Bâkî Hoca’nın nazımdaki kudretinin nesrinde de kendisini aynen gösterdiğine bir misâl olarak İstanbul hakkında yaptığı bir radyo konuşmasını okuyucularımıza sunmak isterim:
Dâ’üs-Sıla-i Mâzî Veya Dün-Bugün
Bir çeşit yol târifi vardı… Bir çeşit ev târifi:
“…oraya vardın mı sağa dön. Solda bir bostan göreceksin… doğruca git. Gene solda, köşede; önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, saray yavrusu bir konak… Sağda az meyilli bir yokuş… Vur o yokuşa! Aşağı yukarı yüz adım ötede, sağda: bahçesinde salkımsöğüt; küçük, kuş yuvası gibi ahşap bir ev… 14 numara! Karşısında küçük bir bakkal var: Bakkal İbrâhim Efendi… İşte o ev, Selvinaz Kalfa’nın evi…”
Bir çeşit gidiş vardı… Bir çeşit dosta gidiş:
Yanları açık, tek yâhut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz, ön tarafda dâmad bey… Yaya bir saatte varılacak yola, sağı solu seyrede ede yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, yardıma müheyyâ dururdu.
Varacağınız yere varınca “dur” dediniz mi, gene hemen yerinden atlar, önünü kavuşturur, hizmete âmâde bir hâl alır; gerekirse tutunmanız için elini değil, “kolunu” uzatır; parasını alınca da “teşekkür” eder, “hayırlar” dilerdi…
Bir çeşit hitab vardı… Bir çeşit söz söyleyiş:
Kadına “hanımefendi” denirdi; erkeğe “beyefendi”… Yaşlıca ve sakallı zâta “efendi hazretleri”… Erkeğe “paşam” diyenler bulunurdu ve bunlar ekalliyetlerdi; yâni azınlıklar.
Arabadan inen, “hayırlı işler” dilerdi arabacıya… Arabadan inene “güle güle” derdi arabacı…
Bir çeşit vapur yolculuğu vardı… Bir çeşit dostluk:
Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda. Hemen herkesin de oturduğu yer belliydi. Yerden temennâlar… İçten iltifatlar… Hal hatır soruş… Biraz belki “riyâ” da vardı ama daha da çok içli bir sevgi….
Bir çeşit konuşma tarzı vardı… Bir çeşit iltifat:
Oğul sorulurken, “mahdum beyefendi” denirdi. Oğuldan söz edilirken, “mahdum bendeniz”… Babaya “peder” denirdi, anneye “vâlide”… Kızdan “kerîme câriyeniz” diye söz edilirdi… “Peder duâcınız” denirdi babadan bahsedilirken… Ve muhatap her sözü bir “estağfirullah”la karşılardı.
Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin eli. Ve duâları alınırdı. Küçükler öpülürdü… Yaşdaşlarla görüşülürdü. Evde kalanların gönülleri hoş olurdu… Gidenler kutlulukla, sevinçle giderlerdi.
“Esnafdan…” diye kınayanlar yok değildi. Belki de çoktu… Fakat, “Biz esnafız, bizde yalan yok” demeyen esnaf yoktu.
Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, sözleri, ezgili… Ürküten, can alan, uyuyanı uyandıran ses yoktu.
“Ezan”, namaz kılmayana bile bir “ruh sükûnu”ydu… Bir mûsıkî vakfesi… Bir huşû ânı… Sabah salâsı “dilkeş-hâverân”dan, ezanı “sabâ”dan… Öğle, ikindi, yatsı ezanları, önce hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir âhengi, bambaşka bir okunuş tarzı vardı…
Mahalle kahvesi’nin bir çeşit vazîfesi vardı. Bir çeşit içtimâî toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı… Herkes birbiriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta yoksulun ıyâline, kimsesiz kadının hâline orada çâre aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı, ilâç alınırdı, kömür gönderilirdi, para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de; yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi. “Akrabânızdan biri göndermiş…” denirdi, “…adını söylemedi.”
Bir çeşit külhanbeylik vardı… Bir çeşit emniyet kolu:
Mahallenin nâmusundan mes’ul sayardı kendilerini bunlar. Mahallenin bekçisine, karakoluna yardımcıydılar. Bunlar yüzünden mahalle emindi, rahattı. Bunlar yüzünden uykuda ürkmezdi insan. Uyuyan, uyanacağı zaman uyanırdı. Geçinirdi mahalleliden bunlar… Ellerinden bir kazâ çıkarsa, hapishânede mahalleli yardımcıydı bunlara, ve üzüntülü…
Bir çeşit hizmetçi kadın vardı. Bir çeşit “ev halkından” olanlar: İhtiyarlayan “dadı” olurdu “ana yarısı”. Genci evlendirilirdi; kocasıyla o eve bağlı kalırdı. Varlıkları birdi, yoklukları bir…
Bir çeşid yaşayış vardı. Bir çeşit huzûr ve sükûn:
Sabah ezanında kalkılır… Kuşluk’da işe gidilir. Gün batarken ya meyhâneye uğranır, ya eve dönülür, fakat yatsıdan sonra uyunurdu.
Geç kalan genç, “terliksiz” çıkardı odasına. Kimseyi uyandırmazdı, herkesi sayardı.
Geceleyin ne korna sesi vardı, ne vapur düdüğü, ne radyo haberi; ne mahalleler arasında çocukları uykularından belinlendirip sıçratan, sinirleri de delirten otomobilli îlân yaygarası, ne mahalle arasında kafeterya, ne çalgılı gazino.
Bir çeşit hayır dileyiş vardı, bir çeşit gönül alış:
İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye rastlanınca, “kolay gelsin” denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır, memnun olur, “eyvallah” der, yeni bir güçle işe başlardı…
Bir çeşit âşinâlık vardı, bir tarz kardeşlik:
Yolda, kıble yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük, küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya “ilk selâm veren”di. Selâm, verilen tarzdan daha da güzel bir tarzda alınır… Bu rastlantı hayra yorulur, her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi…
Bir çeşit yola çıkış vardı, bir çeşit yola yöneliş:
Evden, el yüz öpülerek ayrılanın ardından su dökülürdü… “Su gibi git, su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi aş…” demekti bu. Arabaya binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce arabacı “uğurlar olsun” derdi. Bunu duyanlar, “uğurun Hakk’a olsun” sözüyle karşılık verirler, birbirlerine de “uğurlar olsun” derlerdi. Yolculukda rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar eğlendirilir, ihtiyarlara yer verilirdi. Yol, karşılıklı saygıyla sürer gider, aşılır biterdi…
Bir çeşit nezâket vardı, bir çeşit insanlık:
Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara mutlakā “müsâadenizle” der, izin alır; yer var da oturursa, “âfiyet olsun” demeyi ihmal etmez, “teşekkür”le karşılanırdı. Yemeği önce bitiren, gene oturanlara “âfiyetler olsun” demeden gitmezdi…
Bir çeşit hatır saymak vardı, bir çeşit insanca saygı:
Toplulukda gizli konuşulmazdı. Kimsenin sözü kesilmezdi. Bağıra bağıra konuşmak pek ayıp sayılırdı. Herkes birbirinin sözüne riâyet eder, özüne saygı beslerdi ve bu saygıyı bilmeyenler pek ayıplanırdı. Kaçınılırdı onlardan… “Meclis bozan” denirdi onlara ve pek nâdir bulunurdu böyle kişiler.
Bir çeşit hoşgürü vardı:
“İnanç”ı, inanılmasa bile höşgörüş; ayıplının ayıbını örtüş. İnancı ayrı olan sağsa, gıyâbında, “Allah hidâyet etsin” diye anılırdı. Ölmüşse, “dînince dinlensin” denirdi. Körün, sağırın yanında körlükten, sağırlıktan söz edilmezdi. Ayıplının yanında, o ayıbını hatırlatacak sözden kaçınılırdı ve böylece, bir meclisde herkesin ilk düşüncesi buydu…
Yollar tertemizdi. Ayrıca da, herkes sabahleyin kapısının önünü sular, süpürürdu. Nasılsa yolda bir taş, hem de bir küçük taş gören, giderken durur; bir çocuğun sürçmesine, bir âmânın düşmesine sebep olur diye hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu.
Yolda birisinin düşürdüğü küçücük bir ekmek parçası, bir simit parçası gören eğilir onu alır, öper, yâhut öper gibi ağzına doğru götürür, sonra ya bir duvar kovuğuna, ya bir ağaç yarığına kordu. “Nîmet”di o ve nîmete hürmet gerekdi.
Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazdı. Bir ölüm, bütün mahalleyi kapsardı. Cenâze kalkar kalkmaz, o eve “önce Kıble komşusundan” çorbasıyla, etlisiyle, tatlısıyla bir tepsi yemek gelirdi. Ertesi gün sağ, sonra sol komşudan. Ve bütün bunlara öbür komşular sırasıyla katılırlar, bir hafta yaslı evde yemek pişirmek zahmeti düşünülmezdi.
Sabahleyin evde ilk iş, “lâmbanın şişesini silmek”ti. Lâmba şisesine “hoh”landıktan sonra, küçük, incecik bir sopaya sarılı temiz bir bez şişeye sokulur; döndürüle döndürüle, şişe gıcır gıcır silinir; üstü de silindikten sonra kenara konur; lâmbanın gazına gaz eklenir; fitili temizlenir; husûsi makasla kesilir, idâre kandili de aynı tarzda hazırlanırdı. Ne elektrik vardı, ne elektrik kesilmesi!… Ne küçücük, bugünün eğri büğrü, kırık dökük mum istifi.
Şehrin yollarında, iki yanda ağaçlar vardı. Pencerelerde fesleğenler… Bahçeleri vardı her evin… Bahçelerde güller, çeşitli güller, karanfiller… Yol kıyılarında gece safâları.
Bir meydan vardı. Geniş, güzel:
Ortasında, suyu pırıl pırıl büyük bir havuz. Girişinde sağda, iki güzel, temiz kahve; asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli.
İkinci kahvenin sonunda tertemiz bir lokanta. Buluşulur, oturulur, sohbetler edilirdi. Yemek yenilirdi. Dinlenilirdi. Üstadlar gelirler. Şiirler okunur. İstekliler “baygın âşıklar” gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük denmişti nedense vaktiyle, sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi duyulurdu orda. Alınan verilen soluk, işitilebilirdi.
Şehzâdebaşı’nda, Bayezid’den gidilirken sol yanda bir kahve vardı:
Adı, Feyziye’ydi. Haftada bir mûsıkî âlemi kurulurdu orda. Hoca’dan Büyük Dede’ye, Büyük Dede’den Şevki Bey’e dek nağmeler çağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı bir söz, bir fısıltı duyulmazdı. Nefes alınmazdı sanki. Birisi bir para düşürmüştü yere… hemen ayağını basmıştı üstüne. Sesi, bu âhengi bozmasın diye.
Boğaz, Göksu, Haliç, Kâğıdhâne… Kıyılardaki yalılar, oralardaki mûsıkî âlemleri… “Hanımiğnesi” kayıklar, nağmeler, elemler, emeller, bütün bunlar ne söze sığar, ne yazıya gelir.
Dostluk vardı, vefâ vardı;
Söz vardı, öz vardı;
Sükûn vardı, rahat vardı, ruh vardı;
Huzûr vardı, feyiz vardı, zevk vardı;
Neş’e vardı, edeb vardı, can vardı;
Cânan vardı, hicran vardı… Aşk vardı…
Şimdi “yol”u sormayın; bilen yok ki. Evler burunsuz, dümdüz yüzlü. Hepsi de birbirinin aynı, tanınmaz ki…
Şoför arkadaş, sakallıya “baba, amca”; gence “abi” diyor.
Kadın’a artık “bayan” demeyi de unutmuş “teyze, yenge, abla” diyor. Vapurda “bildik” yok, “belli yer” kalmamış.
Ezan, artık inanana “Aziz Allah” dedirtmiyor, adamı ürkütüyor, “Lâ havle” dedirtiyor.
Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi. Mahalle kahvesi hiç kalmadı. Külhanbeylik, “haraçcılık” olmuş. Geceyle gündüz belli değil. Yollar, pislikle dolu mu dolu. Apartmanlarda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar, hepsi her gün bir olayla dertli…
Elektik, muma, gaz lâmbasına muhtaç ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte, çeşmeler musluksuz. Kalanların kitâbeleri, aynaları, kırılmayı bekleyen boynu bükük zavallılar…
Küllük; eğri büğrü merdivenli, yamrı yumru duvarlı otomobil meşheri, seyyar satıcı pazarı. Çiğ renkli kilimler duvarlara asılmış, gözleri zedeliyor. Pislik birikintileri ayakları kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram. Borazanlı satıcıların sesleri kulakları tırmalıyor ve bu “meydanlıkdan çıkmış…” meydanın sonunda, irfan merkezimiz Üniversite!…
Çalışanın hatırı mı sorulu?…
Tanıyan mı var onu?
Selâm, bir “gericilik”, hiç böyle şey olur mu?… Ne ilkel töre!… “Uğurlar olsun” ne demek? Dense bile, yok buna karşılık veren. Masaya oturanın “âfiyet olsun” demesine şaşanlar bulunur. “Nereden tanıyor ki bu bizi” diyor içinden ve cevap bile vermiyor…
Beş kişi bir araya gelse, beşi de bağıra bağıra konuşuyor bugün… Yâhut “eee…. iiii…. uuuu…” diye inleye inleye, kesik konuşmak moda olmuş.
İnanca, dîne, îmâna saygı değil “sövgü” var artık.
Müzik piçleşmiş… ne doğulu, ne batılı. Fakat şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil… Ve “biraz” değil; çok, pek çok zırdeli…
Ve biz, bu ülkede artık garîbiz:
“Gah olur gurbet vatan, gâhî vatan gurbetlenir…”
***
Pek sevdiği Necmeddin Okyay Hoca’nın 1976 yılının ilk ayına tesâdüf eden 23 Muharrem 1396 Pazartesi günü âlem-i mânâya göçüşü üzerine Gölpınarlı’nın düşürdüğü târihi de burada zikr etmezsek olmaz:
Muharrem’de kılıp Şâh-ı Şehîdân’a fedâ cânın
Makām-ı pâki oldu şüphesiz me’vâ-yı İlliyyîn.
Çıkıp bir nezr-i Mevlânâ dedim târîhini Bâkî:
Semâ-yı hubb-ı Ehl-i Beyt’e bir şems oldu Necmeddîn
1414 – 18 (nezr-i Mevlânâ ) = 1396.
Şu perîşan satırları, Bâkî Hoca’nın vefâtı üzerine Ali Akbaş’ın yazdığı kıt’ayla bağlayayım:
“Bezmimizde ecel sâkî,
Oluruz Hakk’a mülâkî
Değil bâkî Abdülbâkî,
Hüve’l-Bâkî, Hüve’l-Bâkî”
Prof. Uğur Derman