Abdülbaki Gölpınarlı

Abdülbaki Gölpınarlı

Abdülbaki Gölpınarlı

Baba tarafı Azerbaycan’da Gence’ye çıkan, oradan Bursa’ya göç etmiş bir ailenin çocuğudur. Kendisine seçtiği Gölpınarlı soyadı, büyük babası Mustafa İzzet Efendi’nin dedesi Abbas Ağa’nın Gence’deki Gökçay bucağının Gölpınar (Gökbulak) köyünden olması dolayısıyla ailesinin Gölpınarlızâdeler diye tanınmasındandır. Aile zamanla Rusçuk’a yerleşmiş, büyük babasının oranın Eytam müdürü oluşunun yanı sıra babası Ahmed Âgâh Efendi de Vilâyet Mektubî Kalemi’nde hizmet görmüştür. 1877-1878 Türk-Rus Savaşı sırasında İstanbul’a gelen Âgâh Efendi, burada Dağıstan göçmenlerinden Aliye Şöhret Hanım ile evlenmiştir. Âgâh Efendi Evkaf Nezâreti’nde vazife aldıktan başka Rusçuk’ta iken takdirini kazandığı Ahmed Midhat Efendi’nin maiyetinde ömrünün sonuna kadar onun çıkardığı Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde çalışmış; burada yıllarca verdiği hizmetten dolayı “şeyhülmuhâbirîn”, “baba” gibi unvanlarla anılmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı 10 Ramazan 1317’de (12 Ocak 11200) İstanbul’da Kadırga semtinde dünyaya geldi. Kendisine başlangıçta dedesinin taşıdığı Mustafa İzzet adı verilmişse de ailenin çocukları çok yaşamadığı için uzun ömürlü olsun diye adı Abdülbaki’ye çevrilmiştir. “Kıyâmî” mahlası ile şiirler yazan büyük babası gibi şairlik tarafı olan babası Âgâh Efendi kendi gayretiyle Çağatayca ve Farsça öğrenmiş, Rusçuk’ta iken Bektaşîliğe intisap etmiş, İstanbul’a gelişinde ise Nakşî olmuştu. Kültürlü bir aile muhitinde yetişen, daha yedi sekiz yaşlarında iken Bahariye Mevlevîhânesi’ne devama başlayıp küçüklük çağından itibaren tasavvuf ve tarikat kültürü ile temasa geçen Abdülbaki, Bâbıâli’de Hoca Tahsin Medresesi’ndeki Yûsuf Paşa İlkmektebi’nden sonra özel Menbaülirfan İdâdîsi’nin rüşdiye kısmını bitirip devam etmekte olduğu Gelenbevî İdâdîsi’nin son sınıfında iken 1916’da babasının ölümü üzerine tahsilini bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Mezun olduğu Menbaülirfan’da coğrafya ve Farsça hocalığından başka bir ara Vezneciler’de kâğıtçılık ve kitapçılık yaptı. Geçim sıkıntısı çektiğinden dostlarından birinin davetine uyarak 1920’de gittiği Çorum’un Alaca ilçesinde Kenzülirfan İlkmektebi’nde başmuavin, daha sonra da başmuallim oldu. 1924’te İstanbul’a gelerek imtihanla Erkek Muallim Mektebi’nin son sınıfına kabul edildi. 1925’te burayı bitirip babasının ölümüyle eksik kalmış devam süresini doldurmak için son sınıfına girdiği İstiklâl Lisesi’nden mezun oldu (15 Ağustos 1926). Bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan da devam ettiği Edebiyat Fakültesi’nde yüksek tahsilini tamamladı (1930). Konya, Kayseri, Balıkesir liselerinde edebiyat öğretmenliğinden sonra bir ara İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi hâfız-ı kütüblüğünü takiben tekrar Balıkesir’de az bir süre edebiyat ve kısa bir zaman da Gazi Osman Paşa Ortamektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı. Daha sonra Vefa Lisesi’ne tayini çıkıp bunun ardından iki yıl kadar da Kastamonu Lisesi edebiyat öğretmenliğinde bulundu. Resmî sicil özetinde (, XIX [1995], s. XIII) yer almamakla beraber birçok yerde onun Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğini sürdürdüğünden söz edilir. Vefa Lisesi’ndeki öğretmenliğinin tarihi de belli değildir. Gölpınarlı, 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne ilkin okutman, ardından doçent olarak tayin edildi. Söylenene bakılırsa akademik kariyere geçişi, Yunus Emre. Hayatı adlı eseri doktora tezi sayılmak suretiyle gerçekleşmiştir. Bu fakültede Farsça ve metinler şerhi hocalığı yapmakta iken 1942’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geçerek burada İslâm-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı derslerini okuttu. 1945 Nisanında Marksist faaliyette bulunmak isnadı ile tutuklanıp on ay süren bir yargılanma sonunda beraat ederek (26 Şubat 1946) görevine döndü. 1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra kendini tamamıyla Mevlânâ, Mevlevîlik ve tarikatlarla ilgili araştırmalarına veren Gölpınarlı 25 Ağustos 1982’de vefat etti. Kabri Üsküdar’da Seyitahmet deresindeki Şiî Mezarlığı’ndadır.

Çok hassas ve farklı bir karaktere sahip olan Abdülbaki Gölpınarlı, küçük yaşlarından başlayarak çeşitli tarikatlara girmişse de fazla sebat göstermeden bunlardan ayrılmıştır. Görüş ve cephe değiştirmesiyle ilgili olarak, Nâmık Kemal’e yaptığı hücumlardan dolayı Nâzım Hikmet aleyhinde yazılmış yazılar arasında en ağır hicviyeyi kaleme alan bir kimse iken sonraki yıllarda Marksist tanınan bir çevre ile ilişkide bulunabilmesi onun değişken mizacı hakkında bir fikir verebilir. Nâzım Hikmet’e karşı, adı geçenin Peyami Safa’ya olan hicviyesi yolunda yazdığı bu manzume Atsız tarafından, “Bu aşağıdaki şiiri arkadaşım Abdülbaki Gölpınarlı gönderdi. Nâzım Hikmetof Yoldaşa haddini bildiren bu yazıyı da Türkçüler’in duygularına makes olduğu için neşrediyorum” kaydıyla yayımlamıştır (Komünist Don Kişotu Proleter-Burjuva Nâzım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935, s. 13-16). Çabuk parlar, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiîlik ve Mevlevîliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır. Şiî usulünce namaz kılarken secdede başını koyduğu Necef taşını göz yaşı ile ıslatır, Mevlânâ’dan söz ederken gözleri yaşarırdı. Farsça’yı iyi öğrenmiş, ayrıca girdiği tarikatlarda tasavvuf ve bu tarikatların âdâbı hakkında bilgi edinmiştir.

Gölpınarlı’nın araştırma yazılarının büyük bir kısmı Atsız MecmuaOrhunAzerbaycan Yurt Bilgisi ve Balıkesir Halkevi mecmuası Kaynak’tan başlayarak Türkiyat MecmuasıŞarkiyat Mecmuasıİktisat Fakültesi MecmuasıTürk Dili dergisiyle Aylık AnsiklopediTürk Ansiklopedisi ve İslâm Ansiklopedisi gibi ilmî yayın organlarında çıkmıştır. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilere de çok sayıda yazı yazmıştır. Onun yorulmak bilmez çalışmaları ile Türk tarikat ve tasavvuf tarihi üzerindeki bilgiler gelişmiş, Yûnus Emre, Mevlânâ ve Mevlevîlik araştırmaları mühim ilerlemeler kaydetmiştir. Kendisine gelene kadar Yûnus Emre’nin iptidaî ve güvenilirlikten uzak neşirler seviyesinde kalmış şiirlerinin sağlam metinlerine ilk defa onun sabırlı çalışmaları ile kavuşulmuştur. Bu arada Gölpınarlı’nın Yûnus Emre’yi bâtınî göstermek gibi birtakım zorlamalara girişmekten kendini alamadığı da kaydedilmelidir. Öte yandan yakın zamanlarda Fr. Taeschner’in kalemine inhisar etmiş gibi görünen fütüvvet müessesesiyle ilgili literatür onun vukuflu araştırmaları, Arapça ve Farsça’dan yaptığı fütüvvetnâme tercümeleri ve Türkçe fütüvvetnâmelerden açıklamalı metin neşirleriyle fevkalâde zenginleşmiştir. Divan şiirinin en seçme eserlerinden bazılarının metinlerini, açıklayıcı giriş ve notlarla yeni nesillere sunmuş olduğunu da belirtmek gerekir. Bütün bunlardan başka Mevlânâ Celâleddin’in eserleri de günümüz Türkçe’sine onun kalemiyle külliyat halinde kazandırılmıştır. Gölpınarlı’nın zengin ve işlek Türkçe’si, yaptığı bütün tercümeleri asıllarına yakın bir zevkle okunur kılmıştır.

Eserleri. Abdülbaki Gölpınarlı’nın büyüklü küçüklü sayısı 114’e varan kitabı ve 400’ün üstünde ilmî makalesi vardır. Gölpınarlı başlangıçta, 1927-1933 yılları arasında ilk mektepler için epey zaman okutulmuş çeşitli ders kitapları da yazmıştır. Bunlar arasında din derslerine ait olanlar başta gelir. Eserleri şu gruplar altında toplanabilir:

A) Başlıca Telif Eserleri ve Önemli Makaleleri. 1. Melâmîlik ve Melâmîler (İstanbul 1931). Gölpınarlı, ilmî alandaki ilk ve aynı zamanda şöhretini yapan bu eserini Edebiyat Fakültesi mezuniyet tezi olarak uzun bir çalışma sonunda ortaya koymuştur. Bu hacimli araştırması daha çok Türk Melâmîleri’nin biyografileriyle bunların düşüncelerini içine alır. Daha sonraki yıllarda kendi el yazısı ile yaptığı ilâve ve notları ihtiva eden nüshası üzerinden bir tıpkıbasımı yapılmıştır (İstanbul 1992). Burada, 1931’de Türkiyat Enstitüsü adına basılırken başına eseri değerlendiren bir önsöz yazmış olan M. Fuad Köprülü’ye ithaf sayfasını Gölpınarlı’nın “kaziyye-i mensûha” diye bir kayıt düşerek iptal ettiği göze çarpmaktadır.

2. Baki. Edebî Şahsiyeti, Baki’de Tasavvuf, Müntehap Parçalar (İstanbul 1932).

3. Fuzulî (İstanbul 1932).

4. Kaygusuz Vizeli Alâeddin. Hayatı ve Şiirleri (İstanbul 1933). Ahmed Sârbân’a isnat edilen “Kaygusuz” mahlaslı şiirlerin Vizeli Alâeddin’e ait olduğunu ortaya koyan ve onun etraflı biyografisini veren bir araştırmadır.

5. “Yunus Emre’de Öz Türkçe Kelimeler” (, IV [1934], s. 265-279).

6. “Âşık Paşa’nın Şiirleri” (, V [1936], s. 87-100).

7. Yunus Emre. Hayatı (İstanbul 1936). Yûnus Emre hakkında bilinenleri zenginleştiren ve onun hayatını aydınlığa kavuşturmaya çalışan bir araştırmadır.

8. Yunus ile Âşık Paşa ve Yunus’un Bâtınîliği (İstanbul 1941).

9. “Nâmık Kemal’in Şiirleri”, Namık Kemal Hakkında (İstanbul 1942, s. 13-77).

10. Pir Sultan Abdal (Ankara 1943, Pertev Nailî Boratav’la birlikte; genişletilmiş 2. bs. İstanbul 1991).

11. “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları” (, XI/1-4 [1949-1950], s. 3-354). Burada biri Arapça, biri manzum olmak üzere beşi Farsça altı adet en eski fütüvvetnâmenin tıpkıbasımı verilmiş, makalenin sonuna da tercümeleri eklenmiştir.

12. “Burgâzî ve ‘Fütüvvet-nâme’si” (, XV/1-4 [1953-1954], s. 76-154).

13. Divan Edebiyatı Beyânındadır (İstanbul 1945). Divan edebiyatını her yönüyle kusurlu ve kötü göstermek gayesini güden, geniş tartışmalara yol açmış nihilist tutumda bir tenkittir (hakkındaki tepkiler için özellikle bk. Nurullah Ataç, “Mektup-Abdülbâki Gölpınarlı’ya”, Ulus, 16 Nisan 1945; Orhan Şaik Gökyay, “Bu da Divan Edebiyatı Beyânındadır”, Yücel, nr. 112 [Şubat 1946], s. 186-193). Böyle bir eseri kaleme almaktan duyduğu pişmanlığı sonraları çeşitli vesilelerle ifade eden Gölpınarlı’nın divan şiirini örnekleriyle tanıtma yolunda çalışmalara ve metin neşirlerine yönelmesi dikkat çekicidir.

14. Mevlânâ Celâleddin: Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler (İstanbul 1951, 4. bs. 1985). Bedîüzzaman Fürûzanfer’in aynı adlı eserinden mülhem olmakla birlikte Mevlânâ ve etrafındakiler hakkında onunla ölçülemeyecek kadar ayrıntılı bilgi ihtiva etmektedir. Tevfîk Subhânî tarafından, başına Gölpınarlı hakkında konulan bir önsözle birlikte Mevlânâ Celâlüddîn: Zindegânî, Felsefe, Âs̱âr u Güzîdeî ez Ânhâ adıyla Farsça’ya tercüme edilmiştir (Tahran 1363 hş./1984).

15. Yunus Emre: Hayatı, Sanatı, Şiirleri (İstanbul 1952, 9. bs. 1979).

16. Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (İstanbul 1953). Bazı ilâvelerle birlikte ikinci baskısı yapılan eser (İstanbul 1983), Mevlânâ’dan sonra gelen Mevlevîler’in hal tercümeleriyle Mevlevîlik hakkında ayrıntılı bilgiler ihtiva eder.

17. Kaygusuz Abdal, Hatayî, Kul Himmet (İstanbul 1953).

18. Naili-i Kadim (İstanbul 1953).

19. Nesimi-Usuli-Ruhi (İstanbul 1953).

20. Pir Sultan Abdal (İstanbul 1953, 5. bs. 1981).

21. Şeyh Galip (İstanbul 1953).

22. Divan Şiiri: XV-XVI. Yüzyıllar (İstanbul 1954).

23. Divan Şiiri: XVII. Yüzyıl (İstanbul 1954).

24. Divan Şiiri: XVIII. Yüzyıl (İstanbul 1955).

25. Divan Şiiri: XIX. Yüzyıl (İstanbul 1955).

26. Divan Şiiri: XX. Yüzyıl (İstanbul 1955).

27. “Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Seyyid Hüseyn’in ‘Fütüvvet-Nâme’si” (, XVII/1-4 [1955-1956], s. 27-72).

28. “Fütüvvet-Nâme-i Şeyh Seyyid Hüseyn İbni Gaybî” (a.y., s. 73-126 [eserin Latin harflerine çevrilmiş metnidir]).

29. “Fütüvvet-Nâme-i Sultanî” ve “Fütüvvet Hakkında Notlar” (a.y., s. 127-155 [Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin “Fütüvvetnâme”si hakkındadır]).

30. “Konya’da Mevlânâ Dergâhı’nın Arşivi” (a.y., s. 156-178).

31. “Faḍlallāh-i Ḥurūfī’nin Oğluna Ait Bir Mektup” (, I [1956], s. 37-57).

32. “Faḍlallāh-i Ḥurūfī’nin Wasiyyat-Nāma’sı veya Wāsāyā’sı” (, II [1957], s. 53-62). Fazlullah-ı Hurûfî’nin vasiyetnâmesinin metnini de içine almaktadır.

33. “Mawlānā Şams-i Tabrīzī ile Altmış İki Yaşında Buluştu” (, III [1959], s. 156-161).

34. Nasreddin Hoca (İstanbul 1961 [Abidin Dino’nun yaptığı resimlemelerle]).

35. Yunus Emre ve Tasavvuf (İstanbul 1961, 2. bs. 1992).

36. Yunus Emre ve Yattığı Yer (Eskişehir 1963).

37. Alevî-Bektaşî Nefesleri (İstanbul 1963).

38. Mevlevî Âdâb ve Erkânı (İstanbul 1963). Mevlevîler arasındaki terimlerle Mevlevîliğe giriş ve semâ töreni hakkında ayrıntılı bilgileri içine alır.

39. “Bektaşîlik-Hurûfilik ve Faḍl Allah’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih” (, V [1964], s. 15-22).

40. “Hurûfîlik ve Mîr-i ʿAlem Celâl Bik’in Bir Mektubu” (, XIV [1965], s. 93-110).

41. Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (İstanbul 1966).

42. Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu (I-IV, Ankara 1967-1994).

43. 100 Soruda Tasavvuf (İstanbul 1969, 2. bs. 1985).

44. 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar (İstanbul 1969, 2. bs. 1985).

45. Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi (İstanbul 1972).

46. “Niyâzî-i Mısrî” (, VII [1972], s. 183-226).

47. Hurûfîlik Metinleri Kataloğu (Ankara 1973).

48. Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri (İstanbul 1977).

B) Tercümeleri. 1. Nizamî-i Aruzî. Çiharı Makaleden İlm-i Tıp ve Meşhur Hekimlerin Mahareti (Süheyl Ünver’in açıklamaları ile, İstanbul 1936).

2. Tansuknâme-i İlhan der Fünunu Ulûm-ı Hatâî Mukaddimesi (İstanbul 1939).

3. Fuzuli, Sıhhat ve Maraz (İstanbul 1940).

4. Mevlânâ Celâleddin, Seçme Rubâîler (İstanbul 1945, 2. bs. 1968).

5. Mevlânâ, Mesnevî (I-VI, İstanbul 1942-1946, 7. bs. Ankara 1988). Veled İzbudak tercümesine yaptığı şerhtir.

6. Ferîdüddin Attâr, Mantık al-Tayr (I-II, İstanbul 1944-1945, 4. bs. 19120-1991).

7. Hafız Divanı (İstanbul 1944, 5. bs. 1992).

8. Şebüsterî, Gülşen-i Râz (İstanbul 1944, 4. bs. 1989).

9. Ferîdüddin Attâr, İlâhiname (İstanbul 1947, 5. bs. 1988).

10. Hayyam. Rubaîler ve Silsilat-al-Tartîb, İbn-i Sînâ’nın Tamcîd’i ve Tercemesi (İstanbul [1953]).

11. Mevlânâ Celâleddin, Dîvân-ı Kebîr, Gül-deste (İstanbul 1955).

12. Mevlânâ Celâleddin, Dîvân-ı Kebîr (I-VII, İstanbul 1957-1974; 2. bs. Ankara 1992).

13. Mevlânâ Celâleddin, Divan-ı Kebîr’den Seçme Şiirler (İstanbul 1959; Divan-ı Kebîr’den Seçmeler adıyla 2. bs. İstanbul 1970; 3. bs. Ankara 1989).

14. Mevlânâ Celâleddin, Fîhi Mâ-Fîh (İstanbul 1954, 2. bs. 1959).

15. Mevlânâ Celâleddin, Mektuplar (İstanbul 1963).

16. Mevlânâ Celâleddin, Mecâlis-i Seb‘a (Konya 1965; 2. bs. İstanbul 1994).

17. Şebüsterî, Gülşen-i Râz Tercüme ve Şerhi (İstanbul 1972).

18. Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî ve Şerhi (I-IV, İstanbul 1973-1974, daha sonra Mesnevî Tercümesi ve Şerhi adıyla, I-VI, İstanbul 1981-1984).

19. Mevlânâ Celâleddin, Rubâîler (İstanbul 1964; 2. bs. Ankara 1982).

20. Hayyam ve Rubaileri (İstanbul 1973, 2. bs. 1994).

21. Mevlânâ Celâleddin, Fîhi Mâ-Fîh, Mektuplar ve Mecâlis-i Sebâ’dan Seçmeler (İstanbul 1972; 3. bs. Ankara 1985).

22. Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî, Ma’ârif (İstanbul 1973).

23. Sultan Veled, İbtidâ-Nâme (Ankara 1976).

C) Yayımladığı Metinler. 1. Yunus Emre Divanı (I-II, İstanbul 1943, III, 1948). Yûnus Emre ve diğer Yûnuslar’la ilgili ayrıntılı bir önsözle birlikte Yûnus divanındaki arkaik kelimeleri açıklayan bir sözlüğü de ihtiva eder.

2. Fuzûlî Divanı (İstanbul 1948, 3. bs. 1985).

3. Nedim Divanı (İstanbul 1951, 2. bs. 1972).

4. Rubâiyyât-ı Hakîm Hayyâm, Tarabhâne-i Yâr Ahmed-i Râşidî, Risâle-i Silsiletü’t-tertîb, Hutbe-i Temcîd-i İbn Sînâ ve Terceme-i Hutbe ve Temcîd bâ Mukaddime ve Havâşî-i Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul 1332 hş./1953).

5. Vilâyet-nâme (Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, İstanbul 1958, 2. bs. 19120).

6. Yunus Emre, Risâlat al-Nushiyye ve Dîvân (Eskişehir 1965; Yunus Emre, Divan ve Risâletü’n-nushiyye adıyla 2. bs. İstanbul 1991).

7. Halîl bin İsmâil bin Şeyh Bedrüddin Mahmûd, Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Manâkıbı (İstanbul 1967, İsmet Sungurbey ile birlikte).

8. Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk (İstanbul 1968; bazı yazmaları ile Bulak basması arasında bir edisyon kritik mahiyetinde olan bu yayında eserin Süleymaniye Kütüphanesi, Hâlet Efendi Eki, nr. 171’de kayıtlı müellif hattı ile olan nüshasının tıpkıbasımı da verilmiştir).

9. Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri (İstanbul 1971, 6. bs. 1991).

10. Şeyh Galib, Seçmeler ve Hüsn ü Aşk (İstanbul 1976).

11. Şeyh Galib Divanından Seçmeler (İstanbul 1971; 4. bs. Ankara 1989).

D) Şiîliğe Dair Eserleri ve Tercümeleri. 1. Yeni Gülzâr-ı Hasaneyn: Vak‘a-i Kerbelâ (Remzi Aczî takma adıyla, İstanbul 1955).

2. İmâm-ı Ali Buyruğu: Nahc al-balâga, Hutbeleri, Mektupları, Hikmetleri ve Şiirleri (İstanbul 1958; çok genişletilmiş olarak Hazret-i Emîr Ali İbn-i Ebitalib, Nehcü’l-Belâga, Hz. Ali’nin Hutbeleri, Vasiyyetleri, Emirleri, Mektupları, Hikmet ve Vecizeleri, metnin terceme ve şerhi, Hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, 1. bs. İstanbul 1972; 2. bs. Kum 1401 hş./1981; 3. bs. İstanbul 19120).

3. On İki İmam (Ankara [1958]; 2. bs. İstanbul 1964).

4. Ca‘ferî Mezhebi ve Esasları, Yeryüzü ve Hüseyn’in Toprağı (Muhammed Husayn Kâşif al-Gatā’dan tercüme, İstanbul 1960, 3. bs. 1979).

5. Ca‘ferîler Kimlerdir ve Mısır el-Ezher Müftüsü Merhum Şeyh Şaltut’un Târîhî Fetvâsı (Muhammed b. Mehdiyyi’l-Hüseynîyyü’ş-Şîrâzî’den tercüme, İstanbul 1969, 2. bs. 1973).

6. Abdullah b. Sabâ Masalı: Bir Yalancının Düzmeleri (Murtaza’l-Askerî’den tercüme, İstanbul 1974).

7. Müminlerin Emiri Hz. Ali (İstanbul 1978).

8. Şîa İnançları, Akaaid’ül-İmâmiyye (Muhammed Rıza’l-Muzaffer’den tercüme, İstanbul 1978).

9. Ondört Ma‘sûm: Hz. Peygamber, Hz. Fâtıma ve Oniki İmâm (İstanbul 1979).

10. Târih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik (İstanbul 1979, 2. bs. 1987).

E) İslâmiyet’le İlgili Eserleri. 1. Kur’ân-ı Kerîm ve Meâli (I-II, İstanbul 1955-1958). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm: Anlamı (İstanbul 1968) adıyla yeni baskısı yapılan eser indî ve yanıltıcı tarafları yüzünden şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Gölpınarlı bu tenkitleri Kur’ân-ı Kerîm Hakkındaki Tartışmalar Münasebetiyle adlı broşürü ile (İstanbul 1958) karşılamaya çalışır. Verdiği meâllerde yer yer Şiî perspektifini yansıtmaktan kendini alamayan Gölpınarlı’nın kitabının, Şîa inancını okşayan tarafları dolayısıyla İran’da bir üçüncü baskısı da yapılmıştır (Kur’ân-ı Kerîm, Kum 1402 hş./1982).

2. Hz. Muhammed ve Hadisleri (İstanbul 1957, ilâveli 5. bs. 1972).

3. Sosyal Açıdan İslâm Tarihi I: Hz. Muhammed ve İslâm (İstanbul 1969; genişletilmiş 2. bs. İstanbul 1985, 3. bs. 1991).

4. Muhammed Suresinin Tefsiri ve Feth Suresinin Tefsiri (Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî’den tercüme ve şerhi, Ankara [1973]).

Abdülbaki Gölpınarlı’nın biyografi, tarikatlar, tasavvufî ve dinî terimler etrafında çok sayıda ansiklopedi maddesi bulunmaktadır. Onu Aylık Ansiklopedi, on üçü İslâm Ansiklopedisi, altmış dokuzu Türk Ansiklopedisi’nde, ikisi The Encyclopaedia of Islam’da olmak üzere doksan dört madde yazmıştır. Bunlar arasında İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Bayramiyye”, “Celvetiyye”, “Çile”, “Kızılbaş”, “Mevlevîlik”, “Nesîmî”, “Niyâzî-i Mısrî”, “Şemsiyye”, “Şeyh Galib”, “Tercüman”; Türk Ansiklopedisi’nde “Halvetiye”, “Hurûfîlik”, “Kadirîlik”, “Kalenderiye” ve The Encyclopaedia of Islam’daki “Djilwatiyya”, “Faḍl Allāh Ḥurūfī” maddelerini özellikle belirtmek gerekir.

Basılı olmayan eserleri arasında Türk Tarih Kurumu için yaptığı Târîh-i CihangüşâCâmi‘ü’t-tevârîh ve Nizâmeddîn-i Şâmî’den Zâfername tercümeleri vardır. Türk Tarih Kurumu, sonuncu eserin Necati Lugal tarafından yapılan tercümesini basmayı tercih etmiştir. Basılmamış bir başka tercümesi de Abdülkādir-i Belhî’nin Sunûhât-ı İlâhiyye’sidir (Konya Mevlânâ Müzesi, Abdülbaki Gölpınarlı Kitapları, nr. 145). Gölpınarlı’nın ayrıca mazmunlar üzerinde ansiklopedik bir eser hazırladığı haber verilmektedir (, XIX [1995], s. XIX, LI).

Bütün ilmî ve fikrî çalışmaları yanında gençliğinden bu yana zaman zaman eski şiir zevkiyle klasik yolda manzumeler de yazan Gölpınarlı bunları bir araya getiren, henüz basılmamış bir divana da sahiptir (Mevlânâ Müzesi, Abdülbaki Gölpınarlı Kitapları, nr. 218).

BİBLİYOGRAFYA

 (1930), I, 160-162.

, II, 724-727.

 (1971), XVIII, 11-12.

 (1979), III, 358-359.

Mehmet Kaplan, “Abdülbaki Gölpınarlı”, Milliyet Sanat Dergisi, nr. 56, 15 Eylül 1982, s. 31.

Orhan Şaik Gökyay, “Abdülbaki Gölpınarlı’nın Ardından”, , nr. 39, Nisan 1983, s. 47-48.

Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1983, s. 172-173.

S[erver] Tanilli, “In Memoriam Abdülbaki Gölpınarlı”, Turcica, XVI, Paris 1984, s. 7-9.

Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1984, II, 546-547.

Tevfîk Subhânî, “Muḫtaṣarî der Bâre-i Zindegânî ve Âs̱âr-ı Üstâd ʿAbdülbâḳī”, Neşriyye-i Dânişgede-i Edebiyyât u ʿUlûm-i İnsânî, nr. 128-129, Tebriz 1983, s. 127-136 (ayrıca bk. a.mlf., Gölpınarlı’dan: Mevlânâ Celâlüddin: Zindegânî, Felsefe, Âs̱âr u Güzideî ez Ânhâ tercümesi başındaki önsöz, Tahran 1363 hş./1984, s. 3-14).

Yeni Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1985, III, 1079-1080.

Büyük Larousse, İstanbul 1986, VIII, 4684.

Metin Akar, “Vefatının On İkinci Yılında Abdülbakî Gölpınarlı ve Eserleri”, Bir: Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, nr. 2, İstanbul 1994, s. 7-30.

Murat Bardakçı, “Salacak’taki Ahşap Ev, Baki Hoca ve «Garib»”, , Abdülbaki Gölpınarlı hâtıra sayısı I, XIX (1995), s. VII-XX.

Hatice Aynur, “Abdülbaki Gölpınarlı Bibliyografyası”, a.e., s. XXI-LIV.

Ali Alparslan, Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara 1996.

ÖMER FARUK AKÜN

 

 

E S E R L E R İ

 Mesnevi

Mensevi, yazıldığı tarihten itibaren Doğu’da, Batı’da, birçok dillere çevrilmiş, esere şerhler yazılmış, bu kitaptan seçmeler yapılmıştır. Ancak yazılan şerhler, asli nüshaya dayanılmadan, ana kaynaklara baş vurulmadan, kısacası, bugünkü tahlil ve intikad metorlarına uyulmadan meydana getirildiğinden, yazıldıkları çağlara hitab edebilmişlerdir.

“Mevlana, “Mesnevi” sine “Birlik Dükkani” demekte, “Mesnevi” yi “Mesnevi’miz, Birlik dükkanidir;Birden baska ne belirirse puttur.”  beytiyle övmekte. Birlik Dükkani.. Her varlik o dükkanda yogrulup yapilmakta, orda sergilenmekte, satilmakta; orda yipranip gene orda potaya girmekte, yenilenmekte. Sebepler sonuçlari meydana getirmekte; sonuçlar, gene sebepler haline gelip baska sonuçlar belirmekte. Bu dükkanin bir ucu, dükkani yapanin kudret elinde; öbür ucu, sonsuzluga dek gitmekte ve gene o kudret eliyele sonu ön olmakta; her an yaratilmakta. Bu dükkanin alicisi, saticisinin kendisi.”

“Mesnevi” Tercümesi ve Serhi

I.-II. Cilt

Tercüme ve Serheden Abdülbaki Gölpinarli

Dinle, bu ney nasil sikayet ediyor, ayriliklari nasil anlatiyor. Diyor ki:

Beni kamisliktan kestiklerinden beri feryadimla kadin da aglayip inlemistir, erkek de. Ayriliktan parça parça olmus bir gönül isterim ki ask ve özlem derdini anlatayim ona. Aslindan uzak kalan kisi bulusma zamanini arar durur. “Ben her toplulukta agladim, inledim. Iyi hallilerle de es oldum, kötü hallilerle de. Herkes kendi zanninca dost oldu bana. Içimdeki sirlarimi ise kimse aramadi. Benim sirrim, feryadimdan uzak degil, fakat gözde, kulakta o isik yok. Beden candan, can da bedenden gizli degil; fakat kimseye cani görmeye izin yok. Atestir neyin bu sesi, yel degil. Kimde bu ates yok ise, yok olsun o kisi. “Ask atesidir ki neye düstü, ask coskunlugudur ki saraba düstü. Ney, bir dosttan ayrilana estir, dosttur, perdeleri perdemizi yirtti gitti. Ney kanlarla dolu bir yolun sözünü etmede. Mecnun’un ask hikayelerini anlatmada. Ney gibi bir zehri, ney gibi bir panzehiri kim gördü? Ney gibi bir solukdasi, bir hasret çekeni kim gördü?”Bu aklin mahremi, akilsizdan baskasi degildir, dile de kulaktan baska müsteri yoktur. Gamimizla günler geçti, aksamlar oldu, günler yanislarla yoldas kesildi de yandi gittiler. Günler geçip gitti ise, de ki: Geçin gidin, pervamiz yok. Sen kal ey dost, temizlikte sana benzer yok. Baliktan baska herkes suya yandi, rizki olmayanin da günü uzadikça uzadi. Ham; piskin, olgun kisinin halini hiç mi hiç anlayamaz. Öyle ise sözü kisa kesmek gerek vesselam.
[ I, 1-18]


 Mevlâna Celâleddin – Divân

 

 

 


 Tasavvuftan Dilimize Geçen Atasözleri

“Okuyucularımıza sunduğumuz bu kitap, adından da anlaşılabileceği gibi, tasavvuftan dilimize geçen deyimleri ve atasözlerini tespit etmektedir. Bu deyimlerin, bu sözlerin bazıları, tasavvufi inançlara, o inançlardan doğan âdetlere, geleneklere dayanıyor; bazılarıysa tarihi olayları canlandırmakta. Fıkralardan meydana gelenleri var; yahut o fıkralar, bu sözlerle örülmüş, bunlardan uydurulmuş. Fakat günümüze kadar gelenleri, günümüzde bile söylenenleri mevcut. İçlerinde insanlığı, insani seciyyeyi belir-tenleri, kula kul olmamayı öğütleyenleri, hür yaşayışı dile getirenleri var; ayetlerin, hadislerin meallerini verenleri var; aşırı Batıni inançlarla, asılsız hatta akla-dine aykırı hayallerle yoğrulanları var. Bu son bölüme girenleri de ‘Nakl-i küfr, küfr değildir’ diyerek aldık… Dil değişiyor; üzülsek de, istemesek de bu oluyor ve olacak; fakat dünün yazıları da belki anlaşılmayacak, bunların tesbiti gerek. Kültürümüze bu kitapla bir hizmette bulunduğumuza inanıyoruz; umarız ki okuyucularımız da bu inancımızı gerçeklerler.” Abdülbâki Gölpınarlı


 Mevlânâ Celâleddin “Mektuplar”

İnkılap Kitabevi, Mevlana’nın en önemli eserlerinden olan ve ilk baskısı yine İnkılap Kitabevi tarafından 1963’te yapılan “Mektupların tek Türkçe tercümesini bilim dünyasına yeniden kazandırmış olmaktan mutluluk duymakta

 


 Mevlâna Celâleddin (Hayatı, felsefesi, es.)

Şarkiyat biliminin önde gelen isimlerinden olan Abdülbaki Gölpınarlı, 11200 yılının 11 Ocak günü İstanbul’da dünyaya geldi ve hayata 25 Ağustos 1982’da yine İstanbul’da veda etti. İsmail Saib Efendi, Ömer Ferid Kam, Ahmed Naim Bey, Bahariye Mevlevihanesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede ve Hoy’lu Hacı Şeyh Ali gibi o devrin en büyük üstadlarından faydalandı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra önce liselerde edebiyat, daha sonra Ankara ve İstanbul Üniversiteleri’nde uzun yıllar Türk Edebiyatı Tarihi’yle Metinler Şerhi dersleri veren Abdülbaki Gölpınarlı dünya bilim çevreleri tarafından çoğu kendi alanlarında bugün de tek kaynak kabul edilen yüzden fazla eser yayınladı ve hayatının sonuna kadar bağlı kaldığı Mevlana’nın bütün eserlerini Türkçe’ye tercüme etti. İnkılap Kitabevi, Türkiye’de Mevlana üzerine yapılmış ilk bilimsel araştırma olan ve 1951’deki ilk yayınından sonra günümüzde de Mevlana konusundaki en önde gelen başvuru kitabı sayılan Gölpınarlı’nın bu eserini bilim dünyasına yeniden kazandırmaktan mutludur.


 Fuzuli Divanı

Fuzuli (1480-1556)

Gerçek adı Mehmed B. Süleyman’dır. Kerbelâ’da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556’da Kerbelâ’da öldü. Yaşamı, özellikle gençlik dönemi ve öğrenimi konusunda yeterli bilgi yoktur. Şiirde “Fuzûlî” adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan’ının girişinde açıklar. Ama “işe yaramayan”, “gereksiz” gibi anlamlara gelen “fuzûlî” sözcüğünün başka bir anlamı da “erdem”dir. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürenler de vardır.

Fuzûlî’nin yaşamı konusunda bilgi veren kaynaklar birbirini tutmamakta, genellikle söylenceyle gerçeği ayırma olanağı bulunmamaktadır. Onunla ilgili güvenilir bilgiler, yapıtlarının incelenmesinden, kimi şiirlerinin açıklanışından kaynaklanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığına göre Fuzûlî iyi bir öğrenim görmüş, özellikle İslam bilimleri, tasavvuf, İran edebiyatı konularında çalışmalar yapmıştır. Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan “gizli bilimler”le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır. İslam bilimleri içinde hadis, fıkıh, tefsir ve kelam üzerinde durduğu, gene yapıtlarında yer alan kavramların incelenmesinden ortaya çıkmaktadır. Türkçe, Arapça, Farsça divanlarında bulunan şiirleri, bu üç dili de çok iyi kullandığını, onların bütün inceliklerini kavradığını göstermektedir. Yapıtları incelendiğinde İran şairlerinden Hâfız, Türk şairlerinden de Nesîmî, Nevâî ve Necati’yi izlediği, onların şiir anlayışını, duygu ve düşüncelerini benimsediği görülür.

İnanç bakımından Fuzûlî, Şii mezhebine bağlıdır. On iki İmam’a karşı derin bir sevgisi vardır. Bütün yaşamını Kebelâ’da, Şiiler’ce kutsal sayılan topraklar üzerinde geçirmesi, aşağı yukarı bütün şiirlerinde tasavvuftan kaynaklanan bir sevgiyi, bir üzüntüyü işlemesi, Kerbelâ olayıyla ilgili ağıtları, Şeriat’ın katılığına karşı çıkışı bu nedenlerdir. Ancak Ali’ye bağlılığı, Ali’nin tanrısal bir varlık olduğu görüşünü savunan ve İslam ülkelerinde Galiye (aşırılık) diye nitelenen inançla ilgili değildir. Ona göre Ali erdemli, gönül bilgisiyle dolu, olgun, yetkin bir kişidir ve Peygamber’den sonra imam (halife) olması gereken kimsedir. Bu görüşü benimsemeye, İslam ülkelerinde, mufaddıla (erdeme bağlı olma) denir. Fuzûlî de bu erdemden yana olanlar arasındadır. Ona göre Ali erdem bakımından, bütün halifelerden ve Peygamber’in yakınlarından (sahabe) üstündür. Bu konudaki inancını Hadîkatü’s-Süedâ (“Mutluların Bahçesi”) adlı yapıtında bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Türkçe ve Farsça divanlarında Ali ve onun soyundan gelen imamlara bağlılığını konu edinen birçok şiir vardır. Bir aralık Bağdat’ı ele geçiren İsmail Safevi’ye yazdığı övgünün kaynağı da bu sevgidir. Fuzûlî’nin, geçimini Kerbelâ, Necef ve Bağdat’ta bulunan On İki İmam’la ilgili vakıfların gelirlerinden sağladığı Farsça Divan’ındaki “Dürr-i sadef-i sıdk cenâb-ı mütevelli” (Doğruluk sedefinin incisi yüce görevli) dizesiyle başlayan şiirden anlaşılmaktadır. Fuzûlî, yaşadığı dönemin geleneğine uyarak, Bağdat’ı ele geçiren Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman’a ve Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine övgüler yazmıştır.

Fuzûlî’nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini bilim oluşturur. “Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir” anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öğe diye anlar, bu nedenle “evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur” yargısına varır. Sevginin yanında, şiirin örgüsünü bütünlüğe kavuşturan ikinci öğe üzüntüdür, sevgiliye kavuşma özleminden, ondan ayrı kalıştan kaynaklanan üzüntü. Üzüntünün, ayrılık acısının, kavuşma özleminin odaklaştığı başlıca yapıtı Leylâ ile Mecnun’dur. Burada seven insan, bütün varlığıyla kendini sevdiği kimseye adamıştır, ancak sevilen kimsede yoğunlaşan sevgi tanrısal varlığı erek edinmiş derin bir özlem niteliğindedir. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı, tek erektir. Fuzûlî, bu konuda Yeni-Platonculuk’tan beslenen tasavvufun insan-tanrı anlayışına bağlı kalarak, varlık birliği görüşünü işlemiştir. Ona göre gerçek varlık Tanrı’dır, bütün nesneler ve onları kuşatan evren Tanrı’nın bir görünüş alanıdır. Bu nedenle yaratılış, tanrısal varlığın görünüş alanına çıkışı, bir ışık (nûr) olan “Tanrı özü’nden dışa taşmasıdır (sudûr); “Zihî zâtın nihân u ol nihandan mâsivâ peydâ” (Senin özün gizlidir, bu görünen evren o gizli özünden ver olmuştur).

Fuzûlî’nin anlayışına göre insan “seven bir varlık”tır, bu sevgi Tanrı ile insan arasındaki bağın özünü oluşturur, ayrı insanın Tanrı’ya yaklaşmasını sağlar. Bu nedenle de yalnız insan sevebilir. Varlık türlerinin en yetkini, en olgunu olan insan Tanrı’nın gören gözü, konuşan dili, duyan kulağıdır. İnsanda Tanrı istenci dışında bir eylemi gerçekleştirme olanağı yoktur. İnsan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava), od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir, bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir. Fuzûlî, “maarif” adını verdiği gönül bilgisini kişinin özünü ışıklandırması için bir kaynak diye yorumlar, “ey güzel zâtın maârif birle tezyîn edegör” dizesiyle bu konudaki görüşünü açıklar. Onun ahlakla ilgili görüşlerinin temelini kuran doğruluk, iyilik ve erdem gibi üç öğedir. Bu üç öğenin karşıtı baskı (zulm), ikiyüzlülük (riyâ) ve bilgisizliktir (cehl). “Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar” diye başlayan Şikayet-nâme’sinde çağının yolsuzluklarını, ahlaka, İslam dininin özüne aykırı davranışları sergilenirken, Türkçe Divan’ında da “zalimin zulm ile akçe toplayıp yardım edermiş gibi başkalarına dağıttığını, oysa cennete rüşvetle girilmeyeceği” anlamındaki dizelere geniş yer verir. Ona göre bu yeryüzü bir alışveriş yeridir, herkes elindekini ortaya döker. Bilgiyi seven erdem ve beceriyi, dünyayı seven de altını, gümüşü sergiler:

Dehr bir bâzârdır her kim metâın arz eder

Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemal

Fuzûlî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun, Kuran’ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât gibi görevler gösteriş için değil, kişinin özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Oysa içinde yaşanan çağın insanı İslam dininin temel ilkelerini bir çıkar aracı olarak kullanmakta, gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle İslam’ın özünden ayrılmak istemeyen bir kimsenin uygulaması gereken yöntem “namaz ehline uyma, onlar ile durma oturma” biçiminde özetlenebilir.

Fuzûlî’nin dili Azeri söyleyişidir, özellikle Nevâî ve Nesîmî’yi anımsatan bir nitelik taşır. Şiirde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer. Dilde biri ses uyumu, öteki anlam olmak üzere iki temel öğe dizeler arasında, ses uyumuna dayanan bağlantıdır. Farsça’nın şiire daha yatkın bir dil olduğunu, Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü ileri sürmesine karşılık, Türkçe şiirlerinde daha çok başarılı olmuştur. Hadikatü’s-Süedâ adlı yapıtında şiir söylemeye pek elverişle olmayan Türkçe’yi başarıyla kullanacağını, bu dili güçlü, elverişli bir şiir durumuna getireceğini ileri süren Fuzûlî’de halk dilinde geçen sözcükler, deyimler, atasözleri önemli bir yer tutar. Kimi şiirlerinde Kuran ve Hadisler’den alıntılarla dizenin anlamı güçlendirilir.

Divan şiirinin bütün ölçülerini, biçimlerini kullanan Fuzûlî’nin yaratıcı gücü, düşünce derinliği, söyleyiş akıcılığı daha çok gazellerinde görülür. Kerbelâ olayıyla ilgili şiirlerinde üzüntüyü çok geniş boyutlar içinde ele alarak şiirinin bütününe yayar, inanan, seven insanı bir “acı çeken varlık” olarak gösterir. Bu tür şiirlerinde sevgi ve aşk birbirini bütünleyen iki öğe niteliğine bürünür. Leylâ ile Mecnun adlı yapıtında işlenen derin özlem, ayrılıktan duyulan acı ağıt özelliği taşıyan şiirlerinde ölüm karşısında duyulan derin sarsıntıya dönüşür.
Şiir, Fuzûlî için, düşünceleri, duyguları ortaya koymaya, insanı anlatmaya, kimi sorunları sergilemeye yarayan bir yaratıdır. Şiir, yalnız şiir olsun diye söylenmez, bir varlık görüşünü dile getirmeyi amaçlar. Şiiri oluşturan özlü ve anlamlı sözdür, söz ile kişi kendini ortaya koyar. Öte yandan söz bir yaratma öğesidir: “Bû ne sırdır kim eder her lahza yoktan vâr söz”. Söz, onu söyleyenle bağlantılıdır, onun bulunduğu bilgi ve duygu aşamasını, değer basamağını gösterir.

Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır

Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz

Dizelerinde sergilenen düşünceye göre sözün değerini artıran kendi değerini artırır, kişinin kendi neyse söylediği sözle açığa vurduğu da odur. Söz kişinin aynasıdır.
Fuzûlî, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Bâkî, Ruhî, Nâilâ, Neşâti, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir. Öte yandan kimi Alevi ozanlarca da bir “inanç ulusu” olarak benimsenmiş, saygı görmüştür.


 Kur’an-ı Kerim ve Meali

 

 

 

 


 İbtidâ- Nâme

Sultan Veled diye tanınan ve anılan Bahaeddin Muhammed Veled, Mevlana Celaleddin Muhammed’in oğludur. Sipehsalar, Sultan Veled’in doksan altı yaşında vefat ettiğini bildirmektedir

 

 

 


 Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi

“Halk edebiyatının duruluğu bulanmaz, coşkunluğu dinmez, çağıltısı eksilmez bir kudret kaynağı vardır. Bir kaynak ki, uçsuz-bucaksız ummanlar onun bir katresi; her yanı kaplayan, coşup, köpürüp kabaran dalgalar bir zerresi. Bir kaynak ki ezelden coşmuş, ebede akmakta. Her çağıltısından insani bir duygu doğmakta.” Yunus Emre, tasavvuf şiirinin en önemli ismi. İnsanın hangi düşüncesi var ki, Yunus o düşünceyi işlememiş olsun; insanlığın hangi derdi var ki, Yunus o derdi dert edinmemiş bulunsun. Tasavvuf şiirinin bu ilk akla gelen ismi, aynı zamanda en çok örnek alınan ve ilham veren şairi oldu. Eşrefoğlu, Nizamoğlu, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet… Yunus Emre?nin izinden giden onlarca halk şairi, okuma yazma bilmeyen, dönemin din ve ilim dili olan Arapça ya da edebiyat dili olan Farsçaya hâkim olmayan geniş halk kitlesi için, onun sevgisini, yergisini, övgüsünü, sövgüsünü kendi diliyle şiire uyguladı, vezne soktu, nağme haline getirdi. XIII. yüzyıldan XX. yüzyıla Türk tasavvuf şiiri, halkın ortak dili oldu.


 Mecâlis-i Seb’a

Mecâlis-i Seb’a, adından anlaşıldığı gibi, Mevlânâ’nın yedi meclisinin, yedi va’zının yazılmasından meydana gelmiştir… Yedi meclisde de vaaza, cümleleri seçili bir hutbeyle başlanmakta; bu hutbede, birçok âyetten istidlal yoluyla Allah’ın kudreti, hikmeti, ululuğu, birliği övülmekte, hutbenin sonunda Hz. Peygamber’e, dört dostuna, muhacirlerle ansâra; bazı kere, VII. Meclis’de olduğu gibi Hasan ve Huseyn’e rahmet okunmakta; ondan sonra duâ mâhiyetinde olan münâcâta geçilmekte, sonra da bir hadîsle vaaza başlanmaktadır… Sonlara doğru, I. ve II. meclislerde olduğu gibi Besmele, uzun uzadıya, dînî tarihten olaylar anılarak canlı bir tarzda şerhedilmektedir…”(Arka Kapak)


 Rubâîler

İslami klasik edebiyatta, tam bir manayı ihtiva eden ve dört mısradan meydana gelen şiire ve bu şiir tarzına “rubbai” adı verilmiştir. Dört mısra’dan meydana gelmiş, dört mısra’lık şiir manasını veren bu arapça söz, İran edebiyatında,umumi olarak kabul edilmekle beraber, Farsça iki beyit ve ahenkli söz manalarına gelen dÜ beyt ve adlarıyla da anılmıştır.(Sunuş’tan)

 

 


 Yunus Emre

Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk’ün İslam’a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu’ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir’de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu’nun birkaç yöresinde “Yunus Emre” adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden “makam” adı verilen yer vardır. Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye’nin pek çok yerinde Yunus Emre’nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman’da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta’nın Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon’un Sandıklı ilçesi; Ordu’nun Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia hayli kabarıktır. Bazı belgeler, Yunus Emre’nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy’de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970’li yılların başında Sarıköy’deki mezarın Yunus’a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980’li yıllarda ise, 1350’de yapılmış olan Karaman’daki Yunus Emre Camii’nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi. Aslında bu durum, Yunus Emre’nin Türkler tarafından ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir. Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre’nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur. Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, “gönül kırmamak” konusuna ayrı bir önem verir ve “üstün bir değer” olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre’yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. “Din tamam olunca doğar muhabbet” diyen Yunus, İslam’ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder. Yunus’un sanat anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe’nin en güzel ve en güçlü özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan’da Ahmet Yesevi, Anadolu’da Yunus Emre… Yunus Emre’nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana’nın bir benzeridir. O’nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe’nin Batı’da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O’nu ihmal etmesindendir. Yunus’taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş “sevgi felsefesi”nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus’un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi “Yaradılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü”dür. Yunus Emre’ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah’tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar. Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus’un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla “milli bir sanatçı”dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi… Yunus Emre’nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir.


 Mezhepler ve Tarikatler

Ünlü bilgin Abdülbaki Gölpınarlı, bu kitap için yazdığı “Sunuşla şöyle diyor: ‘Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, mezheplerin meydana gelişindeki dini, siyasi, içtimai sebepler, ferdi menfaati körükleyen sömürgen siyasetin, son yüzyıllara kadar kurduğu mezhepler, hatta mezhep altında dinler; hem de uyanlarına “koyun” demekten çekinmeyen, uyanlara, koyunluğu seve seve kabul ettiren dış ve yabancı sömürgelerin koruduğu uydurma dinler. Tasavvufun bünyeleşmesi, tarikatlerin kuruluşu, tarikatler, tarikatler, tarikatler… Bir değil, on değil, yüz değil; tarikatler, tarikatlerin kolları, kollarının kolları. İzahlarda ana kaynaklara dayanmak, onları incelemek, eleştirmek, değerlendirmek ve hükümlerde tarafsız kalmak. Gerçekten de bu, çok güç bir işti. Bu güç işi başarmaya uğraştık; sanırım ki başardık da …” Bu kitapta, İslam mezheplerini, bu mezheplerin Türkiye’deki gelişimini, sosyal ve ekonomik hayattaki rollerini, tarikatlerin insani, yahut bağnaz yönlerini adım adım izleyeceksiniz kanısındayız.


 Nedim Divan (Ciltli)

Nedim 1680 yılında İstanbul’da doğdu. Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşayan eski bir aileden geldiği söylenir. Babası Mehmed Efendidir. Dedesi Musluhiddin Efendi, Sultan İbrahim devri kazaskerlerindendir. Nasıl bir öğrenim gördüğü kesinlikle bilinmiyor. Fakat bazı kaynakların bildirdiğine göre Şeyhülislam Ebezade Abdullah Efendi’nin başkanlık ettiği kurul önünde sınavdan geçerek, hariç müderrisliği payesini aldı. Bir süre sonra Mahmudpaşa mahkemesinde naiplikle görevlendirildi.

Sadrazam Ali Paşa ve Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından korundu. Nevşehirli İbrahim Paşa, şiirlerini çok sevdiği Nedim’i muhasipliğe seçti. Daha sonra ise kütüphanesinde hafızı kütüb görevine getirdi. Bütün zevk ve eğlence meclislerinde sadrazamın ve bazı devlet büyüklerinin nedimi oldu. Ramazan aylarında, sadrazam İbrahim Paşa huzurunda verilen tefsir derslerine katıldı. Sadrazam İbrahim Paşa aracılığı ile Sultan Üçüncü Ahmed’in bulunduğu toplantılara katılmaya başladı.

Şiirleri Sultan Üçüncü Ahmed tarafından beğenildi. Bu arada Mollakırımı medresesi (1727), Sadiefendi medresesi (1728) ve aynı yıl Nişancipaşayıatik medresesi müderrisliklerine tayin edildi. Son görevi Sekbanalibey medresesi müderrisliğiydi (1730). İbrahim Paşa’nın giriştiği, doğu dillerinden tercümeler, çalışmasına katıldı. Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede’nin Sahaifü’l Ahbar (Haberlerin Sayfaları), Bedrüddin Avni’nin İkdü’l Cuman (İnci Dizisi) adlı eserlerini Türkçe’ye çeviren kurulda çalıştı.

İçki düşkünlüğü yüzünden irtiaş (titreme) hastalığı ve illeri vahime (korku) hastalığı çeken Nedim’in, Patrona Halil isyanı sırasında bir buhran geçirerek öldüğü ileri sürülür. Müstakimzade’nin, isyanda kaçarken Beşiktaş’daki evinin damından düşerek öldüğünü belirten ifadesi ispatlanmış değildir.


 Alevi Bektaşi Nefesleri

MESNEVİ, yazıldığı tarihten itibaren Doğu’ da-Batı’ da, birçok, dillere çevrilmiş, esere şerhler yazılmış bu kitaptan seçmeler yapılmıştır. Ancak yazılan. şerhler aslî nüshaya dayanılmadan, ana kaynaklara. baş vurulmadan kısacası bugünkü, tahlil ve intikad metodlarına. uyulmadan meydana. getirildiğinden, yazıldıkları çağlara; hitap edebilmişlerdir. Abdülbaki GÖLPINARLI’ nın bu şerhi bütün mahzurları ortadan kaldırmakta. MESNEVİ’ yi günümüzün anlayışıyla, bugünün okurlarına ve yarına sunmaktadır. MEVLANA’DAN SONRA MEVLEVÎLİK Mevleviliğin kuruluşunu, yayılışını, erkanını, vakıf-yüzünden meydana gelen olayları ve nihayet Mevleviliğin tarihe mal oluşunu vesikalara dayanarak ve mukayeseli bir şekilde cevaplandırmıştır .96 resim, 9 plan ve 31 notayla bu eser, aynı zamanda bir Mevlevilik albümüdür.


Hayyam ve Rubaîleri (Renkli Tablolarla)

Abdülbaki Gölpınarlı’nın araştırmalarından öğrendiğimize göre Hayyam’ın 1121-1122 yıllarında ölmüş, zamanında dörtlükleri, yıldızlar bilgisi, bir terazi buluşu, dünyasına küsmüşlüğü, ermişliği, herkesten başka türlülüğüyle tanınmış , masallaşmış bir bilge olduğunu ve kendi eliyle yazılmış hiç bir yazısı bulunmadığını ve dörtlüklerinin ölümünden sonra şurda burda birer ikişer yazıldıktan sonra toplu halde ancak onbeşinci yüzyılda kalma kitaplarda görüldüğünü öğreniyoruz…

———————————————————-

HAYYAM (Ebul Feth Ömer bin İbrahim; Ömer Hayyam da denir), iranlı şair ve bilgin (Nişapur 1044.ay.y 1123/1136). Hayatı, gençlik yılları kesinlikle bilinmiyor. Elde bulunan eserlerinden, hayatıyla ilgili olayları anlatan bazı kitaplardan, matık, felsefe, matematik ve astronomi konularında çalıştığı, bu alanlarda düzenli bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Hayyam (“Çadırcı”) takma adını, atalarının çadırcılık yapmaları yüzünden aldığı söylenir. Ömer Hayyam, zamanında daha çok bilgin olarak ün kazandı. İran’ın, Selçuklular yönetiminde olduğu bir çağda yetişen Hayyam, Horasan ülkesindeki büyük şehirleri, Belh, Buhara ve Merv gibi bilim merkezlerini gezdi, birara Bağdat’a da gitti. Zamanının hükümdarlarından, özellikle selçuklu sultanı Melikşak ve Karahanlılardan Şemsülmülk’ten büyük yakınlık gördü. Saraylarında, meclislerinde bulundu. Reşidüddin’in “Cami-üt-Tevarih” adlı eserinde anlattığına göre Nizamülmülk ve Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ile okul arkadaşıydılar.

Gerek Hayyam’ın zamanında, gerek sonarki çağlarda yazılan kaynaklarda çağının bütün bilgilerini edindiği, o alanlarda derin tartışmalara girdiği, fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu yazılıdır. Ebu’l Hasan Ali El-Beyhaki onun çok bilgili bir kimse olduğunu, fakat müderrislik hayatının pek başarılı olmadığını bildirir. Ayrıca Zemahşeri ile uzun boylu tartışmalara giriştiğini, onun derslerine bile devam ettiğini, Zemahşeri’yi, bilgi bakımından beğendiğini yazar.

Hayyam’ın fizik, metafizik, matematik, astronomi ve şiir konularında değişik eserleri vardır. Bunlar arasında İbni sina’nın Temcid (Yücelme) adlı eserinin yorum ve tercümesi de yer alır. Zamanında, bir bilgin olarak ün kazanan Ömer Hayyam’ın edebiyat tarihindeki yerini sağlayan, sonraki yüzyılarda da doğu islam dünyasının en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına yolaçan Rubaiyat’ıdır (Dörtlükler). Ömer Hayyam, iran ve doğu edebiyatında rubai türünün kurucusu sayılır. Sonraları aralarına başkalarının eserleri de karışan bu rubailer iki yüz kadardır. Hayyam, oldukça kolay anlaşılan, yumuşak, akıcı, açık ve seçik bir dil kullanır. Şiirlerinde gerçekçidir. Yaşadıkları, gördüklerini, çevresinden, zamanın gidişinden aldığı izlenimleri yapmacığa kapılmaksızın, olduğu gibi dile getirir. Ona göre, gerçek olan yaşanandır, dünyanın ötesinde ikinci bir dünya yoktur. İnsan, yaşadıkça gerçektir, gerçek ise yaşanandır. En şaşmaz ölçü akıl ve sağduyudur. İnsan bir akıl varlığıdır. Gerçeğe ancak akıl yolu ile ulaşılabilir.

Onun şiirinde zamanın haksızıkları, softalıkları, akıl almaz saçmalıkları ince, alaylı, iğneleyici bir dille yerilir. Dörtlüklerinin konusu aşk, şarap, dünya, insan hayatı, yaşama sevinci, içinde bulunduğumuz geçici dünyanın tadını çıkarma gibi insanla sıkı bir bağlantı içinde bulunan gerçek eylem ve davranışlardır. Şiirlerinde işlediği konulara, çokluk felsefe açısından bakar. Aşk, sevinç, hayatın tadını çıkarma, Hayyam’a göre vaz geçilmez insan duygularıdır, insan hayatının ana dokusu bunlarla örülüdür. Bazı dörtlüklerinde filozofça derin bir sezgi, açık ve seçik bir insan severlik duygusu, gösterişten, aşırılıktan uzak bir yaşama anlayışı görülür. Hayyam kendisinden sonra gelen pek çok şairi etkilemiş, rubai alanında tek örnek olarak benimsenmiştir. Batı ülkelerinde adına bir çok dernek kurulmuş, rubaileri bütün bati dillerine, bu arada birçok defa Türkçeye Rubaiyat-i Hayyam, Hayyam’ın Rubaileri, Ömer Hayyam ve Rubaileri, Dörtlükler adı altında tercüme edilmiştir…

Meydan Larousse, Cilt 8, S. 536

 


 Nasreddin Hoca

Nasreddin Hoca öyle bir kişiliktir ki, hiçbir zaman tamamlanıp bitmiş denemez, yüzlerce kez yeni baştan tasarlanmakta ve yalnızca kendisini yaratanlara benzemektedir. O, bu fıkralarında, hoyrat iktidar tutkusu karşısında güler yüzlü yürekliliğin, serinkanlı bir güç ve mertliğin, ağırbaşlılığın ve özenli olmanın neler yapabileceğini gösteren ulusal bir simgedir… Bu kitapta, Hoca’ nın İnanışlarla, sosyal hayatla, Temür’le ilgili ve diğer fıkralarından 295’i yer alıyor. Abdülbaki Gölpınarlı, 11200 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Muallim Mektebi’nde, Yükseköğrenimini İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde tamamladı. Birçok lisede edebiyat öğretmenliğiyle, Ankara Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Türk Edebiyat Tarihi ve Metinler Şerhi derslerini vermiş ve değişik gazetelerde çalışmıştır. 25 Ağustos 1982’de İstanbul’da yitirdiğimiz yazarın, elinizdeki Nasreddin Hoca dışında, Yunus Emre, Fuzuli, Mevlana ve Mesnevi üzerine de kitapları bulunuyor.


Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik

MESNEVİ, yazıldığı tarihten itibaren Doğu’ da-Batı’ da, birçok, dillere çevrilmiş, esere şerhler yazılmış bu kitaptan seçmeler yapılmıştır. Ancak yazılan. şerhler aslî nüshaya dayanılmadan, ana kaynaklara. baş vurulmadan kısacası bugünkü, tahlil ve intikad metodlarına. uyulmadan meydana. getirildiğinden, yazıldıkları çağlara; hitap edebilmişlerdir. Abdülbaki GÖLPINARLI’ nın bu şerhi bütün mahzurları ortadan kaldırmakta. MESNEVİ’ yi günümüzün anlayışıyla, bugünün okurlarına ve yarına sunmaktadır. MEVLANA’DAN SONRA MEVLEVÎLİK Mevleviliğin kuruluşunu, yayılışını, erkanını, vakıf-yüzünden meydana gelen olayları ve nihayet Mevleviliğin tarihe mal oluşunu vesikalara dayanarak ve mukayeseli bir şekilde cevaplandırmıştır .96 resim, 9 plan ve 31 notayla bu eser, aynı zamanda bir Mevlevilik albümüdür.


 Mevlevî Adâb ve Erkânı

Mevlevilik, yedi asra yakın bir müddet, üç kıtada hüküm süren Osmanoğullarının geniş ve feyizli topraklarında, İslam Medeniyetini temsil etmiş, kendi estetik ve teknik şartları dahilinde, medeniyet aleminde silinmez izler bırakmış….


Vilâyetname-Manakıbı Hacı Bektaş’ ı Veli

HAYATI:  

Hacı BektaşVeli, Osmanlı İmparatorluğunda XIV. asırdan başlayarak bilhassa XV. ve XIX. asır esnasında dinî ve siyasî büyük bir nüfuz icra eden,  II. Mahmut  tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte ilga olunup Abdülaziz zamanında tekrar ortaya çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından tarikatların kaldırılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının pîridir.

Ahmet Yesevi’nin dergâhında yetişmiş olan Horasan erenlerinden Hacı Bektaş Veli’nin asıl adı Muhammed, mahlası Bektaş’tır. Baba adı İbrahim, annesi Hatem veya Hatme Hatun’dur. 606/1209 yılında Horasan’ın Nişabur şehrinde doğup 63 yaşında 669/1270-71 yıllarında vefat etmiştir.Bazı kaynaklar Pîr’in Osmanlı hükümdarları ve Yeniçeriler ile görüştüğüne işaret ederek onun doğum tarihini 649/1248, ölümünü de 738/1337-38 olarak kaydetmektedir. Ancak bu görüş tarihî gerçeklere de uygun düşmemektedir. Buna rağmen Hacı Bektaş Veli’nin doğum ve ölüm tarihi ile yaşadığı dönem hakkındaki ihtilaflar günümüze kadar devam edip gelmiştir. Doğum ve ölüm tarihleri ile yaşadığı dönem hakkında değişik kanaatlere sahip olanlar; diğerlerinin hesaplarını yanlış olarak değerlendirmekte ve onları tarihî gerçekleri saptırmakla suçlamaktadırlar.

Aşıkpaşaoğlu Tarihi, bu konuda açık ve kesin bir bilgi vererek Hacı Bektaş’ın Osmanlı Hanedanından kimse ile görüşmediğini, aksini ileri sürenlerin yanıldıklarını ifade etmektedir.

Hayatının büyük bir kısmını eski adı Sulucakarahöyük,yeni adı Hacıbektaş’ta geçiren Hünkar ömrünü de burada tamamlamıştır. Mezarı Nevşehir İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.

Eğitimi:

Hacı Bektaş Veli’nin Hoca Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiği iddialarına karşılık,yaşadıkları dönem göz önünde bulundurulduğunda 562/1166’da ölen Ahmet Yesevi ile 669/1270-71’de ölen Hacı Bektaş Veli’nin aralarında yüz yılı aşkın bir zaman diliminin olduğu açıktır. Doğrusu, onun Ahmet Yesevi öğretisi ile yetişmiş olduğudur.

Yaygın olan kanaate göre okul çağına geldiği zaman babası, Bektaş’ı Ahmet Yesevi’nin halifelerinden Lokman Parende’ye teslim etmiştir. Lokman Parende’nin himayesinde ve Yesevilik’ten feyiz alarak yetişen Bektaş, iyi bir eğitim almıştır.

Menkıbevî Hayatı:

Bütün tarikatlar, keramete ve tarikat büyükleri ile ilgili menkıbelere büyük önem vermişlerdir. Bu yüzden Hacı Bektaş Veli’nin de gerçek hayatının dışında bir de efsanevî kişiliği ve bu hayatın kerametlerle süslenmiş bölümleri vardır. Hacı Bektaş Veli hakkında bilgi veren en eski kaynaklar arasında yer alan Vilayetname ve diğer birçok eserde dile getirildiği gibi, Hacı Bektaş Veli’ye olağanüstü güçler atvedilmektedir. Kendisinde olan manevî güçten kaynaklanan ve kendisine ait kerametler olarak da gösterilen bu rivayetlerden bazıları şunlarıdır:

Hünkar Hacı Bektaş Veli, istediği anda dağları yürütüp, taşları, kayaları konuşturmaktadır. Bir anda birçok yerde görünebilmekte, çok uzun mesafeleri çok kısa zamanda kat edebilmektedir. Bastığı yerde kayalar un gibi ezilmekte veya bastığı taşlarda ayaklarının izleri kalmaktadır. Yıkılan duvarları eliyle doğrultmakta, bütün gemileri kurtarmaktadır. Susuz yerlerden su fışkırtmakta, dua ve himmetiyle olmayacak şeyler vuku bulmaktadır. Yerine göre güvercin ve şahin olup silkinince insan şekline dönmekte, darı ceci ve susam yaprağı üzerinde namaz kıldığı rivayet edilmektedir. Yırtıcı ve vahşî hayvanları zararsız hale getirdiği, ölüleri dirilttiği, denizde batmadan yürüdüğü, suyu kan haline dönüştürdüğü haber verilerek yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığı inancı dile getirilmeye çalışılmaktadır. Böylece kendisine olağanüstü bir güç atfedilmektedir.


 Hz. Ali Nehc’ül Belaga

Nehc’ul Belağa Hz. Ali (a.s)’ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. Seyyid Razi adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc’ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yı­lında kaleme almıştır. Nehc’ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın ön­sözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz ta­zeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hak­kında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais’ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriş­tim. Ama Hz. Ali’nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler ye­rine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.

Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip öv­dü­ler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)’ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hik­metli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)’ın bu sözleri­nin fesahat ve belagatını, Arapça’nın incileri, dini-dün­yevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli ko­numundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözle­rinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her ha­tip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözle­rinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten iler­dedir ve onlar Hz. Ali’den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc’ul-Belağa koydum.”

Nehc’ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basıl­mıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talika­ler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc’ül Belağa’da gezintiler ve Nehc’ül Belağa’dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme al­mışlardır.

 “Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi’nin Hesais’ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif’ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yı­lında da Necef-i Eşref’te de basılmıştır.

Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabi­lir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü dü­şünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne su­nulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.


 Hz. Muhammed ve Hadisleri

Lügatte yeni şey, sonradan olan, söylenen, duyulup işitilen söz anlamlarına gelen hadis örfte, Hz. Muhammed’in sözlerine, fiil ve hareketlerine ve takrirlerine, yani birisini, yahut birkaç kişiyi, bir topluluğu bir şey yaparken, bir şey söylerken görüp menetmeyişine, bu suretle de o hareketi, o sözü doğru bulduğunu açıklamış olmasına denir.
Hz. Muhammed, kitaptan, yani Kur’an’dan sonra dini bir huccet olması gereken sözlerinin bellenmesini, rivayet edilmesini istemiş, fakat Kur’an’ı hemen kaydettirirken hadislerin, Kur’an’a karışmamasını sağlamak için yazılmamasında ısrar etmiştir.
(Kitabın İçinden)


 Oniki İmam

Bu oniki imam şunlardır:

1- Ali b.Ebî Tâlip

2- Hasan b.Ali

3- Hüseyin b.Ali

4- Ali Zeynelâbidin b.Hüseyin

5- Muhammed Bakır

6- Cafer-i Sâdık b.Muhammed Bakır

7- Musa Kazım b.Cafer

8- Ali Rıza

9- Muhammed Cevad

10- Alî el-Hedî

11- Hasan el-Askerî

12- Muhammed b.Hasan el-Askerî


 Pir Sultan Abdal

Pir Sultan Abdal’ın yaşamı üzerine, yazılı kaynaklarda pek bilgi yoktur. Doğum ölüm yılları bile bilinmiyor. Yaşamı üzerine bilgiler, genellikle, kendi şiirlerinden, halk söylentilerinden, kuşaktan kuşağa anlatıla gelen menkıbelerden, bir de yakınlarının ya da başka ozanların onu anlatan şiirlerinden çıkarılır.

Gene de bu yollardan epeyce bilgi edinilmiştir, çünkü Pîr Sultan, bağlandığı tarikatın din anlayışını, dünya görüsünü yansıtmakta ya da derinleştirmek için soyut şiirler yazan bir sanatçı değildir, doğrudan doğruya başından geçenleri, kavgasını, özlemlerini, katlandığı acıları, yaşamının türlü yönlerini yansıtan somut şiirler yazmıştır.

Şiirlerden, halk söylentilerinden çıkarılan bilgilere göre, Pîr Sultan Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır Bucağına bağlı Banaz köyünde doğmuştur. Yıldız dağı eteklerinde, Çırçır’a kırk sekiz kilometre uzaklıkta, denizden bin yedi yüz metre yüksekte, çoğu tek katli kerpiç evleri, soğuktan korunmak için yari yari yarıya toprağa gömülü bir köy…

Banaz’da bugün de Pîr Sultan’ın olduğu söylenen bir ev, önünde sairin yaşadığı dönemden kaldığına inanılan bir söğüt ağacı, ağacın altında, asâsının ucuna takip Horasan’dan getirildiğine inanılan bir değirmen taşı vardır. Pîr Sultan yaz aylarının güzel havalarında bu taşın üstüne oturup karısıyla sohbet edermiş. Köylüler bu evi, ağacı, taşı kutsal sayarlar.

Kızının yaktığı ağıtta uzun boyluluğuna, biçimliliğine değinilen sairin asil adi, şiirlerinde belirttiğine göre, Haydar’dir. Bir yerde soyunun Yemen’li olduğunu, bir yerde Peygamber’in öz torunu olduğunu söyler, bir yerde de İmam Zeynel-Âbidin’den “Zeynel dedem” diye söz eder. Uzmanlara göre, Pîr Sultan’in bu sözleri söylemesinin nedeni halk üzerindeki etkisini arttırmak içindir. Muhammed peygamber soyundan geldiklerini, “seyyid”liklerini ileri sürmek tarikat uluları arasında bir gelenektir. Genel kani, sairin İran’ın doğusundaki Türk yurdu Horasan’dan, önce Iran Azerbaycan’ında ki Hoy kasabasına, oradan da Anadolu’ya göçüp Sivas’a yerleşen bir Türkmen soyundan geldiği yolundadır.

Çocukluğu çobanlıkla geçen Pîr Sultan’ın okuma yazma bildiği anlaşılıyor, ama bilgin bir kişi olduğu söylenemez. Tekke eğitimi çerçevesinde kalmıştır. Halifeler tarihini, peygamber menkıbelerini, evliya menkıbelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre’yi, Hatâyî’yi bilir. Bunlar dışında, çağının bilimleriyle ilgilenmediği gibi, divan edebiyatı ile de ilgilenmemiştir. Şiirlerinde Yunan mitolojisinin, Iran mitolojisinin izleri pek yoktur. Ayrıca, genel olarak bütün tarikatların kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin yüksek konularına da girmez.

Söylentiye göre, Pîr Sultan’ın üç oğlu, bir kızı varmış. oğullarından Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanındaki çam korusunda,Pîr Muhammed Tokat’in Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim’de gömülüymüşler. Adi Sanem olan kızının Pîr Sultan asıldığı zaman söylediği ağıt çok ünlüdür. Bazı uzmanlar bu ağıtı Sanem’in ağzından bir tarikat ozanının yazmış olabileceğini belirtirler. Pîr Muhammed ise babası gibi sairdir. Delikanlı iken attan düşerek öldüğü, Pîr Sultan’in “Allah verdiğini almaz dediler / Bana verdiğini aldı n’eyleyim” derken bu olaya değindiği söylenir. Şiirlerinden uzun yasadığı, çok çocuğu bulunduğu açıkça anlaşılan sairin, sağlığında iki oğul acısı görmüş olduğunu ileri sürenler de vardır.

Pîr Sultan Alevî-Bektasî tarikatindandir. Tarikata girme arkadasi, yani musaibi, Ali Baba’dir. Baglandigi tekkenin pîri ise, Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdigi dervislerden Koyun Babanin tekkesinde, Bektasîligin kurucusu Haci Bektas Veli’nin tekkesinde posta oturmus, yani en üst makamlara getirilmis Seyh Hasan’dir.

Pîr Sultan, baglandigi tarikatça yalniz dinsel önder degil, devlet baskani olarak da görülen Iran Sahlari adina, Anadolu halkini Osmanlilar’a karsi kiskirttigi,ayaklanmaya çagirdigi, belki de bir ayaklanmaya öncülük ettigi için, Sivas Valisi Hizir Pasa’nin emriyle tutuklanmis, yolundan dönmeyecegi anlasilinca da asilmistir.

Söylentiye göre, asildigi yer Sivas’da eskiden Keçibulan adini tasiyan, sonra uzun süre Daragaci diye anilan, simdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarsisi’nin karsisinda Mal Pazari olarak kullanilan bu alanin Gazhane bitisiginde, sira sögütlerin bitiminde bulunan, boyu bes metre, eni bir metreden fazla, bakimsiz toprak yigini onun mezaridir. Üstündeki moloz taslar, asilmasi sirasinda Hizir Pasa’nin emriyle halkin attigi taslardir.

Mezarinin, bir menkibeye göre Erdebil’de, Bektasî gelenegine göre de Merzifon’da oldugu söylenir. Daha baska söylentiler de vardir, ama gerçege en yakin görünen söylenti asildigi yere gömüldügü, yakinlarinin, tarikat erlerinin, hükümet baskisi yüzünden ölüsünü alip köyüne bile götüremedikleridir.

Siirlerinden, halk söylentilerinden çikarilan bu daginik bilgileri degerlendirebilmek için, önce, Pîr Sultan’in ne zaman yasadigini saptamak gerekir


 Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik

Babası, rahmetli Ahmet Midhat Efendi’nin maiyetinde yetişen ve muhbirlerin en kıdemlisi olduğundan, zamanında “Şeyh’ul-Muhabirin” diye anılan Ahmed Agah Efendi, Gence’nin Gölbulağ Köyü’nde doğmuş, Rus savaşında Bursa’ya, oradan da İstanbul’a göçmüş olan, sonra Rusçuk’a Eytam Müdürü atanan İzzet Mustafa’nın oğludur. Annesi Aliye Şöhret Hanım, Kafkasyalı’dır. Gölpınarlı, ikinci Rus savaşında Rusçuk’tan İstanbul’a göçen, İstanbul’da evlenen Ahmed Agah’ın sulbünden, hicri 1317 yılı Ramazan ayının onuncu gecesi doğmuştur. İlk tahsilini Babıali yokuşunda, şimdi Basma Eserleri Derleme Müdürlüğü olan Tahsin Efendi İlkokulu’nda, orta tahsilini, hususi “Menba’ul-İrfan” mektebinde bitirmiş.


 Tasavvuf

Hayat akıyor; tarih yürüyor; sebepler sonuçlarını meydana getiriyor; sonuçlar, sonuçlara sebep oluyor. Bu akşam kaynağını, bu yürüyüşün seyrini, bu sebeplerin nedenlerini bu sonuçların toplum hayatımızdaki etkilerini mutkala bilmemez gerek.

Okuyucu, okudukça bu küçük kitabın önemini anlayacak, sona doğru, elinden bırakmayacak, bitince de sanırız ki dünün en önemli bir problemine dair fikir yürütecek, söz söylecek duruma gelecektir.

Kaynaklarımız, ana kaynaklardır; fakat bu kitap, yalnız okunanlardan edinilen bilgilere dayanmıyor; yaşanılan bir yaşantının hikayesidir de. Yazar, bütün bu inançları duymuş, görmüş, böyle bir çevrede büyümüş, ihtiyarlamıştır. Arapçada, “eserlerimiz, bizi anlatırlar; bizden sonra eserlerimize bakın” mealinde bir beyit vardır; atasözü değerliliğinde olan bu sözle, önsözümüze son veriyor, tarih yapraklarını birer birer açmaya başlıyoruz.


Yeni Gülzar-ı Haseneyn-Kerbela Va’kası

Tarih 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)’i gösterdiğinde, zulme karşı direnişin sembolü olan Hz. Hüseyn, Emevi ordusunun kılıç ve mızrak darbeleriyle son nefesini veriyordu. Kelime anlamı sıkıntı ve bela demek olan Kerbela’da meydana gelen bu olay, zamanla İslam tarihinin en unutulmaz ve tarif edilemez acılarından biri haline gelecekti. Kerbela’da, Hz. Muhammed’in soyuna mensup çok sayıda kişi şehid edilmişti. Peygamberimizin öpmeye bile kıyamadığı torunu Hz. Hüseyn başta olmak üzere Hz. Hasan’ın oğulları, Hz. Hüsey’in amcaları Ca’fer ile Ukayl’in oğullarıyla torunları ve Hz. Ali’nin diğer evladları da zulüm karşısında birer birer canlarını vermişlerdi. Hz. Hüseyn’in altı aylık oğlu Ali Asgar, Kerbela şehidlerinin en küçüğüydü. İnsafsızca atılan bir ok boğazına saplanmış masum yavrusunun kucağında can vermesine dayanamayan Hz. Hüseyn, evladından akan kana bulanmış elini havaya kaldırarak “Şahid ol ya Rab!” diye haykırmıştı.


 Melamilik ve Melamiler

Melamilik, tasavvufa ve tarikatlara karşı, İslamiyetin ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve yüzyılımıza kadar devam eden bir reaksiyon… Sufilerin bir kısmının “en yüksek makam” saydığı, bir tür gizli inanç sistemi…

Şarkiyat biliminin zirvelerinden Abdülbaki Gölpınarlı’nın (11200-1982), ilk baskısı 1931’de yapılan “Melamilik ve Melamiler”i bu konuda yazılmış tek eser ve günümüzde de hala tek ana kaynak…

İlk baskısı bugün “nadir” bir kitap olan “Melamilik ve Melamiler”in bu yayını, yazarının kendi nüshasının bir tıpkıbasımı… Gölpınarlı’nın yaptı?y düzeltmeler aynen korunuyor, sayfa kenarlarına aldı?y notlar muhafaza ediliyor ve bunların yeni yazıya çevirileri veriliyor…

Bir yazarın, Gölpınarlı’nın ölümünden sonra da dedi?i gibi, “Abdülbaki’den kalan y?yklar, daha çok uzun süre, o yollarda dolaşmak isteyenleri karanlık labirentlerde tökezlemekten kurtaracaktır…”


 Mü’minlerin Emiri Hz. Ali

Hz. Ali’nin annesi Fâtıma, babası Ebu Talip’tir. 29.7.599’da dünyaya gelmiş, 661 yılında namaz kılarken öldürülmüştür.

Kendisi Allah’ın aslanı anlamına Esadul­lah ya da Haydar lâkabıyla da anılır. Hz. Ali’ye Hz. Peygamber’irı Ebu Turap (Topra­gın babası) künyesini verdiği kayrıaklarda yazılıdır.

Bir kıtlık yılında Hz. Peygamber, amcası Ebu Talip’in yükünü hafifletmek için Hz. Ali’yi Yanına almıştır.

Hz. Ali’nin Talip, Akil ve Cafer adlı kar­deşlerinden küçük olduğu bilinmektedir. Hicret’e kadar Hz. Peygamber’in evinde ba­rınmıştır. Hz. Peygamber Medine’ye göç ederken yatağında onu bırakmıştır. Böylece Hz. Muhammed’i Hicret gecesi öldürmek için gelenler Hz. Ali ile karşılaşmışlardır. Amaçlarına ulaşamamışlardır. Hz. Ali, Hz. Peygamber’irı Hicret’ten önce teslim ettiği emanetleri sahiplerine iade etmiştir. Hz. Muhammed Medine’ye varınca Hz. Ali’ye mektup yazmış ve gelmelerini istemiştir. Hz. Ali de Medine’nin yolunu tutmuştur. Hz. Ali Medine’ye varınca Peygamberimiz onu kar­deşi (musahip) ilan etmiştir. Hatta şöyle söylemiştir: “Musa’ya Harun ne derece ya­kınsa sen de bana öylesin. Ancak benden sonra peygamber yoktur.”

Hz. Ali, Bedir Savaşı’nda karşısına çıkan Velid’i öldürdü. Daha sonra da bir çok put­peresti öldürerek zaferin kazanılmasını sağ­ladı.

Hz. Peygamber’den kızı Fâtıma’yı bizzat istemiş, gerekli sözü almış, zırhını satarak ve masraf ederek Hz. Fâtıma ile evlenmiştir.

Uhûd Savaşı’nda Hz. Ali kahramanlıklar gösternıiş ve sevgili peygamberimize yardım­cı olmuştur.

Hendek Savaşı’nda ise tanınmış silahşör Abdü Vedoğlu Amr’ı öldürmüştür. Bunun üzerine düşmanın morali bozulmuştur.

Hayber Savaşı’nda Musevi Merhab’ın ba­şını kılıçla uçurmuş, bu arada kalkanı yarıl­mış ve kalenin kapısını kopararak kendisini savunmuştur. Sonunda Hayber Kalesi’ni fethetmiştir.

Huneyn Savaşı’nda da bir çok putperesti öldüren Hz. Ali, Taif e gönderildiginde put­haneyi yıktırdı.

Sevgili peygamberimiz Tebük Savaşı’na çıkarken yerine Hz. Ali’yi bıraktı.

Sevgili peygamberimizin: “Ben kimin mevlasıysam (sevgilisi), Ali de onun mevlası­dır” dediği bazı hadis kitaplarında kayıtlıdır. Bazı hadis kitaplarında şu hadis de vardır: “Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır”.

Bir çok hadis kitaplarında Hz. Muham­med’in Ehlibeytini Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olarak gösterdigi bi­linmektedir.


Sosyal Açıdan İslam Tarihi ve İslam’ın İlk Tarihi

 

 

 


Kaynaklar

http://www.ata.boun.edu.tr/chronology/kim_kimdir/abdulbaki_golpinarli.htm

http://www.pankitap.com/yazarlar/abdulbakig.html

http://www.inkilap.com/

http://www.caferilik.com/

http://www.kimkimdir.gen.tr/

http://www.egitim.com/genclik/0401/0401.4.fuzuli.asp

http://www.hbektas.gazi.edu.tr/02cubukcu.htm

http://hekartes.sitemynet.com/hekartes/id9.htm

http://www.caferilik.com/kutuphane/hadis/nehculbelaga/taniyalim.htm

http://www.oncevatan.com.tr/haberoku.asp?hbno=7530

http://www.turkuler.com/ozan/pirsultan.asp

http://sircasaray.turkiye.org/mevlana/mesnevi.html

Bu Bölüm Enis Diker Bey tarafından hazırlanmıştır.