AHÎ-MEVLEVÎ İLİŞKİLERİ ÜZERİNE

A+
A-

AHÎ-MEVLEVÎ İLİŞKİLERİ ÜZERİNE

Bir milleti yok etmek için topla tüfekle uğraşmaya hiç gerek yoktur. Aile mefhumunu ortadan kaldıracaksın; Eğitim sistemini çökerteceksin; Kutsal değerlerine saldıracak, onu değersiz hâle getireceksin ve sorgulatacaksın. İlk iki kurum hakkında bir şey demeyeceğim. Ailenin ne hâle geldiği malum. Eğitim sistemi hakkında ise her ne kadar eğitimci olsam da bu işin beni aşacağı için söz söylemek istemiyorum. Kutsal değerlere gelince millet eskiden takvim yaprağı arkası okuyarak dînî ahkam kesmekte idi, günümüzde de sosyal medya hesabı olan herkes kendini bir din bilgini veya tarih bilgini ya da fen bilimlerinde uzman sanmakta ve ona göre laf etmektedir. Söz söylüyorlar demiyorum. Laf ile söz arasında fark vardır malumunuz.

Kutsal değerlere saldırı ‘mevlit bid’attir okumaya gerek yok’, ‘kabir ziyareti yapılmaz’, ‘ölünün arkasından Fâtiha ya da YâSîn okunmaz’ gibi teranelerle başladı evliyâullaha, hadislere hatta Efendimiz Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a kadar uzandı. Yok ‘Kur’an Müslümanlığı’ gibi saçmalıklar ortaya sürüldü.

En büyük derdimiz Hz. Muhammed’i (S.A.V.) tanımamaktır. Kur’an-ı Kerim’de: “And olsun! Allah’ı ve ahireti uman ve Allah’ı çokça zikreden sizler için Allah’ın Resulünde en güzel örnek vardır.”(Azhab, 33/21) buyruluyor.

Nitekim Kur’ân’da onbeşin üzerinde ayette “Allah’a ve Resulüne itaat edin”. diye emredilmektedir:

“De ki: «Allaha itaat edin, peygambere itaat edin». Eğer yine yüz çevirip dönerseniz onun (peygamberin) uhdesine düşen ancak ona yüklenilen tebliğ vazifesidir. Sizin üstünüze düşen vazîfe de size yükletilen itaattir. Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygambere âid olan (vazife) apaçık tebliğden başkası değildir.”(Nur, 24/54)

İbni Kayyım el-Cevziyye, “Peygamber Efendimize itaat edin demek, sağlığında kendine, vefatından sonra da sünnetine uyun demektir.” diyor.

İbni Kesir ise, “Bunun manası, Peygamberin sünnetine sarılın demektir.” diyor.

Büyük âlim Şatibi de, “Bu ayetin manası, Kur’an’da olmayan hususlarda Peygamberin sünnetine sarılın demektir.” diyor.

Bugün Resulûllah(S.A.V.) hayatta olmadığına göre biz O’na, sünnetine, O’nun hadislerine uymak suretiyle itaat etmemiz gerekir.

Maalesef ki bugün birçok evliyaullaha da dil uzatıldı. Hz. Mevlânâ da bu dil uzatılanlar arasında oldu ve atılan iftiralarla insanların kafasında bir takım soru işaretleri oluşturulmaya çalışıldı. Bunu yapan kişiler sanki Nakşibendiliğin önemli isimlerinden Mola Câmî’den de çok şey biliyor, sanki Bursevî Hazretlerinden de çok şey biliyorlar, birçok müslüman âlimden, evliyaullahtan çok şey biliyorlar, sanki onlar Mesnevî-i Şerîfi okumamış gibi günümüz bu insanlar kendi anlayışlarına göre birtakım yorumlara kalkışıyorlar, çıkarımlarda bulunuyorlar.

Geçtiğimiz günlerde Sayın Kemal Ramazan HAYKIRAN [Dr. Öğr. Üyesi, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın/Türkiye.] tarafından “GÜL VE DİKEN: XIII. ve XVII. Yüzyıllarda Ahi-Mevlevi İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme” [Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi/Journal of Ottoman Legacy Studies, Cilt 9, Sayı 25, Kasım 2022 / Volume 9, Issue 25, November 2022 s. 463-483] başlıklı makale yayınlandı. Makalede Hz. Mevlânâ’ya yüklenmek istenen bazı konulara temas edilmekte bu iddiaların tutarsızlıkları ispat edilmektedir. Bu yazımızda Kemal Hoca’nın bu makalesinden bahsetmek ve kısaca özetlemek istiyorum.

Sayın Haykıran, makalenin Giriş kısmında XIII. Yüzyılda Sosyal ve Fikrî Ortam’dan bahsederken XIII. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’ya farklı tasavvuf akımlar ve tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin halkın ve siyasi iktidarın da desteğini aldıklarını söyler. “Bu destek karşılıklıdır. Sufilerin varlığı, iktidarın gücünü ve meşruiyetini arttırdığı için iktidar da sufilerin varlıklarını güçlendirecek ve halk nezdinde meşrulaştıracak, zengin bir manevi desteğe ulaşmalarını sağlayacaktı” tespitinde bulunur.

XIII. Yüzyıl Anadolu’sunda Büyük Bir Mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin Rumî başlığıyla Hz. Mevlânâ’nın hayatı hakkında bilgi verilmiştir. “XIII. yüzyıl İslam dünyasında üç büyük sufi ekol görülmektedir. Birincisi belki en güçlüsü Endülüs menşeli olan İbn Arabî ekolü, ikincisi kendisini Sühreverdîlik, Vefâilik, Kalenderîlik, Cevlâkilik gibi güçlü tarikatlarla gösteren Suriye ve Irak menşeli ekoldür. Üçüncüsü ve sonuncusu ise Orta Asya kökenli olan ve kendisini Kübrevîlik, Haydarîlik, Melâmetîlik ve de Yesevîlik olarak göstermektedir. Bu üç güçlü ekolün de yansımalarını Mevlânâ ve onun nezdinde gelişen Mevlevilik üzerinde görmek mümkündür. Mevlânâ ve ona nispet edilen Mevlevilik, mizacı gereği toplumun seçkinlerine seslenmekteydi. Mevlevilik oluştuğu ortam ve şekillendiği koşullar gereğince şehirli ve yüksek kültüre hitap eden bir sûfî ekolüdür.” diyerek görüşlerini dile getirir.

Ahiliğin Ortaya Çıktığı Sosyal Koşullar üzerine de Abbasi Devleti’nin, IX. yüzyılda Türkistan ve Horasan fetihleri sonucunda elde ettiği Türk kökenli unsurları orduda askerî amaçlı kullanmaya başlamasıyla oluşan askerî birlik ön plana çıkmış yerli kuvvetler geri plana itildiğine, boşluğa düşen yerli unsurların haydutluk yağmacılık gibi başıbozuk hareketler sergilemeye başladıklarına dikkat çeker. Bu sebeple “Ayyar, şatır, fütüvveci gibi adlarla anılan yalnız meslek ve sanata bağlı olmayan tasavvuf erbabının yanında bazı tarikatların görüşlerini de içerisinde barındıran ahlak kuralları ve mertlik yiğitlik nitelikleri ile donatılmış bir yapılanma ortaya çıkar. Bunlar kerem sahibi, cömert, eli açık, gözü tok, yiğit ve olgun kimselerdir. Herkese yardım eden, haksızlığı önleyen, kişinin eksiğini, ayıbını görmeyen, kötü söylemeyen, cana, mala, namusa el ve dil uzatmayan kişilerdir. Fütüvvet ehli kimse iç terbiye güzelliği, dış terbiye güzelliği ile bilinir. Fütüvvet, adaletin yerine getirilmesi ve kendisi için adaleti istemekten vazgeçmek, vefa göstermek ve korumaktır.” diyen Sayın Haykıran, XIII. yüzyılda Anadolu’nun sosyal yapısında ciddi değişikliklerle de ilgili olarak göçler sebebiyle kısa sürede Anadolu’nun sosyokültürel yapısının değiştiğini ve bu durumun beraberinde birçok değişikliği de getirdiğini söylemiştir.

Daha sonra Ahi Evran Hazretlerinin hayatları ve Ahiliğin Anadolu’daki intişarı hakkında bilgi vermişlerdir.

Ahi-Mevlevi İlişkilerinin Tarihî Seyri ve Konu Üzerine Görüşler

“Moğolların Anadolu’daki faaliyetlerine Mevlânâ ile Ahi Evran’in farklı tutumlar geliştirdiği noktasından hareketle iki şahsiyet arasında düşmanlık olduğu üzerine bir algı inşa edilmektedir. Öncelikle şu nokta vurgulanmalıdır ki Mevlânâ devletler ve kavimler üstü konumda mutasavvıf bir kişiliği haiz iken Ahi Evran devleti temsil eden, devlet adına hareket eden bir şahsiyettir. Bu farklılıktan ötürüdür ki her ikisinin geliştirdiği tepkiler doğal olarak birbirinden farklı olacaktır.” cümleleriyle konuya giren Sayın Haykıran, “Aynı kültür dünyasının iki farklı görünümünü temsil eden Ahiler ile Mevleviler arasında gerçekten bir düşmanlığın olduğu kabul edilebilir mi?” sorusunu sorar.

Eserlerinde geçen birtakım betimlemeler olduğundan hareketle Hz. Mevlânâ’nın, etrafında bulunan dost veya düşmanlarını açıkça isim zikretmeden eserlerinde sembolik bir anlatım ile betimlediği bazen de onları bu yolla hicvettiğini Mikâil Bayram’ın iddialarına konu olduğunu söyler.

Kesin bilgiye değil de bazı imalara yüklenen algılara dayanan bu iddialara göre Hz. Mevlânâ, Ahi Evran hakkında çeşitli olumsuz sıfatlar kullanmıştır.

Mikâil Bayram eserinde, “Evran” kelimesinin Türkçede yılan ve ejder anlamına geldiğinden ve onlardan panzehir (serum) imal etme gibi bir mesleğinden dolayı Celâleddin Rumî’nin eserlerinde Ahi Evran’i yılana benzettiğinden bahsetmektedir. Sayın Haykıran bu ifadelere karşı

“Herkesçe malum olduğu üzere ejder özellikle de yedi başlı ejder tüm tasavvufi metinlerde ortak metafor olarak nefsi temsil etmektedir. Yedi başlı ejder nefs-i emmarenin yedi merhalesini betimlemektedir. Doğu literatüründe Mevlânâ’nın da beslendiği bir kaynak olan Hint edebiyatındaki hikâyelerde ejder sıkça kullanılan bir metafordur. Bununla beraber Çin ve Türk edebiyatında da ortak bir metafor olarak ejderin kullanıldığı da bilinmektedir. Bu ortak edebiyat meyanında eser üreten Celâleddin Rumî’nin de bu metaforu kullanmış olması oldukça normaldir. Bunda ayrıca bir mana ve ifade aramak zorlama bir tevil olacaktır. Konu ile ilgilenen edebiyatçıların kahir ekseriyetinin görüşüne göre köklü bir edebiyat geleneğinin temsilcisi olan Mevlânâ bu yazım geleneği içinde oluşan metaforlar dünyasına oldukça hâkimdi ve bunları da başarılı bir biçimde eserlerinde kullanmaktaydı. Anlattığı hikâyelerin çoğunda hikâyeye konu olan hiçbir şahıs ismi olmadığı gibi hikâyelerde zaman mefhumu dahi bulunmamaktaydı. Buradan hareketle Mevlânâ’nın eserlerinde geçen hikâyelerde sembolik anlatım ile dinleyenlere ders vermenin dışında bir anlam aramak yanlış olacaktır.”

der ve örneklendirir.

Mevlânâ ile Ahiler arasında tartışma konusu edilen bir diğer mevzu da Ahi ocaklarının Hz. Mevlânâ’ya bağışlanması üzerinden geliştirilen iddialardır. Hülâgû Han tarafından Şeyhu’ş-şuyuhu’r-Rum yani Anadolu’daki Şeyhlerin Şeyhi makamına Mevlânâ Celâleddin Rumî(Rh.A.) tayin edilmiştir. Mikâil Bayram bu gelişmeyle Moğolların Mevlânâ üzerinden Ahi çevreleri üzerinde kontrol mekanizması oluşturduğunu ileri sürmektedir. Sayın Haykıran bu iddialara karşı

“Burada iki noktanın gözden kaçırıldığı görülmektedir. Birincisi hem ilmi hem de etki alanı itibarıyla Anadolu’da uzunca bir zamandır tayin edilen bu makam için Mevlânâ Celâleddin Rumî gayet uygun bir isimdi. Bu makamın özelliği gereği Anadolu’da bulunan tüm tasavvufi yapılar bu makama bağlı idiler. Reel siyasi hayatta çok ciddi bir karşılığı olmayan bu bağ ile Moğolların Ahileri Mevlânâ üzerinden denetim altına aldığı ileri sürülmektedir. Bu meyanda gözden kaçan bir diğer husus ise Moğolların önce Selçukluları hâkimiyetleri altına almaları ardından da Abbasi hilafetini ilga etmeleri sonucunda bölgenin tek meşru devleti olarak kalmışlardı. Bu istila sürecinde devam eden gündelik hayatın bütün gereksinimleri de bizzat Moğollar tarafından karşılanmak durumundaydı. Devlet sahibi olarak bu onların üzerindeki bir sorumluluktu. Moğolların başta ciddi bir bocalama yaşadıktan sonra yerleşik unsurları yanlarına çekerek bu sıkıntıyı aştıkları ve gayet yerinde atamalarla süreci yürüttükleri görülmektedir.”

sözlerini söyleyerek devam eder:

“İlhanlı Devleti’nin merkezinde yaşanan bu hadise ve buna benzer pek çok gelişmeden de anlaşılacağı üzere Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin sırf Moğol yöneticileri tarafından bir makam ile taltif edilmesinden dolayı onu töhmet altında bırakmak doğru bir çıkarım değildir. Olayın daha vahim bir boyutu ise Hülâgû Han tarafından Mevlânâ Celâleddîn Rumî’nin böylesi bir makam ile taltif edildiğinin tek kaydı Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifîn’inde yer almasıdır. Geç bir Mevlevi kaynağı olan Menâkıbü’lÂrifîn’de yer alan bu bilgi devrin hiçbir kaynağında geçmemektedir. Ne Türkiye Selçuklularının tam da bu evresine şahitlik eden İbn Bîbî’de ne de Aksarâyî’de konu ile ilgili bir kayıt düşülmediği gibi başta Reşîdüddîn ve Hamdullah Müstevfî’nin eserleri olmak üzere hiçbir İlhanlı kaynağında da geçmemektedir. Dolayısıyla tek kaynağı Mevlânâ’dan çok sonra kaleme alınmış menakıp olan böylesine ciddi bir tavsifin gerçek olup olmadığı tartışmaya açılabileceği gibi böyle bir yorum üzerinden bir kurgu inşa edilmemesi gerektir.”

Mevlânâ ile Ahiler arasında var olduğu iddia edilen bir diğer mesele de Rükneddîn

Kılıçarslan devrinde yaşandığı ileri sürülen müsadere olayında Mevlevilerin kışkırtıcı oldukları ve Mevlevilerin, Ahilerden müsadere edilen mallara kondukları iddiasıdır. Mikâil Bayram, bu iddiasını Müsâmeretü’l-Ahbâr’a dayandırmaktadır. Sayın Haykıran bu iddialara karşı da Aksarayî’den alıntı yaparak bu iddiaları çürütmektedir.

“Burada asiler veya başka çevirilerinde hariciler olarak yer alan ifadelerden Aksaray’da öldürülen kişilerin Türkmenler olmadığı yahut doğrudan Ahileri kastettiğinin hiçbir delili bulunmadığı gibi Claude Cahen’e göre bu bastırılıp katledilen asiler Türkmen de değildi.”

diyerek bu konuyla ilgili son zamanlarda yapılan çalışmalarla da Mikail Bayram’ın iddialarının çürütüldüğünden bahseder.

Sayın Haykıran, M. Bayram tarafından zikredilen bir diğer olayın da Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin Çelebi’nin de Nureddin Caca ile birlikte Kırşehir’de olduğu iddiasına cevap olarak Mevlânâ’nın mektuplarından Alâeddin Çelebi’nin de bu dönemde Konya’nın hemen dışında bir bağda ikamet ettiğinin anlaşıldığını ortaya kor.

Mevlânâ döneminde Ahilerle Mevlevîler arasında herhangi bir nizâ’ da yoktur. Her iki disiplin de esnaf çevresinde örgütlenmiş ve her iki yapı da aynı tabana dayanmıştır. Sayın Haykıran bu konuda onlarca örneği makalesinde sunmuştur.

Değerlendirme ve Sonuç bölümünde Sayın Haykıran ortaya çıkarmış olduğu bilgiler ışığında sonuca varmakta ve konuyla ilgili örneklendirmeleri burada da vermektedir.

“Mikâil Bayram tarafından Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin Moğol yanlısı olduğu, Ahilerin ise Moğollar ile mücadele yolunu seçtikleri iddiasına dayandırılarak bu fikir ayrılığından mülhem ile iki unsur arasında ezelî bir hizalaşma ve çatışma ortamının oluştuğu algısı inşa edilmiş Menâkıbü’l-Ârifîn’de ve benzer kaynaklarda geçen bazı hikâyelerin aslında yansıtmadığı yorumlardan çıkarılan sonuçlar üzerinden de bu algıya deliller getirilmiştir. Her şeyden önce Hz. Mevlânâ’nın en az Ahiler kadar Moğollara karşı hasmane duygular içine olduğu kendi eserleri ve devrin kaynakları tenkit edildiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Anadolu’yu şekillendiren iki temel unsur olan Ahiler ve Mevlevilerin mezkûr iddialarda dillendirildiği gibi bir çatışma içinde olmadıkları aşikâr bir biçimde ortada iken birkaç menakıba zorla ima ettirilerek çıkarılan hükümler ve tarihî seyir içinde pek çok farklı sufi grup arasında benzer örneklerinin ziyadesiyle yaşandığı kaynaklar ışığında rahatlıkla görülebilen zaviye mülkiyeti sürtüşmeleri üzerinden köklü ve ideolojik farklılara da dayandırılmış bir hizalanma algısının üretildiği söylenebilir. Üzücü olan nokta ise üretilen bu algının tarihçiler tarafından bir sorgulamaya tabi tutulmaksızın kabul görmüş olmasıdır. Konu etrafında yapılan bazı tezler incelendiğinde Sayın Bayram’ın görüşlerinin aynıyla kabul edilerek verilerinin tekrar edildiği görülmektedir. Hatta Osmanlı tarihçiliğinin önemli isimi merhum Halil İnalcık’ın dahi Mikâil Bayram’ın görüşlerinden hareketle bazı mevzulara yaklaştığı da vakidir. Hâlbuki iki unsurun aynı kimliğin iki farklı tezahürü olduğu gibi toplumsal işlev bakımından da birbirlerini tamamladıkları, bu özelliklerinden dolayı da tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren etkilerini koruduğu zaman müddetince birlikte hareket ettikleri de kayıtların verdiği bilgilerden rahatlıkla görülebilmektedir.”

Bu kapsamlı çalışmasından dolayı Dr. Kemal Haykıran hocayı tebrikle akademik hayatında kolaylıklar diliyoruz.

Makalenin tamamına https://www.osmanlimirasi.net/dergi/gul-ve-diken-xiii-ve-xvii-yuzyillarda-ahi-mevlevi-iliskileri-uzerine-bir-degerlendirme-ss-463-48320221125043204.pdf üzerinden ulaşılabilinir.

Kaleminize kuvvet Hocam.