GERÇEK VE SAHTE DİN REHBERLERİ

A+
A-

MEVLÂNÂ GÖZÜYLE GERÇEK VE SAHTE DİN REHBERLERİ

Prof. Dr. Abdulaziz Hatip

Mevlânâ, gerçek din rehberlerinin özelliklerini iyi öğrenmeyi önemle tavsiye eder. Böylece “Belki sûfîlik (dindarlık) yolunda hizmette bulunurken yüz ta­nır olursun da, yüzüne baktığın kimselerin mânevî kimliklerini anlarsın” der. 

Çünkü, “Etrafında insan yüzlü birçok şeytan vardır. Bu sebeple, her ele el vermek, her ele bağlanmak, intisap etmek uygun değildir. Görmez misin? Avcı, kuşu aldatıp tutmak için ıslık çalar. Kuş gibi öt­meğe çalışır.O kuş, kendi cinsinin sesini işitir, havadan iner ve tuzağa düşer.Rûhen düşük, alçak bir kişi, birtakım saf kimseleri kandırmak için velilerin sözlerini çalar.Velilerin sözleri de, yaptıkları işler de aydınlıktır, sıcaktır, samimidir. Sahte şeyhlerin, aşağı kişilerin işleri ise kandırmak, hile yapmak ve utan­mazlıktır.”

Mevlânâ sahte şeyh ve hocaların söz ve tavsiyelerini tahta kılıca benzetir. Gerçek ve samimi alim ve mürşitlerin sözlerini ise elmas kılıca. Böylesi samimi insanların az da olsa dünyadan eksik olmadıklarını, aranıp bulunmaları gerektiğini önerir: “Tahta kılıçla, sakın savaşa gitme, önce onu bir gözden geçir, onun ne olduğunu anla ki, işin ağlayıp inlemeğe varmasın. Eğer o tahtadan ise, git başka bir kılıç ara. Eğer elmastan ise, sevinerek, oynayarak ileri atıl. Elmas kılıç, velilerin silâhlığındadır. Onları görmek size kimyadır. Mânevî güçtür. Bütün bilgi sahiplerinin, âriflerin hepsi de; ‘Âlemlere rahmet olan gerçek bir bilgin vardır’ demişlerdir.”

Böylesi gerçek alimleri, konuştukları anda içlerindeki güzellik ve intizamı yansıtan, belli eden nara benzetir. Sahte şeyhi ise açıldığı anda içindeki siyahlığı açığa vuran laleye: “Nar alacak isen, gülen, çatlamış nar al ki, o gülüş, sana içindeki dânelerden haber versin. Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o gülüş, can kutusundaki inci gibi ağızdan gönlü gösterir. Mukallidin, sahte şeyhin gülüşü, lâlenin gülüşü gibi uğursuzdur. Ağzını açınca, içinin siyâhlığı görünür. Gülen nar, bağı, bahçeyi de güldürür (güzelleştirir). Âriflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar. Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan, bir gönül sahibine erişebilirsen, cevher olursun. Temiz erlerin sevgisini gönlüne yerleştir. Âriflerin muhabbetinden başka bir şeye gönül verme.”

Din yolunda şekilciliğe ve görünüşe aldanmamak, özellikle nefsin arzusu yönünde değil, aklın sesi istikametinde hareket etmek gerektiğini önerir: “Gönül seni gönül ehlinin, âriflerin mahallesine doğru çeker, ten (maddî zevklere düşkün biyolojik yönün) ise seni su ve çamur hapsine koymak ister. Aklını başına al da, bir gönül arkadaşının sohbeti ile gönlüne gıda ver. Git, ikbali, mânevî gücü, bir ermişten, bir ikbâl sahibinden iste. Ey sûrete, şekle tapan kişi, ne zamana kadar, sûrete tapıp duracaksın? Senin mânâsız canın, sûretten kurtulmadı gitti. Eğer insan, şekli ile sûreti ile insan olsaydı; Hz. Ahmed Efen­dimiz ile Ebû Cehil bir olurdu, aralarında fark olmazdı. Duvara yapılan adam resmi de, adama benzer. Dikkatle bakarsan gö­rürsün ki, onun hiç bir eksiği yoktur. O parlak resimde can yoktur. Sen git de, o az bulunur inciyi ara.”

Hak yolu tehlikelerle doludur, çok dikkatli olmalı, iman ve ahlakını hırsızlara çaldırmamalı, hayat suyumuzu o gibi kumsallarda kurutup tüketmemeliyiz: “Hak yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, gö­rünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Nitekim bu yolda bize kılavuz olacak birçok tanınmış, parlak isimlerde mânâ kıtlığı, mânâ uymazlığı vardır. Birçok kişiler, adlarının adamı değildir. Görü­nüşe kapılmamalıdır. Şunu iyi bilmeli ki:Sahte şeyhlerin adları, sözleri tuzaklara benzer. Onların kulağı ok­şayan, fakat rûhânî olmayan güzel sözleri, ömrümüzün suyunu emen kumdur. Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden âb-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilâhî sırları meydana vuran kumu ara. Evlâdım, işte yukarıda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır. Allah adamından, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler, o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Allah adamından başkasını, kuru kumsal bil. O kumsal, her zaman se­nin ömür suyunu içer, seni tüketir.”

Mevlânâ, sahte mürşitler için değerlendirmelerini şöyle sürdürür: “Gel de sana hakîkat ay’ını göstereyim!’ der; halbuki o nûrsuz kişi, ay’ı asla görmemiştir!Ey ham kişi! Sen, ayın aksini, hayalini suda bile görmemişsin; nasıl olur da kendisini başkasına gösterebilirsin?”

Bazı din tacirleri, nefsin hoşuna giden makam, mevki, mal ve servet, rahat ve konfor da vaat edebilir, hatta sağlayabilirler. Fakat kesinlikle kanmamak gerekir: “Tedbir ve ihtiyat ona derler ki: Dünya nimetleri, dünyaya ait zevkler, istekler hararetle seni dâvet ettikleri zaman; ‘Bunlar beni seviyor, bunlar bana hayran, hepsi de benim yüzümden sarhoş, hepsi de beni özlüyor’ demeyesin. Onların seni dünya ziyâfetine dâvetlerini, kuşlara çalınan ıslık bil! Avcı pusuda gizlenmiştir de, kuş gibi öter durur. Kurnaz avcı; ‘Bu sesi, bu ötüşü bu yapıyor’ diye ölmüş bir kuşu önüne koymuştur. Kuşlar, onu kendi cinslerinden sanıp etrafına toplanırlar. Avcı ise, on­ları yakalar ve derilerini yüzer.”

İnsan, hak yolunda sebatlı kararlı ve istikametli olmak için nefsin ve peşin çıkarların değil, akıl ve vicdanın sesine kulak vermeli: “Nefsin isteklerine uyan kişi, saman çöpü gibidir. O, her arzu rüzgârının önüne düşer, savrulur durur. Sebatlı, ihtiyatlı kişi ise dağa benzer. Bir dağ hiç esen rüzgâra değer verir mi? Her tarafta gulyabaniler (sinsi yol kesiciler), yâni sahte şeyhler var. Onlar seni çağırıp durmadalar ve sana; ‘Kardeş; yol mu arıyorsun? Yol işte burada, buraya gel!’ diye seslenmedeler. Onların her biri; ‘Ben, bir yol gösterici ve kılavuzum. Gel, bu çok tehlikeli ve ince yolda ben sana arkadaş olayım’ der. Aslında, seni çağıran o sahte şeyh ne kılavuzdur, ne de Hak yolunu, hakîkat yolunu bilir. Ey Yûsuf! O kurt huylunun yanına çok gitme! Bu dünya sarayının yağlı, ballı tuzaklarına düşmemek, görünüşe aldanmamak ihtiyattır.”

İnsan saf, temiz ve duru su gibi adeta samimiyet, aşk ve gönül kesilmeli ki, başkalarına ab-ı hayat sunabilsin. Maddî çıkarlara düşkünlükle sudan çok balçığa yakın olan kirli bulanık suyu andıranlar, öncelikle kendilerini arındırmaya çalışmalıdırlar: “Kara balçıkta da su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile abdest alınmaz ki. Balçığın içinde su vardır, vardır ama, o balçığa yenilmiş, balçıkta kaybolmuştur. Sen de gönlüne; ‘Bu da gönüldür’ diyemezsin. Çünkü se­nin gönlün de kirli emellere, şehvete, hiddete, mevkî hırsına, dünya isteklerine mağlup olmuş, onlar arasında kaybolup gitmiştir. Göklerden de üstün olan gönül, ermişin, yâhut peygamberlerin gönülleridir. Onların gönülleri çamurdan, yâni kirli isteklerden, günahlardan arın­mış, temizlenmiş, saf bir hâl almıştır. Mânevî neşeleri arttıkça artmış, coşmuştur. Her iyi işe yarar olmuştur. Çünkü onlar, balçığı bırakmışlar, tertemiz bir hâl almışlar, gelmişler ve Hakk’ın denizine kavuşmuşlar, böylece balçık zindanından kurtulmuşlar, Hakk’ın denizine karışmışlardır. Dikkatle bak da gör ki: Şu bizim can suyumuz, balçıktan yaratılan şu beden içinde mahpus kalmıştır. Ey rahmet denizi bize acı ve bizi şu ça­murdan kurtar!”

Mevlânâ, kuzu postuna bürünmüş kurt olan veya en azından ehil olmadıkları halde irşada kalkışan sahte rehberlere seslenir, onlara öğütlerde bulunur: “Ey kaltaban, sen nefsine uymuşsun, aşağılara düşmüşsün, günah kuyusundasın. Başkalarını irşat sevdâsından vazgeç de kendi kusurlarını gör, kendini ıslah et, kendini düzelt. Günah kuyusundan kurtulup da güzel, hoş bir bahçeye varabilirsen, o vakit başkalarının eteğinden tut, onları da senin bulunduğun yere çek, kurtar. Ey (maddî) tabîat âleminin esiri, sen bulunduğun yeri pek sevmişsin, başkalarını da, oraya çekip almak istiyorsun. Mâdem ki dostunun, yâni Hakk’ın kulluğu sana nasîp olmadı, şahlığa meyil etmen nereden çıktı? Halkın sana, ne de hoş, ne de üstün bir kişi demesini istiyorsun, sen bu isteğinle rûhunun boynuna bir kiriş takıyorsun. Ey tilki gibi hîleci kişi, bu hîle kuyruğunu bırak da, gönlünü, gönül sâhibi birisine vakfet. Aslana sığınırsan kebabın eksik olmaz (gerçek rehberler edinirsen, manevî kazancın çok olur). Ey tilki, leşe (dünyalık çıkarlara) doğru az koş. ‘Ben gönül sâhibi bir ârifim, başka birine ihtiyacım yok, Hakk’a ulaşmışım’ diye böbürleniyorsun. Senin bu halin bulanık suyun, ‘Ben suyum, (arınmak için) niçin yardım arayacakmışım?’ demesine benzer. Nefsanî isteklerle kirlenmiş gönlünü, sen temiz, günahsız bir gönül sandın da gönül ehlinden, velîlerden kendini çektin, ayırdın. Dünyada yemek, içmek için yaşayan, süt ve bal sevdâsına düşen, nefsanî arzulara bulaşmış olan gönlünün, gerçekten gönül sayılmasını revâ görür müsün?”

Gerçek alim ve mürşit güneşe benzer. Sahteleri ise, kalpazana: “Güneş alınacak ve satılacak şeyleri daha iyi gösterir. Bunun için çarşılar, pazarlar gündüz açılır, kurulur. Böylece de kalp akçe ile geçer akçe, iyiden iyiye belli olsun, görün­sün de, alışverişte herkes aldanmaktan korunsun. Güneşin ışığı, yeryüzüne tam olarak vursun da, alışveriş edenler için âlemlere rahmet olsun. Fakat kalpazan, güneşi hiç istemez. Güneş ona uğursuz gelir. Çünkü  güneş yüzünden kalp akçe geçmez olur.”

İçleri fesat doluyken manevî rehberliğe soyunanlar hırsıza, dinin hükümlerini dünyalık çıkarlarına göre yorumlayanlar da kalpazana benzerler: “Hırsız da nûrun, ışığın düşmanıdır, kalpazan da. Ey feryat edenin feryadına erişen Allah! Bize yardım et. Bu ikisinin de şerrinden bizi koru!”

Sahtekâr gösterişçiler kalp altın, hakiki alimler de halis altın gibidirler. İkisini ayırt ettiren mihenk ise, ölüm karşısındaki tutumlarıdır: “Evet; mihenk meydanda olmadığından senin için tam laf zamanıdır. At, tut ki, seni el üstünde gezdirsinler. Kalp para büyüklük taslar da, her an; ‘Ey ayarı tam altın!’ der. ‘Ben, senden hiç değersiz olur muyum?’ Altın ona cevap verir, der ki: ‘Öyle mi, kapı yoldaşı? Fakat, mihenk taşı ge­liyor; imtihana hazırlan!’ Bedenin ölümü, sır ehli için, Allah tarafından bir hediyedir. Çünkü Azîz Peygamberimiz; ‘Ölüm, Cenâb-ı Hakk’la buluşmaktır!’ diye buyurmuştur. Bu sebeple halis altına makastan  (gerçek mü’mine ölümden) ne ziyan gelir?”

Liyakatli ve samimi din rehberleriyle hemhal olmak, seni onlardan eder: “Nûrlanmış şeyh, insana Hakk yolundan haber verir. Onun sözü de yü­zü gibi nûrludur; söylediği sözlere nûru da katar, yol arkadaşı eder. Gayret et, çalış çabala da ilâhî ol, nûra kavuş; senin sözün de onun nûru ile nûrlansın! Pekmez içinde ne kaynatılırsa kaynatılsın, pekmez tadını alır! Havuç, elma, ayva, ceviz; bunların hangisini pekmez içinde kaynatırsan ondan pekmez tadını alırsın. Bilgi de nûrla karışır, kaynaşırsa, inatçı ve kötü kişiler bile bilginle nûrlanırlar, aydınlanırlar. Ne söylersen o söz nûrlu olur, ışık verir.”

Alim bulut gibi olmalı, oluk gibi değil: “Gök, ancak tertemiz yağmur yağdırır. Sen de gök ol, bulut ol, yağmur yağdır; oluk da yağmur gibi suları aşağı döker ama, bir işe yaramaz. Oluktaki su iğretidir, muvakkattir, gelir geçer. Halbuki bulutta ve denizdeki su, yaratılışında vardır! Düşünce ve vehim oluğa benzer; vahiy, keşif ve ilâhî ilham ise bulut­tur, göktür. Yağmur suyu, bahçeyi yüz türlü renkler ile süsler! Halbuki oluk, ak­tardığı su yüzünden komşuları birbirine düşürür, kavga çıkarır.”

Gerçek mürşit olmak için, peygamber ve velîlerin sözlerini kullanmak yetmez, özünde de cevher olmalı: “Diyelim ki, Hz. Ali’nin Zülfikar adlı kılıcı sana miras kaldı. Allah Aslanı’nın kolu, kuvveti varsa sen de kendini göster! Diyelim ki, Hz. İsa’dan bir dua öğrendin, o dua hatırında, unutmadın; ama, ey çirkin adam; İsa’nın ağzı nerede, dudağı, dişi nerede?

Tutalım ki, Hz. İbrâhim gibi put kırdın; beden putunu onun gibi ateşe ata­bilir misin? Bir delilin, bir belgen varsa meydana çıkar, göster; o tahta kılıcı o delil ile Zülfikar haline getir! Seni kulluktan alıkoyan delil, sana Allah’ın bir öfkesidir.

Yolda korkanlara cesaret verdin, onları kuvvetli hale getirdin ama, sen hepsinden fazla korkmakta, hepsinden fazla titremektesin. Herkese tevekkül dersi veriyorsun ama, hırsından, havada uçan sivrisineğin damarını emiyor, kanını içiyorsun. Kulağını tıka, efsunlara kanma; ancak o ihsân ve lütuf sahibi velînin efsununu dinle! O velînin efsunu, helvadan da tatlıdır! O öyle mübarek bir zattır ki, onun ayağını bastığı toprak bile yüzlerce tat sahibi olur, helva kesilir. Mânâ şarabı ile dolu koca küpler, onun dudaklarındaki ledün şarabından mayalanmıştır.”

Ham ruhlar seviyeleri gereği, taklitçi, sahte şeyhlerden hoşlanırlar: “Gerçek velînin mübarek dudaklarından dökülen hakîkat şarabını tatmayan, ondan uzak kalan kişinin canı, taklitçinin şarabının âşıkıdır. Kör kuş tatlı suyu göremezse, acı suyun kaynağının etrafında dönüp dolaşmaktan başka ne yapabilir?”

Mevlânâ’nın şu temsili de mesaj yüklüdür: “Bir köpek köyde kör bir dilenciyi gördü, üstüne saldırdı, hırkasını yırttı. Kör, köpeğe dedi ki: ‘Şu anda senin arkadaşların dağda av peşinde koşmadalar. Senin cinsinden olanlar, dağda yabanî eşek tutmada, sense köyde kör bir adamı yakalamadasın.’ Ey Hakk’ın rızâsından nefret eden sahte şeyh! Sen başına birkaç kör kişi toplamış, acı suya benziyorsun. Sen kendi suyunu ledün denizinden (bahr-ı ilâhîden) tatlılaştır, acı su­yu şu körlere tuzak yapma. Kalk Allah aslanlarını, yâni velîleri gör de, sen de onlar gibi, yaban eşeği avla. Sen nasıl oluyor da köpek gibi, kör (saf ve cahil) yakalıyorsun?”

Sahte din rehberi, rengarenk boya küpüne düşüp, ardından arkadaşları arasında ‘tavus kuşuyum’ diye böbürlenen çakala benzetilir: “O renk renk olmuş çakal, kendisini kınayanın kulağına gizlice dedi ki: ‘Bir bana bak, bir de rengimi seyret. Hiç bir puta tapanın benim gibi güzel putu yoktur. Benim gül bahçesi gibi yüzlerce rengim var. Hoş ve güzel bir hâlde­yim. Bana kafa tutma. Bana secde et. Benim süsümü, parlaklığımı, rengimi gör de, bana ‘Dünyanın varlığı ile öğündüğü kişi, dinin direği’ lakaplarını ver.

Ben, Allah’ın lutfuna mazhar olmuşum, ululuğu, büyüklüğü anlatan  bir levha hâlini almışım. Benim varlığımda Allah’ın sırlarının şerhi var­dır. Ey çakallar, aklınızı başınıza alın da, bana artık ‘çakal’ demeyin. Bir çakalda bu kadar güzellik bulunur mu?’ Çakalların hepsi de, mum etrafında toplanan pervaneler gibi oraya top­landılar. ‘O hâlde ey elmasımız, sana ne diyelim?’ diye sordular. O da ‘Müşteri yıldızına benzeyen erkek tavus kuşu’ deyin’ cevâbını verdi. Çakallar; ‘Peki ama’ dediler. ‘Can tavusları, yâni üstün varlıklar gül bahçelerinde salınır, cilveler ederek nazlı nazlı gezerler. Sen de onlar gibi cilveler eder misin?’ ‘Hayır’ dedi. ‘Tavus kuşları gibi ötüyor musun?’ diye sordular. ‘Hayır ötemem’ dedi. ‘Öyle ise’ dediler. ‘Ey yüce er, sen tavus kuşu da değilsin. Tavus kuşunun giyeceği elbise, yâni renk renk olan tüyleri kökten gelir; sen renkle, iddia ile ona nasıl benzersin?’

(Geniş bilgi için bk. Abdulaziz Hatip, Mevlana’dan Işıklar, Sebat Yayınları, İstanbul)