiz, beklentilerimiz, umutlarımız, gelecek tasarılarımız bu varoluş sebebine ne kadar uygun?

Eğer varoluş sebebine uygun bir üretimdeysek, gayelerin gayesini unutmadıysak, gerçekten aktifiz demektir. Aksi takdirde, gece gündüz demeden çalışsak da tembeliz demektir. Velhasıl Yaratan’ı unutturan çabalar, koşuşturmalar, esas itibariyle tembellikten başka bir şey değildir.

Mevlana, aktif tembelliği, pörsümüş ve çürümüş gayretler olarak nitelendirir. Pörsümüş gayretler, iman zevkine mani olan ve insanı asıl gayeden uzaklaştıran çabalardır. Bu çabaların sahibi, menfaatçidir, temel gayesi maddi kazanç ve tüketmektir. Onun için maddi kazanç ve refaha götüren her yol mubahtır.

Pörsümüş gayretlerin sahibi, görüntüde çalışıp çabalamaktadır, aktiftir, üretkendir; ama hakikatte tembeldir. Oysa hakiki anlamda aktif hale gelmek, üretirken de tüketirken de varoluş sebebine uygun hareket etmekle mümkün olacaktır.

Bilal Kemikli

bkemikli@gmail.com