1949-1953 yılları arasında, Üsküdar’dan tramvayla Haydarpaşa Lisesi‘ne tahsîlim için gider gelirdim. Mektebimiz, o zamanlar, Nümûne Hastahânesi’nin karşısındaki târihî binâsındaydı. Bâzı sabahlar, Çiçekçi durağından binerek Kadıköy istikāmetine giden muhterem bir zât, hiddetlenmeye müheyyâ bakışlarıyla dikkatimi çekerdi. Sarıdan mübeddel, ortası bukleli, özenle taranmış bembeyaz saçları, ince altın çerçeveli gözlüğü, onun husûsiyetlerindendi.
1953‘den sonraki üniversite yıllarımda Bayezid meydanı ve Üniversite Kütübhânesi’nin bulunduğu Süleymâniye yolu üzerinde de bâzan karşılaştığım aynı zâtın hem kimliğini, hem de Mevlânâ ve Mesnevî araştırmalarıyla meşgalesini herhalde o sıralarda öğrenmiş olmalıyım.
1955 yılında Hezârfen Üstad Necmeddin Okyay‘a (1883-1976) talebe oldukdan sonra, ders esnâsında Abdülbâkî Gölpınarlı (11200-1982, Resim 1) adını daha sık duymağa başladım; çünkü hocamızın ahıbbâsı arasında önde gelenlerdendi. Okyay, birçok hünerinin yanısıra, ebcedle târih düşürmenin de ustasıydı. Arûz tahsîli görmediği halde, hâfızı olduğu Kur’ân-ı Kerîm‘in nazmî âhengi sâyesinde söylediği târihleri ekseriya mevzun düşürür, üstüne ilâve ettiği mısrâlarla murabba’ veya müseddes şekline getirirdi. Şâyed o mevzûda ilham vâkî olmazsa Abdülbâkî Bey’e haber salıp manzûmenin tamamlanmasını isterdi. İşte böyle bir arzûsu, benim de Gölpınarlı’yla tanışmama vesîle oldu. Şöyle ki: Necmeddin Efendi 1957 yılı Kasım ayında, kendisinin zorlu bir prostat ameliyatını başarıyla gerçekleşdiren Dr. Ali Eşref Gürsel‘e (ö.1979), manzum bir şükran ifâdesini ta’lîk hattıyla yazıp hediye etmek istedi; fakat metni bir türlü tamamlayamadı. Derse gittiğim vakit: “Evlâdım, Üniversite Kütübhânesi’nde Abdülbâkî Bey’i bulup şu manzûmenin itmâmı için ricâmı söyle” dedi. Ben de üstâdımın emrini yerine getirmek üzere Kütübhâne’ye gittim. Gölpınarlı Hoca’yı çalıştığı mütâlaa salonunda buldum. Kendimi tanıttıktan sonra, Necmeddin Efendi’nin selâmını ve arzûsunu söylediğimde: “Otur evlâdım” dedi. Hemen sigarasını yakarak önüne bir tabaka kâğıd çekdi. Kalemini eline almasıyla bırakması arasında ancak yirmi dakîka geçmişdi ki, dört beyitlik manzume, müsveddesiz olarak kâğıda dökülmüşdü bile… Dîvan şâirlerinin “bi’l bedâhe” dedikleri tarzda yazabilen Gölpınarlı’nın nasıl olup da Dîvan Edebiyâtı Beyânındadır isimli o aykırı eseri kaleme aldığına, sonraki yıllarda hatırladıkça, hep üzülmüşümdür. “Al evlâdım, bunu Hoca’ya götür, ihtiramlarımla teslim et” diyerek kâğıdı bana verdiğinde, bu inşâd sür’atinden dolayı hayretlere garkolmuştum. Bir sûreti elimde olduğu için, 20 dakîkada zuhûr eden kadîm tarzdaki bu şükran ifâdesini buraya naklediyorum:
“Kıdve-i hayl-ı etibbâ, nâmdâş-ı Murtazâ,
Vâris-i Lokman Hekim, hâzık-ı ehl-i nehâ.
Mîr Ali Eşref ki, yektâdır hazâkatde, anın
Her demi enfâs-ı Îsâ, mu’ciz ü sıhhat-nümâ.
Hak buyurmuşdur kelâmında, kelâmı ayn-ı zât,
Herkesi ihyâ demekdir, bir kese vermek şifâ.
Rabb’ine şükr eylemez, şükr etmeyenler abdine,
Necmi şâkirdir sana ey Mîr Eşref, bin yaşa!” (Şubat 1958)
Necmeddin Efendi’nin 5 Ocak 1976‘daki vefâtı üzerine Bâkî Hoca Milliyet Sanat Dergisi‘ne (sayı: 168, târih: 23 Ocak 1976) yazdığı o duygu yüklü yazısında (s. 10-11, 31) Necmeddin Hoca’nın tarih düşürme merakına şöyle temâs ediyor: “Necmeddin Okyay târih düşürmeye de pek meraklıydı. Arûz veznini pek âlâ bilirdi; fakat bâzı terkib tarzında düşürdüğü târihler üzerinde uğraşmaz, bana verir; yâhud yollardı. Ben de onları vezne uydurur, kıt’alarını yazıp kendisine verir, yâhud yollardım”. Yine Necmeddin Efendi’nin, hocası Sâmi Efendi için düşürdüğü vefât târihinin üstüne, onun ricası üzerine Bâkî Hoca şu iki beyti ilâve etmişdir:
“Tünd-bâd-ı merk-i bîpervâ , esip hayfâ, yine,
Kaldı san’at gülşeni, bir kāmet-i şimşâdsız
Hâme-i takdîr, hat çekdi, vücûd-ı zâile
Nokta-i bîharfe döndük, neş’e-i mûtâdsız
Serfurû eyler cihân, târîh-i Necmeddîn için
Göçdü Sâmi, kaldı Râkım mesleki üstâdsız”
1333 – 3 (cim)= 1330
Abdülbâkî Hoca’yla görüşmelerimiz Bayezid meydanında, Üniversite Kütübhânesi müdîri Nureddin Kalkandelen‘in (11202-1974) odasında veya Necmeddin Efendi’nin Üsküdar Toygartepesi’ndeki evinde karşılaştıkça sürüp gitti.
Gāliba 1967 yılıydı, her iki üstad Vakıf Gurabâ Hastahânesi‘ne, aynı odada ve yanyana karyolalarda -tıbbî bakımdan geçmek üzere- yatmışlardı. Ziyâretlerine gittikçe hoş sohbetlerini dinlemek nasîbim olurdu. Bunlardan birinde Bâkî Hoca’nın okuduğu şu Fârisî beyit hâlâ hatırımdadır:
“Dâne-i fülfül siyâh û hâl-i mehrûyân siyah,
Her dü cân sûzend ammâ, în gücâ vü an gücâ?”
(Biber tânesi de, ay yüzlü güzellerin ben’leri de siyahdır.
Her ikisi de can yakar ammâ; bu nerede, o nerede?)
O sıralarda, Gölpınarlı Hoca benden celî ta’lîk hattıyla bir “Meded Yâ Ali” yazmamı istedi. Günlük meşgalem arasında fırsat bulup yazdımsa da, etrâfını ebrî kâğıdıyla bezeyip çerçevelemem gecikti. Hakk-ı nâçîzânemde “Kezzâb! Kezzâb!” diyerek iltifât! ettiğini sağdan soldan duymağa başlayınca müteessir oldum. Çünkü yazının teslim tarihine dâir kendisine bir söz vermiş değildim. Bunun üzerine, aynı yazıyı isteyen Mevlânâ Müzesi Müdîri Necâti Elgin‘e (ö.1977) hediye ettim (Resim 2). İlk karşılaşmamızda da Bâkî Hoca’ya: “Kezzâb diye beni yalancılıkla suçlamanız çok gücüme gitti Hocam. Artık bu kanaatinizin değişmeyeceğini düşündüğüm için, benden istediğiniz yazıyı Necâti Bey’e verdim” dedim. Gölpınarlı Hoca, bu sözlerime kızmak ne kelime, âdeta köpürdü ve o günden sonra on yıl kadar benimle değil konuşmak, selâmı, sabâhı bile kesdi!
Görüşmediğimiz uzun seneler içinde hat ve sâir kitab san’atlarına dâir makāle, ansiklopedi maddesi, konferans, hattâ kitab yazmak gibi ciddî faâliyetlerim, bunları tâkib ettiğini öğrendiğim Abdülbâkî Hoca’nın alâkasını çekmiş olacak ki, Süleymâniye Kütübhânesi müdîri Muammer Ülker‘in (1932-2017) odasında birgün karşılaştığımız vakit: “Uğur, evlâdım, ben seni yanlış tanımışım” cümlesiyle başlayan -istihkākımın fevkındeki- mültefit sözlerinden sonra, musâfahada bulunduk ve o anda aramızdaki buzlar eridi.
Dâveti üzerine, müşterek dostumuz Hasan Âli Göksoy‘la (1939-2010) berâber Üsküdar / İhsâniye‘deki evine gitmeğe başladım, musâhabelerimiz artık orada devâm etti. Bu vesileyle, kendisinin ömür muhassalası gibi gördüğüm “garîb” redifli o müstesnâ gazelini buraya alıyorum:
“Gurbet-ender-gurbet içre olmuşum cânâ garîb
Şimdi âlemde benim ben, bî-emel yektâ garîb
Hânumânım bâde vermiş gird-bâd-ı rûz-gâr
Âşinâ yok derdime, dil gavta-zen, deryâ garîb
Neş’e-i ümmîd nâ-peydâ, şikeste câm-i mey
Kalmamış yârân bu meclisde, bu şeb sahbâ garîb
Hatt-ı nâ-fercâmımı yok bir bakıp fehm eyleyen
Her görüp seyr ettiğim sîmâ-yı bî-mânâ garîb
Mâ’bedim kâşânelerle sanki gark-âb-ı memât
Kalmamış seng-i mezârım, mevt-i bî-pervâ garîb
Şâhidim, şehdim, şuhûdum, sanki olmuş bir serâb
Düşdüğüm bîgânelik bezmindeki feyfâ garîb
Yok dilimden anlayan bir hemdemim, bir mahremim
Sanki zât-i pâk-i Hakk’la olmuşum râ’nâ garîb
Gök o gök ammâ, ne çâre yer değil artık o yer
Ben bu yerde olmuşum bîçâre vü bîcâ garîb
Nağme-i şevk u tarâb olmuş cünûna müntehî
Beste çılgın, güfte mecnûn, tenni tennennâ garîb
Dilkurum sa’yiyle oldu defter ü dîvân-ı dîl
Nazmı nesrinden beter her sûret-i inşâ garîb
Hâl-i zâr-ı bî-karâr-ı derd-i bî-dermânımı
Sanki vaktiyle demiş bir âşık-ı şeydâ garîb
“Gâh olur gurbet vatan, gâhî vatan gurbetlenir”
İşte şimdi oldu Bâkî, hâliyâ dünyâ garîb
Gönlüm ister gitmeyi cânâ, bu mâtemhâneden
Korkarım ki gittiğim yer de olur ammâ garîb”
Bu gazeli inşâd ettikden sonra bir gün, Dîvan Edebiyâtı Beyânındadır‘a bir reddiye, hiç olmazsa bir tavzîh yazması zamanının gelip de geçtiğini hatırlatmam üzerine verdiği cevap, kendisinin de bunu bir îmâlat hatâsı olarak gördüğünün tezâhürüdür: “Sorma, vaktiyle bir b.kdur yedik. Dediğini inşaallah yazacağım“. Bunu gerçekleştirmeğe Hoca’nın ömrü yetmedi ama, ben kendisi için “kezzâb” demeyi hiç düşünmedim, çünkü sözlerinde samîmî olduğundan emindim.
(Devâmı önümüzdeki haftaya…)
Prof. Uğur Derman
Resimaltları:
Resim 1: Abdülbâkî Hoca, Mevlevî kisvesiyle.
Resim 2: Bâkî Hoca’nın istediği, fakat kendisine veremediğim “Meded Yâ Ali” yazısı.