Abdülbâki Baykara Dede – Yenikapı Mevlevîhânesi’nin Son Şeyhi, Müderris, Mûsikişinas, Şair

A+
A-

Abdülbâki Baykara Dede (ö. 1935)

(Yenikapı Mevlevîhânesi’nin Son Şeyhi, Müderris, Mûsikişinas, Şair)

TEKKE KAPISI – BAYRAM ALİ KAYA

Abdülbâki Baykara Dede

Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi olan Abdülbâki Baykara Dede, Mehmed Ziyâ’nın kaydettiğine göre, 15 Ramazan 1300 (20 Temmuz 1883) ta­rihinde, Çarşamba gecesi saat üç sıralarında Yenikapı Mevlevîhânesi’nin harem dâiresinde dünyaya gelmiştir.1042 Asıl adı, Defter-i Dervîşân’da da kaydedildiği üzere Mehmed Abdülbâki olup1043 babası, anılan dergâhın ken­disinden önceki şeyhi Mehmed Celâleddin Dede, annesi ise Nazife Zeliha Hanım’dır (ö. 1333/1914).1044

Kendisine büyük dedesi Abdülbâki Nâsır Dede’nin adı verilen Abdülbâki, 1304/1887 tarihinde, dört yaşında iken aynı zamanda ilk hocası olan büyük­babası Osman Selâhaddin Dede’den “bed-i besmele” eyleyerek eğitim haya­tına adım atmıştır. Ayrıca mevlevîhâne civarında, Sahîh Ahmed Dede’nin türbesinin karşı tarafında bulunan kurrâhânede altı yaşına kadar, yaklaşık iki yıl Muallim Mûsâ Dede’den Kur’ân-ı Kerîm ve tecvid okumuş, dergâh civarındaki sıbyan mektebinden başka 1305/1888 yılında Molla Gürânî semtinde bulunan Dârüttahsil adlı özel bir okula devam etmiş, 1314/1897’de ise Davudpaşa Rüşdiyesi’ni bitirmiştir.1045

Çocukluk yılları, Sultan II. Abdülhamid’in saltanat yıllarında ve âdetâ Yenikapı Mevlevîhânesi’nin sıkı bir şekilde gözetim altında tutulduğu dö­nemde geçen Abdülbâki Dede, on iki yaşında iken semâ meşk etmiş,1046 rüşdiye eğitiminin ardından ise devrin birçok tanınmış âliminden ders­ler almak sûretiyle kendisini yetiştirmiştir. Abdülbâki Dede, bu çerçeve­de babasından Mesnevî,1047 Tâhirü’l-Mevlevî’den Pend-i Attar, Demircili Ahmed Fuad Efendi’den sarf, nahiv ve mantık; onun memuriyetle taşra­ya tâyini üzerine Beyazıt Umûmî Kütüphanesi’nin hâfız-ı kütübü İsmail Sâib Sencer’den 1322/11204 yılına doğru meânî, kelâm, akâid, Şifâ-i şerîf ve Buhârî-i şerîf; daha sonra Sütlüce Hasîrîzâde Sa‘dî Dergâhı Şeyhi Elif Efendi’den Mesnevî ve tasavvufla ilgili bazı kitaplar; Mesnevîhân Selânikli Mehmed Es‘ad Dede’den Zevrâ okumuş ve 1324/11206 yılında Hasîrîzâde Elif Efendi’den Mesnevî icâzeti, 1326/11208’de ise İsmail Sâib Sencer’den ilmiye icâzetnâmesi almıştır.1048

Abdül’baki Dede’nin sikkeli çocukluk resmi

Abdülbâki Baykara Dede, anılan bu isimlerin, özellikle de eğitim hayatın­da çok önemli yeri olan Hasîrîzâde Elif Efendi ile Mesnevîhân Selânikli Mehmed Es‘ad Dede’nin yanı sıra, her hafta düzenlenen Mevlevî âyinleri vesilesiyle dergâhı ziyârete gelen dönemin önde gelen diğer ilmiye, devlet erkânı, edip ve şairlerinden de istifade etmiş olmalıdır. Abdülbâki Dede’nin, Mevlevîlik’in yanı sıra Hamzavîliğin son temsilcilerinden Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin oğlu Seyyid Ahmed Muhtar’a (ö. 1933) da intisabının olduğu; hattâ bunun kendisi vasıtasıyla gerçekleştiği Abdülbâki Gölpınarlı tarafından nak­ledilmekte birlikte, Mustafa Erdoğan’ın bildirdiğine göre şeyh efendinin oğlu Rüsûhi Baykara, Gölpınarlı’nın Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik adlı eserinin kendisinde bulunan nüshasında bu iddinanın yanına, “haberimiz yok” kay­dını düşmüştür. Yine Erdoğan’ın belirttiğine göre, bu bağlanma rivâyeti baş­ka hiçbir kaynakta geçmediği gibi, Abdülbâki Dede’nin şiirlerinde de bunu îmâ edecek bir ifade bulunmamaktadır.1049

Yukarıda ilgili fasılda da değinildiği üzere 1877’den itibâren rahatsızlığı artmaya başlayan babası Mehmed Celâleddin Dede’nin hastalığı sebebiyle âyinleri icrâ edemeyecek duruma gelmesi üzerine, bizzat babası tarafından Konya’ya müracaat edilmiş ve Abdülbâki Dede, Abdülvâhid Çelebi’nin iz­niyle 1320/11203’den itibâren mevlevîhânede babasına vekâleten İsm-i Celâl ve mukâbele icrâsına başlamıştır.1050

Abdül’baki Dede’nin çocukluk resmi.

Dergâha vekâleti öncesinde, tahminen 1318/11200-11201’de ve on yedi-on se­kiz yaşlarında evlenen Abdülbâki Dede’nin ilk eşi Ayşe Şevkiye Hanım’dır. Bu evlilikten Gavsi ve Mehmed Celâleddin Baykara1051 adında iki oğlu ile Fatma Kerrâ adlı bir kızı dünyaya gelmiştir. Abdülbâki Dede, pek mutlu ola­madığı; hatta hayli üzülmesine yol açtığı belirtilen ilk eşinden 1330/1912-1913 yılında ayrılmak zorunda kalmış ve aynı yıl içinde Mustafa Münif Paşa’nın evlatlığı Emine Güzîde Hanım (ö. 1969) ile evlenmiştir. Âdetâ yeniden hayata dönen, üzüntü ve kederi bir anda kaybolan Abdülbâki Dede’nin bu evliliğinden ise Rüsûhi ve Nazife Gevher isminde iki çocuğu olmuştur.1052

Şeyh efendinin ayrıca, büyük oğlu Gavsi Baykara’dan Zahrüd-din Lâmi ve Ekrem adlı iki erkek, Hadrâ adlı bir kız torunu ol­muştur. Oğlu Mehmed Celâleddin Baykara’dan ise Gülçin Boya-cıyılmaz, Nurçin Atalay ve Perrîn Ballı adlı üç kızı ve Erçin ile Abdülkâdir Baykara adlı iki erkek torunu dünyaya gelmiştir. Abdülbâki Dede’nin büyük kızı Fatma Kerrâ Hanım (ö. 1953), Hava Albay Nâim Bürküt ile evlenmiş ve bu evlilikten ise Akgül Söker ve Güzîde Özgül Bürküt adında iki kız torunu olmuştur. Abdülbâki Dede’nin ikinci hanımından olan oğlu Rüsûhi Baykara’dan Bâki Baykara adlı tek çocuğu dünyaya gelmiş; Nâmık Celasun ile evle­nen küçük kızı Nazife Gevher’den (ö. 1954) ise Ali Memduh Cela-sun adlı bir torunu olmuştur.1053

Abdül’baki Dede’nin hırka ve sikkeli çocukluk resmi

Abdülbâki Dede, babası Mehmed Celâleddin Dede’nin vefatından sonra Yenikapı Mevlevîhânesi’ne asâleten şeyh tâyin edilmiş; an­cak meşîhat işlemi meşrûtiyetin ilanından sonra ve biraz gecikme­li bir şekilde, 25 Cemâziyelâhir 1326 (24 Temmuz 11208) tarihin­de gerçekleşebilmiştir.1054 Mehmed Ziyâ, Abdülhalim Çelebi’nin Abdülbâki Dede’nin şeyhliği konusunda sarayın o günkü siyasetini dikkate almak sûretiyle mütereddit davrandığını, bir diğer ifadeyle Yenikapı Mevlevîhânesi’nin o günlerde saray nezdindeki konumu gereği bir nevi geciktirdiğini belirtmektedir.1055 Diğer bazı kaynak­lara göre ise esas sebep bu değildir; zîrâ Osmanlı Arşivleri’ndeki 15 Cemâziyelevvel 1326 (14 Haziran 11208) tarihli belgede kaydedildi­ği üzere Abdülhalim Çelebi, Yenikapı Mevlevîhânesi postnişînliği için zamanında talepte bulunmuş; ancak İstanbul’a çok sık gelip giden; hatta Sultan Mehmed Reşad döneminde bu davranışı yü­zünden sarayın hayli tepkisini çeken çelebinin bu talebi hemen kabul görmemiştir.1056

Abdülbâki Dede’nin çelebilik makamından, Konya’da Âteşbâz Veli Zâviye-dârı ve aynı zamanda Osman Selâhaddin Dede’nin derviş­lerinden biri olan Yakup Dede vasıtasıyla gönderilen meşîhatnâmesi, 24 Temmuz 11209 tarihinde Yenikapı Mevlevîhânesi’nin semâhâne-sinde aralarında devlet ricâlinin de bulunduğu geniş bir davetli topluluğunun huzurunda ve Bahâriye Mevlevîhânesi Postnişîni Hüseyin Fahreddin Dede tarafından okunmuş, Abdülbâki Dede’nin hocası ve Meclis-i Meşâyih Reisi Mehmed Elif Efendi tarafından edilen duâ ve okunan Fâtihadan sonra eski usul üzere “Mübarek Bâd” Mevlevî gülbângı okunmuştur. Abdülbâki Dede, postnişînliğe tâyininden üç ay sonra Abdülhalim Çelebi tarafından aynı zaman­da dergâhın mesnevîhânlığını yürütmekle görevlendirilmiş,1057 kısa bir süre sonra ise Meclis-i Meşâyih âzâlığına atanmış ve bu görevini 1336/1917-1918 tarihinde azledilinceye kadar yaklaşık dokuz yıl sürdürmüştür.1058

Abdülbaki Dede hocası ile

Şeyh Mehmed Celâleddin Dede döneminde, 11206 yılında çıkan yangın­da tamâmen yanan Yenikapı Mevlevîhânesi’nin âdetâ yeniden inşası, şehzâdeliği sırasında Osman Selâhaddin Dede’ye intisap eden ve kendi­sine “pederim”, oğlu Mehmed Celâleddin Dede’ye “birâderim” ve toru­nu Abdülbâki Dede’ye ise “oğlum” diyecek kadar âileyi çok seven Sultan Mehmed Reşad tarafından gerçekleştirilmiştir. Abdülbâki Baykara Dede döneminin önemli icrâatlarından biri kabul edilen bu tamirat için, Mimar Kemâleddin Bey’in başkanlığında bir heyet kurulmuş ve verdikleri rapor üzerine 1328/1910 tarihinde enkaz kaldırılmıştır. İki ay sonra düzenlenen resmî törenle Şeyhülislâm Pîrîzâde Sâhib Molla Bey tarafından yeniden inşâ edilecek dergâhın temeli atılmış ve inşası, yaklaşık üç yıl sonra, “Küşâd-ı Bâb-ı Rızâ” tamlamasının karşılığı olan 1331/1913 tarihinde tamamlanmış, Abdülbâki Dede’nin gülbâng-ı Mevlevî kıraatına muvaffak olduğunu belirtti­ği resmî açılış törenine Sultan Reşad da katılmıştır.1059

Sultan Reşad’ın oğulları Mehmed Ziyaeddin ve Ömer Hilmi Efendi Yenikapı Mevlevihanesinde

Aynı zamanda şeyh efendi ile pâdişâh arasındaki samimiyetin derecesini de gösteren şu anekdot da hayli mânidârdır:

Abdülbâki Baykara Dede, I. Dünya Savaşı’nın başladığı sıralarda, esâsen uzun süreli bir savaştan yeni çıkmış olan halkın içinde bulunduğu durumu Sultan Reşad’a iletmiş ve yeni bir savaşa girilmemesi hususunda telkinde bulunma­ya çalışmıştır. Ancak bu konuda kendisi gibi düşünmediği anlaşılan pâdişâh, Abdülbâki Dede’ye “Oğlum, bu harbin iki netîcesi vardır. Gâlibiyet ve mağlûbiyet… Eğer gâlib gelirsek bizim menfaatimizedir. Milletin menfaatine mâni olmak ise hıyânettir. Mağlûp da olabiliriz; fakat bu deliler (yani İttihat­çılar) bir defa karar vermişler ve girmişler, mâni olmanın imkânı yok. Önleri­ne geçerek mâni olmaya çalışsam beni mahvederler. Bu ise büsbütün delilik olur” karşılığını vermiştir.1060

Abdül’baki Dede ve Hüseyin Fahreddin Dede Mevlana Türbesi Kapısı önünde.

Abdülbaki Dede ve Konya Mevlana Dergahı Dedeleri

Abdül’baki Dede (Mevlevi Alayı binbaşısı kıyafetiyle)

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği dönemde, hem Süveyş Kanalı’nı İn­gilizlerden geri almak için yapılan kanal harekâtına katılmak üzere, hem de Şam’daki Türk ordusuna moral vermek amacıyla “Mücâhidîn-i Mevleviyye” adıyla bir gönüllü alayı oluşturulmuştur. Rüsûhi Baykara, Mücâhidîn-i Mev-leviyye Alayı’nın oluşturulma sebebini şöyle açıklamaktadır: “Harbe fiilen girmiştik. Yapılacak tek çare kalmıştı. Umûmi seferberlik ilânıyla cephelere asker sevki. Hükûmet harbin bu gibi maddî cepheleriyle uğraşırken, mânevî cepheyi de ihmal etmek istemiyordu. İstikbâlin çok karanlık olduğu görülen bu bâdirede, milletin mânevîyâtını takviyeye lüzum görülüyordu. Osman­lı pâdişâhının aynı zamanda Müslümanların halîfesi olmasından istifâdeye kalkan hükûmet, bir ‘Cihâd-ı Mukaddes’ ilan etdi. Bununla, düşmanları olan İngiliz ve Fransızların idâresi altında yaşayan Müslümanları onlar aleyhine ayaklandıracak ve gûyâ onların başına muazzam bir gâile açacaktı. Hatta Şeyh Senûsî, etrâfındaki mücâhidlerle bu Cihâd-ı Mukaddes’e katıldı; ama Suriye ve Arabistan’daki Araplar, İngilizlerle beraber bize karşı savaştılar. Senegalli Müslümanların Çanakkale’de âdetâ hayatlarını istihkâr ederek as­kerlerimize hücûmları da mâlum. İşte halkın mâneviyâtını takviye­ye lüzûm gören hükûmetin düşündüğü ve fiiliyâta çıkardığı diğer bir teşebbüs de ‘Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı’dır.”1061

Abdül’baki Dede, Veled Çelebi ve Mevlevi Alayı Konya Mevlana Tür’besi önü

 

Abdülbâki Baykara Dede’ye verilen takdir belgesi

Yine Rüsûhi Baykara’nın bildirdiğine göre, İstanbul’da Mevlevî şeyh ve dervişlerinden bir alay oluşturulmuş, bütün Mevlevîlerin bu alaya kayd olunması bildirilmiş, dervişler nefer, onbaşı, çavuş; şeyhler ise çeşitli rütbelerde subay yapılmışlardır. Bu alaya diğer tarîkatların yanı sıra hiçbir tarîkata bağlı olmayan gönüllüler de katılmış; fakat hepsinin başına birer Mevlevî sikkesi giydirilerek Mevlevî sayılmışlardır. Ayrıca alayın başına Veled Çelebi İzbudak alay kumandanı olarak tâyin edilmiş, alay sancağını Konya’da bu­lunan Veled Çelebi’ye verme görevi ise onun İstanbul’daki Kapı Çuhadârı (vekil-i umûru) olan Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbâki Baykara Dede’ye tevdî olunmuştur. İstanbul’da Har­biye Nezâreti önünde yapılan merâsimde Abdülbâki Dede, Veled Çelebi’ye vekâlet ederek Mevlevî gülbângı okumuştur. Yapılan sâir duâların akabinde alay sancağı Abdülbâki Dede’ye verilmiş ve onun başkanlığındaki kafile, sancak Veled Çelebi’ye teslim edil­mek üzere Konya’ya doğru yola çıkmıştır. Konya’da diğer yerler­den gelen Mevlevîlerle kadrosunu tamamlamış olan alay, Mevlânâ hazretlerinin türbesi önünde yapılan merâsimden sonra, başla­rında sikkeleri ve dervişâne kıyafetleriyle Konya’dan Ankara’ya gelmiş, hükümet meydanında yapılan merâsim sonrasında, Veled Çelebi’nin kumandası altında Şam’a hareket etmiştir. Şam’daki Dördüncü Ordu emrine verilen alayın fertleri, orada çeşitli birlik­lere verilmek sûretiyle eğitim altına alınmışlardır.1062

Mevlevî Alayı’na 1915 yılında ve binbaşı rütbesiyle kumandan ve­kili olarak katılmış olan Abdülbâki Baykara Dede, alayla birlikte Şam’a gitmiş; ancak hastalığı sebebiyle bir süre sonra İstanbul’a dönmek zorunda kalmış ve kendisine hizmetlerinden ötürü Harbiye Nezâreti tarafından pâdişâh adına bir takdir belgesi verilmiştir.1063

Abdül’baki (Baykara) Dede (ortada), Abdül’baki Gölpınarlı (solda) ve Ali Nihat Tarlan (sağda)

Yenikapı Mevlevîhânesi’nde yaklaşık on yedi yıldır sürdürmekte olduğu postnişînlik hizmeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 30 Kasım 1925 yılında kabul edilen ve 13 Aralık 1925 yılında yü­rürlüğe giren tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu ile resmen sona eren Abdülbâki Baykara Dede’nin, tekkelerin kapatılması son­rasında, diğer Mevlevî tekkelerinde de uygulandığı üzere “kayd-ı hayat” şartıyla, yani ölünceye değin ve sadece dergâhın, esâsen Osman Selâhaddin Dede’nin özel mülkü olan harem dâiresinde ikâmetine izin verilmiştir. Ayrıca dergâhın selamlık binası ilk mektep hâline getirilmiş, semâhâne ve türbe mühürlenmiş, vakıf gelirleri de kesildiği için Abdülbâki Dede hayli geçim sıkıntısı çek­miştir. Maîşet temini için farklı iş ve yerlerde çalışmak zorunda kalan; hatta daha sonra tekkeden de taşınmak durumunda kalan Abdülbâki Baykara Dede, bir süre Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu üyeliği, İstanbul Türk Ocağı müdürlüğü, Halk Fırkası’nda memurluk, 1924-1933 yılları arasında ise M. Fuad Köprülü’nün delâletiyle Dârülfünûn İlâhiyat ve Edebiyat Fakültelerinde Farsça hocalığı gibi görevlerde bulunmuştur. Dârülfünûn’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesinden bir yıl sonra görevine son veri­len ve farklı kurumlara başvurmak sûretiyle iş arayışını sürdüren Abdülbâki Dede’nin son resmî görev yeri ise Bakırköy Bezezyan Ermeni Lisesi olmuş ve burada ancak birkaç ay edebiyat öğretmenliği yapabilmiştir.1064

Abdülbaki Baykara Dede’nin öğretmenlik yılları.

İlgili kanunla birlikte Baykara1065 soyadını alan, âilesinin sekizinci, Yenikapı Mevlevîhânesi’nin ise yirminci şeyhi olan Abdülbâki Baykara Dede, bir yan­dan aynı zamanda ırsî olduğu belirtilen astım hastalığı, bir yandan da son dönemlerinde mâruz kaldığı ve her geçen gün şiddetini artıran geçim sıkıntı­sının dayanılması zor ağır yükü altında hayli bunalmış; “Alsa harîm-i izzete bârî Hüdâ beni” mısraında dile getirdiği duâsı kabul olunmak sûretiyle, 24 Zilkâde 1353 (28 Şubat 1935) tarihinde ve elli bir-elli iki yaşlarında iken vefat etmiştir. Abdülbâki Dede’nin nâşı vefatının ardından dergâha götürülmüş ve arzu edenlerin ziyaret etmesi için Cuma günü de burada kalmış, Cumar­tesi günü Merkez Efendi Câmii’nde öğle namazının ardından kılınan cenâze namazı sonrasında ve “Mâdem dergâhın ilk şeyhi orada, son şeyhi de orada olsun” diyerek yaptığı vasiyeti üzerine, Hâmûşân’a, dergâhın ilk postnişîni Kemâl Ahmed Dede’nin yıllarca yaşadığı söylenen ağaç kovuğu yerine diki­len taşın yanına defn edilmiştir.1066

Vefatı üzerine birçok seveni ve dostu tarafından tarihler düşürülmüştür. Ağaşıdaki örnekler, Suûd Yavsî’nin ve Ahmed Remzi Akyürek Dede’nin, ki bir­den fazla tarih düşürmüştür, kaleme aldığı tarihlerden sadece iki tanesidir:

Abdülbâki Baykara Dede’nin aile kabristanı

Çıkdı bir âh-ı tahassür ile târîh-i tamam
Gitdi Mevlâ diyerek rûh-ı revân-ı Bâkî1067

İki târîhi Remzî bir çıkardım kilk-i fânîden
Bin üç yüz elli üçdü Şeyh Bâkî göçdü bâkîye1068

Yenikapı Mevlevîhânesi’nin Nakşibendîliğin Hâlidîlik koluna dönüşmekle itham edildiği bir ortamda yetişmiş olması hasebiyle, Abdülbâki Baykara Dede’nin de dinî konularda hayli hassasiyet gösterdiğini şu rubâisinde de açıkça görmekteyiz.

Rubâi

Allah’a şükür ki Müslümânım ben
Bir dîni bütün, sâhib-i irfânım ben
Kur’ân’a muhâlif sözü almam gûşa
Ser-tâ-be-kadem bende-i Kur’ân’ım ben1069

Birçok şiirinde, aynı zamanda Hz. Peygamber ve nesline karşı son derece sa­mimi ve hürmet dolu hislerle bağlı olduğu görülen Abdülbâki Baykara Dede, kendisine Osmanlı Devleti Nezâret-i Umûr-ı Dâhiliye’si tarafından verilen ve bir nevi resmî nüfus cüzdanı hükmündeki belgede belirtildiğine göre fizîki olarak, “uzun boylu, elâ gözlü, beyaz sîmâlı, dervişlik ve dedelik dönemin­de sakallı”; kendisini yakînen tanıyanların, örneğin Mehmed Ziyâ’nın be­lirttiğine göre “karakter ve mîzaç itibarıyla ise halim, vakûr, zarif, safvet-i ahlâkiyeye sâhip, edîb, nüktedan, hoş sohbet ve son derecede nâzik bir kişi” olup tam bir İstanbul Efendisi idi. Reşad Ekrem Koçu’nun kaydettiğine göre, Abdülbâki Baykara Dede Mesnevî okuttuğu zamanlar, öğrencileri sadece bil­gisinin derinliğinden değil, konuşmasının düzgünlüğü ve akıcılığı ile sesi­nin tatlılığına da hayran kalırlardı. Kendisini yakînen tanıyanlardan biri olan Hüseyin Vassâf, onun “ilmi, fazileti, edeb ve terbiyesi yanında güzel ahlâk ve tevâzu sahibi oluşuyla iftihar edilecek bir zât” olduğunu dile getirmiş; ken­disinin yakın dostlarından biri olan Abdülbâki Gölpınarlı da, vefâtı üzerine kaleme aldığı yazısında Abdülbâki Dede’nin “nâzik, hoşsohbet ve nüktedân yönüne vurgu yapması yanında, onun özünün de yüzü kadar sevimli olduğu­nu ve aynı zamanda bir çocuk sâfiyetine sahip bulunduğunu” belirtmiştir.1070

İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın ifadesiyle “istediği konuda şiir söylemeğe muktedir mâhir bir şair” olan, bununla birlikte daha ziyâde dervişâne tarz­da yazan Abdülbâki Baykara Dede’nin Türkçe gazel, tahmîs, taştîr, murabbâ, muhammes, müseddes, muaşşer, müstezâd, kıt‘a, nazm ve rubâileri yanında; Farsça na‘tları, rubâileri ve yüze yakın gazeli bulunmaktadır. Klâsik edebi­yatın geleneksel nazım şekil ve türlerinin birçoğunda eser verdiği görülen, dönemin basın dünyasında şair olarak aranan, şiirleri edebî ve mizâhî der­gilerde yayımlanan Abdülbâki Dede, ebced hesabı ile manzum tarih düşür­mede döneminin en önde gelen şairi kabul edilmiştir. Aynı zamanda yakın dost ve hayranlarından olan ve daha ziyâde Suûdü’l-Mevlevî olarak anılan Suûd Yavsî, Abdülbâki Dede’nin, oğlu Rüsûhi Baykara’ya intikal eden şiir defterleri ile ayrıca bazı dergilerde neşredilmiş şiirlerinden derle­diği manzûmeleri bir dîvân tertibi şeklinde yazdığı ve Enfâs-ı Bâkî adını verdiği bir mecmuada toplamış, ardından Fatih’te bulunan Millet Kütüphanesi’ne hediye etmiştir.1071

Mehmed Ziyâ’nın, fıtratında şiire meyli ve yeteneği olduğunu be­lirterek dervişâne ve tarihî bazı şiirlerinin bulunduğunu belirttiği Abdülbâki Dede’nin, edebî yönünü tahlil etmek için büyük bir ki­tap yazmak gerektiğini dile getiren Gölpınarlı ise onun için, “Bâkî, en büyük şair değilse bile en büyük şairlerdendir” ifadesine yer vermiştir.1072 “Bâkî” mahlâsını kullandığı ve büyük çoğunluğunu aruzla kaleme aldığı Türkçe ve Farsça manzûme-lerinden hareket­le, klâsik edebiyatın zengin geleneğinden beslendiği görülen Abdülbâki Baykara Dede, Mahallileşme akımının da etkisiyle olsa gerek tercihini daha ziyâde sâde ve yerli bir şiirden yana kullan­mış; hatta bazı şiirlerinde mizah ve hiciv unsurlarına fazlaca yer vermiştir. Mustafa Erdoğan’ın ifadesiyle ise “Bâkî, genellikle klâsik tarzda şiirler yazmakla birlikte bazen, yazdığı bu şiirlerinde başlık kullanması, yeni kelimelere, yeni ve mahallî söyleyişlere yer vermesi gibi yönleriyle de bir bakıma daha önceden Nedîm’in açtığı ve Sünbülzâde Vehbî, Fâzıl-ı Enderûnî ve Yenişehirli Avni gibi şairlerin yürümeye çalıştıkları klâsik şiir içinde açılmış yeni­lik ve yerlilik yolunda ilerlemeye çalışmıştır. Abdülbâki Baykara murabba, muhammes gibi şiirlerinden başka bazı gazellerine bile başlık koymuştur. Ayrıca onun şiirlerinin önemli bir kısmının yek-âhenk denilen, yani tamamında aynı konunun işlendiği tarzda olması da onu klâsik şairlerimizden ayırmaktadır… ”.1073 Yine Erdoğan’ın belirttiğine göre, “Abdülbâki Baykara’nın şiirlerinde kullandığı dil genel olarak dönemin anlayışına uygun bir dildir. Abdülbâki Dede, ne Servet-i Fünûn şairleri kadar ağır, ağdalı, an­laşılmaz bir dil, ne de Millî Edebiyatçılar ve halk şairleri kadar sâde, yalın bir dil kullanmıştır.” Hece ölçüsüyle de şiirler kaleme alan, aralarında Nedîm, Üsküdarlı Tal‘at ve Yahya Kemâl Beyatlı’nın da bulunduğu birçok şairin gazeline yapılmış nazîreleri olan ve şarkıları da bulunan Abdülbâki Dede, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, başta tekkelerin kapatılması olmak üzere, toplumda ve de kendi özel hayatında meydana gelen âni ve şaşırtıcı değişiklik­leri mizâhî bir üslûpla ele aldığı “oldum” redifli bir gazel yazmış ve bu şiiri, sosyal hicvin başarılı örneklerinden biri kabul edilmiş­tir. Anılan şiir aynı zamanda, döneminde yaşanan bu değişiklik ve sarsıntıları, bizzat yaşayan bir görgü tanığının ağzından aktarılmış tarihî bir belge özelliğine sahip kabul edilmektedir.1074

Hüseyin Vassâf’ın ifadesiyle Abdülbâki Dede, “son derece renkli şiirleri olan, dîvân sahibi, şanlı bir şairdir ve yüksek bir ilmî olgun­luk seviyesine ve tasavvufî zevke sahiptir.”1075

Tâhir ü Bâkî’ye pey-revliktedir Remzî bekâ
Vakt olur derler cihânda nükte-gûlar var idi

dizeleriyle sona eren şiirinde, Abdülbâki Dede’nin şairlik yönünün yanı sıra derecesine de işaret edilmekte ve Abdülbâki Dede takip edilen, örnek alınan bir üstat olarak anılmaktadır. Şiirlerine aralarında İbrahim Fâik Bey ve İhsan Mahvî’nin de bulunduğu bazı şairlerce nazîreler yazıldığı; bazı şiirlerinden hareketle ise kendisinin Tâhirü’l-Mevlevî’yi üstât kabul ettiği görülmektedir.1076

Eserleri

A- Manzum Eserleri

  1. Türkçe Şiirleri/Enfâs-ı Bâkî. Şiirleri konusu üzerinde müstakil olarak du­ran Mustafa Erdoğan’ın tespitine göre, Abdülbâki Baykara Dede’nin şiirleri birçok şiir defterinde ve dağınık bir hâlde bulunmaktadır. Şairin vefatından sonra Suûd Yavsî, kendisine Rüsûhi Baykara tarafından geçici olarak verilen defterleri elden geçirmiş, kendince bir seçmeye tâbi tutmuş ve bazı düzelt­melerle bir dîvân hâline getirip Enfâs-ı Bâkî adını vermiştir. Eserin nüshası hâlen Millet Ktp., nr. 533/1’de bulunmakta; defterlerin orijinalleri ise Bâki Baykara’nın özel kütüphanesinde bulunmaktadır.1077
  2. Farsça Şiirleri. Aldığı eğitim ve içinde bulunduğu muhitin bir gereği olarak çok iyi derecede Farsça bilen Abdülbâki Dede, bu dille de şiirler yazmış, çeşit­li kâğıt ve defterlerde dağınık hâlde bulunan bu şiirleri de dostu Suûd Yavsî tarafından derlenip toparlanmış ve Enfâs-ı Fârîsî-i Bâkî adı altında bir araya getirilmiştir. Bu eserin aslı da Bâki Baykara’nın özel kütüphanesindedir.1078
  3. Hüsn ü Aşk Tiyatrosu. Mustafa Erdoğan, aruz vezniyle yazılan ve iki perde­lik manzum bir tiyatro niteliği taşıyan bu orijinal eserin Abdülbâki Dede’ye âidiyeti kesin olmamakla birlikte, şairin el yazısıyla kaleme alınmış olması­nın ve evrâkları arasında bulunmasının da ona âit olması ihtimalini güçlen­dirdiği, değerlendirmesinde bulunmuştur. Eser üzerinde ayrıca müstakil bir makale hazırlayan Erdoğan, Hüsn ü Aşk Tiyatrosu adlı eserin klâsik tarzda ve aruz vezniyle yazıldığını, kafiye bakımından mesnevî formunu hatırlat­makla birlikte içerik bakımından karşılıklı konuşmalardan oluşan manzum bir tiyatro niteliğinde olduğunu ve eserin bu yönüyle orijinallik arzettiğini belirtmiştir. Mustafa Erdoğan’ın tespitine göre tamamı doksan yedi beyitten oluşan eser, iki perde hâlinde yazılmıştır. Yine Erdoğan’ın belirttiğine göre, eserin birinci perdesi Şeyh Gâlib ile Esrar Dede’nin karşılıklı konuşmaları üzerine kurulmuş, ayrıca zaman zaman Mevlânâ, Mevlevîlik ve Hüsn ü Aşk üzerine de bilgiler verilmiş, yorumlarda bulunulmuştur. Eserin ikinci perde­sinde ise III. Selim’in kendi kendine ve Şeyh Gâlib ile yaptığı konuşmalara, ayrıca ara ara Osmanlı Devleti, yeniçeriler, Batı dünyası ve İslâmiyet’e dâir düşünce ve değerlendirmelere yer verilmiştir.1079

B- Mensur Eserleri

  1. Tuhfetü’s-Sâmi‘în. Eser, Mevlânâ hazretlerine atfedilen dokuz beyitlik “semâ” redifli şiirin Abdülbâki Dede tarafından yapılmış şerhinden oluş­maktadır. Yirmi varaktan ibaret olan eserin biri şairin kendisi, diğeri de yakın dostu Şerafettin Yaltkaya tarafından istinsah edilmiş olan iki nüsha­sı mevcut olup Bâki Baykara’nın özel kütüphanesinde bulunmaktadır.1080
  2. Tarih-i Beyhâkî Tercümesi. Abdülbâki Dede, Tarih-i Beyhâkî adlı eseri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’’nin siparişi üzerine tercümeye başlamış, bazı bölümlerini tamamlayarak basılmak üzere anılan fakülteye teslim etmiş; ancak eserin tamamını tercümeye ömrü vefâ etmemiştir.1081
  3. Şairler Tezkiresi. Mustafa Erdoğan, Abdülbâki Dede’nin evrâkı arasında olup kendi el yazısına benzer bir yazıyla kaleme alındığını belirttiği on yedi sayfalık biyografik eserde, şair, tezkire yazarı ve tarihçi olmak üzere toplam elli altı kişi hakkında bilgi verildiğini; ancak edebiyat tarihi açısın­dan bir orijinallik taşımadığını belirtmektedir.1082
  4. Mektuplar. Abdülbâki Dede, çeşitli vesilelerle birçok kişiye pek çok mek­tup yazmıştır. Abdülbâki Dede’nin yaşadığı dönemdeki tarîkat ve toplum meselelerine dâir önemli anekdotların da bulunduğu bu mektuplardan ba­zıları Mevlânâ Dergâhı Arşivi’nde bulunmaktadır.1083

Abdülbâki Dede’nin, şiirleri, edebî, ilmî makale ve yazıları Mahfil, Millî Mecmûa, Dârülfünûn İlâhiyat Fakültesi Mecmûası ve Osmanlı Tarih ve Ede­biyatı gibi dönemin çeşitli dergilerinde yayımlanmıştır.1084

Abdülbâki Baykara Dede ayrıca, Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Ali Nutkî Dede’den itibâren tutulmaya başlayıp bir gelenek hâlinde sonraki postnişînler tarafından da tarih ve çeşitli kayıtlar düşülen Defter-i Dervîşân-II’ye, kendi döneminin dergâh ve Mevlevîlik çerçevesindeki az miktarda; fakat önemli bazı olaylarını kaydetmiştir.1085

Abdülbâki Baykara Dede’nin musîkîşinalık yönü bulunmakla ve birkaç bes­tesi olduğu söylenmekle birlikte, bu yönü üzerine kaynaklardan fazla bir bil­gi tespit edilememiştir. Bununla birlikte onun da babası Mehmed Celâleddin Dede gibi bazı manzûmelerinin bestelendiği, aynı zamanda iyi bir tanbûrî olduğu belirtilmektedir.1086

Şiirlerinden Örnekler

Münâcât Be-Dergâh-ı Kâdı’l-Hâcât

Mağrûr olarak lutfuna hem-vâre İlâhî
Uydum heves-i nefs-i cefâdâra İlâhî
Kıldı günehim gönlümü sad pâre İlâhî
Yok mu elem ü ye’sime bir çâre İlâhî
Sen merhamet et abd-i günehkâra İlâhî

Geldim geleli âleme bin renge boyandım
Gafletle bu âlâyiş-i dünyâya inandım
Hep zıll ü hayâlâtı hakîkat gibi sandım
Ne hâb ile râhat edebildim ne uyandım
Nûr ister iken düşdü gönül nâra İlâhî

Bir sûret-i bî-rûhu edip kendime cânân
Oldum elem-i aşkı ile zâr u perîşân
Derd ü gam ile oldu gönül hânesi vîrân
Deryâ idim ammâ ki serâb oldu nümâyân
Gark oldu dilim mevce-i efkâra İlâhî

Kendimce birer renk verip nakş u nigâra
Geh zâhide aldandı gönül geh ruh-ı yâra
Âlemde ararken dil-i bîmârıma çâre
Gülzâr sanıp düşdüm o mihnetgeh-i hâra
Sînemde açıldı yine bin yara İlâhî

Ben ben diye bâzâr-ı dalâlette dolaşdım
Efsûs ki bir vâdî-i hicrâna ulaşdım
Bin cân ile bu hacle-i cânâna yanaşdım
Dünyâ diye çirkâb-ı maâsîye bulaşdım
İsyânım ile oldu yüzüm kara İlâhî

Gerçi bilirim haylicedir cürm ü günâhım
Sensin iki âlemde benim cây u penâhım
Ben bende-i ihsânına lutf eyle de şâhım
Bâkî kuluna eyle kerem ey yüzü mâhım
Bahş eyle beni Hazret-i Hünkâr’a İlâhî1087

Na‘t-ı Güzîn-i Hazret-i Nebevî

Kalb-i mecrûhumdaki rûhum desem mercûh olur
Korkarım pây-ı hayâlin sevdiğim mecrûh olur
Bir nigâh etsen bana hayrân olur Rûhu’l-emîn
Sîne-i meşrûhumun her cüz’ü mahz-ı rûh olur
Yâ Resûlallah sensin mihr-i evc-i kibriyâ
Bir tecellî eylesen Nûr âyeti meşrûh olur
Ayn-ı ihsân bir nazarla bâis-i gufrân olur
Bâb-ı rahmet bende-i efgendene meftûh olur
Sâlik-i râhın eder noksân ise kesb-i kemâl
Şer‘-i pâkinden kaçan makbûl ise makdûh olur
Hâk-i pây-i Ehl-i Beyt’e her kim etse ilticâ
Kurtarır tûfân-ı gamdan kendini bir Nûh olur
Bâkîyâ haddin mi medh etmek Resûl-i Ekrem’i
Ol hümâyûn-baht kim Kur’ân ile memdûh olur1088

Gazel

Nâyı dinle ihtizâr-ı kâse-i tanbûru gör
Nevbet-i Hünkâr-ı aşk u Hüsrev ü Mansûr’u gör
“Âşıkân-râ fî salâti dâimûn”un remzini
Dümle ihtâr eyleyen nakkâre-i pür-şûru gör
Gerdiş-i pür-cûşunu ehl-i semâın seyr edip
Cebreîl-i âsumân peymâ-yı dûr-â-dûru gör
Halka-i uşşâka gir bezm-i semâa dâhil ol
Âsumân-ı aşka pervâz eyle nûr-â-nûru gör
Gel semâ-ı bâ-safâya cennet-i a‘lâya bak
Sakf-ı merfûa nazar kıl hâne-i ma‘mûru gör
Sîne-çâk-i zevk-i vasl ol vâdi-i tevhîdde
Mahz-ı aşk ol ne Kelîmullâh’ı gör ne Tûr’u gör
El açıp raks eyledikçe âşıkân-ı sâdıkân
Sâki-i Kevser elinde kâse-i fağfûru gör
Hazret-i Tâhir gibi üstadımız varken bizim
Sâye-i Mollâ’da Bâkî sîne-i ma‘zûru gör1089

Gazel

Aks-i cemâl-i yâr dü dîdem içindedir
Bir nev-resîde gonca ki şebnem içindedir
Endûh u gamla zâr u perîşân olan gönül
Mânend-i şâne kâkül ü perçem içindedir
Nûr-ı visâli hâne-i kalbimde cilve-ger
Îmân çerâğı beyt-i mükerrem içindedir
Hurşîd-i yâri gerçi gönül zerredir fakat
Mihr-i cihân u âdem ü âlem içindedir
Eflâke sığmayan o ma‘ânî hayâlimin
Bî-şekk kemâl-i feyz ile her dem içindedir
Bahr-i muhît-i aşk ile var âşinâlığım
Keştî-i dil ki sâhili yok yemm içindedir
Gördüm o meh-likâya bakıp kendi zâtımı
Rûhum hemîşe nûr-ı mücessem içindedir
Kaddim hilâle döndü büküldü firâk ile
Gûyâ belâ-yı mâh-ı Muharrem içindedir
Bâkî safâyı gör ki süveydâ-yı kalbimin
Arş-ı Hüdâ vü Kâbe vü Zemzem içindedir10120

Gazel

Sîne-i bî-kînemi her lahza nâlân isterim
Nây-ı Mevlânâ ile hem-bezm-i irfân isterim
İsterim sırr-ı tecellî âşikâr olsun bana
Ben temâşâ-yı cemâl-i yâri her ân isterim
Mâsivâdan pâkdir gönlüm misâl-i âsumân
Mihr-i vech-i yâri ben anda nümâyân isterim
Dîde-i hak-bîn için her zerre bir âyînedir
Rü’yet-i cânân için karşımda insân isterim
Bahr-i vahdet mevc ursun dilde her ân u zamân
Aşkımı deryâ gibi bî-hadd ü pâyân isterim
Şeyhini dervişini gördük bu fânî âlemin
Dest-gîr olsun bana bir pâk-dâmân isterim
Dergeh-i Monlâ’da Bâkî kesb-i envâr etmeğe
Şems-i Tebrîzî gibi bir mihr-i tâbân isterim1091

Gazel

Kesip rîş-i sefîdim pîr iken yosma civân oldum
Makâm-ı Mevlevî’de şeyh idim pîr-i mugân oldum
Ne sâfî Müslümân kaldım ne oldum kıpkızıl kâfir
Giriftâr-ı belâ-yı fitne-i âhir zamân oldum
Dilimde nûr-ı îmânım başımda kapkara şapka
Misâl-i fecr-i kâzip nûr u zulmetle ayân oldum
Dedim âyînede seyr eyleyince kendimi fi’l-hâl
Balıkçı Kör Yivan yâhud kuyumcu Estepân oldum
Semâ-ı Mevlevî’yi terk edip öğrenmedim dansı
Selânik dönmesinden de beter bir Müslümân oldum
Unutdum ebcedi bilmem Latince harf ile yazmak
Bugün bâzîçe-i nâçîz-i etfâl-i cihân oldum
Abâ bonjur silindir şapka oldu sikke-i monlâ
Bu uydurma kıyâfetlerle rüsvâ-yı cihân oldum
Ne şâhân-ı selefden nâil oldum lutf u ihsâna
Ne de meb‘ûs-ı rûşen-baht olup sâhib-kırân oldum
Müderrisler bana Dârülfünûn’da eyledi sebkat
Cehâletden hamâkatden eğerçi imtihân oldum
Te’emmül eyleyip “Es-sabru miftâhu’l-ferec” sırrın
Misâl-i deyr-i patrik-i zamân bî-imtinân oldum
Şu‘ûn-ı hikmete bakdıkça sabr etmek ne mümkündür
Bugünlerde beni afv eyle yâ Rab bed-zebân oldum
Nevâ-yı nây ile raksân olurken bir zamân Bâkî
Belâ-yı hicr ile şimdi mücessem bir figân oldum 1092

Rubâi

Ey nağme-i nây-ı kibriyâ Mevlânâ
Sûz-ı dil-i ihvân-ı safâ Mevlânâ
Maksûd bize nây u nevâdan sensin
Âvâze-i Hak bâng-ı Hüdâ Mevlânâ1093

Rubâi

Biz zerre-i hurşîd-i cihân-ârâyız
Kim hizmet-i Hünkâr’da pâ-ber-câyız
Peykiz döneriz bir güneş etrâfında
Manzûme-i şemsiyye-i Mevlânâ’yız1094

Abdülbâki Baykara Dede’nin Meşîhati Zamanında Yenikapı Mevlevîhânesi’nde İkrâr-bende-i Çille-i râh-ı güzîn Olan Nev-niyâzân:

Çeşmevî Derviş Mehmed Emin1095


1042  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213; Mehmed Ziyâ, Yenikapı Mevlevîhânesi, s. 264; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Son Asır Türk Şairleri, I, 158; Reşad Ekrem Koçu, “Baykara-Mehmed Abdülbaki-”, İst.A, IV, İstanbul 1960, s. 2277; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Tâhir Olgun, a.g.e., s. 120; Nuri Özcan, “Baykara, Abdülbâki”, DİA, İstanbul 1992, V, 246; Ekrem Işın, a.g.m., s. 478; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 33-34.

1043  Defter-i Dervîşân-II, vr. 70b vd.

1044  Abdülbâki Baykara Dede, annesinin vefatıyla ilgili Defter-i Dervîşân’da şu kayda yer vermek­tedir: “Vefât-ı Vâlidem Nazife Zeliha Hanım. Vâlidem merhûme, 1281 tarihinde pederim merhûm ile izdivâc, tam 52 sene müddet Yeni-kapı Mevlevîhânesi’nde ümmü’l-fukâralık hiz­metinde bulunup 1333 senesi Muharremü’l-harâmın yigirmi sekizinci günü, ahşâm Cum‘a gicesi, 10 sâ‘at 20 dakîkada irtihâl-i dâr-ı na‘îm eylemişdir, rahmetullahi aleyhâ” (bk. Defter-i Dervîşân-II, vr. 81b); Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 264; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Ekrem Işın, a.g.m., s. 480; Mus­tafa Erdoğan, a.g.e., s. 33-34.

1045  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213; M. Ziyâ, Abdülbâki Baykara Dede’nin Davudpaşa Rüştiyesi’nden mezun olma tarihini 1318/11200 olarak vermektedir (bk. Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 265); İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 34-36.

1046  Babasının müntesiplerinden ve aynı zaman­da kendisinin de yakın dostu olan Tâhirü’l-Mevlevî, Abdülbâki Baykara Dede’nin semâ meşkiyle ilgili olarak Ahmed Remzi Akyürek Dede’ye yazdığı bir mektubunda ve “Havâdis-i mühimme” başlığı altında şu ifadelere yer ver­mektedir: “Bâki ile Nutkî Efendiler semâ çıkar­dılar; lâkin, Hazret-i Bâki’nin gâyet ağır ve göz­leri kapalı şeyhâne, müncezibâne semâ edişini bir görmeli…” (bk. Tâhir Olgun, a.g.e., s. 56); Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 34-35.

1047  M. Ziyâ, Abdülbâki Dede’nin, on sekiz yaşında babasının derslerine katılmaya başladığını ve 1318/11200’de babasının Mesnevî okuyucusu olduğunu bildirmektedir (bk. Mehmed Ziyâ, a.g.e., s.265).

1048  Defter-i Dervîşân-II, vr. 70b vd; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 265; İb-nülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Re-şad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Tâhir Olgun, a.g.e., s. 55; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 36.

1049  Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 309-310; Ekrem Işın, “Melâmîlik”, DBİst.A, İstanbul 1994, V, 385-386; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 36-39. M. Er­doğan bu konuda ayrıca, “Abdülbâki Dede’nin Melâmîliğe intisap ettiğine dâir elimizde kesin bir delil bulunmamakla birlikte, onun günü­müzde torunu Bâki Baykara’da olan kütüpha­nesinde, son devir Melâmîlerine âit birçok yaz­ma eserin, ayrıca Seyyid Abdülkâdir-i Belhî ve Burhân-ı Belhî’nin fotoğraflarının bulunduğu­nu da belirtelim.” kaydına yer vermiştir (bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 39).

1050  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213; Mehmed Ziyâ, Abdülbâki Baykara Dede’nin vekâlet tarihini 1321/11203 olarak vermektedir (bk. Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 208-209, 266); Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 39.

1051  Abdülbâki Dede’nin ilk eşi Şevkiye Hanım’dan 1910 yılında doğan ortanca oğlu Meh-med Celâleddin/Celâl Baykara, Türk Hava Kuvvetleri’nde teknisyen olarak görev yapmış ve 1957 yılında vefat etmiştir. Eskişehir’de medfundur (bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 58).

1052  Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 53-55.

1053  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 62.

1054  Hüseyin Vassâf, Abdülbâki Dede’nin meşîhate asâleten atanma tarihini “el-Füyûzât” ibare­sinin ebcedle karşılığı olan 1328 olarak bil­dirmekte (bk. Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213); Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 266; İbnülemin ise bu tarihi sadece 1327 şeklinde vermekle ye­tinmektedir (İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158); Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Ekrem Işın, “Yenikapı Mevlevîhânesi”, s. 480.

1055  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 266; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Reşad Ekrem Koçu, Abdülbâki Dede’nin Yenikapı’ya asâleten şeyh tâyin edil­diğinde “henüz 25 yaşında idi”, kaydına yer vermektedir (bk. Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278); Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 39. Musta­fa Erdoğan’ın ayrıca, âileden naklen kaydıyla verdiği ve bizim de Bâki Baykara’dan dinledi­ğimiz, Abdülhalim Çelebi’nin dönemin siyasî şartlarının da etkisiyle, önce Abdülbâki Bayka-ra Dede’yi atamak istemeyip onun yerine dergâh şeyhliğini kayınbiraderi Nutkî Efendi’ye teklif ettiği; aynı zamanda Celâleddin Dede’nin kar­deşi Mehmed Kemâleddin Efendi’nin oğlu olan Nutkî Efendi’nin ise bu teklifi kabul et­meyerek Abdülbâki Baykara Dede’nin bu ma­kama daha ziyâde lâyık olduğunu söylediği ve bunun üzerine Abdülbâki Baykara Dede’nin Yenikapı Mevlevîhânesi’ne şeyh tâyin edildiği yoludaki bilgi de (bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 40; a.mlf., a.g.m., s. 162) M. Ziyâ’nın tespiti­ni teyid eder mâhiyettedir (HN).

1056   BOA, Dosya No: 8, Gömlek nr: 93, Fon Kodu: Y.PRK.MŞ; Veled Çelebi İzbudak, Hâtırâlarım, Canlı Tarihler: 4, İstanbul 1946, s. 51-52; Yıl­maz Öztuna, a.g.e., I, 103; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 39.

1057   Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 266-277; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 40-41. Ahmed Remzi Akyürek Dede’nin, şeyhi Mehmed Celâleddin Dede’nin vefatı ve oğlu Abdülbâki Baykara Dede’nin postnişîn oluşu­na dâir düşürdüğü tarih için bk. Ahmet Rem­zi, Mir’ât-ı Zeyne’l-Âbidîn, Sivas 1317/1899, s. 38-39.

1058   Salnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniye, 1333-1334 Sene-i Mâliyesi, Dersaâdet 1334, s. 140; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246; Ekrem Işın, a.g.m., s. 480; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 43.

1059   Defter-i Dervîşân-II, vr. 44b; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 273-275; Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 137; Hasan Âli Yü­cel, a.g.e., s. 157-158; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 41-43.

1060   Rüsûhi Baykara, “5 Pâdişâha Dâir Bilinme­yen Fıkralar”, Yeni Tarih Dünyası, sy. 1, Ey­lül 1953, s. 44; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 48. I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği ve yaşanan ekonomik sıkıntıların halkın her kesimine olduğu gibi, tekke mensuplarına da yansıdığı döneme ilişkin bir hatırasını, aynı zamanda Abdülbâki Dede’nin yakın dostu olan Suûd Yavsî şöyle nakletmektedir: “Harb-i Umûmî’ye tesâdüf eden Ramazanların birinde, bir akşam iftarında bulunmuştuk. Üstâd-ı fâzıl Veled Çelebi hazretleriyle şâir-i belîğ Mehmed Âkif Bey merhûm da mevcut idiler. O hengâm-ı hevl-nâkde bütün ahâlinin giriftâr olduğu fevkalâde dîk-i ma‘îşet bi’t-tabî mevlevîhânede de hüküm-fermâ olduğundan herkes gibi bul­gur pilavı yeniyordu” (bk. Enfâs-ı Bâki, haz. Suûd Yavsi, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 53/1, s. 91-92).

1061   Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 215; Rüsûhi Bay-kara, “Birinci Harb-i Umûmîde Mücahidîn-i Mevleviyye Alayı”, Yeni Tarih Dünyası, sy., 3, Ekim 1953, s. 107; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 177-178; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246-247; Ahmet Cahit Haksever, “XX. Yüzyılda Üç Mevlevî Şeyhi: Veled Çelebi, Abdülbâki Baykara, Ahmet Remzi Akyürek”, Tasavvuf, sy. XIV, Ankara 2005, s. 406. Sultan Reşad tarafından esâsen bir tabur olarak oluşturulduğu da belirtilen; dolayısıyla aralarında Sefîne-i Evliyâ’nın da bulunduğu bazı kaynaklarda “Gönüllü Mevlevî Taburu” şeklinde de ad­landırılan Mevlevî Alayı hakkında ayrıca bk. Nuri Köstüklü, “Vatan Savunmasında Gönüllü Erleri: Mücâhidîn-i Mevlevîye Alayı”, X. Millî Mevlânâ Kongresi, 2-3 Mayıs 2002, Tebliğler-I, Selçuk Ü Yay., Konya 2002, s. 213-226.

1062  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 215; Abdülbâki Bay-kara Dede’nin bu alayın oluşturulması üzerine kaleme aldığı manzûme için bk. Sadettin Nüz-het Ergun, Türk Şairleri, II, 729; Rüsûhi Bay-kara, a.g.m., s. 107-108; Nuri Özcan, a.g.m., s. 246-247.

1063  Hüseyin Vassâf, Abdülbâki Baykara Dede’nin Şam’da iken ayrıca oradaki büyük zâtları, özel­likle Şeyhü’l-Ekber olarak anılan Muhyiddin İbn-i Arabî’nin kabrini ziyaret ettiğini, hatta Medîne-i Münevvere’ye gönderilen heyet ara­sında yer almak sûretiyle Hz. Peygamber’i de ziyaret ettiğini bildirmektedir (bk. Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 215); Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 52-53.

1064  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 216; İbnülemin Mah-mud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., II, 728; Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Nuri Öz-can, a.g.m., s. 247; Mustafa Kara, a.g.e., s. 328; Ekrem Işın, a.g.m., s. 480; Rüsûhi Baykara, “Ha­san Âli Yücel Hakkında Bir Tavzîh” başlıklı ve 3 Ocak 1951 tarihli mektubunda, babasının üniversiteden çıkartılmasında, adını yazmak istemediği bir merhûmun garaz ve kıskançlığı­na mâruz kaldığını belirtmekte ve vefatının ise üniversiteden çıkartılmasından dolayı değil, alışamadığı bir hayatın doğurduğu hâdiselerin bünyesinde yaptığı tahribattan ileri geldiğini belirtmektedir (bk. Rüsûhi Baykara’nın Mek­tubu, Bâki Baykara Arşivi; Mektubun Latinize edilmiş tam metni için bk. Ahmed Güner Sa­yar, Hasan Âli Yücel’in Tasavvufî Dünyası ve Mevlevîliği, İstanbul 2002, s. 198-200); Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 63-68, 70-71.

1065  Mustafa Erdoğan’ın kaydettiğine göre Abdül-bâki Dede, “1934’te Soyadı Kanunu’nun çık­ması üzerine, önce büyük dedesi Abdülbâki Nâsır Dede’nin anne tarafından dedesi Gavsi Ahmed Dede vasıtasıyla atası olan Yazıcızâ-deler’e izâfeten ‘Yazıcızâde’ veya ‘Yazıcıoğlu’ soyadını almak istemiş; fakat o devirde ‘oğlu’, ‘zâde’ gibi soyadlarına izin verilmediğinden, daha sonra bir bayan öğrencisinin teklifiyle, yine kendisi gibi şair olduğunu söylediği Hü­seyin Baykara’nın adından hareketle, ‘Baykara’ soyadını almış ve kullanmıştır. Galata Mevlevî-hânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede de bu kanunun çıkmasından sora ‘Baykara’ so­yadını almış ve bu soyadı aynılığı sebebiyle bazı yayınlarda Abdülbâki Baykara Dede’nin babası Mehmed Celâleddin Dede ile karıştırıl­mıştır. Hâlbuki Mehmed Celâleddin Dede, So­yadı Kanunu’nun çıkmasından çok önce vefat etmiş; dolayısıyla bu soyadını hiç almamıştır.” (bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 34).

1066  S. Nüzhet Ergun, herhâlde Suûd Yavsî’den naklen Abdülbâki Dede’nin vefat tarihini 25 Şubat 1935 olarak bildirmektedir (bk. Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., II, 728); Abdülbâki Bay-kara Dede’nin ölümüyle ilgili olarak A. Göl-pınarlı ise “1 Şubat Cuma günü Süleymaniye Kütüphanesi’nde fenalaşmış, biraz iyileştikten sonra otomobille evine giderken Aksaray’da yine fenalaşmış ve Ethem Pertev Eczânesi’nde vefat etmiştir. 2 Şubat 1935 Cumartesi günü Yenikapı Mevlevîhânesi Mezarlığı’nda tekke­nin nâmına yapıldığı Kemâl Ahmed Dede’nin inzivâ mahalline gömülmüştür.” kaydına yer vermek sûretiyle vefat tarihini tüm kay­nakların, hatta dedenin resmî vefat kaydının aksine, 1 Şubat 1935 olarak bildirmiştir (bk. Abdülbâki Gölpınarlı, “Bâki”, Balıkesir Hal­kevi Kaynak Mecmûası, sy. 26, 9 Mart 1935, s. 534). Abdülbâki Baykara Dede’nin vefa­tıyla ilgili olarak Bâki Baykara’nın bize, hem babasından, hem de babaannesinden naklen anlattığına göre Abdülbâki Dede, Süleymani-ye Kütüphanesi’nde dostlarıyla görüştüğü bir sırada âniden rahatsızlanmış, orada bir süre istirahat ettirildikten, kolonya, çay veya kah­ve ikram edildikten sonra bir arabayla eve gönderilmiş, yolda giderken Aksaray civa­rında tekrar fenalaşması üzerine yakında bu­lunan Ethem Pertev Eczanesi’ne gidilmiş ve Abdülbâki Dede arabadan inerken kendisini yakînen tanıyan ve ağabeyi diye hitap eden eczacının kolları arasında, muhtemelen geçir­mekte olduğu bir kalp krizi sebebiyle rûhunu teslim etmiştir. (HN); Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., II, 728; Yılmaz Öztuna, a.g.e., I, 103; Re-şad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Ekrem Işın, a.g.m., s. 480; Musta­fa Erdoğan, a.g.e., s. 69-71. Abdülbâki Baykara Dede’nin son zamanları, vefatı ve bunun üze­rine yazılanlar hakkında geniş bilgi için ayrıca bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 67-101.

1067  Enfâs-ı Bâki, vr. 3b-4a; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 74-75.

1068  Enfâs-ı Bâki, vr. 12b; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 75.

1069  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 107.

1070  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213; Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 268; Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.m., s. 533; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., II, 728; İb-nülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Re-şad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 114, 167-168.

1071  Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 268; Sadettin Nüz-het Ergun, a.g.e., II, 729; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, I, 158; Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., 247; Mustafa Erdo­ğan, a.g.e., s. 120.

1072  Mehmed Ziyâ, a.g.e., s. 268; Abdülbâki Gölpı-narlı, a.g.m., s. 532-534; Sadettin Nüzhet Er-gun, a.g.e., II, 728; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247.

1073  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213-214; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 158; Mustafa Er­doğan, a.g.e., s. 120; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247. Abdülbâki Dede’nin şairliği ve edebî kişiliğiy­le ilgili ayrıntılı bilgi için ayrıca bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 117–152.

1074  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 214; Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 147, 161. Abdülbâki Dede’nin “oldum” redifli şiirinin tam metni için bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 159-161.

1075  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213-214.

1076  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 214; Hasibe Mazı-oğlu, a.g.e., s. 213; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 125.

1077  Mustafa Erdoğan, araştırmaları sonucunda Abdülbâki Dede’nin toplam 219 şiirini tespit edip incelediğini; ancak şiirlerin nihâî sayısı hakkında bir rakam vermenin güç olduğunu belirtmiştir (bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 130, 183-185).

1078  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 186.

1079  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 186-187; a.mlf., “Türk Edebiyatında Bilinmeyen İlginç Bir Eser: Manzûm Hüsn ü Aşk Tiyatrosu”, Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, sy. 28, Kış 2003, s. 247-250. Hüsn ü Aşk Tiyatrosu ile ilgili ay­rıntılı bilgi ve eserin metni için bk. Mustafa Erdoğan, a.g.m., s. 247-258.

1080  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 187-188.

1081  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 188-1120.

1082  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 1120-191.

1083  Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 193-194.

1084  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 214; Reşad Ekrem Koçu, a.g.m., s. 2278; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Abdülbâki Dede’nin dergilerde yayımlanmış makale ve yazılarının bir listesi için bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 192-193.

1085  Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 254; Nuri Öz-can, “Defter-i Dervîşan”, DİA, IX, 120–91; Defter-i Dervîşân, a.e., Yenikapı Mevlevîhânesi Günlükleri, haz. Bayram Ali Kaya-Sezai Kü­çük, s. 305, 413, 429, 441.

1086  Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Mûsikisi Antoloji­si, II, 688-689; Ömer Tuğrul İnançer, “Mevlevî Mûsikisi ve Semâ’”, DBİst.A, İstanbul 1994, V, s. 421; Nuri Özcan, a.g.m., s. 247; Abdülbâki Dede’nin bestelenen şiirleri ve bu şiirleri bes­teleyenler ile bunların makamlarına dâir bk. Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 177-178.

1087  Enfâs-ı Bâki, vr. 17a-18a; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 213-214; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 209-210.

1088  Enfâs-ı Bâki, vr. 19a-19b; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 253-254.

1089  Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 214. Bu gazel Enfâs-ı Bâki’de yoktur (HN).

10120  Enfâs-ı Bâki, vr. 57a-57b; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 215 (Gazelin 4, 5, 6 ve 8. beyitleri Sefîne-i Evliyâ’da yoktur (HN); Mustafa Erdo­ğan, a.g.e., s. 266-267.

1091  Enfâs-ı Bâki, vr. 72a; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 216; Sadettin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, II, 730; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 299-300.

1092  Enfâs-ı Bâki, vr. 71a; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 298.

1093  Enfâs-ı Bâki, vr. 89a; İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, a.g.e., I, 159; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 347.

1094  Enfâs-ı Bâki, vr. 89b; Hüseyin Vassâf, a.g.e., V, 216; Sadettin Nüzhet Ergun, a.g.e., II, 731; Mustafa Erdoğan, a.g.e., s. 348.

1095  Defter-i Dervîşân-II, vr. 88b.

 

ETİKETLER: ,