6000 – 6999

A+
A-

6000, Çünkü o zahmet, senin faydan içindir; o yüzden sana yüzbinlerce kâr gelir,

CXXVII

«Sizi korkuya, açlığa, mallardaki, canlardaki, mey valardaki eksikliğe ait birşeyle sınarız; müjdele sabredenlere» âyetiyle O «Nice istemediğiniz şeyler vardır ki onlar, sizin için hayırlıdır ve nice istediğiniz şeyler vardır ki onlar, sizin için serdir; Allah bilir, siz bilmezsiniz» âyetinin tefsîri,

Bunun sırrını Kur’ân’dan dinle: Allah halka buyurdu ki :

Sizi, kimi gizli, kimi açık bir belâya uğratırsam;

Kimi sıkıntıya düşürür, kimi ferahlatırsam; kimi size tatlılık verir, kimi acılık verirsem:

Kimi  gönüllerinize,  canlarınıza  korku  salarsam,  kimi  sizi  açlığa  düşürür, dermansız bırakırsam:

Kimi   mallarınıza   noksan   verir,   kimi   canlarınıza,   bedenlerinize   noksanlık verirsem;

Kimi tarlanızın mahsûlünü, meyvalannızı, gelirinizi eksiltir, fidanlıklarınızı yakarsam;

Sayısız olaylar verir, her solukta gökten bir belâ indirirsem;

Bu olaylara sabredin de size yüzbinlerce lûtuflarla karşılık verilsin,

Verdiğim zahmete, eziyete sabreden, hazînemden çok – çok mal alır;

 

6010, O âlemde din zenginlerinden olur; bizden ne umarsa bulur,

Sabredenlere pek büyük müjde var; sabırdan sonra nimetlere ererler onlar,

Belâdan şikâyet etmeyenlere, bizden inayetler gelir,

Bütün kahrımda lütuf görürler de denizimde inci kesilirler,

Hakkımda iyi bir zanna düşerler de canla – gönülle bana kavuşurlar,

Ben, tümden rahmetim; kadın – erkek, hiç kimse benden asla kötülük görmez,

Benden ne gelirse yerindedir; hepiniz de kendinize orda kaçıp sığınılacak yer arayın,

Bütün varlık, bu hâle tanıktır; dilsiz – dudaksız, bunu söyler – durur :

Ben dâima tüm lûtfum, keremim: bütün varlık, benimle vardır,

İrem Bağı gibi hoş bir halde duran bedeni, cam, sebepsiz – illetsiz her soluktaben ihsan ederim,

 

6020,  Her solukta erkeğin de,  dişinin de bedenine,  canına yüzbinlerce nimetler veririm,

Beden, bir şehre benzer; gömüşe padişaha; akıl da iyi bil ki vezirdir o ülkede,

Düşünceler, askerlere benzerler; bedenlerin hallerini belirtir onlar,

Bedenlerde ne saltanatlar, ne tedbirler var; her beden, göklerden de üstün,

Bedende neler var, neler: söylesem iki cihan da karışır, âlemde fitneler kopar ,

Hak, göğe, yere sığmaz da kin gütmeyen bir gönüle sığar,

Gerçekten de kin gütmeyen kişinin gönlü kadri en yüce Arş mesabesindedir:

Hakk’ın tecellî konağıdır o gönül, Böyle bir gönül sahibinin, balçıktan yoğrulmuş bedenine bakma, hor görme onu,

Hor görme de lanetlenmiş  Şeytan gibi kötü olma; gökten tâ yerin dibine sürülme,

İblis’ten ibret al da kork; korkunca da Allah’a sığın, ondan ders al,

 

6030, Korkanları Allah emîn eder de ıztırâba düşmezler, esen kalırlar,

Allah’tan korkan, eminliğe erişir; ey korkusuzca yola düşen, kendine gel,

Korkmayandır korkuya düşen; ders almayan, nasıl âlim olur

Ne mutlu canında korku olana; çâresini Allah’a sorana,

Hak dedi ki: Beden için yenecek, içilecek şeylerden, etten, kebaptan,

Ekşiden, tatlıdan; ayrandan, helvadan tut da say; daha nice binlerce şeyler,

Meyvalar, bağlar – bahçeler, akar sular, insanların esenliği için neler, neler yarattım,

İstenmeden bu keremde bulundum; herkesi dadı gibi besledim, yetiştirdim,

Bundan kıyaslasınlar da bilsinler: istenince neler vermem ben?

İstenmeden veren cömert, istenince nasıl ve neler ihsan eder

 

6040, Dostum, bu anlatışın sonu yoktur; gene ev sahibinin ölümüne gel, onu anlat,

Ev sahibi, horozun sözünü duyunca elden çıktı: yalın ayak evden dışarıya fırladı,

Çarpına – çırpma Musa’ya gitti; önce semizdi ama arıklaştı şimdi,

Yüzü korkudan sapsarı kesilmişti; ağlaya – ağlaya ey kerem sahibi Kelîm dedi:

Ey sahibimiz, ey Allah’ın Rasûlü, bir soluk, benden razı olarak tut elimi,

Lûtfünla öğüt verdin; bense ahmaklığımdan dinlemedim de kuyuya düştüm,

Akıl, baht dost olsaydı bana, buyruğunu, hükmünü tutardım

Dileğine   ermek   pahasına  bile   olsa   buyruğundan   dışarıya   bir   adım   bile atmazdım,

Sen inayet ettin, sevgiden, rahmetinin sonsuzluğundan esirgedin beni,

Bense   eşekliğimden   duymadım,   dinlemedim   bunu;   buna   karşılık   da   can vereceğim şimdi,

 

6050, Musa’ya olan – biteni anlattı; yaralı gönlüne melhem koymasını diledi,

Önünde, elini dişleyerek, elbisesini yırtarak topraklara serilip yuvarlandı,

Gamla, dertle yanıp yakılarak ağlıyor, gözlerinden kanlı yaşlar saçıyordu,

Musa, sonunda ona dedi ki: Ok yaydan fırladı; feryadı bırak,

Bu ölümden kurtulmana hiçbir çâre yok; âh hilebaz nefsin elinden, âh,

A yoksul, ister kalk, git; ister otur; can vereceksin,

Ama Hak’tan îmanla ölmeni isteyeyim de hurilere katıl, Allah râzılığına kavuş,

Ahiret, dünyâdan yeğdir; Allah sana cenneti ebedî yurt eder,

Burası geçicidir, orası ölümsüz; Hak cennetlerde sâkıy olur sana,

îmansız ölürsen, o vakit böylesine ölümden feryâd et,

 

6060, Yoksa îmânı da beraber götürdün mü, hoş ol, kolayca can ver – gitsin,

Böylesine ölüm, bil ki dirimdir; böyle bir dirime de canını feda et,

Hattâ bir can da nedir? Binlerce canın olsa bile sevgilinin yoluna oynaman gerek,

Bir zerrenin karşılığında güneşlere nail ol; bir katreye karşılık denizlere sahip ol,

Can, o hamıandan bir tanedir ancak: sevgiliye karşı can da nedir ki?

Ne mutlu canını – başını oynayıp da kendini kavuşma âlemine atana,

O, bu gıllügışla dolu dünyâdan kurtuldu; balçığı bıraktı, gönül elde etti,

Mevlânâ gibi yok olanı terketti de gerçek varlık deryasında dalgıç kesildi,

O efendi de hemencecik can verip öldü; Kelîm’in vaadine sevinerek göçtü,

Yerden, yersizlik âlemine gitti; o vaadi canına sığınak yaptı,

 

6070, Nelik – nitelik âleminden neliksiz – niteliksiz âleme gitti; vaadedileni, hattâ daha da fazlasını buldu,

Öyle bir zahmetten  kurtulup  o  rahmete  eş  olmasından  dolayı  da Hakk’a şükretti,

A akıllı kardeş, şu hâlde bil ki her gönül, sırlara kaabıliyetli değildir,

Sırrı biliş, başını kesti onun; o eşek, bilgisizliğinden kılıcı kendisine çaldı,

Gizli sır, Hakk’ın hazinesidir; bir hazîne gibi Hakk’ın definesıdir o,

Yere gömülmüş defineyi sana vermezler; Hakk’ın emîni olmadıkça onu sana bağışlamazlar,

Nerden öyle bir tapının hazinedarı olacaksın sen; nerden o padişahtan öyle bir elbiseyi giyeceksin sen?

Bu devlet, hâinlere nasîb olmaz; her aşağılık kişi, böyle bir nimeti yiyemez,

Sır, ansızın bir hâine ulaşsa bile o ahmak gibi o da tezce yok olur – gider,

Ona saray hazinedarlığını, belâya uğrasın diye verirler,

 

6080, Dilerler ki hainliği bilinsin de o hainlik yüzünden taşlanıp gebertilsin,

Ama emin kişinin durağı yücedir; o, ağızlara şeker gibi tad verir,

Nefsi kendinden sürüp atarsan, bu savaş yerinde erlerdensin sen,

Herşeyin sırrını evliya bilir; ama gene de söylemezler; dudakları yumuludur onların,

Dünyâda Sûr’un üfurülüşüdür onlar; ölüye can verirler dervişler,

Köre görüş bağışlarlar şüphesiz; haberi olmayanı haberdâr ederler,

Ruh odur ki onlardan gelir; başkalarından gelen ruh, tulumdaki yele benzer,

Tulumdaki yel yanıp gitmeye mahkûmdur; yeli bırak da ruha rehin et kendini,

Yelden olan ruh, hayvanların nasibidir; vahye;  ilhama mazhar olan ruhsa abıhayattır,

Arıyor, istiyorsan Hüsâmeddîn Çelebi gibi vahye, ilhama mazhar olan ruhu iste,

 

6090, O, tümle, tümden ayrılmasına imkân bulunmayan parça – buçuk gibiydi; bunu gerçek bil de şüpheden vazgeç,

Öylesine bir dolun – Ay bizden gizlendi; dünyâdan bir Kadir Gecesi yıttı,

Biz uyumuştuk; oysa hemencecik yürüyüp gitti; bir şimşek gibi gökleri aşıp geçti,

Öyle bir define, gizlendi bizden; canlarda bir hicrandır kaldı,

Bir hicran ki devasını Allah bilir ancak; Allah’dan başka kimsecik bu derde ilâç olamaz,

Gözden gizlendi: bundan sonra âh etmekten, feryâd etmekten başka çâre yok,

Can, ayrılığından yıkıldı, tenimizde, o olmayınca can kalmadı,

Canımıza can, onun cemâliydi; derdimize derman, onun visaliydi,

Sende, insanların hayırlısı’nın nuru varsa böyle bir yitirişi ölüm tanı,

Evliyanın şaşılacak bir âlemi vardır; onların kokularını, ancak edep sahibi alır,

 

6100, Onların topraktan karılmış bedenlerine bakmaz; can gözüyle onların temizliğini görür,

Canla – gönülle onların ayaklarına toprak kesilir de Çigil güzelinden başkasına yüzünü döndürmez bile,

Onların toprağını,  gönülden de üstün bilir;  onları topraktan da öte bilir, gönülden de öte,

Gönüller, onları toprak olarak gösterir ama o toprağa karşı şu gönüllerin ne değerleri var,

Onun gönlü, aparı nurla dopdoludur; ondan başkalarının gönülleriyse tümden helak olur – gider,

Çünkü onlar akreple, yılanla doludur; a gönül alan sevgili, her gönüle gönüldeme,

Gönül de odur, can da o; başkalarıysa toz – toprak; o deniz gibidir, başkalarıysa kıyı,

Onun gönlü Allah hazinesidir; orda sonsuz defineler var,

Hattâ o uyanık gönül Arş’tır: topraktan olan bedeniyse o nurların yayıldığı yer,

Aşağılık halktan gizlidir ama onun sureti, cismi, öylesine bir nuru taşımaktadır,

 

6110, Bedeni balçıktandır ama gönül sâhib Allah, haslarının hasıdır,

Canı, canandan uzak değildir, uçsuz – bucaksız denizdeki dalga gibi hani,

Hak, güneş gibi, velîyse sanki gök; o güneşin nuru, insanlara da vurmakta, meleklere de,

Herbiri, ondan bir nura mazhar: şeytan bile bağışıyla huri kesilmede,

Bir sineği zümrüdüankaa, bir katreyi derya hâline getirmede,

Nefsinin boynunu vurmadan onun sıfatlarını nerden, nasıl anlatabilirsin’7

Bilgide, irfanda beysin ama ölmedikçe ona kavuşamazsın,

A diri, hak yolu, ölmektir; hiç gülmeden boyuna ağlamaktır;

Uykuyu, yeyip içmeyi, mezeyi, şarabı bırakmaktır, Bu defineyi elde etmek için tümden harâb ol,

Harâb ol da seni o denize çeksin; eşsiz, paha biçilmez bir inci hâline getirsin,

 

6120, Senin işini o görür, sen bir hoşça otur: gözünü aç da kendinde onu gör,

Ne mutlu o cana ki makbul olur; istemeden her dileğini elde eder,

Şu dünyâda ona benzer bir dost yoktur; ondan başkası düşmandır, yabancıdır,

Değil mi ki zemânede benzeri yok; artık her aşağılık kişinin eteğine hırsa düşüp de sarılma,

Şunu bil ki Allah’dan ona erişen lütuf, ihsan, başkalarına nasîb olmamıştır,

Bilgide insanların en üstünü olduğundan, âlemde eşi yoktur onun,

Alem beden gibidir, oysa can, sanki; özün de özüdür o, gizli sırrın da sırrı,

Hem de benlikten, senlikten dışarıdır: ona âşık olursan ikilikten kurtulursun,

Allah velîleri, bir asıldandır; dünyâda güneş gibi parlamaktadır onlar,

Nur, nurdan ayrılır mı hiç? Gülün kokusu, gülle beraberdir,

 

6130,  Erenlerin herbiri,  o denizin dalgasına benzer; coşup baş çekmiştir; göğün yücesine ağmıştır,

Melek gibi yemeden – içmeden diridir onlar; güneş gibi, Ay gibi göktedir onlar,

Felek de kuldur onlara, melek de; gök onlann çevresinde döner – dururlar,

Allah nuru sanki sudur da onların bedenleri ırmak: Hak, onlardan yüz gösterir hep,

Onların dirilikleri candan değil, Hak’tandır; onların gönülleri, Allah’ın iki kudret parmağının arasında oynar – durur,

CXXVIII

Mü’minin gönlü, Allah’ın kudret parmaklarının arasındadır o gönül, ne yana dönerse onu Hak döndürür, «Mü’minin kalbi, Rahman’in parmaklarından iki parmak arasındadır, onu dilediği gibi çevirir» buyurulmuştur, Allah âşıkları üç mertebededir; sevgilileri de üç mertebede: Birinci, orta ve son mertebe, Mansûr-ı Hallaç, Allah ona rahmet etsin, âşıklık mertebesinin ilkindeydi, Ortadaki mertebe, ondan büyük, son mertebeyse ondan da büyüktür, O üç mertebeye ait sözler ve haller, âlemdekilere apâşikârdır, kitaplara yazılmıştır, Fakat sevgililerin üç mertebesi gizlidir, Onların ilk mertebesinin adını, olgun ve ulaşmış âşıklar, ancak işitmişlerdir; onları görmeyi dilerler, Ortadakilerin adını – sanını kimse işitmemiştir; son mertebedekileriyse hiç duymamışlardır, Allah antlısını ululasın, Tebriz’li Mevlânâ Şemseddîn, son mertebedeki sevgililerin başı ve padişahıydı; Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, bundan dolayı buyururlar:
Kuşluk çağının kuşları bile onun parıltısına dayanamazlarken
Gece kuşları, onu görmeyi nasıl umabilirler?

 

Mustafâ, Mü’minin kalbi buyurdu, Râhman’ın iki parmağı arasında döner durur,

O, o gönlü, korku ve ümit arasında, nereye dilerse döndürür,

Hareketi Hak’tan olan gönülden herkes, yüzlerce bet – bereket bulur,

O, kalem gibi, yalnızca bir araçtır; resimler, rakamlar, yazılar kalemden değildir,

Yazılan, yapılan şey, ne parmaktandır, ne kalemden; onu kâtip yazar, ressam yapar,

 

6140, Her bedeni bir ev bil; kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin bedeni, bir evdir,

Bak da gör, her bedende ne biçim adam var? Birinde şahne oturuyor, öbüründe ases,

Birinde hırsız var, öbüründe kapıcı; birinde bey oturuyor, öbüründe padişah,

Birinde nur var, öbüründe ateş; birinde küfür var, ötekinde îman,

Çeşit-çeşit hepsi; melekten, şeytandan tut da herşeyden münezzeh Allah’a dek sayısız varlıklar var onlarda,

Evliyanın gönüllerinde Allah vardır; o yüzden de halkla eş – dost olmuşlardır onlar,

Bütün işleri Allah buyruğuyladır; onlar soluktan soluğa Allah bilgisinden ders alırlar,

Allah’yla düşüp kalkarlar; onun haslarıdır onlar; bütün sırları bilirler,

Ne dilerlerse hemen oluverir; söz söylenmeden söyleneceği duyarlar,

Elsiz – avuçsuz kılıç yürütürler; yazılmamış kitabı okurlar,

 

6150, Böylece de yüce Hakk’m, iki dünyâda da bu çeşit velîleri olduğunu bilmeni sağlar,

Öylesine velîlerdir onlar ki seçilmiş peygamberler bile canla – gönülle âşık olmuşlardır, o hasları ararlar,

Öyle gizli velîlerdir onlar ki, olgun kişiler bile canla – gönülle onlara kul – köle olmuşlardır,

Onlar,   Şemseddîn’e   ulaşmayı   istemişlerdi;   onu   dilemekte  bir   soluk  bile dinlenmemişlerdir,

Bil ki âşıkların üç mertebesi vardır, Biri yüce, biri orta, öbürü de aşağı,

Böylece sevgililerin durakları da üç mertebedir ama, pek gizli,

Yaratan; âşıkların mertebelerini bütün âleme açıkladı;

Ama mertebeleri bilinmez; çünkü o hâl, pek gizlidir,

Âşıkların hepsi de görünüşte ünlüdür, tanınırlar ama iç yüzde ne adlar vardır, ne sanları, gizlidir onlar,

 

6160, Allah gibi hem apaşikârdır onlar, hem gizli; bu yüzden de halk onları bilmez,

Ama sevilenleri Allah, ne gizli, ne açık, hiçbir suretle tanıtmadı,

Maşukun hâli, iki âlemde de, ileri kişilerden de gizlidir, geri kalanlardan da,

Maşuku ne veli görmüştür, ne düşman; Hak o yüzü, gayretinden gizlemiştir,

O maşukun hâli böyledir işte; ileri gidenden de gizlidir o, geri kalandan da,

Maşukların ilk mertebesi, âşıkların haslarmca bellidir,

İkinci mertebe belirmemiştir; hiç kimse o mertebinin adını bile işitmemiştir,

Tebriz’li Şems, Allah’ın gayretiyle gizlediği o padişahlardandı,

Bu sebeple kendini Mevlânâ’ya gösterdi; çünkü o da onun cinsindendı,

 

6170, Her ikisi de aynı  sırra sahipti, ikisi de bir mayadandı; ikisi de erkeksiz,kadınsız, bir nurdan doğmuştu,

Mertebeler bakımından hepsini geçmişlerdi; gece – gündüz birbirlerine eş – dost olmuşlardı,

Erenlerden   hiç   kimse  bu   çeşit  velînin  adını   işitmemiş,   hiç   kimse  bunu rüyasında bile görmemişti,

Hattâ birinin bu dereceye erişeceğini, evliyadan birinin aklına, hayâline bile gelmemişti,

İlk gelen âşıkların en yüce ve haslarından kimisi,  bâzı — bâzı böyle bir derecenin adını duyardı,

Ama sonradan gelenlerden bu derecenin adını bile duyan yoktu; bundan dolayı da o rütbenin  çevresinde ne dönen olmuştu, ne dolaşan,

Mevlânâ, bir gün mest bir hale demişti ki; Yarın, kıyamet gününde,

Evliya,   bölük  –  bölük  hasredilir,   neşeli  bir  halde  kalkarlar,  birbirleriyle buluşurlar,

Peygamberler de takım – takım, neşeli, kedersiz bir hâlde hasredilirler,

Mü’minler de her yandan,  denizin dalgalanması  gibi   dalga – dalga baş gösterirler,

 

6180, Onar – onar, yüzer – yüzer, biner – biner, cinsi cinsiyle kopuşur o soru – hesap günü,

Şemseddîn’le ben, hepsinden ayrı olarak, eşsiz – örneksiz bir hâlde hasrediliriz,

Gerçi oraya ikilik, yol bulamaz; onun saltanatında bey – kumandan da odur, asker – ordu da o,

Güneşin ordusu, ışığıdır; o, kendiliğinden aydındır, lâtiftir, diridir,

Birliğine kimsenin  aklı  – fikri ermez;  buna dâir bir düşünce, vehme bile sığmaz,

Ben, o diyorum ya, bu âleme göre söz söyleyebilmek için diyorum,

Yoksa iki âlemde de bir mayadanız; biziz biz; hiçbir suretle de ayrılmamışız,

İnsan, kendisinden nasıl ayrılır; ister yerde olsun, ister göğü dolansın,

Bu ayrılık, söz bakımındandır; yoksa bire sayı sığmaz da sığmaz,

Çünkü sayılar, ayrılık karıdır; temmuza benzeyen bire karşı erir – giderler,

 

6190, Mutlak birlik meydana çıkınca ne sayı kalır, ne yer kalır, ne gök kalır,

Önce o vardı, sonunda da varlığı, varlığı yok eder, gene o kalır,

Birde mahvolmayan sayı mezarın toprağı altında çürür – gider,

Kim ölümden önce ölmediyse,  odur ölen:  ölümden önce ölen aparı olur, tortusu kalakalır,

Kim Allah aşkıyle tümden ölmediyse, pişkin erlere karşı çiğdir, hamdır,

Ağızda acıdır, ekşidir, dilden – damaktan, ağızdan – boğazdan hoş bir halde geçmez, yutulup sinmez,

Ölüm, zâti diriliktir: bunu bilirsen ölümden yüz çevirmezsin,

Tohum, yerde yok olunca varlığa erer, yaşayışa yüz tutar,

Diri bir hâlde yerden baş gösterir de, ölümdür bu hünerleri gösteren der,

Varlığım der, yok olsaydı, dünyâda adım mı duyulurdu?

 

6200, Bir tohuma karşılık, sevgilinin cömertliğiyle yüzlerce tane mi çıkardı?

Yaratan, lûtfuyla bana dal – budak, yaprak, meyva verdi, yetiştirdi beni,

Tohumun varlığı yok olmasaydı, topraktan baş gösterip yücelemezdi,

Anbarda kurt yerdi onu: âlemde eseri mi kalırdı hiç?

Şu hâlde iyice bil ve anla ki ölüm, diriliktir: padişahlık kullukta gizlidir?

Soluktan soluğa şu varlıktan yok ol da hoşluğun da artsın, sarhoşluğun da,

Göğe ağmada melek bile kesilsen, orda kalma, göğü de aş,

Yoklukta varlığı bulursan bir cana karşılık yüz can elde edersin,

Ne korkuyorsun’? Her solukta oyna canınla: güneş gibi nur saç

Yürü, varlığında kalma ki var olup kalasın: can ver, ağır canlılık etme,

 

6210,   Ne  mutlu   varlığından  geçene:   o  bedenim  yok  etti   ama  canım   arttırdı, güçlendirdi,

O, kendim Hak için kurban etti de Kur’ân’ın vaadettığı bayrama erişti,

Sayılı ömrünü feda etti de Allah ona sayısız – hesapsız ömür verdi,

Allah senin iyiliğini diledi de o huyu lütfetti, bağışladı sana,

Boyuna nefsini alçaltmada, onu arıklaştırmada, illetli bir hâle getirmedesin:

Ona toprak olmayı öğretmedesin: aşağılık hırkasını dikmedesin ona;

Dünyâda yoksulluğu seçmedesin: öylesine ki şu adamlar, aşağılık kişilerden sayarlar seni,

Ama ad – san, yola perdedir; ikisini de bırak, onlar, Ay’ın yüzünü örten buluttur,

Tanınmak isteyen kişi, bil ki iki dünyâda da haktan yüz çevirmiştir,

Adı – sanı yok olan kazanır: şu benlik – bızlık perdesini aşandır ad- san sahibi,

 

6220, Onda insanlık sıfatı yok olmuştur; bir kıl kadar bile eseri kalmamıştır,

Bakır iksirle nasıl değişir, altın olursa, yahut da kan nasıl süte dönerse,

Yahut da hayvan, hayvanken nasıl tuzlaya düşüp tümden tuz olursa o da varlığından böyle  geçmiştir,

Nefsin ateşli oluşu nura dönünce de insanın nefsi Zebur gibi vahiy kesilir,

Onda Hak’tan başka birşey kalmayınca,  ondan ne zuhur ederse,  o daimî diri’den zuhur eder,

Bundan sonra ad – san dilerse, Allah’dan yardım erdi ya, ada – sana da nail olur,

Ona, ad – san dilemek caizdir; çünkü ona ne gelirse Allah’dan gelir,

CXXIX

Allah azız sırnyla bizi kutlasın, Mevlânâ, gayb âleminde bir kutbu gördü; dörtbin mürîd vardı; hepsi de velî olmuş, Hakk’a ermişti, Çilede yüce Hak’tan henüz elde edemediği bir hâli, bir durağı dilemekte, yârabbi, yârabbi demekteydi, Öylesine yârabbi diyordu ki bütün yerin, göğün zerreleri, yüce ve aşağılık ruhlar da onunla beraber, ona uyup yârabbi demedeydi, Yüce Allah’ın nûruysa, Allah antlısını ululasın, Tebriz’li Mevlânâ Şemşeddîn’in kulağına Lebbeyk-Lebbeyk sesini ulaştırıyordu, Şemseddîn, nâz yüzünden, yârabbi dedi; o şeyh yârabbi diyor, ona Lebbeyk de, Bu sözü söyler söylemez, birbiri ardınca Tebrîz’li Mevlânâ Şemşeddîn’in kulağına erişti: Lebbeyk, Lebbeyk, Lebbeyk,

Şemseddîn’den bahsediyorduk: onun sır incilerini deliyorduk,

Perde ardında kalmış topluluğun anlamaması için o sevgiliyi anmayı bıraktık,

Gene yoldan, konaktan kaldık; gene ipin ucunu elden bıraktık,

 

6230, Ne yapılabilir ki? Aşağılık topluluk gümüşün peşine düşer de inciyi bırakır -gider,

Bırgün Mevlânâ, gayb âleminde, apaçık olarak yüce bir padişah gördü,

Dörtbin müridi vardı: hepsi de bilgindi, ermişti, seçilmişti,

Binlerce yal varışla, özlemle, edeple dileğini istiyor, yârabbî diye sesleniyordu,

Gizli, aşikâr, bütün varlık da bu sözde ona eş olmuştu,

Böyle bir mertebeye sahipken Allah, istiğna göstermekte, bir tek cevap bile vermemekteydi,

Hakk’ın   nuru,   insan   duygusunun   ötesinde,   güneş   ve   Ay   değirmisi   gibi, parlamakta;

O nur, Şemseddîn’ın başına, yüzüne, kulağına, sağdan – soldan olmamak üzere cihetsız vurmakta:

O   solukta,   o   tertemiz,   lâtîf nur,   ağızsız   –   dudaksız,   sayısız   Lebbeyk demekteydi,

Şemseddîn, o, yârabbi demekte, nur ne diye bana vurup duruyor dedi,

 

6240, Bu sözü söyler – söylemez nur, hemencecik yüzlerce kez ona da vurmaya başladı,

O Allah çavuşu da binlerce gönül alçaklığıyla,  binlerce Lebbeyk sözüyle Şemşeddîn’i ağırladı,

Sende herşeyi ayırd edecek nur ve sır varsa onun nasıl ki maşuk olduğunu bundan anla,

Gene Mevlânâ, gayb âleminde görmüştü: Bağdad’da bir Allah velîsi vardı,

Sayısız – hesapsız müridi vardı bu zâtın, can âleminde yüzlerce cihan gizliydi,

Kutuptu, iki dünyâda da tekti; zamanındaki velîlerin başıydı, ona uymuşlardı,

Bir hâle,  bir mertebeye ulaşabilmek için titreyip duruyordu;  çeşit – çeşit çabalara dalıyordu,

Mevlânâ ona, kereminden dedi ki: Bunu çalışmakla elde edemezsin,

O, peki dedi, ne yapayım? Çârem nedir, ne iş edeyim?

Mevlânâ, Tebriz’li Şems’e git; onunla buluşunca dilediğini bulursun dedi,

 

6250, O, acaba nerde bulumm onu dedi; belirtisini söyle de bulunduğu yere koşup gideyim,

Mevlânâ, onu nerden görebileceksin dedi; böyle bir devlete kimse erişmedi ki,

Ama kalk, meydana doğru yürü; o seni görür, sana can bağışlar,

Çünkü çok defa o meydanda gizlice halkı gözler,

Kimsenin,  kokusunu bile almadığı  aştan doyasıya yedi;  hiçbir zahmet de görmedi,

Sen ona, padişahlar padişahı dersen, yahut onu bundan da ileri, canın da canı bilirsen, daha da üstün tutarsan,

Yahut Arş’tan da üstün olduğunu söylersen, yahut da onu Allah birliğinin nurunda ararsan,

Gerçekten de öyledir, belki yüzlerce derece daha da üstündür, çünkü onun hiçbir eşi yoktur,

Yaratılışı da kimseye benzemez, huyu da: bilgismiyse Allah’dan başka bilen yoktur,

La’l dudakları inciler yağdırırdı onun; ölüye yeniden can bağışlardı o,

 

6260, O da aradığına kolayca kavuşunca bir nâra attı da elbisesini paraladı,

Selâm vermeden, selâm almadan, hizmet etmeden bağışı gör, iltifatı seyret de derecesini anla,

Böyle şeyhe sen, şeyh deme; çünkü o, sebepsiz bağışlarda bulunmakta,

Kimse onu görmez; oysa her solukta yaralara melhem koymakta,

Ayaklardan bukağıları çözmekte; gözleri görür bir hâle getirmekte,

Herkesin   ihtiyâcı,   onun   yüzünden  giderilmekte;   herkesin   derdine   o  deva bulmakta,

Sohbetsiz bu çeşit ihsanda bulunan, aşağılık kişilere de, yücelere de böyle bağışlar veren,

Kendisini bulana, görene, canla – gönülle onu seçene,

Yıllarca sohbetine ulaşana,  onun  izine  düşüp  canla – başla koşana neler yapmaz’?

Sözle  bunu  anlatmaya,  ona  Ledün  bilgisinden neler  verildiğini  söylemeye imkân mı var’?

 

6270, Bunu ancak ve ancak Allah bilir; başka kimsecikler anlamaz bunu,

Ey akıllı, bilgili er, böyle bir bahta Mevlânâ’dan başka kimse ulaşmadı,

Bütün seçilmiş has evliyanın arasında, yalnız o, bu bağışa nail oldu,

O sebeple de yaşadığı yüzyılın tek kişisi oldu da bunca fetihler elde etti; bunca yardıma erdi; bunca orduya sahip oldu,

O tertemiz beden toprağa girince göklerde hiçbir nur kalmadı,

Alemin kalıbı, o Adem soyunun özünün – özetinin geçmesiyle dertle doldu,

Bu kadar bir diriliği varsa o da, gene onun yüzünden; yukarda, aşağıda ne varsa, ne duruyorsa, hep onun kereminden;

 

6280, Sözü bala, şekere benzerdi; diri de yaşayışa ondan ererdi, ölü de,

Ölülerin tümü de o soluktan dirilirdi; dirilerse daha da diri bir hâle gelirlerdi,

Boyu – poşu, yanağı – yüzü, iki gözü, kaşları, huyu gibi güzeldi,

Yûsuf, onun güzelliğini, alımını görseydi sabır perdesini yırtardı,

Elini turunç gibi doğrardı; can kuşu bedeninden uçar – giderdi,

Alımlılığını, seçilmiş Muhammed, kereminden bağışlamıştı ona

Sıfatları anlatışa sığmaz; meğer ki onu Allah açıklasın, bildirsin

CXXX

Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, bu suret âlemindeyken nuru, da gökte de parlardı, yerde de, Dünyâdan göçünce, güneşe benzeyen cemâli, dünyâdan gizlenince o nuru kendisiyle götürmek istedi; gök de mahrum kalacaktı, yer de, Bu yüzdendir ki «Onlara gök de ağlamadı, yer de» buyurulmuştur, Gökle yerin kalmayacağından, kıyametin kopacağından korkutabilirdi: ancak oğulları ve onun ardında kalanlar için bu âlem, olduğu gibi kaldı, Şimdi âlem ve âlemdekiler bilseler de bilmeseler de, onun evlâdının, yakınlarının ve mürîdlernin yüzü suyu hürmetine durmaktadır, onlara kuldur – köledir, «Ümmetimin Abdal’ı kırk kişidir; yirmi ikisi Şam’da, onsekizi Irak’tadır, Onların biri öldü mü, Allah halktan birini onun yerine kor; kıyamet kopacağı zaman hepsi vefat eder» hadîsi, Şeytan, pek büyük hilebaz ve gaddardır; Allah’tan başka kimse onun üstesinden gelemez, «Evirip çeviren ancak Allah’tır» sözünün anlamı şudur: Benim ona üst olacak gücüm -kuvvetim yok; ancak yüce Hakk’ın gücüyle üst olurum ona, Selâm ona, Adem, Hakk’ın halîfesiyken, «Adem’e bütün adları bellettik» hükmünce bilginken onu bile aldattı, yolunu kesti; nice yıl onu cennetten dışarda, başı dönmüş bir halde bıraktı, Böyle bir düşmandan nasıl gaflet edilir? Şu hâlde aklı olan herkesin, Şeytan’m düzeninden esen kalabilmesi için Allah’a kaçıp sığınması gerektir,

Şeyh, hemen meydana koştu; aşkla Şemseddîn’i araştırmaya başladı, Şemseddîn, onu uzaktan gördü, kendisine yüz tuttuğunu anladı,

Çileden boynu incelmişti; bedeni zayıflamış, yüzü sapsan kesilmişti, O hâle gülesi geldi; onun perişan hâline acıdı,

Kereminden ona bir hoşça baktı; bir bakışla da onun hâlini düzene soktu, Onu meramına eriştirdi; o Allah arayanın gönlünü şad etti,

 

6290, Din yolunda ona mürîd olan şu birkaç yoksul âşıkın yüzü suyu hürmetine durmada,

Evlâdı dincelsin, rahat etsin, gidip geldikleri yere rahatça gidip gelsinler diye,

Yoksa bu da yok olup giderdi; hatta bu yapıyı yapan, yapıdan bir eser bile bırakmazdı,

Hele daha çevik çalışın, tez olun da şu hapis âleminden, şu körlük dünyâsından kurtulun,

Ey  oğullar,  onun  izinden  bir – birer sıçrayın;  çıkın şu oluş – bozuluş dünyâsından,

Mürîdseniz şeyhin yolunda yürüyün; maşuka doğru âşıkçasına koşun,

Yolunuzu kesenler sayısız; hepsi de canınızın kanına susamış,

«Evirip çeviren odur ancak» kılıcını, genç – ihtiyar, hepiniz alın elinize,

Yol keseniniz nefistir; vurun boynunu da cennetlere doğru yürüyün,

 

6300, O köpek huylu, diri kaldıkça Hak’tan bir koku almanıza meydan vermez,

Sonunda herkesi aşağılığa çeker de ondan sonra helak eder – gider,

O düzenci çok güçlü bir yol kesendir: can gözünü aç da akıllıca otur,

Adem’e, o meyvayı bir solukta yedirdi ve cennetten çıkarttı onu,

Adem, bir kuş gibi onun tuzağında kaldı; gözlerinden ırmak gibi yaşlar aktı,

Virdi,   «Rabbimiz,   nefislerimize   zulmettik  biz»   sözüydü;   bir   zaman   hep böylece dilekte bulundu,

Elbisesi, tacı gitti, çırçıplak kaldı; ayrılık ateşinde yanıp kavruldu,

Hak’tan elde ettikleri kalmadı: testideki su bitti de testi kaldı,

Testiye   benzeyen   bedeni   ağlayıp   inlemeye  kaldı:   aşkla   suyunu   aramaya koyuldu,

Allah, sızlayışını kabul etti: testisine denizleri boşalttı,

 

6310, Ayrılığa düşmüş canı, buluşma devletine erdi: gene o hoş parça-buçuk, asla kavuştu,

Yakıp yandıran zahmet, ebedî bir define oldu: tekrar makbul olup sürülmekten kurtuldu,

Aşk iksîriyle canı altın oldu; o denizde katresi inci kesildi,

Parça – buçuğu tüm oldu da gamdan kurtuldu; o yas, tekrar düğün – dernek oldu – gitti,

Şeytandı, tekrar melek oldu; kuzgundu, Allah, onu alıcı doğan yaptı,

Yerdeydi: Zühre’den de değersizdi: göğe ağdı; gene güneş oldu,

Güneş sözü, anlatabilmek için: yoksa bu söz, onu ululamamaktır,

CXXXI

Anlamlar, oldukları gibi söze sığmaz; birşeye benzemez; çünkü onun ne zıddı vardır, ne eşi – örneği, Ama insanların akılları mikdarınca da bir söz söylemek gerek ki onu istesinler, Hani ergenlik çağına gelmemiş çocuğa, güzelin dudağını şekere benzeterek söz söylerler; çocuğun, şekerin tatlılığıyla onun kıyaslamasını, o dudağın da şeker gibi tatlı olduğunu söylemesini sağlarlar, Yoksa şekerle güzelin dudağının ne ilgisi var; hiçbir suretle birbirilerine benzemezler, İşte yüce Hak da cenneti, bu suretle anlasınlar diye hurilerle, köşklerle, ağaçlarla, ırmaklarla beyân eder; yoksa cennet nerdenbunlara  benzeyecek?   Bunların  hepsi  de  geçicidir,   oysa ebedi, Geçici birşeyin ebedî olanla ne münâsebeti var?

Deniz katreyle nasıl kıyaslanabilir? Ayarı tam altın nerde, yalancı altın nerde?

Ama o yana gönlün aksın diye bu kıyaslama, zarurî bir şey

Sence güzel olan; istenen, can gibi sana sevimli olan

 

6320, Şeyin cinsinden bulunanı sana gösterirler ki o yana gönlün aksın,

Güzel yüzlü dilberin dudaklarını şekere benzetmezler mi hani?

Ay gibi güzelin lâtîf dudaklarını anlasın diye çocuğa böyle söylerler,

Çocukların, şekerin tatlılığıyla güzelin dudaklarını kıyaslamalarını, böylece de o tadı anlamalarını sağlarlar,

Yoksa dudak ne diye şekere benzesin; dudağın tadını kim alır şekerden?

Dudakların zevkini şekerde arayan, çocuklar gibi oyuna koşar,

Bu iki zevk arasında pek büyük bir fark var; boncuk, eşi bulunmaz incinin yanında nedir ki

İşte Allah da Küf ân’da cennet bahçelerini halka böyle anlatır,

Uzun boylu ağaçları, yaprakları, meyvaları var, nimetlerine ne had var, ne hesap;

Orda dört ırmak akar: Su, şarap, bal, süt,

 

6330, Her yanda çeşit – çeşit güzelini köşkler var; her yanda göze binlerce huri görünmede,

İpek elbise giyinmişler onlar; ordaki baharın letafetinde hiç de kış yok,

Böylesine nimetler,  orda ebedî, orda hiç kimse zahmet, meşakkat görmez buyurmuştur,

Bu sözler, cenneti anlatmak değil, sizin anlayışınıza o mânevi zevki birazcık yaklaştırmak içindir,

Katreler denizdedir ama katrede gemi yüzmez, yürümez,

Katreden dalgalar coşar mı hiç? Meğer ki denize kavuşmuş olsun,

Denize kavuştu mu da ona deniz de artık; Allah huyuyla huylanmış kişiye de Allah nuru de,

Bunun açıklanmasını can kulağıyla dinle; eski sözden yenisine yönel,

A bilgili er, böyle yap da sana açıklansın, anlayasın; bilgi elde ettikten sonra da Allah azîzi olursun,

Varlığından boşalır, Hak’la dolarsın; bizim gibi tatlılaşırsın da acılığın kalmaz,

 

6340, İnsan, ana rahminde erlik suyu değil midir? Ama o su, varlığından yok olunca,

Ay gibi güzel bir insan olur; la11 dudaklı, kara gözlü güzelim bir insan,

Erlik suyu insana döndü; hani katrenin denizde inci oluşu gibi,

CXXXII

İlk hâlden, ilk huydan dönüp «Allah huyuyla huylanın» hükmünce Hak huyunu aldıkları için velîlere Abdal denir, Mansûr, aşkta ilk mertebedeydi; halksa onu anlayamadı, Başka âşıklarsa ondan daha yüce mertebededir; onları halk hiç anlayamaz; artık maşukların mertebesine nerden erecekler,

 

Evliyaya,   hâlleri   tebdîl   edildiğinden, o hâlleri kalmadığından Abdal adı yoklukta bir başka surete verilmiştir,

Varlıklarından, benliklerinden geçmişler, bürünmüşlerdir,

Ateşti onlar, nur oldular; şeytandılar; hurinin bile gıpta ettiği bir hâle geldiler,

Hepsinin de yüzü ölüme, yokluğa dönmüştü; ölümsüz canı buldular da sırtları güçlendi,

Konakları yeryüzü ama aman buldukları yer, Arş’ın yücesi,

Allah var, onlar da var; şarapsız, kadehsiz dâima sarhoşlar,

Onlar, âlemde Hakk’ın naipleridir; Adem, onların toprağıyla övünür,

Gerçi   Âdem,   varlığın   aslıdır;   evliya,   ondan   var   olmuş,   onun   soyundan gelmiştir ama,

 

6350,  Onların sırları, Adem’den de gizlidir; çünkü, bu sır, yeniden, şimdi coşup köpürmüş, meydana çıkmıştır,

Soyundan son gelenlerin gönüllerine pek gizli sırlar vermiştir

Allah; öylesine gizlidir ki,

Âdem’den belirmemiştir bu sırlar; böylesine nurlardan haberi olmamıştır onun,

Herkesin şekli, sureti birdir ama her bedende başka çeşit bir can var,

Birinin canı uçar, göğe ağar; birinin canıysa o perdenin ardında kalır,

Biri,  Ben Hakk’ım sözünü dünyâya yayar; öbürü bil ki der,  ben Hakk’ın sırrıyım,

Bir başkasıysa, ben der, sırrın da sırrıyım, o sırsa tenin içinde gizlenmiş,

Karanlık âlemi aşkla tümden nur kesilmişti de Mansûr, bu yüzden Ene’l-Hak demişti,

Onda ne kadar karanlık varsa nur olmuş, hattâ nuru, nurlardan üstün bir hâle dönmüştü,

 

6360,  Tikeninin  kökü  aşkla gül  bahçesi  kesilmişti; karanlık gecesi,   sabah gibi aydınlanmıştı

O,   mekân  âleminden,  mekânsızlık  âlemine gitmiş,  her adına karşılık  yüz kanada nail olmuştu,

Öyle bir dünyâda yurd edinmişti ki oraya çabayla erişilemez,

Şaşılacak bir dalgadır, o dibi – kıyısı bulunmayan denizde, belirmeden yürür – gider,

Mansûr, bu kadar yüce bir mertebeye eriştiği halde olgun kişilerle buluşmak kutluluğundan ayrıydı,

Çünkü ey bilgin, aşk âleminde, daha ilk mertebedeydi o,

Allah, orta mertebeye erişmeye yol vermedi ona: son mertebedense haberi bile yoktu,

Bu mertebeler, dolaylar, vasıflarıyla dolan âşıkların mertebeleri,

Maşukların mertebeleriyse, yaratılmışların gözlerinden gizli:

O mertebelerin ilki, sonu, ortada olanı, Hak’tan gayrıya dâima gizlidir,

 

6370, Mansûr’ıın hâlleri, mertebesi, halkın gözünden gizli olursa:

Halk, bilgisizlikle onun hâlini bile inkâr eder, onu öldürmeyi kolay görür, önemsiz sayarsa:

Karanlıktan nurun ayrılışı gibi mertebeleri, Mansûr’un mertebesinden çok yüce olan böyle bir toplumun hâlini,

Halk nerden anlayacak? Sen söyle, Anlayışları, o hâli kavrayamaz ki,

Bu anlamlar, açıklanamaz da: insandan, nerden öyle bir söz doğacak’?

Sen de bu cinstensen gözünü aç da bak: şeytan mısın, insan mı, kendini bir gör,

Uçanlara karıştın, bedensiz olarak canın yüzünü apaçık görenlerden olduysan,

O toplum, sana gizli kalamaz; çünkü cins, varır, cinsine gider,

At, şüphe yok ki atın yanına koşar; her cins, kendi cinsini kovalar,

Cins, dâima cinsiyledir: çünkü bir cinsten olanlar, hoş bir surette bağdaşırlar,

 

6380, Hak, milyonlarca suret düzdü: birini aşağıya sürdü, öbürünü yüceye ağdırdı,

Birini yoksul, hor – hakıyr, tutsak etti: öbürünü zengin kıldı, bey yaptı, mala – mülke sâhib etti,

Şaşmış – kalmışım: ne Allah’dır bu; ne aşağıdadır, ne yukarda: mekânı yok,

Aşağı da onunla nûrlanmış, yukarı da onunla: herkesle beraber, herkesten de gizli,

Ondan özge ne suret var, ne anlam: iyice anla da davadan vazgeç,

Herkesin aklı, bunun hükmüne eremez: bunu, yolu görüp bilen kişiden başkası anlayamaz,

CXXXIII

Olgun evliya ve ermiş fukara ile sohbet, zahiri ibâdetten yeğdir, daha faydalıdır, Onların sözlerini duymak, kitaplarda yazılı bilgileri bellemekten daha ziyâde, adamı Allah’a Ulaştırır, Her gönül akışı da, gönlün aktığı şeyin emsinden olduğunu göstermez; çünkü, kendiliğinden gönül akışı olduğu gibi başka bir sebep yüzünden de gönül akışı olabilir, Hani insan, birisinden elbise parası elde    eder,   yahut  ondan  başka birşey umar da bu yüzden ona meyleder ya; bu, özden gelen bir meyil değildir; dıştan bir sebebe bağlıdır, Ama bir de özden gelen meyil vardır; ondan, yalnız onu ister; onunla buluşmaktan, ona kavuşmaktan başka birşey ummaz, istemez; işte özden gelen ve aynı cinsten oluşa delîl olan meyil, bu çeşit meyildir,

Hâsılı şunu bil ki erlere, erenlere hizmet, Allah’a (nafile) ibâdetten yeğdir,

Onların   sözlerini  işitmek,  binlerce  hitap  okumaktan,   bilgi  ve  hüner  elde etmekten daha iyidir,

Onların huzurlarında yok olmak, duyuştur, anlayıştır: onlara kul – köle olmak gerçekten de padişahlar pâdişâhı olmaktır,

Kim onlarca makbul olursa korkudan kurtulmuş, âmâna ermiştir,

 

6390, Sonunda da, onların civarında bulunan kişi, onlardan sayılır – gider,

Onların cinsinden olan arar onları; akrabayı yabancı arar mı hiç?

Gönlün gönüle akması, birliktendir; birbirini arayış, aynı damardan oluştan kopar,

Ama bu meylin garezsiz, maksatsız olması gerek; sebebe maksada bağlı olan meyil değil,

Halkın şahneye, padişaha meyli, mevki elde etmek, dünyâ malına – mülküne konmak içindir,

Tebriye’nın ahî’ye meyli, lokma içindir; çünkü ahî cömerttir,

Yahut   da   ona   arka   olacağını,   düşmanın   kılıçla,   yumrukla   öldüreceğim umduğundandır,

Onu, zâtına meylettiğinden, değil, maksatlarına ermek, umduğunu bulmak için ister – durur,

Umduğunu elde edemezse canı, ona meyletmez,

Artık ona ne ahî der, ne baba; ne de ona sevgiyle bakar,

 

6400, Hattâ kinle düşman bile olur ona: ölmesi için dua eder,

Yüzlerce garezi, maksadı kesip atan meyil, ancak şeyhle mürîd arasındadır,

Çünkü candan mürîd olan, şeyhin yoluna canını da oynar, cihanı da,

Sevgiyle o yolda başını da terkeder – gider, sırrını da,

Allah  için garezsiz olarak herşeyini harcar;  çünkü  şeyhini  Allah’dan ayrı görmez,

Ona yüz tutmuştur; onun aşkını seçmiştir; çünkü kendisine ondan başkası lâyık değildir,

Böyle bir meyil varsa bu, iyidir; çünkü bu çeşit meyil, onun Allah’ın ışığıdır,

O tertemiz mürîd, şeyhin cinsindendir; ama onun cinsinden oluşu da halktan gizlidir,

CXXXIV

Cins oluş, görünüşte benzerlik dolayısıyle olmayabilir, görünüşte iki şey birbirine aykırı, fakat anlam bakımından bir olabilir; ekmek, su, öbür yiyecekler, görünüşte senin değildir hani; sen hareket edersin, onlar edemezler; sen konuşursun, onlar konuşamazlar; sen dirisin, onlar ölü; ama anlam bakımından aranızda birlik ve aynı cinsten oluş var; çünkü ekmek yemekle gücün artar; açlık elemi giderilir; beden rahatlaşır, semirir,

Şu hâlde bedeni geliştiren herşey, bedenle aynı cinstendir; dîni, îmânı arttıran herşey de din ve îman cinsindendir, Yaratılmışın, yaratanla zât bakımından benzerliği gerekmez; o da bu söylediğimiz çeşittir,«Akıllıya bir işaret yeter; müjde anlayışı olana,»

Aklın varsa, sana hoş gelen: seni geliştiren neyse onun çevresinde dön – dolaş,

Böyle değilse kaç ondan; iyi bil ki senin cinsinden değildir o,

 

6410,Ekmek, insanların cinsinden değildir;görünüşte böyledir ama cana onunla güç-kuvvet gelir,

Bu yüzden de insan cinsindendir; yalnız bunu bilenler azdır,

Cins, cinsiyle gelişir; bu sebepten de herşey, cinsinin yanma varır,

Su suyla çoğalır; akıl da akılla düzene girer,

Cinsinden kaçan, güz mevsimi gibi kendi yapraklarını döker,

Öz, yaratılış bakımından cins oluş gerekli değildir; bitki, suyla, toprakla aynı cinstendir,

Gül olsun, tiken olsun, hepsi de suyla gelişir,

Bil ki yel, ateşle aynı cinstendir; çünkü yelle çoğalır, alevlenir ateş,

Bedenle can birleşmemiş mi, kaynaşmamış mı? Ama beden, ben dediğin şeye hiç benzer mi? Söyle,

Göz ışığı yağla bağdaşmış; gönül nuru da bir katre kan içinde,

 

6420, Neş’eye bak da gör, nasıl sırtta, böbrekte yer etmiş,

Onun neş’eyle bir benzerliği yok, yok ama doğru yolu gösteren Allah, neş’eyi onun cinsi olarak yaratmış,

Kederi de ciğerin içine, aklı beyne koymuş,

Bunların, neliksiz – niteliksiz birbirleriyle ilgileri var; var ama bunu bilmek, akla düz gelmez,

Bunun gibi can da canana dost olmuş; bir katrede bir umman gizlenmiş,

Denizin sığıştığı o katreye karşı gökle yer, bir ırmaktan da değersiz,

Ne mutlu kendi cinsini arayana: cinsinin ardına düşüp koşana,

Kimde böyle bir hâl varsa, bütün hâlleri, gittikçe ilerler, gelişir,

Bu yüzdendir ki dindarlar padişahı, ağyardan uzak ol, dostlardan değil dedi,

Kürkü kış için yaparlar: bahar geldi mi sırttan atarlar,

 

6430, Bunu, hemen onun «Mesnevi» sinde ara da ziyana düşmeksizin binlerce fayda elde et,

Yalnızlığı, cins olmayandan kaçmak için seçmek gerek: yoksa kendi cinsinden olanla cana can katılır,

Akıl, akılla birleşti mi, yüce bilgiler meydana çıkar,

Ama nefis, nefisle eş – dost olunca da bunun aksine, düzenler düzülür de yerlere gömülür,

Canla – başla bir akıllıyı ara; çünkü onun gölgesindedir emin oluş, esenliğe eriş,

CXXXV

Evliya ile sohbet, itaatlerin, ibâdetlerin en ulusu, en faydalısıdır, Çünkü şeyhle sohbetten elde edileni, bir – iki yıl çalışmakla da elde edemez insan, Bir kimse, yalnız kendi düşüncesiyle, kendi çalışmasıyla bir sanatı belleyemez; bir hayli gün geçtikten sonra bellese, öğrense bile bilgisi noksandır, Ama bir solukta ustadan öğrendiğini, yıllarca kendi çalışmasıyla elde edemez, Ama yüce Hak, «Rahman, Kur’ân’ı öğretti» hükmünce nâdir olarak birisine, şeyhsiz, ustasız birşey öğretirse de bu nâdirdir; nâdire dayanılıp hüküm verilemez; nâdir, pişkin, olgun olan ve pirden yetişen kişilere karşı ham görünür, Bu yüzdendir ki selâm ona, Mustafâ, Allah yüzünü yüceltti, mü’minler Emiri Alî’ye öğüt vererek buyurdu ki: «İnsanlar, yaratıcılarına çeşitli hayırlarla yaklaşırlar; sen Allah’a aklın çeşitli yönleriyle yaklaş da dünyâda insanları yüce mertebelerle, yakınlıklarla, âhirette de Allah katında geç,»

Allah tarafından gönderilen Ahmed, Yâ Alî dedi, ey Allah arslanı, ey en ulu Emîr,

Halk, hayırla, hasenatla Allah’a yaklaşmak yolunu arar: sen yürü, gizlice bir akıllıyı ara,

Bulunca da tapısında otur, canla – gönülle sohbetini seç, kabullen,

Böyle yap da herkesten daha ileri ol, bu yürüyüşte herkesi geç,

Hayrın karşılığı rahmettir: gücün yettikçe yürü, aklını fazlalaştır,

 

6440, Çünkü hayırların, ibâdetlerin aslı akıldır: kimin aklı daha fazlaysa, daha öne geçer, daha ileri olur,

Akıllı   kimdir?  Allah’ın  has  velîsi:  Allah’dan  başka  herşeyden,  herkesten ayrılan kişi,

Halkın aklı da akla benzer, benzer ama gerçek aklı, görüş sahibi anlar, bulur,

Çünkü halk, gerçek akıldan uzaktır: çünkü karanlıktandır, ışıksızdır,

Kalp akça da geçer akçaya benzer ama sarraf, mehenge vurunca kalpı anlar,

Değeri ne kadardır, bilir de başkaları gibi onun üstüne titremez,

Öyleyse dinarı sarrafa göster: dîni de evliyaya arzet,

Çünkü  o  erlerin  katında  dinden  başka ne  varsa hepsi  de toz gibi  yele savrulmuştur,

Savaşın sırrı, evliya ile sohbettir; kim o sohbeti seçerse bozgundan kurtulur,

Ama bunu insan, yüz yıl kendiliğinden keşfedemez de evliya sohbetiyle hemen elde eder,

 

6450, Yürü, sanatı ustadan öğren de sanatın temelli olsun,

Kendi kendine öğrendiğin sanattan nerden rızık yiyebileceksin?

Yaptığın işi kimse beğenmez: bütün âlem onu kınar,

Kendini beğenme, geç varlığından: aklın çevresinde pehlivanca yürü,

Amaakıl,oyol gösteren,kendisine uyulan kişidir:senin aklın değil;ona kul-köle kesil de seni senden satınalsın

Seni satın aldı mı, aklı elde edersin: tez uyan, ne diye uykuya dalıyorsun?

O,  düzgün bir surette herkesi yetiştirir; kendi kendini yetiştirmeye çalışan ahmaktır, aşağılıktır,

insan da, ağaç da, tarla da, bağ – bahçe de terbiye edilirse seçkin bir hâle gelir,

Ama bak da gör: terbiye edilmeyen herşey, pisçe kalır, hor hakıyr, önemsiz bir hâl alır,

İşim, Allah’ın düzüp koştuğu kişi pek nâdirdir,

 

6460, Nâdire dayanılarak hükmedilemez: Hakk’ın herşeye gücü yeter ama bu da böyledir,

Alemde hüküm, fazla olagelen şeye göre verilir: Adem varlık âlemine geldi geleli hüküm budur,

Sen hükümden, kuraldan dışarıya çıkma, Allah’ın hükmünden, buyruğundan baş çekme,

Böylece kereminden sana, kendine bir yol versin, yıldız bile olsan seni Ay hâline getirsin,

Nâdir olarak birisi,  bir define bulabilir ama sen kazancı  elden bırakma, zahmetten kaçınma,

Sen çalış, kazancından ye – iç de açlığa tutsak olma; zarara düşme, Allah sana define verse bile kazanç, buna engel olmaz ya, Hiçbir suretle çalışmaktan, kâr elde etmekten kalma; define de kısmetinse sanaerişir,

Erişmese   bile   hiç   olmazsa   sen,   kazançtan   kalmazsın;   elinden   geldikçe çalışmayı bırakma,

İtaati, ibâdeti yerine getir; hiç bir buyruğu yarına bırakma,

 

6470, Sonunda her ibâdetine karşılık sevaba nail olursun; derken Allah hitabına da kavuşursun;

Bana lâyık kulsun; ektiğin biter, yitip gitmez der sana,

Nihayet, sana mükâfatta bulunur; ektiğini devşirir, yüzlerce anbar doldurursun,

Ey mü’min, mahşer, nedâme günü de herkes korkar, sense emîn olursun,

CXXXVI

İbâdetler, tohumlara benzer; kıyamet günü her tohumdan öyle birşey biter ki ekilen tohuma benzemez, Netekim bu âlemde erlik suyu insan oluyor ki hiç de erlik suyuna benzemez, Şehvet yelinden yeşillikte uç kuş meydana gelir ki yele benzemez, Şeftali çekirdeğinden, hurma çekirdeğinden ağaç çıkar ki onlara benzemez, Böylece vefalı kişiye padişah mevki verir, elbise, mal -mülk bağışlar ki bunların hiçbiri de vefaya benzemez, Hırsızı damgacına asarlar; hırsızlık, darağacına benzemez, Bunlar gibi çok ve sayısız şeyler var, Şu hâlde görülüyor ki bu âlemde ekilen, yapılan şeylerden öyle şeyler meydana geliyor ki hiçbiri de yapılan şeylere benzemiyor, Gayb âleminde de, burdaki işler, sözler, virtler, ibâdetler, o âleme ekilen tohumlardır: öyle şeyler bitirir bunlar ki tohumlara benzemezler, Huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, çeşit – çeşit meyvalar ve çiçekler ki cennet anıldı mı, bunlar söylenir; hepsi de mü’minlerin yaptıkları şeylerin, derecelerine göre tohumlarıdır; daha güzel tohum, nasıl daha güzel daha sevimli şey yetiştirirse öyle işte, Cezaların, cehennem ateşindeki azapların, cehennemin aşağılık derecelerinin hepsi de, müşriklerin, mücrimlerin yaptıkları işlerin tohumlarından biter, Demek ki işlerin karşılığının, o işin benzeri olması gerekmiyor,

Yapılan işlerin tohumlan, hısımın, akraban gibi canla – başla seni arar,

Her iş, a baba der sana, biz orda, hep senden doğduk,

O solukta onları görür de şaşar – kalırsın; sevinirsin, gamdan kurtulursun,

Ey  sevgi  bağışlayan  Allah  dersin:  bunların hepsi  de nasıl  benden varlık âlemine geldi,

Sana cevap verilir de a bilgisiz denir; bu olmayacak şey değil, şaşırma,

Dünyâda senden çıkan erlik suyu, Ay gibi bir çocuk olup salma – salına yürümedi mi?

 

6480, Kuşların şehvet yelinden, yüzbinlerce uçan kuş meydana gelmiyor mu?

Bir tohum, yer altında yetişip meyva veren seçkin bir ağaç olup boy atmıyor mu?

Şu hâlde o havaya kapılıp o hevesle iki gözünden akıttığın gözyaşından, alıp verdiğin soluktan

Binlerce huri,  binlerce köşk meydana gelirse,  olmadık şey değil bu;  uzak görme bunu,

A bilgin, burdaki iyi – kötü işin, sözün, tohuma benzer: erlik suyu gibidir,

Herbırinden,   o   âlemde,   senin   için,   her   solukta   şaşılacak   şekiller   doğup durmadadır,

Güzel   işlerinden   Ay   gibi   huriler,   kötü   işlerinden   de   kapkara   şeytanlar doğuverir,

Gayb   âlemi,   henüz belirmemiş, bırak   onu; bu âlemde bile  iyi  işten neş’elenmiyor,  kötü işten gamlanmıyor musun?

Padişaha vefakarlıkta bulunursan, karşılığında sana yüzlerce bağışta bulunuyor,

Sana at, elbise, rütbe ve mevki veriyor; gerçek bir gönülle seviyor seni,

 

6490, O vefa, bunlara benzer mi hiç? A dostum, burda bir iyice düşün hele,

Sözün, işin, padişah tarafından bilinince, onlar yüzünden mal – mülk, mevki geliyor sana,

Yaptığın iş, söylediğin söz, onun katında mevki’, mal – mülk, güzelim at oluyor ya;

Bunun gibi iyi işlerinin tertemiz tohumları da, ecelinden sonra huri ve cennet oluyor,

Erlik suyu,  ne diye insana benzesin? Bir çekirdek,  ne münâsebetle ağaca benzetilsin?

Ama  tohum  yer  altından  bitiyor,   yüzlerce  dal   –  budak  veren,   meyvalar yetiştiren bir ağaç oluyor,

Her erlik suyu, rahimde pek güzel, Ay gibi dilber bir insan şekline giriyor,

Yelden bir zümrüdü ankaa meydana geliyor; nerde o göz ki seyrine dalsın?

A gama dalmış kişi, beden tanesi de toprağa girince sanıyor musun ki

Yitip gider de bitip yetişmez? Mahşer günü, onun yüzlerce misli karşılık verilir sana,

 

6500, Böyle bir zanna düşme ki yanlış bir zandır bu: bil ki Allah’ın işinde aczi düşünmek de lâyık değil,

Tohum nasıl toprakta yok olmuyorsa, nasıl diriliyor, çevikleşip bitiyorsa,

Ekilip görünüşte yok olduktan sonra nasıl bitki olup baş veriyor, yüceliyorsa, bil ki

Bedenin de yok olduktan sonra hasredilecek; sen de bunu bileceksin,

Yokluktan nasıl varlık verdiyse, Hak, ondan daha fazlasını verecek, gönlünü neşelendirecek,

Bu yanda rükû1 eden, secdeye kapanan kişinin o rükû’undan, o secdesinden cennet var olur,

Diliyle Allah’ı ananın o anısını Allah, cennet kuşu hâline sokar,

Kuş, anışa benzer mi, sanat eseri, düşünceyi andırır mı hiç?

Onların birbirleriyle münâsebetleri yoktur; gözü olana da bu, görünüp durur,

Ama bilginler, bilirler ki hırsızın hırsızlığına karşılık ona verilecek hüküm, onun takdiri, hapsedilmesidir, bağlanmasıdır, aşılmasıdır,

 

6510, Bir mazlumu yaraladın mı, o yaptığın iş, bir ağaç olur da o ağaçtan zakkum biter,

Kötülük ve zulüm tohumu cehennem olur; seni kuş gibi faka bastırır,

Bütün iyi ve kötü işleri böyle bil: kötülükten cehennem doğar, zâhıtlikten cennetler,

Tiken ekersen, evine, tiken devşirirsin; gül ifdanı dik de gül devşir,

İyi iş güldür, onu dik; kötü işse tikenden de beterdir,

Tikeni dosta götüremezsin: iyi, arı – duru kişinin işine tortu yaramaz,

Değil mi ki buradan oraya en iyi bir armağan götüreceksin;

Canla – gönülle en güzel, en iyi birşey seç de sevgiliye onu götür,

A alış – verişte bulunan, garezlere pek az önem ver; ömrünü, karşılığında

birşey elde edemeyeceğin şeyler uğaına yitirme,

İyi bil ki hiç kimse, dünyânın malını verse, ömrün bir soluğunu bile satın alamaz,

 

6520, Ama ey aklı eren, ömür oldukça âlemin malı elde edilebilir,

Değeri bulunamadığına, paha bıçilemeyeceğine göre ömrü elden çıkarma da balıklar gibi oltada kalma,

Ömür tohumunu Allah için ek de o, bire karşı ikibin versin

Hattâ binler de nedir Allah işi bu: sayısız da verir,

Sayılı ömrün var ama o ömrü Allah yoluna harcarsan,

Değil mi ki Allah yoluna dökülüp saçıldı; o ömrü sonsuz, sayısız bir hale de getirir o,

Allah’a harcanan ömür kalır; o kişiye Allah, tükenmez şarabını sunar,

Bu aşağılık âlemin çorak toprağına ömür tohumunu eken, ziyan eder – gider,

Bu dünyâya, âhirette meyvasını devşireceğimız tohumu ekmeye geldik,

Allah’ın bizi getirmekten muradı buolduktan sonra maksadı elde edemezsek,bugelmemiz kaç para eder ki?

CXXXVII

Yüce Hak insanın, kendisini tanısın, ona kullukta bulunsun diye yarattı; «Cinleri, insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım» hükmünce insanın varlığından maksat budur, İnsan, kullukta bulunmazsa ömrü faydasız yere geçer – gider; başka işlerde bulunur ama o işlerin insana bir faydası yoktur, Sözgelişi değerli bir kılıcı, birisi, buna testi asarım diye mıh yerine duvara çaksa, bu iş, faydasız bir iştir; çünkü kılıcı, başka şey için yapmışlardır; mıhın işini görmez o, Şimdi insanın varlığından maksat da ibâdet olduğuna göre burada ibâdet etmeyen kişiyi, cehennemde ibâdetle, tövbeyle uğraştırır,

6530, Elimizden, ibâdetten başka, sanata, bilgiye, hünere dâir binlerce iş gelir,

Bu işler de faydasız değildir ama Hak bizi onlar için yaratmadı dostum,

Mücevherle bezenmiş, su verilmiş kılıcı mıh gibi dıvara kakarsan,

Buna bir testi asarım, böylece bundan faydalanırım dersen, bu, anlamsız bir iştir,

İnsanın  varlığından   maksat  da  sanat  değil:   insan,  gerçeklik,  yalvarış  ve ibâdetten başka birşey için yaratılmamıştır,

Onun da faydası var ama kılıç onun için yapılmamıştır, savaş için yapılmıştır,

Kur’ân’da, biz insanları, cinleri boş yere yaratmadık buyurur;

İbâdette bulunsunlar, hizmet edin de karşılığında yüzlerce rahmet elde edin diye yarattım,

Burda ibâdette bulunmayanın kısmeti, ölümden sonra ibâde etmektir,

Cehennem, ona ibâdet kesilir; orda tövbe eder, âh çeker,

 

6540, Çünkü Hak, ibâdet etsinler, itaatte bulunsunlar, cömertlik etsinler diye yarattı insanları;

Burda ibâdet etmezlerse orda, canla – gönülle ibâdet ederler,

Cehennem,  isyan edenlerin  mescididir;  orda hepsi de,  faka tutulmuş kuşa döner

Boyuna, gerçeklikle, Rabbimiz derler, kulaklarını boyuna Allah’a verirler,

Orda Hakk’a rızâsız kullukta bulunurlar; hepsi de namaza, duaya dalar – gider,

Burda yapmadıkları kulluğu o âlemde yerine getirirler,

Böylece de herkes, ne için yaratıldıysa onu yapar; herkes, Allah’ı mâbûd edinir,

Ama burda muratlarına daha tez erişirler; işleri, birkaç günceğizde olur – biter,

Ordaysa yıllarca, yüzyıllarca çalışırlar, gene de kutsuz işleri kutluluğa dönmez,

Adamsan, bugünün işini yarına bırakma; yoksa yarın pişman olursun,

 

6550, Kim hayıra sarılırsa akıllıdır; veresiyeye kapılanınsa işi başa çıkmaz,

Âşık, boyuna hazıra sarılır; gerçek, veresiyelerden kaçar,

Güzel vaatlerle verileceği söylenen bağışlardansa hazır sille, sûfîye yeğdir,

Bu işte sûfınin huyuyla huylan; din işinde savsaklık etme,

Veresiye arayanlar, bekler – dururlar; şarapsız, sarhoş olmaksızın sersemlik çekerler,

Gaflete kapılan, hazır şaraptan olur da beyhude yere baş ağrılarına tutulur,

Veresiyeye dayanan, bil ki eline bir hiç almıştır da onu söküp dikmeye uğraşır,

Âşıkların payları, içinde bulundukları vaktin hazır lûtfudur; onların canları, nerden veresiyeyle  esenleşecek?

Bu günkü tiken, gelecekteki gülden iyidir; geleceği seçen utulur-gider,

Elinde ümitten başka birşey olmayan kişi, aşk yolunda kalp akçadan başka birşey değildir,

 

6560, Kim ümitsiz bir hâle düştüyse onu ölü say; onun sölpümüş, çürümüş bedeninde can yoktur,

Ama kim bugün bir hâl elde etmişse, şarapsız, kadehsiz sarhoştur,

Çünkü canı – gönlü, boyuna sevinç içindedir; âlemin kötüsünden de hürdür, iyisinden de,

Kim bugün işini düzene sokmuşsa, nefsinin boynunu bıçaksız kesmiştir,

Kan içen düşmanın elinden kurtulmuştur; ebedî olarak Allah’yladır,

Ama burda gözü seçmeyen kişinin orda, iki gözü de doğan gibi kapalıdır,

Burda kör olarak ölen, kabirde de kördür, kör olarak da haşre dilir,

Kadından çocuk doğar gibi yerden de buğday, arpa baş gösterir, biter,

Rahimde erkekse erkek doğar, dışiyse dişi,

Arpadan buğday çıkmaz; hiç kimse kuyruktan, başın işlediği işi istemez,

 

6570, Nasıl yaşarsan öyle ölürsün; ister yoksul ol, ister zengin; bunu böyle bil,

Çiğil güzeli cilveye başladı mı öğüdü bırak, bağı çöz,

O dilberin güzelliğine hayran ol; onun vasfından başka bir söz söyleme,

Onda yok ol, kendinden geç de iyiden de kurtul, kötüden de

Canın, onun güzelliğiyle dopdolu olursa zahmetten de kurtulursun, usançtan da,

Ondan sonra cennet, canla seni arar: huriler, seninle bezenirler

Sen öz olursun, herşey deri kesilir; dostun huzûaından ayrılmazsın artık,

Şimdicek, arılıkla hepimiz de solukdaş olduk diye çırp ellerini,

Bu mecliste herkesin gönlü bir; herkes birbiriyle eş – dost olmuş,

Aralarında münafıklık kalmamış: dostluktan, birlikten başka birşey yok,

 

6580, Ezelde hepimiz de birdik zâti; şimdi de o yüzden bir hâle batıp gitmişiz,

Şüphe yok ki devletkuşuyla devletkuşu uçar; kuzgun, dudularla uçar mı hiç?

Değil mi ki devletkuşuyum ben, eşlerim – dostlarım da elbette devlet kuşları; hepsi de benim gibi orda doğmuş,

Asıl bakımından hepimiz de birdik ya, gene buluşalım da bu buluşma hâlinde gene bir olalım,

Görünüşte yeyip içmeye, yatıp uyumaya tutsağız ama hepimiz de tıpkı güneşin ışığıyız,

Öz biziz, kalanların hepsi deri; hepsi de yabancı, bizse biriz, dostuz,

Kim ne bilir ki ne kuşlarız biz: hangi diyarda uçarız?

Latîf canlara canız; ama kubbeler altında da gizliyiz biz,

Zerreye benzeyen bedende güneş gibiyiz; söğüt gibi zevkle baş sallamadayız,

Dünyâdan başka yüzlerce dünyâmız var; hepimiz de mekânsızlık âleminde dünyalara sahibiz,

 

6590, Melekler, canlar, ordumuz bizim; hepsi de çevremizde saf kurmuş,

Yer de ne demek? Hepimiz yersiziz; saman çöpüne benzeyen bedenimizin altında deniz gibiyiz,

İsa’nın soluğu bile soluğumuza karşı utanmış; aşk, denizimizden kabarıp coşan bir dalga sanki,

Musa, Hızır’ımıza kavuşsaydı tavuskuşu gibi kanatlarını yayardı,

Hattâ Hızır’ımız görseydi Hızır’ın ardından koşar mıydı hiç?

Hattâ hattâ Hızır’ımız, Hızır’a göriinseydı, o bile aşkla deli – dîvâne olurdu,

Bizim Hızır’ımız kim? Himmetler göğünün Şems’i; önüne ön olmayan demden beri Allah’a ulaşmış o seçilmiş er,

Hızır, perdesiz – örtüsüz onu görseydi, gölge gibi ardında yürür, dolanırdı,

Aşkla  onun   sohbetini   seçer,   ondan  başkasını,   hiçbir  şeye  karşılık  olarak almazdı,

Dostum, elin üstünde el var: bunu bil de yürü, bizi kimseye eşit tutma,

 

6600, Bizi hiç kimsenin yolundan – yordamından sayma, hiç kimseyle kıyaslama da bizden berhudar ol, meramına er,

İzimizin tozununçevresinde dön-dolaş da herşeyden haberdâr ol,uluların ulusuna baş kesil,bey ol,

Arslanlardansan, arslanların sütünü iç: bahâdırlardansan, yanımıza gel,

Bu tapıda kimsenin adını anma da rahmetten uzak düşme,

Bizden olduysan, başkasından bahsetme; hiçbir suretle bizden başkasını arama

Evliyanın kıskançlığı sonsuzdur; sakınarak hareket et ki reddedilmeyesin,

Tümden onlara ver, onlara ısmarla kendini: onların katında aklından vazgeç,

O erlerin huzurunda sus da ayrılıkla başın dönmesin,

Onların huzurunda bilgiden, hünerden bahsetme; öyle bir yerde yalvarıştan başka birşeyle  uğraşma,

Yalvarırsan sırra sâhib olursun: soluktan soluğa kadehsız şarap içersin,

 

6610, Dostum, öğüdümü tutarsan, işin, sonunda onlar gibi olursun,

Kendi renginden bir eser bile kalmasın; yavaş – yavaş onların rengine boyan,

Ona sarıl, bunu atmaya bak; onunla dol, bunu boşalt – gitsin,

Böyle yap da sedefteki katre gibi inci kesil; tümden onlarla dol,

Bahçivan, zerdali dalına kaysı aşılar hani;

Zamanla o zerdali ağacı, güzelim kaysılar vermeye başlar,

Ondan sonra, ister bu ağaçtan meyva devşir, ister o ağaçtan aralarında fark yoktur,

Değer bakımından bu onun, o da bunun aynıdır; çünkü güzellikte ikisi de bir olmuştur,

Bunun gibi şeyh de, içi ne denli arınmışsa, o denli, senden ışık verir, parlar,

Senin senliğin, yok olur onun himmetiyle; seni Rabb’e mensup tertemiz bir can haline getirir o,

 

6620, Sonunda da tıpkı o olursun: sana bu lûtufta, bu cömertlikte bulunur,

Ateşin, şeyhin ışığıyla nur olur; zahmetin, gamın yerini neş’e alır,

Mesîh gibi seni, baştan başa can hâline getirir; göğün yücesinde dönmeye koyulursun,

Allah’ın yardımıyla, iki elini duaya açtın mı, ne dilersen olur,

İki dünyâyı da bir tomar gibi dürersın; herşey senden tâzeleşir, dirilir,

Canlara yeni bir can verirsin; ruhları gamdan kurtarırsın,

Allah’ın gücü – kuvveti senden zuhur eder- kim seninle becelleşirse kahrolur – gider,

Böyle bir devlete erışemezsen, evliyadan böyle bir rahmete ulaşamazsan,

Halktan çekil, yalnızca ibâdete koyul; nefsinin dileğini, rahatı terket,

Gündüzlerini oruçla, gecelerim   namazla   geçir; yeyip içmeye, uyuyup esenleşmeye az koyul,

 

6630, Nefsin dileğini hiç verme: onu daha da arık bir hâle sokacak ne varsa, onu yaparsan daha yeğdir bu,

Ölmedikçe ondan el çekme: aşağılansa bile emîn olma,

O diri kaldıkça kork ondan: gizli – aşikâr, düşmanındır o,

Senden kurtulmak için, düzenle ölmüş gösterir kendini,

İnanma hiç: adam – akıllı sık – sıkıştır onu; boyuna işkence yap ona,

Savaş kılıcıyla başını kesmedikçe onun belâsından kurtulamazsın,

Çünkü Hakk’ı arayan, isteyen nice kişileri yoldan saptırmış, ırmakta boğmuştur o,

Atlayıp o tarafa geçen âşıklardan başka herkes, şu cihan ırmağında kalmıştır,

Onun eli herkese uzanır: herkesin nasibi, onun yüzünden yanar – erir,

CXXXVIII

Şeytan, herkesin yolunu vurur, herkesi cehennem otu, odunu yapar, Ancak «Onların hepsini azdıracağım, içlerinde, ihlâs sahibi olan müstesna» hükmünce evliyaya birşey yapamaz, Hattâ, «Gerçekten de Şeytan, Ömer’in gölgesinden kaçar» dendiği gibi onların gölgesinden bile kaçar – gider, Kim Allah velîsinin gölgesine sığınırsa, onun çevresinde de dönüp dolaşamaz, Buna delil de şudur: Birisi birgün îblîs’i gördü, bir mescidin kapısında duruyordu, Burda ne yapıyorsun diye sordu ona, Dedi ki: Mescitte bir zahit namaz kılıyor; onu yoldan çıkarmak istedim; ancak yanı başında bir arif uyumada; onun korkusundan mescide giremiyorum, O olmasaydı, zahidin işini göz yumup açıncaya dek bitirirdim, Bu yüzdendir ki, esenlik ona, Mustafâ, buyurur: «Bilgin kişinin uykusu, câhilin ibâdetinden yeğdir,» Onların uykuları, başkalarının uyanıklığından iyi olursa, hayır – şer, bütün hâllerini de böyle bilmek gerek, Yeyip içmeleri, başkalarının orucundan, gülmeleri, başkalarının ağlayışından, alayları, başkalarının ciddî oluşlarından yeğ; sonuna dek böyledir bu,

Ancak o, ezelden temiz – pak, iyi olan ihlâs sahibi kullara,

 

6640, Hiçbir suretle el uzatamaz: çünkü onları koruyan Allah’dır, Bu Kur’ân’da anılmıştır: Hak, Şeytan’a kahredince,

Şeytan, Adem’in yüzünden bu hâle düştüm, lanete uğradım, soyuna-sopuna kin güdeceğim:

Hepsinin yolunu keseceğim; isterse temiz, isterse aklı başında olsun, hepsini gaflete düşüreceğim;

Ancak, ezelden beri gerçeklikle dopdolu, ezelden beri tertemiz has kullarına gücüm yetmez;

Hattâ zırhsız adamın oktan kaçışı gibi onların gölgesinden bile kaçarım dedi,

Arslanlardan kaçan tilki gibi Ömer’in gölgesinden kaçmadı mı Şeytan

Bütün velîlerden kaçar; adlarını duydu mu, perperîşan olur,

Çünkü bir nurdur, bir mayadandır onlar; hepsi de aslında, Allah tecellîsine dalıp gitmiştir,

Oğul, şunu bil: Bir ekmek ne yaparsa, bütün ekmekler de onu yapar,

 

6650, Ceyhan’ın yaptığını, yanlışsız, noksansız, Fırat da yapar,

Birgün,   adamın   biri   Şeytan’ı   gördü;   zağar  gibi   bir   mescidin   kapısında duruyordu,

Ona, bıırda ne yapıyorsun dedi; düzen kurmaya kalkışma, doğru söyle bana,

Şeytan dedi ki: Mescitte bir zahit var; kendini tam manasıyla kulluğa vererek namaza durdu,

Onu yoldan çıkarmak istiyorum ama yanı başında bir arif var,

Yatıp uyumuş, ondan korkuyorum: onun güzünden yanına gidemiyorum,

Orda uyumasaydı, zahidin işi, düşmanın dileğine uyar – giderdi,

Onun  ibâdetini  yele  verirdim,  savurur  – giderdim:  bu  suretle kendimi de sevindirirdim

Ama gel, gelelim, o uyuyan kişi bana engel oluyor: böyle bir iş yaptırmıyor bana,

Çünkü arif, uykuda bile hırsızın elini bağlamıştır: şimdi bu uyku, o namazdan yeğ değil mi?

 

6660, Demek ki Allah erinin bütün işleri, doğru olsun, yanlış sayılsın, böyledir işte,

Tok oluşu, halkın orucundan, nekesliği, bütün dünyânın cömertliğinden yeğdir,

Gülüşü, zahitlerin ağlayışlarından, suçu, ibâdet edenlerin ibâdetinden iyidir,

Bilen kişinin katında, Hızır’ın suçları, Kelîm’in hayırlarından iyi değil miydi?

Yaptığı  iş,  şeriattan dışarıydı görünüşte:  ama gerçekte şeriat buyruklarını fazlasıyla yerine getirmedeydi,

Şu hâlde «Nice suç vardır ki kutludur» sözü,ıün- sırrı budur ey özü temiz kişi,

Çocuğu öldürmek, suçtu ama bunu yapmakla Allah, onun itaatini, ibâdetini daha da fazlalaştırmadı mı?

Görünüşü küfür, özüyse îman; sureti dert, anlamıysa derman,

Allah, anlama yolunu vermedi de onun için Hızır’ın işi ona kötü, abes göründü,

Ama o üç işin üçünün de hikmetini ayan – beyan duyup anlayınca canla – gönülle baş koydu,

 

6670, Çünkü bunun zulmü, onun adaletinden de üstündü: onun kötü görünen her hareketi- öbürünün iyi işinden ileriydi, yerindeydi,

Musa bile o ululukla, o hareketleri anlamakta acze düşerse,

Sen kim oluyorsun, senin hayrın, ibâdetin, gamın, sevincin, zahmetin, rahatın da ne?

Kıyasla   da   bu   hususta   başını   eğ,   secdeye  kapan,   böylece   de   bu   çeşit padişahlardan, sırlara eriş,

Bunun gibi onun sayısız kötülüğünün herbiri, fayda bakımından, iyiden de üstündür,

Çünkü onun zâtı, herkesten ileridir, ayrıdır; herkes kuzgundur adetâ, oysa alıcı doğan,

Kuzgun,  nasıl  olur da doğanla bir olur?  Kükreyen arslana karşı kedi ne yapabilir ki?

Onun sözünü de, işini de, öbür halktan ayırd et: herkesi bir sayma,

Onun işini, kimsenin işiyle kıyaslama: sinek nerden ankaa gibi Kafdağı’na uçacak?

Taş, onun elinde inci olur; halkın elindeyse altın toprak kesilir,

 

6680, Onun yediği lokma tümden nur olur; onların yedikleriyse tümden aldanış olur, benliğe döner,

Zehir, onun damağında şeker olur; onların ağızlarındaysa şeker, pislik olur – gider,

Hani Mansûr, Ene’l-Hak dedi de halk arasında tanındı,

Ama o andan bu âna kadar halk, ona rahmet olur – duaır,

Aynı sözü Firavun da söyledi; ama Hak, ona, bu sözü söylemek hususunda yardım etmemişti,

Bundan dolayı da halkın ağzından ona gündüzleri de lanet okunmada, geceleri de,

Çünkü Hallaç, o sözü söylemeye   memurdu; Firavun’sa   eşekliğinden aldanmıştı, benliğe düşmüştü,

Hâsılı buna rahmet okunmada, o tümden pis kişiyeyse yüzlerce lanet,

Bu ağızdan boyuna konuşan Hak; o dildense nefsin düzenidir beliren,

Bu diriltir, oysa öldürür; bu, arı – duru bir hâle getirir; oysa tortulaştırır; kül – gübür eder,

 

6690, Bu taht verir; o piliyi – pırtıyı götürür; bu kutluluk verir; oysa bahtını – talihini tersine döndürür,

Bu mevki’ verir, o kuyuya atar; o gaflet verir; buysa anlayış,

Bu melek gibi göğün yücesine çeker; öbürüyse Şeytan gibi yerin dibine batırır,

İnsanların ruhları suya benzer; sular sana aynı görünür ama,

Asıl bakımından ayrı – ayrıdır onlar; biri zehir gibidir, öbürü şeker gibi,

Birinden, arı – duru tertemiz su coşar; öbüründen toprakla karışmış kapkara su,

Birinden bilgilerin tatlı suyu kaynar; öbüründen zakkum gibi bilgisizlik suyu

Birinden en iyi, en hoş şey, öbüründen, en şom neyse, o baş gösterir,

Birinin   sepeti   çiçeklerle,   meyvalarla  doludur;   öbürünün  sepeti  akreplerle, yılanlarla,

Biri ateştir, öbürüyse tümden nur; biri dileğini yanına getirir, öbürü uzaklaştırır,

 

6700, Biri tiken verir, öbürü tamâmiyle gül: biri sersemliği arttırır, öbürüyse tümden şaraptır,

VXXXIX

Çokları, görünüşte evliyanın yanına gelirler, sözlerini bellerler; gerçekten yol kesenlerdir onlar, Kim fark edebilirse onlara baş eğmez; dostu düşmandan ayırır, tanır, Hani sarraf, ayarı tam altını kalptan ayırır ya, onun gibi, Görünüşte birbirlerine benzerler ama «Mü’min anlayışlıdır, ayırd edendir,» Evliya, diledikleri surette görünebilirler,

Sende ayırd ediş varsa kurtulursun; gönlünü her aşağılık kişiye vermezsin,

Kalpları altından ayırd edersin; nasıl olur da boncuğu inci narkından alırsın?

Doğruyu eğriden ayırd edebildin mi de her kötü işliden korkmazsın artık Korkun Hak’tan olur,

Seylan’dan değil; çünkü gizli sır, apaçık görünür i ana,

Bütün işleri görürsün; hem sıcaktan kurtulursun, hem soğuktan,

O yardım, sana dost olunca iş yapanın, ancak Allah olduğunu görürsün,

Bilirsin ki halk, onun aracıdır; onun buyruğuyla yürür, iş görür,

Yazıyı düz okursan, ondan başka tasarruf sahibi olmadığını bilir, anlarsın,

A bilgili er, dostta, düşmanda, mü’minde, mecûsîde o tasarrufu görünce de,

 

6710, Gözüme şu, iyice görünür ki sebepleri yaratan, gerçekte ancak odur

Allah, «Herşeye bir sebep var» buyurdu: sebepleri meydana getiren de benden başkası değil,

Herşeye sebepler tâyîn etti de adam olmayan, sebepler yüzünden yitip gitti,

Görüşü keskin olan, nasıl olur da sebeplere kapılır?

O, boyuna sebebi yaratana bakar; nakışlar, suretler, onun yolunu kesemez,

Bilir ki sebepler vasıtadır; kapı, kapıcı olmadıkça açılmaz,

Kılıç, kol olmadıkça kimseyi kesmez; beden, cansız olarak ayakla bir yere gidemez hiç,

Böyle olunca da o kişi, nerden araçtan korkacak Onun korkusu da Allah’dandır ancak, titreyişi de,

Halîl, ateşten korkmadığından ateş, ona gül bahçesi kesildi; yakmadı onu,

Ateşin içinde altın gibi gülüyordu; o cehennem ona cennet bahçeleri olmuştu,

 

6720, Gene böyle Kelîm, sopasını atınca yılan oldu o sopa; Kelîm korkmadı ondan,

Ne mutlu ona ki ipin ucunu bulur da anbarları, ekilmemiş tohumla dolar,

Dişsiz – ağızsız, lokmalar yer; iki ayağına muhtaç olmadan aşk damına çıkar,

Şarapsız, kadehsiz sarhoş olur; yukarılık, aşağılık nedir, bilmez de bir hoşça yürür de yürür,

Ağızsız, gül gibi güler; kahkahalar atar; Ay gibi, ama göksüz nurlar saçar,

Her  solukta  yeniden  bir  şekle  bürünür;  sen  de  ona  ulaştın  mı,   seni  de nûrlandırır,

Kimi gök olur, kimi yer kesilir; kimi yüce ok]r, kimi aşağılanır,

Gözünün önünde, ne dilerse o şekle bürünür: kimi melek olur, kimi de insan,

Aynı zamanda bütün suretlerden de çıkar; sen de nakıştan, suretten geç de ulaşmaya bak,

 

6730, Çünkü nakışlar, suretler, perdedir; suretler, ruh sarayına nerden girecek?

Kelîm, Allah’yla buluşmayı dileyince, tek ve herşeyi bilen Allah, ona dedi ki:

Nefsini dışarda bırak da varlıksız olarak vuslat sarayına gir,

Senliğinden, varlığından geç, yoksa buraya giremezsin; birlik yöresine ikilik suretiyle gelme,

Birlik âleminde sen, ben yoktur; sen yok ol da sayı aybından kurtul,

Hem de, iki ayağını, iki âleme bastın mı dedi, ayakkaplarını çıkar ayağından,

Kutluluk vadisi temizlikten ibarettir; oraya bu çeşit geliş, korkusuzluktan ileri gelir,

Ayaklarından çıkar ayakkaplarını; böylesine alana yalın ayak gel,

Ayakkapları,   Musa’nın  varlığıydı;   Musa’nın  perdeleri,  engelleriydi, sarhoşluğuydu,

Allah’ı arıyorsan varlığından geç; varlığınla o yana nerden gidebileceksin?

 

6740, Dikkat edersen görürsün ki yokluk, varlıktır: varlıktan faydalanmayı istiyorsan yok ol,

Varlığın perdedir; sen, bilgisizliğinden, körlüğünden, kendine kendini perde yapmaktasın,

Eşeklikle bu zanna kapılma; kendine gel de bir iyice bak, ayakmısın, baş mı?

Beden misin, yoksa bedendeki can mı; yoksa canda, gizli olan canan mı?

Senin varlığında bu da vardır, o da: hangisi daha iyiyse onu seç,

O daha iyi olanı kendine eş – dost et: ne diye en aşağılığa kapılıyorsun?

Yüzlerce çeşit ağacın var; her ağaç başka meyva vermede,

Biri ekşi meyva veriyor, öbürü tatlı: biri turunç, öbürüyse tümden incir,

Biri Ebûcehilkarpuzu vermede, öbürü hurma, Biri çirkin meyva verir, öbürü güzel,

Sen ne diye iyi meyva yetiştirmeye gayret etmez, ne diye her solukta güzel meyva yemezsin?

 

6750, Neden aşağılık ağacın çevresinde dönersin? Adamsan en iyisini seç,

Sen   gerçekten   de   neye   çalışıyorsan   osun;   neye   gayret   ediyorsan   onun değerincesin,

Şu hâlde en iyiyi seç de iyi ol; Ay’ın yanı başında otur da Ay kesil,

Denizde bir gemi batmaya başlasa, akıllı tacir,

Değerce aşağı olan kumaşı fırlatır, denize atar; gizlenecek değerli inciyi de koltuğunda saklar,

Senin  bedenin  de  denizde bir gemidir,  bunu  böyle bil;  o  gemide  çeşitli kumaşlar, değerli  inciler var,

Gemi batacağı zaman, tersine davranıp değersizleri alarak inciyi denize atma,

Sende hem Şeytan var, hem Süleyman; yarım küfürdendir, yarım îmandan,

Kur’ân’da, her ikisi de senin gönlünde dedi; küfür de, îman da senin balçığında

İkisi de yağ gibi, çörek gibi beraber; yağ çörekte gizli,

 

6760, İmanla yoğrulmuş küfrü gör; canın konakladığı beden gibi hani,

Yanm olan din, seni yüceliğe çeker; yarım olan küfürse kuyaya atar,

Sen boyuna îmanı çoğalt, Şeytan’ın zıddına da küfrü azalt,

Küfrün azalışını îmânın çoğalışı bil; küfür yok oldu mu, yolu görür bir hâle gelirsin,

Böyle yaparsan velî olursun; Allah bağışlarıyla dolarsın,

Bu âlemin ömrü birkaç gündür; canlarsa bir soluğa bağlanmıştır,

Bir yelden ibaret olan solukla dirisin; iyice bak da gör, o soluğun temeli de pek çürüktür,

Sen yele güvenme, şarapla diril; bu yapıya, bu kuruluşa dayanma,

Aşkla diril, bedenle, canla değil; böyle yap da aşk gibi ebedî ol,

Bedenin yapısı, bir engeldir; ruh atlısıysa koşar, ulaşır

 

6770, Bedeni terkeden, gerçek arayıcıdır; o, halk içinde bilgin, ergin kişidir,

Beden bağını koparmak yeğdir; ruh bülbülü onun yüzünden dertlere düşmüş,

Ruh kuşu ayrılığa düştükten sonra feryâd ediyor, onun havasında, onun aşkıyla uçuyor,

Kimin ruhu, buluşma bahçelerinde uçarsa, buluşunca artık ayrılığa düşmesi imkânsız,

Hakk’ı dileyen ölümden korkmaz; o, gerçek olarak ölümü diler,

Ölümüyle bedeni de arınır; rûhuysa, yok olmasıyla ölümsüzlüğe erer,

CXL

Aşıklara ölüm, düğündür; tümden buluşmaktır, Çünkü ölüm, o âlemin belirmesi, bu âlemin yok olmasıdır; âşıklarsa gece – gündüz bu iştedirler, işleri-güçleri, bunun olmasını sağlamaya çalışmaktır, Ölüm, bunu tam kâmil bir hâle getirir, sağlar da o yüzden onlar, canla – gönülle ölümü isterler, Allah onlardan razı olsun, sahabe, zırhsız olarak kılıca, oka karşı dururlardı, Bu yüzden yüce Hak, «Doğrucuysanız ölümü isteyin» buyurmuştur, O bâkıy ve zevalsiz âlem, evliyanın mülkü olduğundan gerçek padişah onlardır; bu âlemin padişahlığı, o âlemin padişahlığına nispetle oyundur, hayâldir, Hani çocuklar mahallede oyun oynarlar; biri padişah olur, öbürü perdeci; nihayet çocuklar, bu oyunu gerçek âlemden çalmışlardır, Böylece bu dünyanın bezentileri de, törenleri de tümden, o âlemden çalınmıştır, Netekim, «Söz budur ancak, dünyâ oyundur, oyalanıştır, bezentidir» buyururlar, Bu padişahların halleri de o padişahlara nispetle oyundur, oyuncaktır,

Âşıklar eceli düşünmezler bile: çünkü ölümle ezelden biliştir onlar,

Çünkü ölüm, Tanr’ıya gidiştir; yoğun suretten ayrılıştır,

Gökten, yerden dışarıya çıkıştır; nelik – nitelik şehrinden nelikten – nitelikten münezzeh olan âleme gidiştir,

Esasen ânkların işleri de hep budur; hepsine yol – yordam da budur, töre de bu

 

6780, Çünkü sevgilinin âlemi, can âlemidir; oraya gitmekse onların yoludur,

Balık havuzdan kurtulur da denize giderse sevinir, aşkla gider,

Çünkü deniz, balıkların sevgilisidir; hepsinin canı da denizdir, malı – mülkü de

Ölüm denize benzer, âşıklarsa balığa: balıkların padişahlığı denizdedir,

Deniz onların mülkü oldu mu, kuşkusuz padişahlık ederler artık,

Bu dünya padişahlarının padişahlıkları geçicidir: o gerçeğe karşı bu, oyundu: oyuncaktır,

Hani çocuklar mahallede beraberce oyuna dalarlarda biri kendini bey yapar öbürü padişah olur,  öbürü de hâkim,

Biri vezîr olur, öbürü nâib: biri terceman olur, öbürü perdeci,

Geri kalan çocuklar da asker olurlar; herbiri, ululukla külahını yana eğer,

Biz padişahız, beyleriz; hem de öylesine ki düşmanı savaşta bozguna uğratır kaçırırız derler,

 

6790, Dünyâya hüküm yürütüyoruz, padişahlar gibi tacımız – tahtımız var, âlemde buyruğumuz yürüyor diye sevinç içindir hepsi,

Ama hepsi de bir hiçe dayanıp çarpınmaktadır; hepsi de çorak yere tohum ekmektedir,

Hepsi de tulum gibi bomboştur, ama yelle dolu; o küçüklüğünde aslı – faslı yoktur, büyüklüğün de,

Ne vezir bir iş görür, ne padişah, ne bey bir iş becerebilir, ne asker, ne kumandan,

Gerçi bu oyundan ibarettir, tamamiyle geçicidir, asılsızdır; ama bir gerçeği anlatır hani,

O da şudur: Dünyâda bir padişah vardır, ordusu vardır; bu oyunu onlardan almışlardır bu çocuklar,

İşte dünyâda, şimdicek muratlarına ermiş olan bu padişahlar, bu beyler de,

Hani   herbiri   bir   mevki’e   sâhib   olmuş,   kimi   Ay   gibi   dolmakta,   kimi dolunmaktalar;

Amca, bunların padişahlıkları, beylikleri de evliyanın padişahlıklarına karşı oyundur, oyuncaktır, geçicidir,

İstersen şu geçici dünyâda yücelikle, nâz-ü niyazla padişah ol; eline birşey geçmez,

 

6800, İstersen dünyâda padişah ol, istersen bey; sonunda ölmeyecekmisin?

Eğreti mevki’ ne işe yarar? Değil mi ki kalmıyor, sevinme ona,

Akıllı kişi nerden dayanacak ona? Meğer ki Hak’tan gaafıl olsun,

CXLI

Bu âlemin rütbeleri, padişahlık, vezirlik, başka mevki’ler,yüce dağlara benzer; bu mevki’lere sâhib olanlarsa o yüce dağlara tırmanan keçilerdir sanki, Dağlar hep yerindedir; onlarsa yok olup giderler, Bu yüce dağlar, onların bâzısını yüceltir, bâzısını rezil – rüsvây eder, Bâzı kimselerin iyiliği, mevkie rütbe sahibi olmayışlarında gizlidir; bâzılarının kö tuluğu de gene böyle, Yüce mevkie, öyle birşeydir ki oraya çıkanların iyi veya kötü oluşları, bütün halka görünür, Ne mutlu huyları iyi kişiye ki bu yücelikte güzel görünür, adı bu âlemde iyilikle kalır; vay onun tersi olana,

Mevki ve rütbe, âlemde dağa benzer; Âdemoğulları o dağlara tırmanırlar

Kimi bir bilgili çıkar oraya; kimi bir bilgisiz yücelir,

Adalet sahibi, orda Ay gibi belirir; zâliminse yüzü kararır, rezil – rüsvây olur,

Mevki, rütbe, gerçekten de mehenk taşına benzer, iyiyi seçkin bir hâle getirir,

Çirkin suratlı, kötü işli olanıysa mevki, bu bir ardır, bir yüzkarasıdır diye herkese yayar,

Dünyâda onu rüsvây eder, gizlenenleri açığa vurur – gider,

Önce halktan gizliydi o; kötülerin içinde bulunup da bilinmeyen iyiler gibi,

 

6810,  Kimse, onun sırrını bilmezdi; şimdiyse zâlim olduğu, boş birşeyden ibaret bulunduğu  meydana çıktı,

Allah’ın, dünyâda pisten, güzelden çeşit – çeşit sayısız halkı var,

Bir bölüğünün yüzü Ay gibi bembeyaz, bir bölüğününse Şeytan gibi yüzü kapkara,

Hak, güzeli yücelere ağdırır; onu apaçık göstermeyi diler,

Yeryüzünde halktan bu çeşit pek çok kişilerin bulunduğunun bilinmesini diler,

Bir tek Allah’ın hikmetinden, iyi – kötü, sayısız – sınırsız kişiler belirmiştir,

Kimi  bunu,   kimi  de  onu  göstererek halkın,   Hakk’ın  kudretini,   hikmetini görmesini diler,

Herbirini özü meydana çıksın diye her iki bölüğü de yüceltir,

Değil mi ki rütbe, mevki, kimseye kalmayacak, ne mutlu o kişiye ki iyiliğe koşar;

Adaleti yayar, iyiliği arttırır, hayırlar kapısını dünyâya açar,

 

6820, Onun adı – sanı anılır – durur; dünyâda ünü, ebedî olur,

Halk, onu anarak rahatlasın onun iyilik şekerini ağızsız çiğner,

İyiler, dünyadan gitmişlerdir, hepsi toprağın altında uyumuş – kalmıştır ama

İyi huyları diridir; Ay gibi boyuna parlar – durur,

Dünyâda Musa ile Firavun’un adı – sanı kaldı ama nasıl kaldı; ikisi nasıl anılmakta’ Sen ayrıd et,

Bu   ikisinden   hangisi   makbul,   hangisi   istenmekte?   Ne   mutlu   iyi   olana, beğenilene,

Bu dünyânın rütbesi, mevki’i, nice kişiyi işten – güçten etti; ama dünyâ, dağ gibi yerinde,

Beyler   –  paşalar,   keçi  gibi  ona tırmanırlar  da  o  yüzden  dünyâyı  dağa benzetiyorum,

Dağ yerinde durur; keçilerse geçip giderler, ölüp yiterler; halkın, çocuklar gibi bundan haberi bile yoktur,

Keçi, dağa tırmanınca yücelir ama sonunda öldü mü, alçalır – gider,

 

6830, Padişahlık, vezirlik, bir mertebedir ama bu mertebelerin sahipleri, birer – birer elden çıkarlar,

Bey – paşa da, vezir de, birbiri ardınca, birkaç gün yüce sayılır, büyük tanınır,

Sonra biri gider, başkası gelir; o büyük tanınanın gitmesiyle o mevki ne değişir, ne sahipsiz kalır,

O mevki dağ gibi yerinde durur; mevki sahibiyse saman çöpüdür sanki; vazgeç ondan,

Ölüm yeli, o saman çöpünü savurur – gider; kulu da, padişahı da yok eder,

Hepsi de ol buyruğuyla herşeyi var eden padişahın emriyle bir – bir, dağın başından, tepesi üstü yıkılır aşağıya,

Mevki, mertebe, yerli yerinde durur; hepsi geçer – gider, o kalır,

Dağ hep yerindedir; dağ gibi olmak gerek ki yerinde ayak diresin,

Sen dağ olamazsan, bir saman çöpü olursun; bil ki padişah bile olsan, bir samancağız içindir bu padişahlık; sonra geçer – gider,

Birkaç günceğiz o dağda uçar – savrulursun; ama nerden dağ gibi durup kalacaksın?

 

6840, Keçi ölür, re’yi – kararı da yok olur; dağsa yerinde kalır,

Bu fanı dünyâda ebedîlik yoktur: yürü a bilgin, ölümsüzlüğü seç,

Orda ne yalnız kalmak var, ne ölüm; bağı – bahçesi, boyuna dallı – yapraklıdır, boyuna meyva verir,

Böylesine ebedî bir mülke, böylesine bir saltanata karşı bil ki şu alan, hiçin de hiçidir,

Hak erenler karşısında dünya padişahlığı, çocukların oyununa benzer,

Onun için sevgi ihsan eden, noksanlardan münezzeh olan Tann, Kur’ân1 da bu dünyâya oyun dedi,

Çünkü bu dünyâ, o denizden bir katredir; bu örnekten onu anlarsan,

Konağa doğru yol alırsın; Allah sırrından da haberin olur,

Ama bu katrede boğulup gidersen, gerçekte kadınsın, er değilsin sen,

Er olan, erlerin işini görür; feleği bir top gibi yuvarlar – durur

 

6850, Nurdan bir elle kader savlicamm sallar, topu, kimi aşağıya yuvarlar, kimi yukarıya,

Birini malla – mülkle yüceltir; birini yokluk – yoksullukla alçaltır,

Birini  şu  dünyâda sultân  eder;  birini yoksullaştırır,  bir dilim ekmek için öldürür,

Birini şu dünyâya tutsak eder; birini âhirette emîr kılar,

Yerde,  gökte  Hakk’ın naibi olmuştur;  Allah,  onu  ganî kılmıştır;  herkesse yoksuldur,

Bu rütbeye erişene ne mutlu; o tertemiz kişinin töresi, Allah töresi olmuştur,

Onun tahtının önünde melek yere kapanır; hepimiz sana hizmet etmedeyiz, efendimiz sensin der,

O oğul, Âdem’in vârisidir; böylesine yüce mertebe, onundur,

O, babasının saltanatına, tahtına sâhib olur; bilgide, görüşte de babasına benzer,

Böyle olmayansa geriler; o mazhariyetten hiçbir şey elde edemez,

 

6860, Şehzadedir ama yoksul düşmüş, malsız – mülksüz kalmış, ululuktan mahrum olmuştur,

Gerçekten de herkesin atası Âdem’dir; kötünün de – iyinin de, yücenin de, aşağılık kişinin de atası odur,

Kimde  sır  bakımından  o  yücelik  varsa  canla  –  gönülle  boyuna  atasının saltanatını arar,

Ama kimde o himmet yoksa yok – yoksul kalır, mihnetlere uğrar,

Aşağılık kişiler gibi ekmek peşinde koşar, iki parça ekmek elde etmek hırsına düşüp yorulur,

Bedeni, o mayadan yoğrulmuştur ama canı o mertebeye ermemiştir,

Ondan dolayı da Hakk’a varmaya gayret etmez; çünkü Âdem’den o himmeti bulamamıştır,

CXLII

Kuş kanatla, insan himmetle uçar, Kimin himmeti yüce değilse, kolsuz – kanatsız kuş gibidir, Kimin himmeti yüceyse bu, kolunun – kanadının güçlü olduğuna delildir; çünkü «Kuş, iki kanadıyla uçar, çevreleri dolaşır; insansa çevrelerde himmetinin kanadıyla uçar, zât ve sıfatlar alanında dolaşır, Dinleyenler, onları arasınlar diye velîlerin sıfatları söylenmektedir; çünkü Tann’ya en yakın yol, velîlerle sohbet etmektir, Onların sohbetiyle, bir günde elde edileni, kendi çalışmasıyla yıllar boyunca elde edemez insan, Gökle yer durdukça onların olmalarına imkân yoktur, Zâti âlem, onların varlıkları için yaratılmıştır, Netekim, «Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım» buyurmaktadır,

Himmet, insanın kolu – kanadıdır; himmetsiz adam, hayvan gibidir,

Kuş havada kanadıyla uçar; insan da yerin – göğün ötesinde uçar,

Kuş, boyuna yörelerde uçup – duaır; insansa zâta, sıfatlara doğru uçup gider,

 

6870, O uçuş, ölüme doğrudur; bu uçıışsa abıhayata doğru,

Ne mutlu himmeti olana; gönlünü – canını Allah yolunda saçıp dökene,

O kişi, Allah aşkından başka birşey satın almaz; perde olan, engel kesilen herşeyi yırtar, yıkar,

Hoş bir surette ferşten de, Arş’tan da, boşluktan da geçer; La-dan İlâ’ya doğru yürür – gider,

Lâ’dan kurtulup İllâ’ya varan, o mekânsızlık âleminde, yerin, göğün ötesinde Hakk’ı bulur,

Önüne   ön   olmayanın   eşiğinde   ölümsüzlüğe   erer;   ebedi   olarak   vuslat cennetinde kalır,

O, belirtisiz olmuş, belirtiden kurtulmuştur: suretlerden sıyrılmış, anlamlara varmıştır,

Himmet kanadı, erlerin bağışıdır: o kanat, Allah nurundan bitmiştir,

Allah, kimi kutlu olarak yarattıksa o, Allah’dan başka hiçbir şeyi seçmez,

İki dünyâda da Allah’dan başka birşey istemez; sevgilinin yoluna canını feda eder,

 

6880, Çabası aşk yönünden olduğu için durağı da «Gerçeklik makaamı» olur,

Bektemür oğlu Kerimeddîn, zamanede seçilmiş velîdir,

Bu zamanda gönül sahibi odur; Hak için nefsini kurban eden odur,

O sultan, vuslat bayramı için nefis öküzünü kurban etmiştir,

Mustafa’dan, «Ölmeden önce ölün» remzini duyar duymaz bedeninin boğazını aşk kılıcıyla kesmiştir,

Varlığından öldü de Allah’yla dirildi; iki âlemde de diri ölü odur,

Halkın elini tutan ancak odur; bu asırda ondan başka emîr yoktur,

Kim onu sever, ona dost olursa onun işi, sonunda tamamlanır,

Kime himmet ederse o, Cüneyd’e döner, Ma’rûf a benzer,

Kim onun sır sözlerini duyarsa, anlar ki o, hürlerdendir,

 

6890, Dostum, bugün dünyâda Hüsâmeddîn’den bize yadigâr, odur,

Kim, Hüsameddîn’i yitirdiğinden dolayı dertlere düşmüşse, ona yüz tuttu mu, dermanını bulur,

Hele gayret edin de bu da yitmeden kendinizi ölümden kurtarın,

Gece   –   gündüz,   onun   rızâsını   elde   etmeye   çalışın:   can   şarabını   onun kadehinden için,

Böylece de ecel kılıcından azad olun da şu olup bozuluş âleminden kurtulun,

Ömrünüz, hadde – hesaba sığmayan âlemde sayısız bir hâle gelsin,

Ölümsüzlüğün  nimetler  yurdunda konaklayın;  Allah’la  dost  olun,  onunla oturup kalkın, ona nedîm olun,

O, bugün dünyâda eşsizdir, benzeri yoktur: bugün, zamanede misli bulunmaz onun,

Ben,  geçmişten  bahsedersem,  bugünü  söyler,  anlatırsam,  bu  sözlerden,  bu övgülerden maksadım odur,

isa’yı, Musa’yı, İmrân’ı anışımı hepsi de bil ki onun hâlini anlatmak içindir,

 

6900, Mansûr’u Edhem’i, Kerhı’yi anısını, Zü’n-Nün’u, Ahmed-i Belhî’yi zikredışim,

Her yol erinden bahsedişim, seçilmiş kişilere dâir benden duyduğun bütün sözler,

Bütün bu bahisler, o işi – gücü iyi olan erin vasıflarım anlatmak içindir; başka bir maksadım yoktur,

Âşıkların  geçmiş   zamandan  bahsetmeleri  yerinde  bir  iş  değildir;  geçmiş, gelecek, şu yok olan dünyâya aittir,

Âşıkın sözü, hep içinde bulunduğu zamana aittir; elde olandan başkası, yoktur onun için,

Sözünde sayı olsa bile onun maksadı, ancak birdir,

Hak, Kur’ân’da, seçilmiş peygamberleri ayan – beyan anlattı;

Herbirini ayrıca övdü, gizli sırrı açıkladı; Herbiriniıı yaratılışını, huyunu açıkladı; herbirini övdü ama,

Hakk’ın   bütün   bunlardan   muradı,   Muhammed’di;   yoksa   ne   diye   «Sen olmasaydın» buyurdu?

 

6910, Ferilerin de aslı oydu, asılların da aslı o; çünkü hem ulaşmak ondan doğdu, hem  ayrılışlar,

Peygamberleri överken, gönderilenlerin kutbu, onların uydukları sensin diye onu medhetti,

CXLIII

Bir velî, öbür velînin vilâyetine tanıklıkta bulunur; ama sende o görüş olmadığından o vilâyeti göremezsin; ancak bahtın kutluysa bunun gerçek olduğunu sen de bilirsin; çünkü bir velînin tanıklığı, halktan yüzbin kişinin tanıklığına bedeldir; netekim sarrafın altın hakkındaki tanıklığı, ,sarraf olmayan yüzbinlerce tanığın tanıklığı demektir,Bâkıy âlem, anlatmakla anlaşılacak bir âlem değildir, Anlatışın faydası, ancak o âlemi dilemeye vesîle oluşu kadardır, Anlatışta kalan, bu anlatışı sanat edinen kişi, asla o âlemi anlayamaz, Çünkü o âlemi anlayış, aşk ateşiyle kararsız bir hâle gelmek, o ateşle yanıp erimektir, Yokluğu elde etmek, sohbetle olur; o yitti, gerçek şeyh de ele geçmedi mi, artık ibâdete düşmek gerek; çünkü teyemmüm, su yerine geçer; güneş olmayınca da kandil güneş yerini tutar,

Padişah Hüsameddîn, yalnızken de, halk içinde de dâima onu överdi,

Hallerini, mertebesini açıklar, Hak katındaki yakınlığını vasfederdi,

Öylesine bir gerçek, o yaratılışı yüce, kerem sahibi zât hakkında tanıklık ederse,

Acaba bir kişide şüphe kalır mı? Çünkü hâlis altını meheng gösterir,

Dostum, mehengin bir tanıklığı, başka adamlardan bin kişinin tanıklığından üstündür,

Altın için sarrafın bir tanıklığı, lâftan ibaret yüzlerce tanıklıktan yeğdir; bunu böyle bil,

Sarraftan başka yüz kişi, bin kişi olsa, onların laflarını bir arpaca sayma,

Yeni Ay’ı gözü görenden sor; körün tanıklığını hiç dinleme,

 

6920, Körler, sayıca çok bile olsalar değer bakımından bir bile değildirler,

Bunun örnekleri çoktur; sen özü al da deriyi bırak,

Onun tanıklığı olmasaydı da, onun aziz bir kişi olduğu meydanda,

O belirtiler, yüzünde görünmekte; belli ki onda hürlerin yaratılışı var,

Görünüşü de, huyu da, gönlünün, dâimi diri Allah’ın visaliyle diri olduğuna tanık,

Kimde diri bir gönül varsa onun yol gösterici olduğunu, Hakk’ı gördüğünü bilir;

Tuzağa benzeyen şu varlıktan kurtulmak için tam bir gerçeklikle onun izini izler,

Canla – gönülle ona yüz tutan, dâima aşk şarabiyle sarhoş olur;

Ceyhun gibi gönülden akıp koşar; can denizine karışır, yok olup gider,

Değil mi ki sel gibi coşup aktı; o arayan, sonunda deniz kesilir;

 

6930, Ama anlaşılan, yahut da sözle birisince bilinebilen deniz değil;

Bilgin de o denize perdedir, anlayışın da; onu bilmek, yok olma yoluyla olur ancak,

Yok olmadıkça ona erişemezsin; bedende oldukça cana kavuşamazsın,

Beden, yola perdedir, kaldır onu; o perdeyi gider aradan da,

Tertemiz can canana kavuşsun; dertlere derman erişsin,

Bunu elde etmek için de asıl olan sohbettir; özet yoluyla da anlatıldı, açıklandı bu, etraflıca da,

Ama bilgi, tekrar edilmekle kolaylaşır; zâhitlik, çok zikretmekle, çok ibâdetle elde edilir,

Yokluğa ermek için en büyük vesile sohbettir; şeyhin bakışı da, sana dosta kavuşmayı bağışlar,

Çalışır, çabalarsan, bu da iyidir; ama sohbet denizdir, çalışıp çabalamaksa ırmak,

A bilgili er, kulağını aç da dinle: Çalışıp çabalamakla elde edeceğin şeyin,

 

6940, İkiyüz mislini sohbetle elde edersin; canla – gönülle pîrin eteğini tut,

Şeyhin bakışı, çalışıp çabalamakla yüz yılda elde edeceğin şeyi hemencecik verir sana,

Şeyh, görür, onun izini izlersen hoş bir halde, onun ışığıyla kuyudan, ırmaktan kurtulursun,

Çalışıp çabalamak, körün elindeki sopaya benzer; onu düşmekten, kötülüğe, tehlikeye düşmekten korur onu,

Uyduğun kişi, gözü gören kişiyse sen de onun gibi, ovada-yazıda hoş bir surette yürür-gidersin,

Ama sopaya uyarsan nerden o çeşit gidip yol alacaksın?

Şeyhin   sohbeti,   çalışıp   çabalamaların   canıdır;   onu   bulan   kişi,   Allah lıaslarındandır,

A bilgin, sanatı ustadan öğrenmeye çalış: kalfalık et de usta ol Sanatı  kendi  kendine elde edersen, nerden,  nasıl usta gibi olgun bir hâle geleceksin?

Peygamberleri göndermenin sırrı budur; herkesin tezce maksada ulaşmasını sağlamaktır,

 

6950, Yoksa herkes, kendi çabasıyla işini tamâma erdirirdi, Ama bunu elde edemezsen, çalışmayı bırakma da eriş,

Yol gösteren dosttan pek bü>ük lûtuflar, feyizler elde edilir; onun sohbeti, seni korkudan kurtarır,

Bu kolaylaştı mı, canını feda et: bil ki bundan öte birşey olamaz,

Erlerin huzurlarına eriştin mı, işinin pek iyi bir hâle geldiğini bil,

Yol gösterenin göçünce de yoldaş ara: Hak yolunda, yoldaşlarla yol al,

Bu ikisi de olmazsa, çalışıp çabalamak yerindedir; çünkü bu ikisi olmadıkça çalışmayı bırakmak hatâdır,

CXLIV

Çalışmayı da peygamberlerle velilerden öğrenmek gerek; onlar öğretmeselerdi, çalışmak nedir, kimse bilmezdi,

Çalışmayı da onlardan bil, onlardan öğren: çünkü onların sözlerinden belirdi, anlaşıldı,

Ahmed, dileyenlere, bir olan Allah için ibâdet edin demeseydi,

Oruç tutun, namaz kılın, yalvarıp yakararak boyuna Allah’ı anın,

 

6960, Dünyâda iyilik tohumunu ekin de mahşer günü mahsûlünü devşirin demeseydi;

Onun gibi, gören – bilen şeyhler, çalışma yolunu bize bildirmeselerdi;

Bu yolda başla oynamak, başsız – ayaksız olarak o yana koşmak gerek;

Dilekten, istekten geçmek, nefsin fazla isteklerini azaltmak,

Her solukta nefsi tepeleyip öldürmek îcâb eder: çünkü o, pek çirkin, pek katı bir düşmandır  demeselerdi, bunları bilemezdik

Peygamber, «Düşmanının en güçlüsü» buyurdu; nefsi böyle anlattı; çünkü o, gulyabani gibi yol kesendir,

Bütün düşmanlarından beterdir o; çünkü hepsi de ayağa benzer, oysa baş gibidir,

Hattâ o kaynaktır,  onlarsa su:  o,  büyük bir şehre benzer,  onlarsa şehrin kapıları,

Azabın, cehennemin temelinin de temelidir o; hatla o denizdir, cehennemse ondan ayrılıp akan bir dere,

Nefsi öldürmeyi kolay birşey sanma: hiç kimse iğneyle Kafdağı’nı delemedi,

 

6970, Sen bir koyuna benzersin, oysa yırtıcı kurt; iyice bil ki ona üst olamazsın sen,

Ancak Allah yardım ederse onu ortadan kaldırabilirsin,

Boynunu büker de başını kesersen, melek gibi göğe kanatsız uçabilirsin,

Bütün bu öğütler, onlardan bize, adlı – sanlı, etraflıca gelip erişmeseydi,

Halkın,   çalışmaktan   haberi   mı   olurdu?   Hiç   kimse   hayrı   serden   ayırıp tanıyamazdı,

Şu hâlde gerçek olarak bil ki düşmanın da elini tutan onlardır, yakınların da,

Onların ırşâdıyla herkesi şüphesiz olarak bil, tanı da dervişlere ulaşınca, onlara kul – köle ol,

Böylece de bu kulluktan padişahlığa ulaş; yıldızın kötü bile olsa, böylece bir Ay’a ulaşırsın,

Yoksul, o padişahlardan mal – mülk elde eder: kapkaranlık gönlü anlığa erer,

Akıllılığı sarhoşluk kesilir; şu aşağılıktan yüceliğe erişir,

 

6980, Ebedî saltanata nail olur; dîni de, dünyâsı da mâmur olur,

Ölü, onların cömertliğıyle dirilir; ağlayış, lûtuflarıyla gülüş kesilir,

Bakışları hangi köre ilişse onun bedeni, baştan ayağa dek yüz olur,

Öylesine şeyhi, bu sıfatlara sâhib olan kılavuzu surda – burda arama,

Yanda – yörede göz gösterir ama sen onu yansız – yöresiz âlemde aramaya bak,

Çünkü o, bedende tümden candır; gönlü de cananın taht kurduğu yerdir

Toplumun   yol   göstereni,   işte   böyle   bir   kişiydi;   halkın   gerçekliği,   onun yüzünden, artıp dururdu,

O gölgeden herkese yardım gelmedeydi: çoluk – çocuk da onun yüzünden diriydi, konu-komşu da,

Bir müddet bu topluma yol göstericiydi; karanlık gecede yüzü mum gibi, toplumu aydınlatırdı,

İşin sonunda, varlığı yapıp düzen, bizden böyle bir inciyi kaptı – gitti,

CXLV

Allah rahmet etsin, Bektemür oğlu Kerîmeddîn’in göçmesi, Bir velî bu dünyâdan göçünce ümit kesmemek gerek; çünkü dünyâ durdukça Hakk’ın velîleri de durur; zîrâ yüce Hakk’ın bu âlemden, bu âlemi, bu halkı yaratıştan muradı, âlemin ve âlemdekilerin, Şu hâli, görünüşü değil, onların mübarek varlıklarıdır,

6990, Kerîmeddîn, o huyları güzel, o seçilmiş velî, beden âleminden göçtü,

Öyle bir erdi ki  onun gibi kerem sahibi bir padişah yoktu;  dünyâda eşi bulunmaz, paha biçilmez bir inciydi adetâ,

Hüsâmeddîn’den sonra o server, yedi yıl müddet, yol göstericilikte bulundu,

Kime diledıyse saltanat verdi, bağışta bulundu; onu, kendi gibi gözü görür bir hâle getirdi,

Kendi gördüğünü ona da gösterdi; Hak’tan işittiğini ona da söyledi,

Bunun anlatılışını  söz yolundan  arama;  Ledün bilgisini duymak için can kulağım aç,

Hâsılı sözün özeti şu: O, toprak âlemden gitti, keder tozundan arındı,

Onun yolu, gerçeklik maksadına dayanmadaydı; sonunda konağı, «Gerçeklik konağı» oldu,

Göçüşünden dolayı feryâd ettik, gözlerimizden yaşlar akıttık,

Gamdan ellerimizi başlarımıza vurduk, göğüslerimizi dövdük;

O yasla hepimiz de perperişan olduk;

 


 

ETİKETLER: