AHLAKİ BİR ERDEM OLARAK VEFA
AHLAKİ BİR ERDEM OLARAK VEFA
Ramazan Altıntaş*
ÖZ
İslam dininin temel amaçlarından birisi erdemli bireyler yetiştirmektir. Erdem, kişinin diğerleri üzerinde üstünlük sahibi olduğu meziyete verilen bir isimlendirmedir. Bu bağlamda İslam ahlakının en önemli erdemlerinden birisi “vefa ve vefakârlıktır.” Ahlaki bir terim olan vefa; borcunu ödemek, sözünden dönmemek, görülen iyilikleri unutmamak, iyilik yapan kimselere hayatı boyunca sevgi beslemek, ilgi ve alakayı kesmemek, demektir. Vefanın zıddı, nankörlüktür. Nankörlük ise, iyiliğin değerini bilmemek, aksine, iyiliğe iyilikle değil, kötülükle karşılık vermektir. En büyük vefasızlık ise, “elest bezminde” Yüce Allah’la yaptığımız sözleşmeye sadık kalmamaktır. Dinimizin iki kurucu kaynağı olan Kur’an ve sünnette vefalı olmanın ahlaki bir erdem olduğuna işaret edilir. Gerek Kur’an’da ve gerekse Hz. Peygamber’in hayatında vefalı olma örnekliklerine değinilir. Amaç, imanla ilişkilendirilen vefanın Müslümanların hayatında sadece sözle değil, eylemle varlığını görünür hâle getirmektir.
Bugün yaşadığımız toplumlarda “vefa” problemi yaşanmaktadır. Herkes birbirini “vefasızlık” yapmakla suçlamaktadır. Güven duygusunun zedelendiği bir toplumda birlik, sosyal dayanışma ve yardımlaşma bağları zayıflar. Bu durum toplumların tarihsel sürekliliğinin en büyük düşmanı hâline gelir. Bu sebeple yeniden insanlar arası ilişkilerde güven duygusunun sağlanmasında “vefa” erdeminin geliştirilmesine ve ahlaki bir ilke olarak insanların hayatında yer alması konusunda aile başta olmak üzere eğitim kurumlarında erdem eğitimine ağırlık verilmesi gerekir. İşte biz “Ahlaki Bir Erdem Olarak Vefa” adını verdiğimiz bu bildirimizde konuyu âyet ve hadisler çerçevesinde ele alıp tahlil edeceğiz.
Anahtar Sözcükler: Vefa, Vefasızlık, Nankörlük, Erdem, İman.
GİRİŞ
Arapça’da “ahlak” kavramı; “seciye, tabiat, huy” gibi anlamlara gelen halk/yaratma veya hulk/ahlak kelimelerinin çoğuludur. Arap dilinde insanın gözle görülebilen, şekil ve biçim gibi fiziki yapısını/yaratılışını ifade etmede halk; manevi/psikolojik yapısını anlatmada ise, hulk sözcüğü kullanılmıştır. 1 Nitekim Kur’an’da: “Sen yüce bir ahlaka sahipsin”2; “eski atalarımızdan kalan geleneklerden başka bir şey değildir”3 ayetlerinde geçen “hulk” sözcüğü ‘ahlak’ anlamına gelir. İşte insan bu ahlak sayesinde birtakım erdemlere ulaşır.4 Bu bağlamda İslam’a göre ahlakın kaynağı dindir. Çünkü din, insanlar üzerinde yaptırım gücüne sahip olan en etkin tek müessesedir.
İslam düşünce sistemine göre ahlak, soyut nazariyeler değil, canlı bir şekilde yaşanılar pratiklerdir. Bu pratiklerin kaynağında “iman” vardır. Bu iman insanın iradesini harekete sürükler. İsteğe bağlı irade ise, insanı, davranışta bulunmaya sevk eder. Eğer insanın vicdanında yer etmiş olan itiyatlar/alışkanlıklar iyi olursa, o benlikten faziletler, eğer kötü olursa o benlikten de rezaletler çıkar. İslam dini ölçüsünde erdemler gerek fert ve gerekse cemiyet hayatında Allah’a itaati konu alan davranış biçimleridir. Rezâil ise, Allah’a itaatsizliği besleyen fiillerdir.
Ahlakın konusu, iyi ve kötü değer yargılarıdır. Allah her insanın iç dünyasına iyi ve kötü düşünce ve davranışları idrak edebilecek kabiliyetleri yerleştirmiştir: “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”5 İşte bu âyette geçen ‘tezkiye’ ahlaki anlamda nefsi terbiye etmektir. Hz. Peygamber “temizlik imanın yarısıdır”6 buyururken, ahlaki anlamda arınma neticesinde imanın kemâle erişeceğini kastetmiştir. Bundan dolayı İmam-ı Gazâli, Kur’an’da geçen “tezkiye” kavramını; insanın ilahi bakışa mahal olan kalbini Allah’ın sevmediği yalan, kıskançlık, gıybet, döneklik, öfke, koğuculuk, gösteriş, kibir gibi ahlak-ı habîseden paklaması, Allah’ın sevdiği ve Kur’an’da övdüğü yüksek ahlaki değerlere ulaşması şeklinde yorumlar.7 Her ne kadar kalbin ameli, organlarımız üzerinde müşahhas bir sulta gibi görülemiyorsa da kudret, irade, şehvet gibi manevi etkenlerle insanın davranışlarına yön vermede önemli bir fonksiyonu yerine getirir. Tabir-i caizse, kalb, bedenin yönetim merkezini oluşturur. Bir başka ifade ile kalb, ruhanîliğin doğduğu yerdir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s): “Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden de bozulur. İşte o kalbdir”8 şeklinde buna işaret etmişlerdir. Bundan dolayı İslam’da, kalb eğitimine büyük önem verilmiştir. Bu eğitim sayesinde, insanların bireysel ve sosyal hayatta güzel davranışlar kazanması gerçekleştirilir.
Görüldüğü gibi tabiat, huy ve karakter gibi manalara gelen ahlak, insanda yerleşmiş bulunan yetilerdir. İslam dininin temel amaçlarından birisi iyi yetiler arasında yer alan erdemlerle donanmış bireyler yetiştirmektir. Erdem, kişinin diğerleri üzerinde üstünlük sahibi olduğu meziyete verilen bir isimlendirmedir. Bu bağlamda İslam ahlakının en önemli erdemlerinden birisi; vefa, ahde vefa ve vefakârlıktır.
İman-Ahlak ve Vefa İlişkisi
Ahlaki bir terim olan vefa; borcunu ödemek, sözünden dönmemek, görülen iyilikleri unutmamak, iyilik yapan kimselere hayatı boyunca sevgi beslemek, ilgi ve alakayı kesmemek, demektir. Vefanın zıddı, nankörlüktür. Nankörlük ise, iyiliğin değerini bilmemek, aksine, iyiliğe iyilikle değil, kötülükle karşılık vermektir.
Ahde vefa ise, sözünde durmaktır. Bunun zıddı ise, verilen sözü yerine getirmemektir. Bu ise nifak alametidir. İslam ahlakında imanla vefa arasında yakın bir ilişki kurulur: “Ey iman edenler! Akitlerinizi yerine getirir.”9 Akit, sözleşme demektir. Bu sözleşmenin içerisine, Kur’an’ın getirdiği iman esasları, Allah’ın emir ve yasakları, kişilerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmeler ve birbirlerine verdikleri sözler girer. En büyük sözleşme ise ruhlar âleminde kul ile Yüce Allah’ın yaptığı sözleşmedir:
“Rabbin Âdemoğulları’ndan –onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “evet şahit olduk (ki Rabbimizsin) demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”10
Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’la yapılan bu sözleşme, temsili bir sözleşme olup, insanoğlunun doğasına Allah’ın varlığını ve birliğini tanıma ve kavrama yeteneğinin yerleştirildiğini gösterir. Dini istidat ve yetenek insanın özünde mevcuttur. Bunu en iyi anlatan dini terim, fıtrattır. Fıtrat, en geniş manasıyla hakkı kabul ve gerçeği idrak etme yeteneğidir. İslam fıtrat dinidir. Gerek Kur’an’da gerekse Hz. Peygamberin hadislerinde buna işaret edilir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Yüzünü doğru bir din olarak İslam’a, insanların fıtratına uygun olan dine çevir.”11 Resul-i Ekrem (a.s) da: “Her insanı annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Bundan sonra ebeveyni onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar. Eğer (çocuğun) anne-babası Müslüman ise, çocuk da Müslüman olur.”12 Hiç kuşkusuz gerek fıtratla ilgili atıfta bulunduğumuz âyet ve gerekse hadis rivayetleri, çocuğun dini istidat ve kabiliyetle dünyaya geldiğini bildirmekte, aile ve sosyal çevrenin dini şuurun oluşması ve gelişmesindeki güçlü işlevine dikkatleri çekmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, “Allah’ı bilme” yetisi çocukluk dönemi de dâhil her yetişkin insanın fıtratında saklı bir içgüdü olarak bulunmaktadır.
İslam ilahiyatına göre her doğan çocuk bu fıtrî inançla dünyaya gelmektedir. Nasıl ki bir tohum ısı, ışık, nem gibi yetişme şartlarını taşıdığı zaman filiz verirse, insanın da dindar bir aile ve çevresi olduğu zaman Hakk’ı bilme yeteneği gelişir. Her insan, bu yeteneğini geliştirebilecek zihnî ve psikolojik donanıma göre yaratılmıştır. Zira Cenâb-ı Hak, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek kanıtları insanın emrine âmâde kılmıştır. Varlık üzerinde düşünme doğrudan bizi Var Edenin bilgisine ulaştırır. Bu sebeple iman-ahlak ilişkisi bağlamında en büyük vefakârlık, insanın Yüce Yaratıcısını tanıması, verdiği nimetlerin değerini bilmesi, O’na karşı kulluk görevlerini eksiksiz bir şekilde yerine getirmesidir. Aksi takdirde, Yüce Allah’ı gereği gibi takdir edemeyenler elest bezmindeki bu sözleşmeye sırt çevirmekle O’na karşı vefasızlık yapmış olurlar. En büyük vefasızlık ise, kulun Rabb’ini inkâr etmesidir. Nitekim Enfal suresinin 55’nci ayetinde: “Allah katında canlıların en kötüsü, gerçeği örten nankörler/inkârcılardır. Bunlar iman etmezler.” buyrulmuştur.
Davranış Ahlakı ve Vefa İlişkisi
Diğer taraftan vefa, sözle olduğu gibi davranışlarla da olur. Vefada sevgi, saygı, sadakat ve bedel ödemek vardır. Yaradan’a karşı vefalı olmanın göstergelerinden birisi de Allah yolunda şehit olmaktır. Çünkü şehitlik, canla bedel ödenen büyük bir fedakârlıktır. “Allah, kendi yolunda çarpışırken öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır.”13 Görüldüğü gibi bu âyette söz konusu edilen sözleşme ve ahitleşme Yüce Allah’la kulu arasında yapılmaktadır. Miladi 627 yılında Mekke müşrikleri Beni Nadir Yahudilerinin teşvikiyle Bedir ve Uhud savaşlarında elde edemedikleri zaferi elde etmek için üçüncü defa birleşik kuvvetlerle Medine-i Münevvere üzerine yürüdüklerinde sahabe-i kiram ne pahasına olursa olsun, Hendek savaşı adı verilen bu savaşta var güçleriyle Medine-i Münevvere’yi koruyacaklarına dair Yüce Allah’a ve Hz. Peygambere söz vermişlerdi. Kur’a’da geçen bir âyette onların sözlerine sadık kaldıklarına, Allah ve Resûlüne ahde vefa gösterdiklerine şu şekilde işaret edilir: “Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.”14 Bu açıdan şehitler, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış vefalı ve şerefli kimselerdir. Onlar daha önce Yüce Allah’tan şehit olmayı istemişler, sözlerinde durmak ve vefa göstermek suretiyle en büyük rütbe olan şehitlik mertebesine ulaşmışlardır.
İslam ahlakının temel amacı, iyiyi eylem hâline getirmek ve kötü olandan da kaçınmaktır. Kur’an’da gerçek “iyiler”, “ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler” ifadesiyle tarif edilir.15 Verilen söze vefakârlık göstermek müminin özelliği, vefasızlık ise münafığın özelliğidir. Hz. Peygamber münafıkların üç özelliğinden bahseder: “Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünden cayar. Kendisine bir şey emanet edildiğinde, emanete ihanet eder.”16 Yüce Allah’ın tarif ettiği mü’minler ise; “..kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riayet edenlerdir.17 Bir başka ayette de mü’minlere ahde vefa göstermeleri emredilir: “Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid, bir sorumluluktur.”18
Kur’an’da vefa ahlakı, âhirete imanla temellendirilir. Âhirete imanı güçlü olan kimseler, vefasızlık yapmazlar: “Onlar, verdikleri sözü yerine getirirler ve dehşeti her yerde hissedilen bir günden korkarlar.”19 Bu âyette ‘verdikleri söz’ diye çevrilen “nezir” kelimesi, “insanın yerine getirmeyi borç kıldığı, vaad ettiği her türlü iş” demektir. Dini bir terim olarak nezir ise, “dinen sorumlu tutulmadığı hâlde kişinin kendi vaadiyle üzerine vacip kıldığı ibadet ve iyilik” anlamına gelir. Kelimenin ayetteki anlamı konusunda iki farklı yorum yapılmıştır: Bir yoruma göre buradaki nezir, genel olarak Allah’ın insanlara yüklediği bütün vecibeleri ifade eder. İkinci yoruma göre bu ayetteki nezir, yukarıda belirtilen dinen sorumlu tutulmadığı hâlde kişinin kendi vaadiyle üzerine vacip kıldığı ibadet ve iyilik” anlamında kullanılmıştır. Bu yoruma göre ayeti şöyle anlamak gerekir: “Onlar, bir iyilik yapmayı adadıkları, gönüllü olarak ibadet etmeye niyetlenip karar verdikleri takdirde bunu mutlaka yerine getirirler:”20
Vefa ahlakının güvenle de çok yakın bir ilişkisi vardır. Sözünde durmak, birey ve toplumda güven duygusunun gelişmesine yardım eder. Çünkü vefanın olmadığı yerde güvensizlik doğar bu da toplumsal çözülmeyi tetikler. Bu sebeple bir İslam bilgesi olan Mevlâna Celaleddin Rûmî de vefanın çok önemli bir erdem olduğunu vurgulamıştır:
İnsanın bilgisine hünerine bakma;
Ahdinde duruyor mu, vefası var mı? Ona bak.
Ahdini yerine getiriyorsa, istediğin kadar öv.
Ondan da fazladır o kişi…21
Mevlâna’ya göre, doğruluğun zıttı yalan söylemektir. Yalan söz, insanda şüphe doğurur. Bu sebeple yalan söyleyenler çevresindeki insanlara asla güven veremezler, diyen Mevlâna, doğru ile yalan arasındaki farkı, miskle sarımsak kokusunun farklılığına benzetir. Ayrıca Mevlâna, doğruluğun salt sözle değil, pratik hayatta davranışlarla gösterilmesinin anlamlı olacağına değinir:
Bu, yerinde, doğru… Şu, yerinde değil, eğri… Bunu biliyorsun; biliyorsun ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de iyice kendine bak!22
Münâfıklar inkâr edip; “Allah saklasın, Allah saklasın!” dediler.
Hepsi koltuklarında birer Mushaf, Peygamber’i kandırmaya geldiler.
Yani yemin ederek, inandırmak istediler. Yemin, yalancılara daima bir kalkandır.
Yalancılar, dinde vefalı olmadıklarından, her zaman yemin ederler, ama yeminlerinde durmazlar.
Doğruların yemin etmeye ihtiyacı yoktur. Zira doğruluk, onların her zaman âdetidir.23
Doğruyla yalanın kokusu bil ki, miskle sarımsak gibi nefesten belli olur. Dostu düşmandan ayıramıyorsan, kendi pis kokundan şikâyet et.24
Yalan, gönüllerde şüphe doğurur, doğruluğu da kalpteki huzur nişandır.
Yalan söz, kalbe tesir etmez. Suyla karışık yağ, yanıp ışık vermez.
Gönül huzuru, doğru sözledir. Doğru sözler, gönül tuzağının tâneleri olur.25
Hz. Peygamberin Hayatından Vefa Örnekleri
Her konuda olduğu gibi vefalı olma konusunda da bizim örneğimiz en büyük ahlak üzerine olan Hz. Peygamber (a.s)’dır. Kur’an’da geçen bir âyette: “Allah resulünde sizin için güzel örneklik vardır”26 buyrulur. Kur’an’da anne-babaya iyi davranmak emredildikten sonra, onlara gösterilmesi gereken vefa konusunda şöyle buyrulur: “Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et.”27 Resulullah’ın hayatında başta anne-babası olmak üzere eşlerine karşı birçok vefa örneği vardır. O, dünyaya gelmeden önce babası Abdullah’ı, altı yaşında iken de annesi Âmine’yi kaybetmişti.
Peygamberimiz Hudeybiye umresine giderken Ebvâ köyüne uğramış ve annesinin mezarını ziyaret ederek ağlamıştı.28 Yine Hz. Peygamber, doğumunda ilk defa kendisini emziren sütannesi Süveybe’yi Mekke’de bulunduğu yıllarda ziyaret eder, ona ikramlarda bulunurdu. Medine’ye hicret ettikten sonra ona giysiler gönderirdi. 29 Bununla birlikte asıl sütannesi Halime’yi hiç unutmadı. Hz. Hatice ile evlendiğinde Halime Mekke’ye gelmiş, onu misafir etmiş giderken kırk koyun ve bir deve hediye etmişti.30 Ayrıca Hz. Peygamber eşi Hz. Hatice’yi vefatından sonra da hayırla anmıştır. Bir koyun kestiğinde merhum eşinin sevdiği insanlara hediye etmek suretiyle ona olan vefasını gösterirdi.31 Bütün bunlar, Hz. Peygamber’in yakınlarına karşı gösterdiği vefa örnekleridir.
Hz. Peygamber sadece yakınlarına değil, ümmetine karşı da çok vefalı olmuştur. Şu âyet onun vefalı oluşuna en büyük delildir: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”32 Onun şefkat ve merhamete dayalı vefa örnekliği sadece bu dünyada değil, âhirette de devam edecektir. Kıyamet günü, insanlar hesaba çekileceğinde Hz. Peygamberin secdeye kapanarak, Yüce Allah’tan, ümmetinin günahları bağışlanmadıkça secdeden kalkmayacağını ifade etmesi33, muhteşem bir vefa örneğidir. O hâlde: Doğruluk, dürüstlük, şefkat, merhamet ve güvenilirlik gibi yüce erdemleri kuşanan Resul-i Ekrem’e karşı Müslümanların vefalı olmaları gerekir. Yüce Allah, inanan kullarından peygamberine karşı vefalı olmalarını ister: “Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.”34 Biat, el tutuşup söz vermek demektir. Buradaki biattan maksat, meşhur Hudeybiye biatıdır. Hz. Peygamber hicretin 6. yılı Zilkade ayının başında (Mart 628), 1500 kadar sahâbî ile umre ibadeti yapmak üzere yola çıkmış, Mekke’nin 17 km. batısında yer alan Hudeybiye’ye gelip konaklamıştı. Hz. Peygamber burada bulunan sakız ağacının (şeceretü’r- rıdvân) altında, teker teker ellerini tutarak 1500 sahabe ile biatlaştı. Her bir sahâbî Peygamberimize bağlılık ve itaat sözü verdi. Bu biatta söz verilirken neyin üstlenildiği konusunda “cihad, itaat, ölüm pahasına sebat ve sabır” gibi ifadeler nakledilmiştir.35
Sahabenin Mekke müşrikleriyle Hudeybiyede karşılaştıkları zaman Hz. Peygamberi yalnız bırakmayacaklarına dair onunla güven temelinde yaptıkları sözleşmeye işaret edilir. Ayrıca İmam-ı Mâtürîdî (v. 333/944), yalnız bırakmamak üzere biatlaşmanın şu ayete göre caiz olduğunu da ekler: “Andolsun ki, onlar, daha önce geri dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz ise sorumluluğu gerektirir”36 Çünkü mubayaa, iki taraf arasında meydana gelen bir muahededir.37 İnsanlığın erdemlerle eğitilmesinde örnek olan Peygamberimize karşı vefalı olmak en büyük erdemdir. O, bir kul olarak Yüce Allah’la arasında bulunan sözleşmeye sadık kalmıştır. Bu sadakat bizzat onun bir duasında şöyle geçer: “Allah’ım! Ben Sen’in kulunum. Gücüm yettiği kadar ahdine ve va’dine sadâkat gösteriyorum!.”38 İmâm-ı Mâtürîdî’nin vurguladığı gibi, Müslümanların Hz. Peygambere vefalı olmaları, gündelik hayatlarında onun getirdiği değerler sistemine bağlı kalmaları ve sünnetine uygun dini bir hayatı yaşamaları sayesinde gerçekleşir.39
Sonuç
Netice olarak, vefa, öncelikli olarak tanımak, verdiği nimetlerin kıymetini bilmek, kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirmek suretiyle Allah’a ve Peygamberine gösterilmelidir. Ayrıca anne-baba ve akrabalar, vefaya en layık insanlardır. Kur’an’da anne-babaya iyi davranmanın emredilmesi ve akrabaya yardım etmenin teşvik edilmesi onlara karşı vefanın bir gereğidir. Bugün yaşadığımız toplumlarda “vefa” problemi yaşanmaktadır. Herkes birbirini “vefasızlık” yapmakla suçlamaktadır. Güven duygusunun zedelendiği bir toplumda birlik, sosyal dayanışma ve yardımlaşma bağları zayıflar. Bu durum toplumların tarihsel sürekliliğinin en büyük düşmanı hâline gelir. Bu sebeple yeniden insanlar arası ilişkilerde güven duygusunun sağlanmasında “vefa” erdeminin geliştirilmesine ve ahlaki bir ilke olarak insanların hayatında yer alması konusunda aile başta olmak üzere eğitim kurumlarında erdem eğitimine ağırlık verilmesi gerekir.
KAYNAKÇA
Can, Şefik, Mevlâna’nın Rubaileri, Konya: Damla Ofset, 2005. Dimyâtî, es-Sîratü’n-nebeviyye, Suriye, 1996.
Gazâli, Ebû Hâmid, el-Erbaîn Fî Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988.
H. Karaman, M. Çağırıcı, İ. Kafi Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara, 2007.
İbn Manzur, Lisânü’l-Arap, Kahire, ts. İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, tahkik: Fâtıma Yusuf el- Haymî, Beyrut, 2004.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü’l-Kur’an, tahk. Mehmet Boynukalın, İstanbul: Mizan Yayınevi, 2005.
Rûmî, Mevlâna Celâleddin, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, Ankara: KEB yayınları, 1998.
* Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi Dekanı. ramazanaltintas59@hotmail.com
1 Bkz. İbn Manzûr, Lisânü’l-Arap, Kahire, ts., (hlk mad.)
2 68/Kalem, 4.
3 26/Şuara, 137.
4 İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 225–26.
5 91/Şems, 8-10.
6 Müslim “Taharet” 1.
7 Gazâli, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el-Erbaîn Fî Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988, s. 78.
8 Buhârî, “Îmân” 39; Müslim, “Müsâkât” 107; İbn Mâce, “Fiten” 14.
9 5/Maide 1.
10 7/Araf 172.
11 30/Rum 45.
12 Müslim “Kader” 25; ayrıca bkz. Buhârî, “Cenâiz”, 93; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 18.
13 9/Tevbe 111.
14 33/Ahzap 23.
15 Bkz. 23/Mü’minûn 8.
16 Buhârî “İman” 24; Müslim “İman” 107-108; Tirmizî “İman” 14.
17 70/Meâriç, 32 Ayrıca bkz. 23/Mü’minûn 8-9.
18 17/İsra 34.
19 76/ İnsan, 7.
20 H. Karaman, M. Çağırıcı, İ. Kafi Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara, 2007, V, 518.
21 Can, Şefik, Mevlâna’nın Rubaileri, Konya: Damla Ofset, 2005, s. 69.
22 Rumi, Mevlâna Celaleddin, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, Ankara: KEB yayınları, 1998, III, 2651
23 Mesnevî, II/2899-903
24 Mesnevî, VI/4925/30
25 Mesnevî, II/2762-64
26 33/Ahzap 21
27 17/İsra 24.
28 Dimyâtî, es-Sîratü’n-nebeviyye, Suriye, 1996, s. 37.
29 Dimyâtî, a.g.e., s. 33.
30 Dimyâtî, a.g.e., s. 36.
31 Buhari “Edeb” 23.
32 9/Tevbe 128.
33 Bkz. Müslim “İman” 327.
34 48/Fetih 10.
35 Müslim “İmâre” 41, 42, 80.
36 33/Ahzap 15.
37 Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, tahkik: Fâtıma Yusuf el-Haymî, Beyrut, 2004, IV, 522.
38 Buhârî “Deavât” 16.
39 Bkz. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, tahk. Mehmet Boynukalın, İstanbul: Mizan Yayınevi, 2005, III, 292–93.
Array