5000 – 5999

A+
A-

5000, Padişah, yolladığı kişilerden memnunsa çavuş, onların önünde başını yere kor,

Yüzlerce gönül alçaklığı gösterir onlara; yakınlarına gösterdiği lütfü, sevgiyi, onlara da gösterir,

Ama padişah, onlara kızgınsa, o da, nefretle, kinle dolu olarak gider,

Kurt gibi onların kanına susar; onlara kılıçla, gürzle varır,

İşte, azından – çoğundan, yücesinden – aşağısından, göğün, yerin bütün parça – buçukları,

Hak katında çavuşlara benzerler; hepsi de canla – gönülle Hakk’ı gözetir,

Hak, herkesle nicedir; kime cefâ edecek, kime vefa gösterecek

Onlar da, o kişiye karşı öyle davranırlar; birine ilkbahardır onlar, öbürüne kış,

Birine zehirdir onlar, öbürüne panzehir; birine lûtuftur onlar birine kahır,

Birine ateştir, öbürüne nur; birine şeytandır sanki, ötekine huri,

 

5010, O dâima diri, sanki bir kişidir deyaratılışı, ardındaki gölgesi

Gölge   nerden   kendiliğinden   hareket   edecek?   Gölgenin   oynayışım,   gölge sahibinden bil,

Sen, Âdem gibi has kişilerden değilsin de âlem, o yüzden sana yabancı,

Allah sana yabancı kesilmiştir de o yüzden yerle gök, senden çekinmededir,

Dağdan, çölden, ırmaktan korkup duruyorsun ya; hâinsin de o yüzden kahırdan korkmadasın,

Yılan, mağarada, makbul olmak için Rasûl’ün huzuruna ziyarete gelmedi mi?

Süleyman, karıncaların yuvasına yaklaşınca küçücük bir karıncanın sözünü duymadı mı?

Hani karıncalara, padişahın, ordusunun atlarının nallarından sakının demişti,

Hannâne direğinin sesi de bilinmektedir; hani ayrılıktan ıztırâba düşmüştü, inlemişti,

Bundan önce direğin hikâyesini, nasılsa öylece anlatmıştım,

 

5020, Ebû Cehl’in elinde, kırık – dökük taşlar, Peygamber’ın peygamberliğini, akıl – fikir sahibi insanlar gibi  ikrar etmedi mi?

Avucundaki her taşın sesini yakın da işitti, yabancı da: imanlı da duydu, imansız da,

Hani  o  gece  iki  haftalık  Ay,  Ahmed’in  işaretini  görüp  anlayınca  ikiye bölünmüştü,

Sopa, Kelim’in elinde yılan olmadı mı; bilgili köpek, Kehif Ashabına katılmadı mı?

Yer, Kaarûn’u, o aşağılık kişiyi, Musa’nın buyruğuyla bir lokma gibi yutmadı mı?

Ateş, Halil’e gül bahçesi kesildi; herkese kılıçtı, ona zırh oldu,

Allah, Kurân’da bunun gibi çeşit – çeşit mucizeler andı,

Yeryüzünün de, yedi göğün de zerreleri, tümden, Allah’a kuldur – köledir,

Boyuna Allah râzılığını elde etmeye çalışırlar; düşmana karşı arslan gibi coşup kükrerler,

Dosta bal gibi yumuşarlar; düşmanaysa cehennem gibi azap kesilirler,

 

5030, Yürü, Allah rızâsını elde et de hepsi de candan – gönülden kul olsun sana,

O zaman hepsi de dost olur, eş olur sana: artık ne kaplandan korkun kalır, ne arslandan,

Kim Hak’tan korkarsa, aşağı – yüce, bütün yaratılmışlar, ondan korkar,

Birisine Allah dost oldu mu, başkalarından yarar mı gelir ona’,’

Arslan, korkusundan, binek olur ona; yüzünü gördü mü, yere baş kor,

Allah yardımı, ona yoldaş oldu mu, ona ne bir hatâ erişir, ne ziyana girer o,

Allah’ın seçilmişi olan kişiye kul da itaat eder, padişah da,

Korkanlar, Allah’dan aman bulurlar; korku, eziyet, belâ, emîn olanlaradır,

CXII

Allah’dan korkmak, ulu bir duraktır; «İhlâs sahipleri pek büyük tehlikededir» denmiştir, Fare, arslandan hiç korkmaz; farenin korkusu kedidendir, Dünyâ ehli fare sıfatlıdır, Allah’dan korkma mertebesine erememişlerdir, Onlar, kendi cinslerinden olan şahneden, asesten korkarlar, Akıl, bu dünyânın terâzisidir; akılsız adamda anlayış yoktur; pisi temizden ayırd edemez, Akıl da, yalnızca herşeyi ayırd edemez, meğer ki Hak derdi, ona yardımcı ola, O dert, akla, doğru – düzen ayırd ediş kaabiliyeti verir de böylece Allah’a varan yolu aşar, kavuşma durağına erer, Dert, âhiret dilemek, Allah’a kavuşmak için aklı kendisine araç edinir,

Velîden  başkası,   nerden  Allah’dan  korkacak’?   Bir  karıncacık,   ejderhâdan korkmayı ne bilsin?

Fare, kedinin önüne kahramanca gidemez; ama arslanın karşısına korkmadan gider,

 

5040, Pis fare kediye lâyıktır; inatçı arslan fareye saldırmaz,

Halk,  şahneden,  asesten korkar;  Hak’tan korkansa eşi bulunmayan kişidir ancak,

Öküz adamdan, yahut süt emen çocuk, yılandan, akrepten korkar mı hiç;

Kimin aklı fazlaysa korkusu da fazladır; bilmeyen kişiyeyse melhem de birdir, yara da,

Korkmak, ürkmek, aklın işidir; aklı olmayanın iyiden, kötüden haberi bile yoktur,

Akıl gerek ki onların arasından aşağılık kişiyle yüce kişiyi ayırd etsin

Ama aklın ayırd edişi de tam değildir; çünkü derdi olmayan akıl, hamdır,

Akıl, dertle eş oldu mu, ondan sonra onun re’yi sağlamlaşır,

Dertsiz akıl, dünyâya kılavuzdur; ama derde düştü mü, âhiretin Hayder’i olur,

Akla, beğenilen yolu seçecek gözü, görüşü veren, derttir,

 

5050, Böylesi akıl, boyuna Allah’yla meşgul olur; boşboğaz, kötü işli nefse eş olmaz,

Aşağılık himmeti yücelir; ne padişahtan korkar artık, ne validen,

Göğün yücesinde meleklerle uçar; her solukta yeni bir bayrak açar,

Aşk mushafını candan okur; onun bildiğim kim bilebilir, kim anlayabilir ki?

Ebedî saltanata nail olur; mekân âleminde mekansız padişah kesilir,

Böyle olur ey can, belki de yüz misli olur; onun hâli sözle anlatılamaz ki

Köpük, denizi belirtebilir mi; çünkü o, arı duru suya perdedir,

Su kuşu, ancak suyu ister; çünkü topraktan azaba düşer o,

Balıkların yatakları sudur; su onlara hem şaraptır, hem meze,

Dünyâ şeker kesilse, değil mi ki su değil, onlara zehir olur,

 

5060, Velîler balıklardır, Hak’sa deniz; onların yerleri – yuvaları, dâima denizdir,

Denizden başkası onlarca «La» dır, «La» dan sonra duraklarıysa «illâ» dır,

CXIV

İstek ikidir, yol da iki, Allah ondan razı olsun, Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik’a, yolun sonu var mıdır, yok mudur diye sordular, Buyurdu ki: Yola son vardır ama durağın sonu yoktur, Çünkü gidiş ikidir biri Allah’a gidiş, Allah’a giden yolun sonu vardır; çünkü bu, varlıktan, dünyâdan ve kendinden geçiştir; bunların hepsinin de sonu, bitimi vardır; ama Hakk’a eriştin mi, ondan sonraki gidiş, Allah’ı tanımak hususunda, Allah bilgisinde; o tanıyışın sırasında gidiştir ki buna son yoktur,

Bil ki yolun durağı Hakk’a ulaşmaktır; ama bundan sonra o ulaşmada sonsuz bir yol var,

Yol iki çeşittir: Biri kendinden, varlığından geçmektir; bu çeşit yolun sonu, sınırı vardır,

Çünkü bedenin varlığı sınırlıdır; bu varlık dünyâsının sonu vardır,

Duraklar yolununsa sonu yoktur; gönül yolu, bil ki sonsuzdur,

Kendinden geçmenin, şu yokluk âleminden sefer etmenin imkânı vardır,

Ama ölümsüzlük yurdu olan o duraktan geçmeye imkân yoktur, çünkü orası, Allah’a ulaşmak durağıdır,

Karada yol da meydandadır, yolun durağı da; ama denizdeki yolun belirtisi görünmez,

Kavuştuktan sonraki gidiş, bir başka şekildedir; kavuşup buluşan kişinin gidişi gizlidir, neliksiz – niteliksizdir,

 

5070, Önce Allah’a doğru yol almadaydı; şimdiyse yolu – yordamı, Allah’a kavuşma âlemindedir,

Kavuşanların gidişlerini şöyle bil: “Her gün bir işte” âyetini işitmedin mi?

Onların zahirleri, adetâ Hakk’ın gölgesi oldu ya: tertemiz canları da Arş’ın sırrı kesildi,

Gölge,  kendiliğinden  oynamaz,   adam  oynadıkça  oynar;  gölgenin  iyiden-kötüden ne haberi var?

Onların gidişleri, ilerleyişler, Hak’la olduğundan, soluktan soluğa da Hak’tan ders alırlar,

Velînin iyi hareketi de Allah’dandır, kötü (görünen) hareketi de: gölge ne yaparsa bil ki adamın  yaptığı harekettendir,

İki âlemi de yaratan, bu sebeple Kur’ân’da «Attığın zaman sen atmadın» buyurdu,

Kendini gören kişi, bu sözden uzaktır, anlamaz; kapkaranlık nefis, bu nura zıttır,

Halka göre bu söz, olmayacak bir sözdür; ama âşıklara göre de hâli anlatan bir söz,

Aşık kişi anlar bunu: akıllı kişi, burda ahmaktır,

 

5080, Akıl, bu dünyânın mimarıdır; aşksa dükkânın yıkımıdır,

Akıl, perdeyi arttırır; aşksa perdeden dışarıya çıkar,

Akıl, ad – san, namus ve şeref bağına bağlıdır; aşksa ayıpla, arla bağdaşır,

Akıl baş olmayı, başa geçmeyi ister; ama aşk, her kula – köleye toprak olur, yere döşenir,

Aşıklara töre, yol – yordam, toprağa döşenmek, varlığa toprak saçmaktır; onlar

elbiseye de aldırış etmezler, süse – püse de,

Onların   tümü,   tacirlikten, zenginlikten kaçar; tümü de mala, dükkâna düşmandır,

Kimi esrikliğe düşerler, kimi alçalırlar; her an varlıktan utanırlar,

Canla – gönülle yokluğu ararlar; salına – salına sevgiliye doğru giderler,

Can gibi gözden gizlidir onlar; meleklerle gökte seyrandadır onlar,

Bedenleri görünür ama canları, Ay’dan da nicelerdedir,

 

5090, Hepsi de birbirini bilir; binlerce kişi olsalar, gene de canları birdir onların,

Halkın gözüne görünmezler, perde ardındadır onlar; yaratanın katındaysa pek sevgililerdir onlar,

Halk, onların parıltısını görseydi; aşklarını canla – başla satın alırdı, onlara âşık olur giderdi,

Halk, ırmak gibi denize akıp gitmediğindendır ki boyuna şu topraklığı araştırır – durur,

Allah velîleri gizli olduğundan da halk hep bu dünyâya aldanır – gider,

CXV

Velîlerin âlemi görünseydi küfürle îman bir olur, kâfir kalmazdı, Bu söz, birisine aykırı gelir de, Peygamber herkese kendisini gösterdi; neden Ebû – Zerr’le Ebû -Cehil bir olmadı derse deriz ki: O kendini göstermek, kaabiliyeti olanlara göredir; çünkü Peygamber, güneş gibidir, iyiyi de aydınlatır, kötüyü de, güzeli çirkinden ayırır; netekim kıyamette iyi ve kötü meydana çıkar, «O gün yüzler ağarır, yüzler kararır» buyurulmuştur, Ama dünyâda bunlar gizlidir; sebebi de dünyânın gece, âhiretin gündüz oluşudur, Herşey geceleyin gizlenir, gündüzün meydana çıkar, Görünmek şuna benzer: Güneş, taşı değerli mücevher yapar, onun lâ’l olduğunu gösterir, Ama göremeyenlere o, gene taştır, Bilenler taşı la’iden, boncuğu inciden ayırd ederler, Bu görünüş, kaabiliyeti olanlaradır, reddedilmişlere değil,

Onların biri, halka yüz gösterseydi, dostla düşman hep bir olur – giderdi,

Yabancı olanlar eş – dost kesilirlerdi; dostla düşman, hep bir olur – giderdi,

Ebü’l-Hakem,  nerden  Ebû-Cehl olurdu’?  Bütün güçlükler kolaylaşır,  kolay görünürdü,

Heryer, gül bahçesi olurdu, tiken kalmazdı; hiç kimse yabancının, dosta eş olduğunu görmezdi,

Ruh, cisimsiz olarak tek kalırdı; ad konacak kişiye nerden bir ad bulunabilirdi ki?

 

5100, O âlem, perdesiz olarak görünürdü; çünkü şirk, her yandan, her yerden silinir, her yan arınır, şirk kalmazdı,

Herkes, herşey,önceden nasılsa o hâle gelir tertemiz ruh olur, farktan-tuzaktan,düzenden  kurtulurdu,

Gerekmeyen yok olurdu da lâyık olan, gereken meydana çıkardı, görünürdü,

Yaratılış,  varlık perdesini Allah gerdi;  onun ardından da çeşit çeşit halk meydana getirdi,

İyi – kötü, arı – duru, tortulu, temiz – pis, hepsi de perde ardında; ahmak kişiye gizli,

Böylece de her aklı yetmezin bunu  anlamamasını,bilgisizliğin kökünden sökülmemesini sağladı,

Geceleyin göz, açık da olsa, o karanlıkta, kuzgunu doğandan seçemez,

Onca kurtla koyun birdir; kim arddadır kim önde, anlayamaz, tanıyamaz ki,

Ama mahşer gününde, iyi – kötü, çok – az, doğru – yanlış, hepsi de belirir,

Gece   olan   şu   dünyâ  ortadan  kalkar;   ondan  sonra  da  artık  iyiyle  kötü bağdaşamaz,

 

5110, Hepsi de birbirinden ayrılır; her cins, kendi cinsiyle kopuşur,

Tohumlar, yer altında aynıdır; çünkü halk gözünden gizlidir onlaı,

Ama neşir baharının Sûr’u üfurüldü mü, hepsi topraktan haşrolur,

Her tohumun sırrı meydana çıkar;  iyiyle kötü birbirinden ayrılır,  herkese görünür,

Bu halkın genç – ihtiyar, hepsi, kıyamette böylece mezarlarından çıkar,

Birisi bembeyazdır, öbürü simsiyah; bembeyaz kabul edilir, simsiyah sürülür,

Kâfirlere cehennem yurd olur, mü’minlere nimetler sarayı cennet,

Allah, kıyamette gizli şeyler meydana çıkacağından, kıyamete “Din günü,, buyurdu,

CXVI

Dünyâ gecedir, âhiretse gündüz; dünyâ ehli geceye mazhardır evliya gündüze mazhar, Gündüz, kimi mazhardan kimi de mazharsız görünen birşeydir, Yüce Allah, kıyamete «Din günü» dedi; demek ki âhiret, gündüzdür; çünkü aydın günde iyi ve kötü belirir; cehennemlik, cennetlikten ayrılır, Peygamberlerle erenler de gündüze mazhardırlar, gündüz hükmündedirler; onların vücuduyla mü’min kâfirden, münkir, ikrar edenden ayırd edilir, Adem’in vücuduyla iblis, meleklerden ayrıldı; bunun gibi Musa’nın vücuduyla Firavun ve ona uyanlar, İbrahim’in vücuduyla Nemrud ve taraftarları, Mustafâ’nın vücuduyla Ebû – Cehil, Ebû -Leheb ve onların cinsinden olanlar ayırd edildiler, Dünya ve dünya ehli gecedir; gece uyku getirir; bu sebeple de halk gaflet uykusuna batıp gitmiştir; çünkü dünya gecesindedir; elbette uykuları da ağır olacaktır,

Bu dünyâ geceye, öteki dünyâsa gündüze benzer: bu, kış gibidir, ötekıyse bahar gibi,

 

5120, Gece şarabının ölçüsü – tartısı yoktur: bu yüzden de gaflet uykusu ağırdır,

Gece sâkıysi halkı öylesine sarhoş edip sızdırmış, yıkakoymuştur ki,

Yüzlerce nâra atılsa gene uyanıp kalkmaz: kötülükle kendi kendinin kanını döker,

Onları ancak ölüm uyandırır: böyle kötü sızıştan kaldırıp akıllarım başlarına getirir,

Gece, şüphe yok ki herkesin uykusunu getirir: ot – otlak, sürüyü otlamaya sevkeder,

Geceyi uykusuz geçiren kişiyi, uyuyanlardan sayma,

O, önceden ölümü görmüştür: sana da dirilik gerek; onunla düş – kalk,

Âşık da yaratılmıştır ama canı, hakla bâtılı ayırd edenin nurudur, sırrıdır,

Onun sureti, büyük kıyamettir: kopacak kıyâmetse, küçük kıyamettir,

Bu kıyamette vergiler, bağışlar var: o kıyâmetse azap için, ceza için kopar,

 

5130, Bu da, o da Allah nurudur, o yüzden de birdir: bu kıyamet, bilki ondan ayrı değildir,

İkisinin de yapacağı iş ayrıdır: ikisi de sırları meydana çıkarır,

İkisi de aydın güneştir: iyiyi – kötüyü, hem de değıştirmeksizin gösterir,

Bu halka, kalp akçayla geçer akça, karanlık gecede ayrı görünür,

Ama gece geçti de gündüz oldu mu kalp, hiç kuşkusuz rezil – rûsvây olur,

Mustafa gündüzdü de her gizli, onun yüzünden apâşikâr bir hâle geliverdi,

Ebû-Bekir aziz ve seçkin olmadı mı? Ebû-Cehil, hor, lanetlenmiş bir hâle düşmedi mi?

Herkese de onun, varlığın aslı olduğu, bununsa yoktan – yokluktan ibaret bulunduğu malûm oldu,

Bu bakırdı, oysa baştan başa altın: bu boncuktu, oysa değer biçilmez tek inci,

Ebû Cehil’den başka daha yüzbinlercesi, onun gibi cehennemlik oldu – gitti,

 

5140, Yüz milyonlarca inananlarsa o seçilmiş Peygamber’in yüzünden cennet ehli oldular,

Buna ne son var, ne başlangıç; bunun sırrını yarın duyarsın benden,

Bunun sırrı, sen de bilirsin ki şudur: Sen beden değilsin; tümden cansın sen,

Mâden olduğunu bilmiyorsun da o yüzden altın kırıntıları gibi küçücüksün,

Özsün, tertemiz, terli taze öz: nakıştan, deriden geç de senden başka dost olmadığını gör,

Gözünü aç da kendine bak; iyiyi kabullen, kötüyü terket,

Çünkü iyi de sende yürür – gider, kötü de; ikisini ayırd et, iyice bil, ikisinin de aslı nerdendir, gör de herbirini aslından seç,

Ben de iyice arılayayım, bileyim ki gözün var, görüyorsun, dâima bütün iyiden kötüden haberin var,

Sen şimdi değil, ezelden beri Allah’la eştin, dosttun, onunla bileydin,

 

5150, Kendini görme, Hakk’a bak: gözünü hiç o tapıdan ayırma,

Ben de kendi yüzünü gördüğünü, ezelî sıfatlarından ayrılmadığını bileyim, anlayayım,

CXVII

Peygamberlerle velîlerin ve mü’minlerin nurları ezelîdir, Allah’yla hiledir, Sonradan oluş, sayı, onların süretlerindedir, anlamlarında değil, Bu yüzden, esenlik ona, Peygamber, «Ben peygamberdim, Adem’se balçık halindeydi» buyurur, Hepsi de Allah nuruyla diri olduğundan, birdir onlar onlara, onların nuruyla bakarsan, hepsini bir görürsün; ama suretlerine bakarsan sayılı görünürler; netekim güneş, yüzbinlerce eve vurur, fakat ışığı birdir, Bundan dolayı Mustafâ, Allah’ın salavâtı ona olsun, «Mü’minler bir nefistir» buyurdu; çünkü bu birlik, onlara mahsustur; başkalarıysa görünüşte de sayılıdır, öz bakmından da, Sözgelişi, herkesin evinde bir mum vardır birinin mumunun sönmesiyle öbürünün evi kararmaz; çünkü herbirinin ayrı bir mumu vardır, Ancak mü’minlerin evlerinin ışığı güneşe benzer; battı, yahu tutuldu mu, bütün evler karanlık olur, Velîleri övmek, gerçekte kendini övmektir, Netekim, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ buyurur:
Güneşi, öven, kendini övmüş olur,
Bu, iki gözüm de aydın, ağrımıyor, görüyor demektir:
Alemde ki güneşi yermek de kendini yermektir:
İki gözüm kör, görmüyor, kötü demektir,

 

Mustafa dedi ki: «Ben peygamberdim, yokluk âleminde bir defineydim,

Adem’se henüz balçık halindeydi: bense Allah’yla hemdemdim,

Allah vardı, o, var oldukça onunlaydım: onun sırrıyım: onun sırrıyım ben, bire iki deme,

Biz vardık, bu âlemse yoktu: bizim önümüze ön yoktu: Adem’se sonradan olma,

Âdem’in   sureti   balçıktandı,   sonradan   olmaydı:   tertemiz  nûrununsa  evveli yoktu, ezeliydi,

Erlerin canları, Hakk’ın nuru olduğundan, Hak’tan başkasıyla esenleşemezler,

Güneşin ışığı yere vurur ama iyice şunu bil ki güneşten ayrılmaz,

O canlar, Hak nurunun saçıntılarıdır: onlar, Hak’tan ayrılamazlar,

 

5160, Beden bakımından bu, bir erkek oldu, öbürü, bir kadın: ama hepsini de bir gör,

Biri Anadolu’lu oldu, öbürü Şam’lı: biri bilgin oldu, öbürü bilgisiz,

Herbirinin bir dili var, bir sesi, bir ünü: herbirinin Hak’la ayrı bir sırrı var,

Bütün bu sayılar, suretlerdedir: anlam âleminden olan, görmez,

Zıt oluş,eşit oluş,sayı, bunlar,suretlerdedir: bir olan Allah’ın zâtı, bu sıfatlardan münezzehtir,

Suretlere bakmayan boyuna anlama yönelir, anlamı götürür

Hâsılı o, perdesiz olarak bir görür de birden başkasını seçip âşık olmaz ona,

Güneşin ışığı binlerce eve vurur: evler yüzünden de sayılar belirir,

Ama aklı, bilgisi olan, ışığı ışıktan nasıl ayırır?

Yüz eve vuran ışık, onca birdir: çünkü onun dostu, kılavuzu akıldır,

Bütün Allah velîlerinin bedenleri de, ışıkla dolu olan o evlere benzer,

 

5170, Bütün Allah velîlerinin bedenleri de ışıkla dolu olan o evlere benzer,

Hepsi   de   o   nurla   apaydındır:   hepsi   de   o   yüzden   birdir,   herbiri,   birer Mansur’dur,

Allah, ışığını kendine çekerse, hepsi de ışıksız kalır, doğru yolu bulamaz,

Mustafa, hadîsinde bu sebeple onlara «Tek bir kişi» dedi,

Geri  kalan  halk,  onlara benzemez:  gen kalanların gönüllerinde Hak nuru yoktur,

Bil ki bunların canları, hayvanı candır, o çeşit can da beden gibi yok olur – gider,

Öyle can, bedenle diridir: vahye, ilhama mazhar olan can gibi ebedî değildir,

Vahye,  ilhama mensup can, Hak erinin canıdır: çünkü o, dokuz göğü deaşmıştır,

Hayvânî can, yemekle, içmekle, uyumakla gelişir: bu sebepler olmadı mı dayok olur – gider,

 

5180, Ölüp giden can, zâti can değildir: çünkü o, sevgilinin nuruyla aydınlanmamıştır,

Onun ışığı, kandil gibi bir sebebe dayanır: o ışık, zeytinyağına boş veremez,

Zeytinyağıyla, fitille diridir: bu ikisi olmayınca yok olur,

Bu çeşit canlar, bir değildir: çünkü onlar, nifakla, şüpheyle doludur,

Bir evin ışığı sönerse komşusu hiç gam çeker mi? Ne münâsebet,

Çünkü her evin bir ışığı vardır: bu ışık, öbürüne aldırış bile etmez,

O,   bunun   sönmesinden   gamlanmaz:   bunun   yüzünden  elbisesini,   yenini   – yakasını yırtmaz,

Bu, evi, kapıyı aydınlatan güneşle Ay ışığının tersinedir,

Dünyâ bütün sayvanları, bütün evleri, bu ikisinin ışığıyla doludur,

Bunlar tutulunca, evlerin döşemeleri, tavanları karanlıklarla dolar,

 

5190, Bu yüzden de herkes, zora düşmüş, yoksullaşmış gibi gamlanırdı bu tutulma yüzünden,

Birleşme, birlik, bu ışıktadır: sebepten meydana gelen, ışık, bu sıfattan uzaktır,

Şu halde bütün canlar da bir değil: tam inanç sarayı nerde, şüphe sokağı nerde?

Vahye, ilhama mazhar olan can, Arş’a mensuptur: hayvanı cansa en aşağıdır, yeryüzüne mensuptur,

Vahye, ilhama mazhar olan can, Hak’la durur: onun varlığı, dâima Hak’ladır,

Herşey yok olur – gider, oysa durur, kalır: çünkü ona Allah sâkıydir,

Böyle bir toplum bin kişi de olsa, sayıdan geç, hepsini bir gör,

Sayılarını dalgalar gibi bil: onları bir denizden meydana gelmiş gör,

Dalga nasıl, ne vakit denizden ayrılır ki? ister yukarda olsun, ister aşağıda:

Bil ki dalgalar, denizin ta kendisidir: her tarafta oynar – dururlarsa da denizdir onlar,

 

5200, Bu sözü yorumsuz kabul et de Nil gibi akıp denize git,

Böylece de sonunda deniz, kendisine yol versin sana: gören bir inci hâline getirsin seni,

Solmuş – sörpümüş canını diriltsin: seni de kendi gibi ebedi kılsın,

Onun dostlarının safına giresin: kırıcılık – yıkıcılık yolunu seçmeyesin,

O rintlerin ellerinden şarap içesin de şu zindana benzeyen dünyâdan kurtulasın,

O   mahmurluk  vermeyen   şarapla  sarhoş  olsun  da  sayısız  zevkler,   saralar süresin,

Dâima Hakk’ın tecellîlerini seyredesin; aynı zamanda başkalarına da bağışlarda bulunasın

Ey velîleri övmede tek olan, neden kendi çevrende dönüp dolaşmıyorsun sen?

Her   solukta   evliyadan   bahsediyorsun   da   bir   soluk   olası,   kendi   yörene koşmuyorsun,

Elinde onların bağışlarından bir şey var ama bilmem ki ayran mı içtin, yoksa şarapla mı sarhoşsun?

 

5210,Hâlis misk mi oldu, yoksa bir kokudan mı ibaretsin:arı-duru deniz misin, yoksa ırmak mı?

Sözle mi  sarhoşsun,  yoksa hâlle mi  sarhoşsun,  yoksa her ikisini de elde edemedin de bomboş mu kaldın’?

Gönlüne ondan bir cevap geldi; onlardan bahset, kendinden bahsetme dendi;

Değil  mi ki  varlığından geçmişsin, yok olmuşsun ııerden söyleyebileceksin kendini? Sen, o savlicanda bir topsun adetâ,

Sevgilide  yok   olmuşsun,   kendinle  nerden  oyalanacaksın?  Varlığından   yok oldun mu, onunla var olursun artık,

Ayna gibi tertemiz oldun mu, artık nasıl kendinden bahsedebilirsin,

Sözün velîlerden olur, kendinden değil: çünkü sende ne iyi kalmıştır artık, ne kötü,

Aynanın yüzünde ne nakış vardır, ne resim; ama değil mi ki aynasın, bütün nakışlar, resimler, sende görünür,

Ama şunu da bil de yanlış söz söyleme, bu yolda, bu tarzda sözler söyledin,

Her velîyi ayrı – ayrı övdün, onların övgülerinde binlerce inciler deldin ama

 

5220, Suyla dolu tulum gibi onlarla dolu değilsin sen; bulut nasıl yağmurla doluysa,

Senin bilgi yağmurun da yüceden gelmekte: aşağılık yeryüzünü yeşertmekte,

Bilmen   gerek   ki   gönül   neyin   cinsindense   ona   akar;   yabancıya   dost muamelesinde bulunabilir misin?

Hayvanın gönlü yeşilliğe, bağa – bostana akar: insanın gönlüyse Rahmân’a kulluğa,

İbâdete meyil, cins oluştan meydana gelir; mü’minin canı, o yüzden ibâdete niyet eder,

Her solukta canla – gönülle, gerçek olarak,  tertemiz bir hâlde hayırlarda bulunmayı, ibâdet etmeyi diler,

Kimi namaza, oruca meyleder, kimi oturarak, durarak Allah’ı anışa,

Hiç devenin, eşeğe meylettiğini gördün mü? Meyletse bile buna meyil denmez,

Böylesine meyil, geçicidir: gerçekte niyaz yönünden değildir bu,

Erlerin meyilleri, gerçekliğin aşırı bir hadde oluşandandır: aşk gerek ki aşka yönelsin,

 

5230, Dervişleri seven kişi, şüphe yok ki onlardandır; mutlaka onlara katılır,

CXVIII

Dînin aslı Hak sevgisidir; bütün bilgiler, insanda sevgiyi meydana getirmek, varsa çoğaltmak içindir, Amelsiz sevgi fayda verir ama sevgisiz amel fayda vermez; delîli de şu: Birisi, yaptığı suçları birgün, esenlik ona, Mustafâ’ya bir bir anlattı, bir dereceye dek ki, Allah’ın salâtı ona olsun, Mustafâ, o sonsuz suçlara şaştı, Sonunda o kişi dedi ki: Yâ Resûlullah, bütün bunları yaptım ama seni pek çok seviyorum, Mustafâ buyurdu ki: Değil mi ki beni seviyorsun, bizdensin; «İnsan sevdiğiyledir; bir toplumu seven, onlardandır,» Sevgisiz amel fayda etseydi iblis, bunca İbâdetten sonra reddedilmez, lânetlenmezdi, Amele, düzen, riya sığar ama sevgiye asla sığmaz, Söz gelişi, birisi, birisine hizmetler etse, onun gönlünü alacak hareketlerde bulunsa, ona, karşı alçalsa, niyeti de onu kendisinden emîn edip fırsat bulunca başını kesmek olsa, bilirsin ki bütün bunlar düzendir, Riyaya dayanan, garezlerle dolu ibâdetler de bu hükümdedir, Veliler, bütün sırları bilirler, ama ehil olmayana bildirmeleri uygun değildir; uygun olsaydı yüce Allah, kendisi, onlara, yaptıklarını belirtirdi,

Mustafâ buyurdu ki: Bir kimse, özü temiz olarak bir toplumu canla – gönülle severse,

Onlardandır; görünüşten geç; kâfir olsa bile onu mü’min bil,

Birisi, Rasûlullâh’ın huzurunda yalvarıp sızlanarak dedi ki: olmayacak şeyler yaptıran nefsin elinden zahmet içindeyim,

Yalan – dolandan başka bir söz söylemiyorum; boyuna şarap içmeye, zina etmeye koşmadayım,

Hiçbir   vakit   namaz   kılamıyorum; ibâdetin,   Allah’ı   anışın   çevresinde dolanamıyorum,

Yediğim, içtiğim, hep haramdan elde edilen şeyler: suçsuz kişiye sövüyorum,

Tuttuğum yol hırsızlık, hainlik: hayır işi hiç mi, hiç düşünmüyorum,

Sayısız ayıp işlerim var; bağlanmaya, öldürülmeye, dara çekilmeye lâyıkım,

Seher çağından kuşluk vaktine dek bu çeşit sözler söyledi; hâlini tamamıyle bildirdi,

 

5240, Sonunda dedi ki: Yâ Rasûlallah, yalnız gerçek olarak, tertemiz bir sevgiyle seni seviyorum,

Sana, senin Allah’na âşıkını ben: bu hevesle senin için canımı veririm,

Bütün o işler bende; ama bu söylediğim söz de dosdoğru, yalan yöne hiç yelip yortmuyorum,

Mustafa, bir an düşündü, ne demek gerek: huyu buydu onun,

Onun halini yönsüz – yöresiz âleme arzetti; sorusuna ne cevap gelecek; onu bekledi,

Derken o adamı tertemiz kişiler arasında gördü: vefa yolunun yolcularının safındaydı o,

Yüzünü o adama döndü de dedi ki: Ey arayan, senin hayrın, şer işlerinden üstün,

Değil mi ki bizi seviyorsun sen, bil ki bizdensin, iyi bir dostsun,

Çünkü îman, candan – gönülden sevgidir; tam inançsız rükû, sücûd değil,

İman, rükû, sücûd olsa bile bu sevgi içindir; îman, böyle bir gerçeklikle seçilir, makbul olur ancak,

 

5250, İmanın aslı, bil ki sevgidir; ama halk, o sevginin adını îman takmıştır,

Sen ekmeğin adını bilmesen de yedin mi, doyarsın, güç – kuvvet elde edersin,

O   ekmek,   senin   eline,   ayağına  güç   –   kuvvet   verir:   düşman,   hafif bir yumruğunla yıkılır,

Ama ekmek yemesen, ekmek olmasa, ekmeğin adını söyleyip dursan, o addan hiçbir kuvvet gelmez sana,

Amel,   ibâdet   olmaksızın  da  îman  makbuldür;   ama  îmansız   amel,   halkı saptırmaktır, sapıklıktır ancak,

İkisi de olursa daha iyidir; elbise, onu daha büyük bir kişi giyerse daha da fazla bezenir,

Eğersiz at işe yarar; onunla yol alınabilir,

Ama yalnız eğer, adamı hiçbir yere götürmez: ona binmeye kalkışma, yol almaz o,

Aşkı at say, ameliyse eğer, sen eğeri bırak, seçilmiş atı ara,

İkisi de olursa hem daha iyidir, hem daha hoş; kimde bu ikisi de olursa baş olur, başbuğ kesilir,

 

5260, Bir remizdir söyledim, bunu anla da dîni gönülde ara, toprakta değil,

Bil ki Allah toprağa bakmaz; o ancak, en ulu Arş olan gönüle bakar,

Bunu tamâmiyle açar, yayar, anlatırsam o gizli sır, dünyâya yayılır – gider,

O sırrın pek gizli kalması daha iyidir; böylece yol yitirmişlerin ayıplarını da perdelemiş olur,

Şu gelip geçen dünyâ, orada hiçbir sır meydana çıkmasın diye perdedir çünkü,

İnsanlardan güzel de gizli kalır, çirkin de: ikisinin de gönlünü Allah bilir,

Perde ardından adalet sahibi kimdir, zulmeden kim, Allah’dan başkası bilemez bunu,

Çünkü herkese, herşeye gücü – kuvveti yeten odur; herkesi perdesiz gören odur,

Yahut da gerçeği gören, sırları görmek, yolu – yordamı olan gönül ehli görür,

Allah,   onu   sırlarına   mahrem   etmiştir;   nurlar   nîmetiyle   onu   beslemiş, yetiştirmiştir,

 

5270, inanmıştır o, Tanrı nuruyla görür; hattâ göz açıp yumacak bir anda bile Allah’dan ayrı değildir o,

O, Hakk’a nispetle denizdeki katreye benzer; nem gibi toprakta kalmamıştır,

Kâfirler, topraktaki neme benzerler; mü’minlerse çevikçe ummana gitmişlerdir,

O, aslına ulaşıp kavuşmuştur; buysa şu toprak yurdunda bağlanıp kalmıştır,

O,  ebedî hayâta karılıp  birleşmiştir ölümsüzlükle;  buysa bir  sed gibi  şu dünyâya kakılmıştır,

Ey solukdaş, bunun sonu gelmez; dön de gene sır hikâyesini söylemeye bak,

İçe, gönüle ait olan herşeyin kavuşmak olduğu, dışa ait olanlarınsa ayrılıktan ibaret bulunduğu anlaşılsın,

Dışa ait ne varsa, tümü de fanidir; sende bâkıy olan, Rabb’e mensup içtir, gönüldür,

İnsanın değeri, içe, gönüle göredir; dıştaki suret, tümden bezentidir,

Çuval, insanları aldatabilir mi hiç? İnsanlar, çuvalın içindeki buğdayı ararlar,

 

5280, Sen, onlar gibi, o dünyâdansın da onun için velîleri sevmedesin,

Görünüşe göre şimdi Müslümansın ama, gerçekte, dinlerin de ötesindesin,

Aşk ne mü’mindir, ne kâfir; bu ikisine o denize yol yok,

Suret nakısları, şu toprak âlemdedir; o dalgaya karşı nakış, su olur gider,

Âşıkların kıblesi sevgilidir;  hakla bâtılı seçenden başkası aşktan bir koku alamaz,

Çünkü ayırd eden, aradaki farkı görendir; taklitle din pâdişâhı olan değil,

Onun katında iyiyle kötü belirir; herkesin hâlini görür o,

Zamanede vaktin sarrafıdır; kalpları tanır, altından ayırır,

Onun karşısında, çekinen kişi, kötü kişi gibi olur mu hiç; kalp akçayı geçer akça yerine alır mı o?

CXIX

İnsan, ayırd edebilen, hakla bâtılın, yalanla doğrunun, kalpla geçer akçanın arasını ayırd edebilen kişidir, Bu yüzden de, esenlik ona, Peygamber, «Mü’min, anlayan,

ayırd eden kişidir» buyurur, Kimde ayırd ediş varsa, görünen nakşa aldanmaz; sarrafın, paranın görünüşüne, damgasına aldanmayışı gibi, Hak erenleri de sarraftır; geçer akçayı kalptan, hakkı bâtıldan seçerler, bilirler, Evliyayı övüyorum ya; halkın yolunu vuran Şeytan, başkalarını övmekten sana ne fayda dedi; beni o kulluktan alıkoymak istedi, Hani birisi, boyuna yârabbi derdi de Şeytan, niceyebir yârabbi diyeceksin, bir kerecik bile sana, buyur sesi gelmiyor dedi de o yolcuyu yolundan alıkodu; yıllarca Allah’ı anıştan, ona kulluktan kaldı, Zamanlar geçti, sonra ona Allah’dan, Yârabbi demeyi neden bıraktın diye ses geldi, Kul, bir kere bile buyur sesi gelmedi de ondan dedi, Yüce Hak, O sesin yârabbi demen, buyur demenin tıpkısıydı; ben sana, yârabbi demen için buyur demiyordum; iş böyle değilse neden başkaları yârabbi demiyorlar buyurdu, Adam, kendine geldi de bu engellemenin Şeytan’dan olduğunu anladı; tekrar ipin ucuna yapıştı da yârabbi demeye koyuldu,

Mustafa, mü’min yücedir buyurdu, çünkü onda dosdoğru ayırdediş kaabiliyeti vardır,

 

5290, O tertemiz kişi, anlayışlıdır, ayırd edendir; görünüşe aldırış etmez,

Birinin görünüşü Ay gibi güzel olsa, bütün hünerleri bilse, Huyu – huşu tatlı, hoş, içi – dışı incir gibi tüm tad olsa

Bil ki bu, mü’mine deri gibi görünür, o görüntülere kapılıp da nerden yoldan kalacak o?

O, bütün bunlardan geçer de gönüle bakar; gece – gündüz o yola koyulur,

Bakışı, görüşü, boyuna Allah nûruyladır; Ledün bilgisinden de haberdardır,

Kim akıllıysa, irâde sahibiyse, onun katında cismin değeri yoktur,

Onca,  cisimlere itibâr edilmez; katında cisim, hapishanedir, karanlıklardan ibarettir,

Tertemiz aklı, bilgi ister; gönlü, görünüşe aldırış bile etmez,

Hakk’a âşık olanın cismi, kalb gibidir; nefsi dileyenin, nefse uyanınsa ruhu nefis gibi,

 

5300, Âşıkın katında Allah’dan özgesi cehennemdir; ona kavuşmaktan başka bir

istekle geçen ömür,yitmiş – gitmiştir,

Sevgilinin aşkına kapılmayan, zamanede helak olmuş – bitmiştir,

Onun kadehinden içen can, onun esirgeyiş gölgelerinde herşeyden emindir,

Zamanede âşık olmayan, işin sonunda, kahırlara uğrar da yok olur,

Anlamı olmayan suret, ışığı sönüveren şimşeğe benzer,

Anlamla dopdolu olan beden sahibinden fetva alırlar gönül ehli olanların hepsi,

Nasıl olur da gizli şeyler, bilinmez onca? Onun nuru, Allah’dandır,

Allah’dan birşey gizlenebilir mi hiç? Bunu, kör olandan başkası söylemez,

Yerde, gökte, Allah nurundan birşey gizlenebilir mi? Kendine gel,

Onun gözlerindeki nur, Allah nurudur: hâsılı sırlar, ona aşikârdır,

 

5310,  Gönül ehline,  yaratılmış  da deme;  çünkü onlar,  yücelerin nicesinden de ötededir,

O bölüğün hüküm sürdüğü yer, nakışsızdır, sûretsizdir: tüm can kesilmiştir onlar,

Orda ne aşağı vardır, ne yukarı; o bilgiye bu adlar, perdedir,

O neliksiz – niteliksiz yolun izi belirmez; her aşağlık kişi, oraya nasıl gitmeyi kurar?

Onların yolları, gecesiz, gündüzsüz, âşıklıktır hep: canlan, gönülleri, aşkla yanıp yakılmadadır,

Ama bu yanış, ziyan veren yanış değil; yalnız ölülere ebedilik, ziyan verir mi?

Onların yanışları, mezarlığa düşse, orada yüzlerce gül bahçesi biter,

Şaşılacak bir bahçe, bir güllük olur da bahçıvansız, sebepsiz güller yetişir,

O gülün kokusu, Zuhal yıldızını da aşmıştır; gök, o kokuyla sarhoş olmuştur; döner – durur,

O gül, sonunda yok olan, mum gibi kendi ışığıyla eriyip giden gül değildir,

 

5320, Allah’dan var olan, rengi solmayan, kokusu bitmeyen güldür,

Hiçbir  yaprağı   toprağa  dökülmez;   gökler,   onun  güzelliğine  hayran  olup kalmıştır,

Yaprağı, herkese azıktır: bunu anlatmaya kalkışma, tut dilini,

Böylesi sır, nasıl dile gelir de söylenir? Sus, bu sözü söyleme, yum ağzını,

Ben ki canla – gönülle bu yoldayım: ben ki Allah’ın âşıklarındanım;

Ben ki bu sevdada kendimden geçmişim; artık bana, ne aşağılık var, ne yücelik,

Meydanda top gibi koşmadayım; çevgenle her yana, her yöreye yuvarlanmadayım,

Bana ne durak vardır, ne bir yer; ne başım var benim, ne elim, ne ayağım,

Bu  yürüyüşte  bir  kastım  da yok;  bu  gül bahçesinde  tek  olarak  koşup duruyorum,

Canla – gönülle gittiğim yolun ne evveli var, ne sonu var,

 

5330, Varlığım, tümden, onun yüzünden yıkılmış; aklım, bu işe şaşırıp kalmış,

Neden beni yıkıp yakıp yakmada: neden her solukta şarapsız sarhoş etmede beni?

Bu yorgun gönüllüden ne istiyor; ne diye boyuna nükteler söylemekte bana?

Onun aşkı pek akıllı; bense pek safım; saf adam, o şarapla ne olmaz, ne hâllere düşmez?

Konuşup durmam da ondan,  benden değil; oynayış, hareket ediş,  candan; bedenden değil,

Çünkü sanatkâr, candır, bedense araç; tene, boyuna candan gelir hâl,

Kötü kişilere gelen, hoşa gitmez haller de neliksiz – niteliksiz tapıdan gelir;

Kötüye kötülük lâyıktır da ondan; iyi huylu olmayan, hordur hakıyrdir,

Öğüdü bırak da bağı çöz; yolu, perdesiz olarak göster bize,

Çünkü eski toplumun sözleri iyidir ama eğridir, hatalıdır bizce,

 

5340, Ama hepsi de bunda mazur: çünkü onlar, bu çeşit yüce sözlerden de uzaktılar, bu çeşit yüce hallerden de,

Bizim yolumuzsa pek şaşılacak bir yol, neliğe de sığmıyor, niteliğe de; Arş’tan da yüce, ferşten  de, göklerden de,

Devran, devran olalı bizim eşimizi kimse görmemiştir; bu yıkık yerde aşk defînesiyiz biz,

Ne mutlu o kişiye ki bize dost oldu; burnuna bu gülden, bir kokudur, erişti,

Bil ki kokumuz, güzümüzün aynıdır; gözü açık olan, kokumuzu aldığı gibi yüzümüzü de görür,

Azıcık görününce adı kokudur; iyice göründü mü, gerçek olarak bil ki adı yüzdür,

Ama azla çok da birdir: bir tek inciyi, bilgisizlikle iki sayma,

Bütün âlem birdir, ikilik yok; sen, senliğinden   kurtulursan, sana da açıkça görünür bu,

Bu söz, sırların da özüdür: ne mutlu o gönüle ki bununla esenleşir,

Öyle bir yere erişir ki oraya kimsecikler erişemez; perdesiz olarak Allah, tecellî eder ona,

 

5350, Sözümü, sâdece söz sanma; çünkü hem keşiftir bu söz, hem de Ledün bilgisinin özü,

Harf zarfıyla belirmededir ama gören kişiye pek değerlidir,

Bu  söze,  bu da herkesin sözü gibi  söz deyip geçme;  bu  söz,  o denizin gemileridir,

Bu sözler, seni korkunun da, ümîdin de ötesindeki yere götürür,

Âşıklar, o çeşit tahtı, bahtı araya – aktara o yana doğru koşarlar,

Hepsi de nur denizinin dalgıcıdır; hepsi de başsız – ayaksız oynar – durur,

Herbiri,   eşsiz   birer  padişahtır;  hepsi   de   Hak  gibi   eşten   –   ortaktan   da münezzehtir, yakınlardan da,

Her iki âlem de nûrlarıyla diridir; hiçbir şey yoktur ki onlara kul – köle olmasın,

Onları anlatmak, harflere sığmaz, hani denizin bir kaba sığmadığı gibi,

Âşıklara yol – yordam yoktur; onların aşklarında sebep tozu bulunmaz,

 

5360, Renksizlikte renk arama; çünkü orda ne Rum ülkesinin halkı vardır, ne Zenci,

Gene  ilk  bahse  döndüm;   Şeytan,  pilimi  – pırtımı nasıl tezce  aşırdı,  onu anlatayım :

Dertle başı dönmüş bir halde kalmam için erleri övmeme engel oldu,

Bir zaman o tuzakta ayağı bağlı kaldım; övgüden de yumdum dudaklarımı, öğütten de,

Derken Allah’dan ilham geldi; kendine gel dendi, bu ağır şüpheden tez sıyrıl;

Bu çeşit zanlara düşmek, Şeytanın vesvesesindendir; İblis, insanlara düşman değil mi ki?

Yola düşüp giden gerçeklerin yollarını vurandır; dostu dosttan ayırandır o,

Oğul, işit, bu, şuna benzer: Bir yol eri, boyuna Allah’ı anar dururdu,

Canla – gönülle, yârabbi demeyi vird edinmişti; ne gece, ne gündüz, bir soluk bile susmaz, boyuna bu virdi tekrarlardı,

Şeytan ona, a ahmak dedi, niceyebir bu ses, bu yanıp yakılmak, bu çılgınca kendinden geçiş?

 

5370, Dudaklarından bunca yârabbi sesi çıktığı hâlde rabbinden hiçbir, buyur sesi gelmedi,

Yârabbi demen kabule geçseydi Allah’dan da dileğine karşılık bir ses gelirdi,

Adam bu sözü ondan duyunca sustu, donakaldı; ondaki coşkunluk sönüverdi,

Bir zaman böyle geçti; derken ansızın canından Hakk’ın hitabını duydu,

Ey beni arayan deniyordu ona, niçin sustun, neden söylemiyorsun’?

Adam, boyuna dedi, usanmadan, incinmeden, yorulmadan pek çok yârabbi dedim;

Gece – gündüz o sesle koştum, kimi uyanık çağırmadaydım, kimi uykuda,

Ne dedim, ne dedim? Benim için uyku nerde? A Mevlâ, âşıklara uyku nedir?

Derken birisi yeter bu şamata, a arayan, ne kadar, ne vakte dek yârabbi diyeceksin dedi;

Hak’tan buyur sesi gelmedikten sonra, haber çavuşu gibi boyuna, ne vakte dek her yana koşup duracaksın?

 

5380, Bu söz kulağıma gelince basımdaki sarhoşluk geçti, mahmurluğu kaldı,

Dilim   seni   anmaz  oldu;   çünkü   şunu  anladım   ,bildim  ki   çağrım  kabule geçmiyor,

Allah ona şöyle cevap verdi: Neden seni, beni anmaktan ayrılmış görmedeyim?

Senin o yârabbi demen, benim sana, buyur dememin ta kendisi değil mi?

Haber çavuşunun ayağından güç – kuvvet kesilir mi hiç?

Senin   yârabbi   demen, benim   buyruğumla   değil mi? O sözü senin dudaklarından,çıkaran ben değil miyim?

Candan – gönülden, dilinle – damağınla sana yârabbi dedirten, gece – gündüz seni o zikre koşan kim?

Bu, böyle değilse neden başkaları, beni akıllarına bile getirmiyorlar da sen anıyorsun?

Hiçbir kimse, onların yârabbi dediklerini, yahut yolu – yordamı kötü kişilerin dua ettiklerini duymuş mu?

Sen bu çağrıya koşulmuştun; ne diye ters göründü sana bu?

Ters olan şey, beni anmayı bırakman, ömrünü yele vermendir,

 

5390, İster gökte olsun, ister yeryüzünde, Şeytan’ın vesvesesi böyle olur işte,

Cennette Adem’i aldatıp yememesi buyurulan meyvayı ona yediren o değil mi?

O   aşağılık   köpek,   bir   tanecik   buğday   için   onu   cennetten   hemencecik çıkartmadı mı?

O lanetlenmiş, çekinen kişilerin yollarını vurur; böylece de bu alış – verişle onları aldatır,

Vesvese verenlerin hepsi de onun ordusudur; hepsi de onun ansıyla – argacıyla örülüp dokunmuştur,

O, adetâ padişahtır, öbürlerinin hepsi de ordu; o cana benzer, öbürleriyse bedendir sanki,

İblis nasıl da onlara musallat olur; kimdir ondan kendisini kurtarabilen?

Bu sebepledir ki ihlâs sahipleri tehlikededir; çünkü onların, din matahından altınları, gümüşleri vardır,

Hırsızdan zenginler korkarlar; onun için de boyuna tetik dururlar,

Müflis ne diye hırsızlardan korksun? Zâti kesesi de boş, dağarcığı da,

 

5400, Hattâ müflis, hırsızları da soyar; köpek gibi onlardan ekmeğini kapar,

Bunun başka çeşit anlatılışı, açıklanışı da vardır ki anlatsam akıllar da yiter – gider, fikirler de,

Ama bununla oyalanırsam anlatmak istediklerim kalır,

Artık bil ki temiz kişileri övmek pek iyi, pek güzel birşeydir; sen o yoldan kalma,

Allah velîlerini övüyorsun ya, onları kendinden ayrı da sanma,

Bil ki o övüş, kendini de övüştür; çünkü gönül birliği, ikilikten uzaktır,

Değil mi ki anıyorsun, anılırsın; şükret de boyuna şükredilsin sana,

O andığın ad var ya; şüphesiz olarak bil ki osun sen,

Ateş ateşle artmaz mı?  Su da suyla artar, ırmak olup akar,

Daha da fazlalaştı mı, deniz kesilir; duman da yoğunlaştı mı gök olmuyor mu?

 

5410, Oluyor ama bu da cinsiyle oluyor; odunun külhanda ateş kesilmesi gibi,

Cinsinden başkasıyla olmaz bu: suyla ateş, söner – gider,

Katreler birike – birike sel olur, akar, denize gider,

Çünkü onlar, birbirlerinin cinsidirler; halleri de çoğaldıkça daha hoş olur,

Birbirine karışırlar; birikip hayat bulurlar; koca bir ırmak hâline gelirler,

Bu buluşmak, onları ölümden emîn eder; sayıdan kurtulurlar, birliğe ererler,

Hepsi de yol kesicilerden kaçıp kurtulur; umman kalesine sığınıp esenliğe erer,

Ama onları ateş, toprak, yel yeseydi, hepsi de kurur, yok olur – giderdi,

Katre, güneşin kılıcından nasıl kurtulabilir? Ancak öbür katrelerle birleşince güçlenir;

Bu arkadaşlıkla o çeşit yol kesenlerden kurtulur da uçsuz – bucaksız denize kavuşur,

 

5420, Canları da katreler gibi bil; dünyâyla oyalanmaksa hâin yol kesicilere benzer,

Hepsinin  ömrü,  bu  oyalanmakla geçer de zevali olmayan Allah’dan uzak kalırlar,

Dön de gene o hikâyeyi söyle: söyle de dinleyen hisse alsın,

Allah velîlerinin kıssalarını anlat: onlarla buluşmayı canla gönülle ara,

CXX

Her velî, önce bir katreydi; gerçekliğin; sevginin çokluğu, Allah’ı dilemenin, sevmenin sonsuzluğu yüzünden, sonunda bir deniz oldu, Demek ki her veli, bir denizdir ki ucu – bucağı yok, Bu denizdekilerin her bireri de Hakk’ın ulu mu, ulu, rahmetle dolu denizinde birer dalgaya benzer, Denizdeki dalgalar da derece bakımından değişiktir, Allah bizi aziz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ’nın dalgası, bütün dalgalardan uludur, daha öndedir; kimin himmeti yüceyse o, daha ulu olur; daha öne geçer,

Her velî, önce denizi arayan bir katreyken sonra Hakk’ın lûtfuyla bir deniz kesilmiştir,

Testiye benzeyen bedeninde derya kesilmiş, altı – üstü olmayan en yüce bir mertebeye ağmıştır,

Her   velînin,   kendine   lâyık   bir   durağı   vardır;   kerametleri   de   kendine, mertebesine uygundur,

Denizlerden maksat, duraklardır; herbirinin de onca kerametleri vardır,

Her denizin kerameti, dalga gibi kabarır; bölük – bölük baş gösterir, yücelere ağar,

O denizler de Allah denizinden dalgalar gibi belirmededir,

 

5430, O dalgalar, denizden ayrı değildir; îsâ ile Meryem gibi denizle beraberdir, biledir,

Deniz, onu yücelere ağdırıp saçsa da dalga, nerden denizden ayrı olacak?

Ayrı görünse bile bil ki o bir tek canda ikilik olamaz,

Ummansa denizlerin başıdır; kim ona dalar, garkolursa umman kesilir,

Kimde himmet varsa onu arar; ucu – bucağı olmayan ummana gider,

Bütün bu denizler, Allah denizinden, dalgalar gibi coşup kabarmış, yücelere baş çekmiştir,

Ama   birbirinden   de   farklıdır   onlar:   bunun   coşup   köpürüşü,   öbürünü aşmaktadır,

Biri orta, öbürü daha yüce; öbürüyse ortanın altında, aşağı bir derecede,

Hepsinin de başı, üstünü Mevlânâ’dır; onun, can denizinden kabaran dalgası, daha güçlü kabarıp coşmada,

Onun ulu mu, ulu dalgasına karşı öbür dalgalar, güneşe karşı mum gibi esersiz kalmada,

 

5440, Dünyâya Mevlâna gibisi; gizli – açık gelmemiştir: Mevlâna gibisi, onun benzeri yoktur,

O yüce padişah, kutupların kutbuydu: ona bütün sırlar açıktı

Hiçbir şey, ondan gizli değildi: o sultan, hasların da hasıydı,

Bu kitapta o anlatılmaktadır ama ona nispetle gene de güdük kalmadadır, âciz olmadadır bu kitap,

Onun övgüsü nerden dile sığacak, söze gelecek? Deniz, oluktan akıtılabilir mi?

Onların hepsi de ona kul olmakla övünür: tüm akıl, onun himmetine mazhar olmuştur,

Ölümsüzlük aleminin uluları, ona hayran olmuşlardır; hepsinin de dükkânı – tezgâhı, onun yüzünden yıkılıp gitmiştir,

Hepsi de onun aşkıyla darına – duman olmuş, hepsi de kendisini tehlikelere atmıştır,

Hepsi de onun gamıyla, ne olursa olsun demiş, dînini de, dünyâsını da yele vermiştir,

Seçkin, gözde zahitler, onun aşkıyla meyhaneci kesilmişlerdir

 

5450, Ama üzümden çekilmiş şarapla değil, adı «Tertemiz» olan şarapla sarhoş olmuşlardır;

Oruçluların  hepsi,  o manevî şarabı  içmeye koyulmuşlar,  zikir yerine  şiirokumaya düşmüşlerdir;

Ama geçici aşkın söylettiği şiiri değil, sırrın da özü – özeti olan şiiri:

Görünüşü şiir, özüyse tefsîr, Allah yolunu en iyi anlatış,

Cennet düşüncesinden de geçmişlerdir, cehennem düşüncesinden de: onlarda ne sırat korkusu kalmıştır, ne berzah endîşesi,

Sûfîcesine  eldeki   vaktin  peşin  akçasını  almışlar, veresiyeyi  halka  döküp saçmışlardır,

Gerçek bir görüşle, tam bir ayırd edişle herşeyi bırakmışlar, Allah aşkını seçmişlerdir,

Onlar, Allah’a ihlâslarıyla, yeyip içmeden dağ gibi semirmişlerdir,

İhlasın ta kendisi olmuşlar,  hattâ  daha da ileri gitmişler, tüm aklı delilik perdesiyle gizlemişlerdir,

Dînin nakşını değil, canını bulmuşlar, dînin canı olmuşlar, gönül sahipleri katında seçkin bir mertebeye ulaşmışlardır,

 

5460, Can suyunun yüzünden tozu, çer-çöpü gidermişler, sonradan olma şeylerin dedi-kodusundan arınmışlardır,

Aşk bilgisini dilsiz söylerler; can yolunda ağızsız bahsederler,

Mevlânâ, irşâd eden bir şeyhti; onun irşâdiyle mürid de kolayca yüceldi, irşâd sahibi oldu,

Soluğu kutbuydu, yomluydu: onun her mürîdi, Zün – Nün’u da geçmişti,

Attâr’a benzeyen, Senâî’ye dönen yüzlerce kişi, onun tarafından seçilen kişinin kokusunu bile alamamıştı,

CXXI

Gerçek mürid, şeyhin Allah’yla olan hâllerini, ona yakınlığını, hem zahirde, hem bâtında elde eden, şeyhin makamlarına eren kişidir; görünüşte, makaamı dolayısiyle ona mürîd derler ama gerçekte o, şeyhtir; bu , çeşit mürîdi, geçmiş erenlerden üstün tutarız; ama şeyhin yolunu gerçek olarak tutmayan, o yola gitmeyen, arayışta gevşek davranan, zahmetlerden kaçınan, tembellik eden, kendini tümden Hakk’a feda etmeyen nefis dileklerinin boynunu vurmayan, savaşta nefsini öldürmeyen, hayvanlık sıfatları, meleklik sıfatlarından üstün olan ve melek sıfatları alt olan nakıs mürîdi değil, Bu çeşit kişiye de ad bakımından mürîd derler ama bu, sahibi olmayan bir addır ancak; anlayıver,

Bu, inad edip’ şeyhin yolundan sapan, nasipsiz, şeyhten haberi bile olmayan mürîd değildir,

Bu  çeşit mürîd,  tahttan,  bahttan hiçbir  şey  duymamıştır;  ham bir halde kalakalmıştır,

Böyle bir işten – güçten, böyle bir yüce mertebeden, ancak bir masaldır,

duymuş, eşekliğini yeter bulmuştur o kişi,

Böylesi mürîd, filan gün padişah şöyle buyurdu; Hak yolunu bize açıkça gösterdi;

Filan bahçede beraberce ne hoş da gezip tozduk; öğüt tohumunu canımıza ektik;

 

5470, Aşı, tutmacı yedik, herbirerimiz, ondan yüzlerce nîmet derdik, devşirdik;

Filan evde geceleyin beraberdik; gündüze dek bir soluk bile dinlenmedik, uyumadık;

Kimi oynadık, kimi el çırptık; kimi de padişahtan bilgi belledik, sözler dinledik der;

Bu çeşit laflar eder; o, padişahın tümden görünüşüne kapılmıştır, sırrından, tertemiz zâtından haberi bile yoktur,

Ondan,  ancak boş laflar kapmıştır; bu çeşit kişiler,  bu yüzden sörpüyüp kalmışlardır,

Ama onlar, şeyhten feyzaldık, onun tertemiz şarabını içtik sanırlar,

Sözün tadına dalarlar; sanırlar ki tortusuz, arı – duru şarap budur,

Onların   sözlerindeki   hararet,   öyle   bir   yola   götürür   ki   onları,   Allah’a kavuşmaktan kalırlar,

Yalnız söz, bil ki meyva vermez; baş vermeyen kişi, gerçeğe ermez,

Bu yol, ölmek yoludur, söylemek yolu değil; öldün mü, sevgiliye kavuştun,

 

5480, Dünyâda hiç kimse, birinin ekmek demekle doyduğunu duymamıştır,

Hiç birinin, şarabın adıyla sarhoş olduğunu, yahut sızıp yıkıldığını gördün mü?

Dıvara çeşit – çeşit ağaç, yaprak, meyva resimleri yaparlar,

Ama duvardaki resim gölge salar mı; yahut birisi o ağaç resminden odun toplamaya kalkışır mı?

Yahut birisi ondan meyva devşırebilir mi? yahut da birisi, gölgesinin altında oturabilir mi?

Halsiz sözü de böyle bil; ondan birşey elde edilemez, o yana gitme,

Sana verebileceği şey ancak şudur: Anlar bilirsin ki zemânede öyle bir kişi vardır ki,

Söylediği sözler tamamiyle hâlidir, hatta hâli sözlerinden de üstündür,

Söylediğinin yüzlerce mislidir; ne mutlu o cana ki onun peşine düşer, onun izini izler,

Ama onun hâlini sözle nasıl söyleyeyim; bu, nasıl belirir sana?

 

5490, Bir âlem, bir çuvalın içine sığarsa onun hâli de söze sığar,

Söz yoluyla onu anlayamazsın; denizi bir testi sudan idrâk edemezsin,

Hâl, sözle anlaşılabilseydi gönülden şüphe kiri – pası arınırdı,

Ama hâle sâhib olan, sözle, şüphe yok ki buluşma şehrine erişebilir,

Hani dıvardaki resimlerden ağaçlar, meyvalar anlaşılır ya, onun gibi,

Çünkü her resmin bir aslı vardır: birinin; birşeyin resmidir o; hiç kimse, ayrılık olmadan buluşmayı göremez,

Hakıykatsiz mecaz olur mu: zora düşmeden yalvarılır mı?

Kalp akça, geçer akçaya, sen doğrusun, bense yanlışım, hiçbir işe yaramam diye tanık olur,

Aşk derdi yoldaşın olursa padişah olursun, dert de ordun olur,

Ölümsüzlük âleminde tek padişah olur, hüküm yürütürsün; aşk beyi oldun mu nerden öleceksin?

 

5500, Meydandan topu kaptın mı, bil ki artık bütün varlık sensin, senden ibaret,

Ona aşkla mürîd olan, onun yardımıyla Hak yolunu aştı – gitti,

Melek gibi göğe yüceldi; Hakk’a canla – gönülle, ben seninim dedi,

Onların biri Hüsâmeddîn’di ki yakıyn ehlinin uyduğu er olmuştu,

Ondan önce padişahları, bütün velîleri mertebe bakımından geçmiş olanları,

Bundan önce anlattık: az – çok, bu hususta söylenecek sözler,anlatışa da sığmaz zâti,

Onların   yaratılışlarını,   huylarını   söyledik,   onlardan   gördüklerimizi   hiç gizlemedik,

Bizce mürîd onlardır, ruhlara nur saçarlar onlar,

Onların yollarını tutmayan mürîd, nerden onlar gibi şeyhe makbul olacak?

Yollarını tutmayan, boyuna bedenlerinin isteğini arar; böylesi kişi nerden can mülküne koşup erecek?

 

5510,   Bedenini  besleyen  hayvan  olur;  canını  geliştirendir  insan  olan,

Uykuyla, yemekle – içmekle  diri olan, beden eşeğine canla kul olur – gider,

Hazırı görür, ona aldanır: çocuk gibi oyunla sevinir,

Gaflete düşer de tuzaktan yem devşirmeye kalkışır;  peşini veresiyeden iyi sanır,

Ahmaktır, pek akılsızdır o: aşk yolcularının kapısından kovulur,

Allah’ı arayanın bedeni de terketmesi gerektir, canı da,

İkisini de yele vermedikçe Allah’a eremez, varlığından kurtulamaz,

Ölmedikçe nerden dirilecek de iki âlemde de aşk gibi ebedî olacak?

Ama ölürse bey olur, baş kesilir, melekler gibi Hakk’a vaiz tutar,

Bedense tümden can olur: adsa ad sahibi kesilir,

 

5520, Buysa, baştan başa o olur: küfürse bundan böyle dindir artık,

Bakır, iksirle altın olmuyor mu: katreler, deniz yüzünden inci olmuyor mu?

Allah en, şüphe yok ki Allah’dan söz söyler: onun gönlü, Hak’tan gayrisini nerden arayacak’?

Hak’tan geldi, gene Hakk’a gider o: dalga, denizden başka yere yüz tutar mı hiç

Kardeş, beni hor görme: gül bahçesi tikenden bitmiyor mu ki?

Bedenim tikendir, aşkımsa gül gibi: aşk şehriyim ben; dünyâsa sanki köprü,

Var olan hep biziz: bu cihansa hiç mi, hiç: bil ki bizden başkası hiçtir, hiçliktir,

Dünyânın   güzelliği,   güzelliğimizin   aksidir:   varlık   da  parlaklığı,   güzelliği bizden kazandı, mekân da,

Cisimlerin parlaklığı,  güzelliği,  candan değil mi:  şişenin, kadehin kızıllığı, şaraptan değil mi?

Cansız   bedeni,   dünyâdakiler,   onun   kokusundan,   kurtulsunlar   diye   kabre gömerler,

 

5530, Duygu, canı göremez: ama gene de onun yüzünden tazedir, güzeldir, göze görünür,

Alem de canın tedbiriyle, re’yiyle her solukta özenip bezenmez mi?

Dünyâ, bir padişah yüzünden onarılır: âlem halkının gönlü, onun adaletiyle neşelenir,

Bu sıfatlar, hayvanı ruhun sıfatlarıdır: oysa ölümden sonra yok olur – gider,

Vahye,   ilhama   mazhar   olan   ruhsa   Allah   nûaıdıır:   bundan   yüzbinlerce, milyonlarca daha üstündür,

Yok olup giden ruh böyle olursa, ebedî olan ruh nice olur, bak da gör artık,

O nur, ne doğudandır, ne batıdan: iki âlem de onunla onarılmıştır,

Gök de onunla diridir, yer de: güneş, onun bağışıyla parlar, ışık verir,

Gök, Ay, yıldızlar, onun yüzünden dönerler: onun işleri yüzünden halkın başı dönmüştür,

Şu hâlde delille de, anlatışla da apaçık belli ki dünyânın canı, velîlerdir,

 

5540,   Gök,   insanların   bedenlerinin   üstünde:   gök   dilenen,   istenen:   insanların bedenleriyse onu dileyen, isteyen,

Bunun aksine erenlerin nıhları,binlerce âleme, binlerce göğe hâkim: melekler bile onlara gıpta etmekte,

Gökler, onların buyruğuyla dönüyor: istemezlerse onları dürüverirler onlar,

Onların herşeye güçleri yeter: dervişler hâkimdirler, Allah naipleridir onlar,

Suretleri küçücektir, arıktır ama canları büyüktün yücedir,

Güneş, bir zerrede gizlenmiştir: deniz, bir katrede yürür – gider,

Yüzlerce deniz de senin küçücük iki gözünün nuruna sığmıyor mu?

Aparı nur, o küçücük yerde coşup dalgalanmada,

Dalgalan göğe yücelmede, dağları, ovaları, çölleri kaplamada,

A bilgili er, denize benzeyen o nur, senin küçücük gözüne sığarsa

 

5550, Rabb’in inâyetiyle denizlerin, bu kalıba sığmasına şaşılır mı ki?

CXXII

Evliya ve onların içyüzdeki saltanatları, neliksiz -niteliksiz ruhlarının güzelliği, duygu gözünden gizlidir; o saltanatın, o güzelliğin, görünen şeyler gibi bedeni, şekli yoktur, gizli kalmıştır; âlemin görünüşteki varlığı, onların içyüzdeki âlemlerinden bir zerredir, Çünkü bu görünen dünyâ, duyguyla anlaşılır, pek korkunç, pek büyük ve güzel görünür ama onların iç âlemlerinden bir zerre, duyguyla bilinip görünseydi, âlem, küçücük, hor – hakıyr görünürdü, Netekim, akıl, duyguyla bilinseydi, gözle görünseydi, aydın güneş, geceden daha karanlık görünürdü; ahmaklık, duyguyla anlaşılsaydı, karanlık gece, gündüzden daha aydın görünürdü demişlerdir, İnsan, suretten ve anlamdan, Şeytanî ve Rahmanı sıfatlardan meydana gelmiştir; soluktan suluğa, içinden, cennet hurileri, cehennem şeytanları baş çıkarır, yüz gösterir; böylece de hangi damarı, hangi sıfatı üst olursa, hangi suret, ona daha uygunsa insan, ona rağbet eder de kıblesi, sevgilisi o olur hâsılı sonunda onun tıpkısı kesilir de onunla kopuşur,

Evliyanın nuru belirseydi gök de rezil olur – giderdi, yer de,

Gökle yer pek küçük, pek önemsiz bir hâle gelir, hamur çanağındaki kıla dönerdi,

Demişlerdir ki: Akıl görünseydi, gökteki güneş, gece gibi simsiyah olurdu,

O tertemiz, güzel mi güzel nurun karşısında pek kara, pek yoğun görünürdü,

Ahmaklık da beden gibi görünseydi, ona karşı gece, gündüze dönerdi,

O denizin karşısında da gökle yer, bir köpük gibi küçücük, önemsiz bir hâl alırdı,

Duygu gözüyle anlama bakmaya kalkışma; Hak’ta mahvol da dâvadan geç,

Can yoluna canla gidilebilir; o yola bedenle gidilebilir mi hiç?

Bil ki anlam ülkesinin ne sonu vardır, ne sınırı; görünüş, ona hem perdedir, hem engel,

 

5560, Anlam kanadını aç, ayakla yürümeyi bırak: yerden – yurttan vazgeç, yersizliği ara da,

Anlam yüzünü gör; hayalden, dâvadan vazgeç – gitsin,

Anlam, gökteki güneşe benzer; sûretse Ülker yıldızı gibi hordur – hakıyrdır,

İyice bak, ikisi de sende; a üstün er, dikkat et bakalım, hangisi daha iyi?

Bilginler gibi daha iyi olanı seç de başına buyruk kesilenler gibi kötü bir hâlde kalma,

Sen   buna   sahipken   ne   diye   haberin   yok;   ömrünü   ne   diye   karşılıksız veriyorsun?

Kendini bil, nesin sen? Hor bir hâlde oturup kalma, pek yücesin sen,

Allah nuru, senin vücûdundadır; ne mutlu o kişiye ki Allah nurunu arar;

Pek lâtif olduğundan gizlidir o nur ama kendinin o nur olduğunu gene görür,

Kendini iyice tanıyan kişi, şüphe yok ki Tann’yı da tanımıştır,

 

5570, Şeytana doğru koşa koşa – gidersen, gerçekte, şüphe yok ki osun sen,

Aksine, Rahmân’ı dilersen, işin sonunda yerin – yurdun, Allah’ın râzılığıdır,

Her soluğunda, içinden, kimi yüce bir suret görünmededir, kimi aşağılık bir suret,

Kimi melek görünmededir, kimi şeytan,, çeşit – çeşit, kimi ondan bir tecellî var sende, kimi bundan,

Hangisini seçersen, sonunda onunla hasredilirsin,

Hak sana isyan yolunu da açıkça göstermiştir, itaat, ibâdet yolunu da,

İstersen cennet ehlinin nurlu yoluna git; istersen cehennem ehlinin ateş yoluna,

Değil mi ki aslında, seçilmiş aşk yolunu tutacak güç – kuvvet yok sende,

Gönül ehlinin eteğine yapış da sana, ölümsüzlük sarayının kapısına varan yolu göstersin,

Arıksan kuvvet versin sana; zayıfsan, onunla geliş,

 

5580, Sana göz versin de göresin; seni, kitapsız üstâd etsin,

Onun bakışı şüphe yok ki kimyadır; onunla altın olursun, ayıbın kusurun kalmaz,

Kendi durağına doğru götürür seni, perdesiz olarak dostun yüzüne gösterir sana,

Onun sohbetini seç de o sohbetle hasta gönlün sağlığa esenliğe kavuşsun,

CXXHI

Şeyhin vesile olması, kılavuzluk etmesi, mutlaka lâzımdır; şeyhsiz Hakk’a erişmeye imkân yoktur, Olsaydı yüce Hak, peygamberleri, şeyhleri göndermezdi, Pek nâdir olarak şeyhsiz yetişen de vardır ama şeyhle yetişen, daha olgun olur, Bunun delili de şudur: Birisi hergûn, kırk kere yüce Allah’ın tecellîsine mazhar olurdu, sarhoşlukla da hâlini halka söylerdi, Olgun biri ona, ersen dedi, bir kere de Bâyezîde git de onu gör, O, ben Bâyezîd’in Allahsının tecellisine günde kırk kere mazhar olmadayım, ne diyegidecekmişim diye cevap verdi, Bu olay uzadı, sonunda adam Bâyezîd’in yanma gitti, Bâyezîd’e bu malûm oldu, Korkunç bir ormandaydı Bâyezid; ormandan çıkıp adamı karşıladı, Adam Bâyezîd’i görünce dayanamadı; hemencecik oluverdi, Çünkü o, Allah tecellîsine, kendi gücü kadarınca mazhar olmadaydı; Bâyezîd’ın gücüne durağına göre tecelliye mazhar olunca hemen can verdi, Ormandan maksat, Bâyezîd’in düşüncesi ve bilgisidir, O arayan kişi, kendi durağından çıkmasaydı, yüzbin yıl geçerdi de gene onun yüceliğine, onun mertebesine erişemezdi, «İnsanlarla, onların akılları mikdârınca konuşun, kendi aklınız mikdârınca değil» hükmünce Bâyezîd, o arayan dileyen kişinin görebilmesi, anlayabilmesi için kendi durağından indi,

Şeyhle  sohbet,  nafile  ibâdetlerden  yeğdir:  onun zahmetinde bile  rahmetler gizlidir,

Bilginin,   ibâdetin   sırrı   da   onun   yardımıdır;   onun   bağışı   denizdir,   senin çalışmansa testi,

Şeyhin bakışı, cennetler, bilgi ve tanıyış elbiseleri giydirir çıplak kişiye”,

Karada lütfeder, ihsanda bulunur; denizden inciler çıkarır da bağışlar,

Gözü Allah nuruyla bakar, görür: haşri, Allah Sûr’uyla neşir izhâr eder,

Tertemiz gönlü, Allah aracıdır; o araç, lûtfuyla senden görünse de onundur,

 

5590, Dünyâda, velînin bedeninden meydana gelen iş, yüceler yücesi Rabb’inin emr âlemindendir,

Aşağılığın da, yüceliğin de yaratıcısı birdir: odur zaman içinde bulan isteyici,

Şeyhin bakışı, iki gözü de açar; iki âlemi yaratanın tecellîsine mazhar eder seni,

Senin ondan, her solukta elde ettiğini bir kişi, yıllarca uğraşsa elde edemez,

Kılavuzsuz giden, yol yitirmiştir; kumandanı olmayan ordu, bir iş yapamaz,

Kılavuzsuz yol alan, nefis perdesini yırtan kişi pek az bulunur,

Ama tuzaktan kurtulan o kişi de şu pişkinliğe karşı gene hamdır,

Nerde bahçıvanın diktiği ağaç, nerde kendi kendine biten ağaç;

Bunun meyvası  acıdır, öbürünün tatlı; bu koruğa benzer, öbürüyse olmuş incire,

Şeyhsiz giden de iyidir ama şeyhle yol alan, ondan daha da iyi,

 

5600, Burda şu hikâyeyi dinle de ondan yeni bir sırra ulaş,

Birisi, sarhoşlukla halka dedi ki: Bedenimle şu aşağılık yerdeyim ama,

Canım gökten de yüce; çünkü* boyuna Halc’la buluşmada,

Sınıkları onaran Allah, her gün, geceye dek tam kırk kere bana tecellî ediyor,

Allah sırrından haberdâr olan biri orta, güzellikle dedi ki:

Bir kerecik de Bâyezîd’e git de onu gpr, böylece de Allah’a ulaşanlar katında seçilmiş erenlerden ol,

Adam   inkâr   etti   de   geç   bu   sözden   dedi;   ben   perdesiz   olarak   Hakk’ı görmedeyim,

Allah’a   ulaşmışım,   sen   ne   söylüyorsun?   Benim   işim   tamamlanmış,   ne arıyorsun benden?

O kişi, tekrar ona cevap verip sen dedi, Şeyh Bâyezîd’in yanına koş;

Azizim, bir kerecik onun yüzünü görmen, daha da iyidir sana; aklını başına al;

 

5610, Öğüdümü tut da haberdar ol; bu, Allah tecellîsine kırk kere mazhar olmandan yeğdir,

Aralarındaki  bu  konuşma  uzadı;  nihayet  o  adamı  niyaz yoluna çekmeyi başardı,

Adam, canla – başla onun sözünü kabul etti; Bâyezîd’in bulunduğu yere doğru yola düştü,

Bâyezîd, bir ormandaydı; Allah’yla dost olmuştu, onunla düşüp kalkıyordu,

O adamın hâli; kendisine malûm oldu; gözü gören kişiden birşey gizlenebilir mi?

O şeyh, ormana yaklaşınca eşsiz Bâyezîd, o tek er, ormandan çıktı,

Çünkü onun hâlindeki zayıflığı, ormana giremeyeceğini biliyordu,

Arslanlarla dolu olan öyle bir ormana bir tilki girebilir de orda dolaşabilir mi hiç?

O arayan kişinin helak olmaması için ormandan çıkması gerekti,

Ormandan çıkıp yüzünü gösterince, konuşup görüşmeye vakit kalmadı;

 

5620, Şeyh ona bir baktı; bakar bakmaz da o adam dayanamadı, hemen can verdi,

O dileyen er öldü, cansız bir hâlde yere serildi; evi yıkıldı, yıkıntıyı da sel götürdü,

Bâyezîd’i görecek gücü yoktu onun; seher vaktinin harareti, kuşluk çağına benzer mi?

Ona da Hak tecellî ediyordu ama, gücü ne denliyse o denli tecellî ediyordu,

Bâyezîd’in gücü  kadar tecellî  edince,  Turdağı gibi tecellî nuruyla yarılıp parçalandı;

O dağ gibi zerre – zerre oldu; ondan ne bir renk kaldı, ne bir koku,

Öyle bir ölümle yeniden dirildi; hem de muradına ererek ebedî hayâta kavuştu,

Halk da Allah tecellîsine erer ama velîler gibi nerden erecek?

Sonra her seçilmiş velî de Allah tecellîsine, manevî yakınlığı kadar erer,

Mustafa, Cebrâil-i Emîn’e Hak yolunda eş olmadı mı?

 

5630, Ama Mi’rac gecesi, Arş’ın ötesinde, hiçbir şeyin bulunmadığı yerde, aralarında iki yay kadar, belki de daha yakın bir mesafe kalınca,

Cebrail orada kaldı: Ahmed ona, beri gel:

Beni bu yana sen, çağırmadın mı: ne engel var, niçin yoldan kaldın?

Bu yolda elçiydin bana: neden geri kaldın, söyle bana, ne oldun deyince,

Cebrail, a benim canım dedi, benim gidebileceğim sınır burası: durağım burası benim, burdan ileriye gidemem,

Bir parmak ucu ileriye ayak basarsam yanarım: bu sözü eksiksiz, fazlasız kabul et,

Bundan sonra gitmek sana düşer: çünkü tümden can oldun, bedenin kalmadı

Her velî Allah tecellîsine mazhar olur ama bu mazhariyet birbirinden çok üstündür,

Anlamak için Kur’ân’dan «Bâzılarını dereceler bakımından bâzılarına üstün ettik, yücelttik» âyetini oku,

Bâyezîd’in nuruyla ölen, aradığını ölümünden sonra buldu,

 

5640, Canını – başını şeyhine veren, ölümsüzlük âleminde yücelir, baş kesilir,

Bâyezîd’in ormanı,  ruhanî ormandı:  arslanla, kurtla,  hayvanla dolu orman değil,

Ormandan maksat, bilgileridir onun; o orman ağaçlarının dallan, yaprakları, meyvaları, daimî diri olan Allah’dan yeşerip gelişir,

Oturup kendi düşüncesine dalsaydı, aklın ayağı mı basabilirdi o ormana?

Kendi hallerinden çıktı da dileyen, onunla uzlaşabilsin diye,

Dileyenin hâlince söz söyledi: kendini, onun tahammül edebileceği nıikdarca ona gösterdi,

Bütün bu ihtiyatlara riâyet ettiği hâlde gene de o kişi takat getiremedi:

Hemencecik yok oldu, can verdi; pilisini – pırtısını sevgilinin diyarına taşıdı,

Onun   değerince   göründü   ama   adamcağız   dayanamadı:   o   şarabın   bir yudumcuğuna tahammül edemedi,

Çünkü o güzelim şarabın bir yudumcağazı, yüz testi, yüz küp şaraptan daha fazla tesîr eder,

 

5650, O şarabın bir yudumcağzı bile bu kadar tesîr ederse artık sen, azını azımsavıp da hor görme,

Ormana bir zerrecik ateş düşse, ağaçların ne köklerini, kor, ne dallarını – yapraklarını,

Bir zerre, bir âlemi yok ederse, aldanıp da onu hor görmeye, küçümsemeye kalkışma.

Değinilen taşı yüz batman ağırlığında olsa, bir dirhem ağırlığındaki lâ’l, değer bakımından, ondan ağırdır,

Yüce kişiler, az bile olsalar çok sayılırlar;aşağılık kişiler,çok olsalar da ne çıkar, değerleri nedir ki?

Görünüşte dağ gibi büyük, iri, sarp kayalar vardır ki

Küçücük   bir   lâ’l,   onlardan   üstündür,   değerlidir;   ona  karşı   büyüklükleri görünmez bile,

Şu hâlde bön kişiler gibi görünüşe kapılma; can gözünü aç da gör, anla,

Velîden doğan birkaç sözceğiz, binlerce hitaptan üstündür,

Yıllarca söz duysan, onun vaazından duyduklarına bir söz bile katamazsın,

 

5660, O, azacık söz söyler ama gizli sırrı açar sana: onun o az sözünün biri bile, öbür sözlerden yeğdir,

Demek ki çok olan budur, söz bakımından çok olan değil: asıl bu söz pek çok görünmededir, pek değerlidir,

Anlam âleminde de bu böyledir; az, çoktur da çok, azdır,

Bir adamda, öyle bir hâl vardır ki gece – gündüz, tenhâda, kalabalıkta o adam, hep o hâldedir,

Birisi de iki günde, üç günde bir aşk ateşine düşer, yanar – erir,

Gerçi bu azdır, oysa çok, ama sen değerine bak da sayıdan vazgeç,

Seni bir tiken bo\oına dalaşa, yahut bir kedi tırmalayıp yaralasa,

Bir defâcık da yılan soksa, bu, öbüründen pek üstün, pek fazla birşeydir,

Yılanın sokması azdır ama çok sayılır; tikenin dalaması çoktur ama buna göre önemsizdir,

Kâfir, canla – başla ibâdet etse, bir ânını bile namazsız geçirmese,

 

5670, Mü’minin arada bir ibâdeti, Allah’ı anısı, Allah katında, kâfirin ibâdetinden yeğdir,

Bu, bir örnektir, onun dengi değil: bunu bil de bu örnekle öbürünü de anla,

Velîlere de böyle bak, onları da böyle gör; gözünü aç, bu hususta şaşırma,

Az birşey, bire nispetle pek çoktur; tikenin dalaması, yılanın sokmasına karşı hiçbirşey sayılmaz,

Allah hası olan velînin bir duası, binlerce duadan daha değerlidir,

Sözde beliren bu fark, söz bakımından değil, hâl bakımındandır,

Söz, hâlden doğar; hanı yelden ovanın tozuması gibi,

Suretlerde gördüğün her ayrılık;  iyice dikkat edersen görürsünki anlamdan belirmektedir,

Denize benzeyen sözsüz hâllere gelince: Onlar, Abdâl’in gönüllerinde gizlidir,

Hepsi de güzeldir, dengelidir ama değerleri birbirinden üstün

 

5680, Herbirinin ayrı bir durağı vardır: biri bal gibidir, öbürü şeker gibi,

Biri güneşe benzer, öbürü Ay’a; biri buyruk yürütür sanki, öbürüyse asker,

Birinden sana bir hâl gelir ki öbüründen, yüzyıllar geçer de o hâli bulamazsın,

Bu, seni bir bakışta görür bir hâle getirir; istersen anadan doğma kör ol,

O, gözünün ağrısını ilâçla iyileştirir; buysa sana, ilâçsız iki göz bağışlar,

Bu, hasta bedenden illeti giderir; oysa Sûr üfurülmüş gibi ölüyü diriltir,

O, kaabiliyeti olanları ilâçla iyileştirir; buysa kaabiliyeti olmayanlara bile yüz can verir,

Mümkün  olan  herşey,   onun  elinden  gelir;  buysa  mümkün olmayanı  bile kolayca yapıverir,

O, dilediğini yapar; Mesîh gibi ölüye can bağışlar,

Ama bu, pek nâdirdir,  az bulunur; bunu yapan,  velîlere, kutuplara kıble kesilmiştir,

 

5690,   Bu  kudret,   Tebriz’li   Şems’te  vardı;ondan  başkaları,  bu  çeşit  yardımda bulunamadı,

Ey ümidini kesmiş kişi, beri gel, suçu, hatayı hiç düşünme,

O, seni bütün suçlardan arıtır; ihrama büründürmeden hac sevabı verir sana,

Bunu iyice bil ki arılık – duruluk dünyâsında Allah velîleri, Allah haşlan

Vardır ki aralarında, ululuk bakımından, batıyla doğu kadar fark var,

Biri  Süleyman’dır,  öbürü  karıncaya benzer;  bu  Ülker yıldızıdır,  öbürüyse güneş,

Aklını kullanırsan bunun sayısız örnekleri vardır,

Geri kalanlarını da bununla kıyasla; yalnız sâkıylik edeni hep bir bil,

Cansızlarda da bu mertebeler var; biri değerce üstün, öbürü aşağı,

Toprakla taş, bakırdan çoktur; bakır da gümüşten, altından çok,

 

5700, Gümüş de altından, altın, lâ’ldan, inciden fazla,

Daha az olan, değerce daha fazla; sen anlama bak, suretlerden geç,

Değerce üstün olan azı ara; değersiz çoğu bırak,

Akıllı biriyle bir soluk konuşmak, bilgisizle yüzyıl konuşmaktan yeğ,

İncinin cürmi küçücüktür ama o, binlerce büyükten üstündür,

Para – pul, sayıca çok olsa bile inciye karşı değersizdir,

Evliyanın mertebelerini de böyle bil; altınla mercan gibi hani,

Bu sözler de nâdirdir, bulunmaz sözlerdir; bunlara hiç kimsecik, ne son buldu, ne bitim,

CXXIV

Bâzı velîler ünlüdürler, tanınırlar, bâzılarıysa gizli, Gizli olanların mertebeleri, bilinenlerden üstündür, Bunun içindir ki büyük veliler dâima o gizli erenlerden birini bulmak isterler, Peygamberlerde de bu istek vardır, Musa ve Hızır’ın hikâyesi, Kur’ân’da anılmıştır; ikisine de selâm olsun, Mustafâ’nın, selâm ona, gerçek bir surette, aşkla «Ah, kardeşlerimle buluşsam» demesi, yalvararak yüce Hak’tan bunu istemesi, Yüce Hakk’ın, haslarından biri sana gelecek buyurması, Selâm olsun, Mustâfa’nın bunu, Allah ondan razı olsun, Ayişe’ye, Allah haslarından biri kapımıza gelecek evde bulunmayabilirim; onu ağırla, gönlünü al, ben gelinceye dek evde konuk et; bu, ona güç gelirse, bunu kabul etmezse, hiç olmazsa, ne kadar mümkünse, o derecede, onun şeklini, kıyafetini belle de geldiğim zaman bana anlat; çünkü onların şekillerini, kılıklarını duymakta da büyük fayda var buyurması,

Orta derecede bulunan velîler meşhurdur; tek, eşsiz velîlerse gizlidir,

Onların koruyucusu, Allah gayretidir; o yüzden de gözlerden gizlidir onlar,

 

5710, Hiçbir şeyh yoktur ki onlarla buluşmayı istemesin Allah’dan,

Allah, bu istek karşısında, isteyene binlerce bağışta bulunur da buna dâir bir istekle dudaklarını açma buyurur,

Der ki: Benim güzellerimi kimse göremez; görürse de o solukta yok olur – gider,

Kulların sevdikleri güzeller, yaratılmış kimselerdir; birkaç günceğiz için geçici sevgililerdir;

Öyle   olduğu   hâlde   âşıklar,   onları   gizlerler;   herkesin,   onların   yüzlerini görmesini istemezler,

Geçici aşkta bile kıskançlık olursa artık ey bilen kişi, sen öbürünü bununla kıyasla da,

Allah’ın gayreti nicedir; kendi güzelini nasıl gizler anla,

Muhammed, peygamberlerin padişahı, kutlu, halkı doğru yola götüren, yollara kılavuzluk eden değil mıydı?

Ayişe’ye dedi ki: Ben Allah hassıyla buluşmak için dua ettim;

Bir hayli yalvarıp yakardıktan sonra Allah duamı kabul etti,

 

5720, Has kulum buyurdu, lütfedip kapma gelecek diye vaatte bulundu,

Olur ya, ben burda bulunmam, sen onun hâlini – tavrım, kılığını – kıyafetini iyice belle,

Gerçeklikle eve çağır onu; çünkü o, aşk kaynağının özünden gelmededir,

Kılığını – kıyafetini, şeklini – hâlini iyice gönlüne nakşet de ben gelince o dervişi bana anlat,

O geldiği zaman Peygamber, mescidde, namazdaydı,

Mustafa’nın kapısını çaldı: o Allah huyuyla huylanmış olan, o bizi isteyen padişah nerde dedi,

Ayişe kapıya geldi, niyaz ederek binlerce iltifatta bulundu, ağırladı onu,

Padişahım dedi, bir soluk içeriye gir de seni perdesiz göreyim,

O, hayır dedi, a hanım, işim var: sen selâmımızı söyle ona,

Ayişe, şeklini, kıyafetini, ağzının, gözünün, kaşının biçimini belledi,

 

5730, Rasûl mescidden dönüp evine, dinlenmeye gelince,

Evden onun kokusunu aldı: Âyişe’ye, tez söyle dedi;

Onun şeklini, kıyafetini anlat da gönlüm, canım, kayıttan kurtulsun,

Ayişe, onun şeklini, kıyafetini anlatınca Ahmed’in gözyaşı, ırmak gibi aktı,

O hoşlukla kendinden geçti; deniz gibi coştu – köpürdü,

O  kendinden geçişten sonra kendine geldi;  katresi,  sırlarla dolu  bir deniz kesildi,

Dilinden sırlar akmaya başladı; duyan, o nurlara gark oldu – gitti,

CXXV

Selâm ona, Mustafâ hergün, güneş batarken şehrin dışına çıkar, yüzünü Yemen tarafına döndürür, «Ben Yemen’den Rahman kokusunu duyuyorum» buyururdu; o kokuyla aşk oyununa girişir, coşar, o hoşlukla kendinden geçer, başını sahabeden birinin dizine kor, uyurdu, Bundan ötesini söylememe izin yok, «Arife bir işaret yeter,» «Evde kimse varsa bir tek söz de kâfi,» Allah rabmet etsin, Cüneyd, yalnızken, yüce Hak’tan bir makam diledi, O makam, yüz çileyle de elde edilemez; ama filan şehre, Ahmed-i Zındıyk’a git; onun yüzünden muradına erersin diye cevap geldi, O şehre gitti, ama gönlü, Ahmed-i Zındıyk diye sormaya razı olmadı: Ahmed-i Sıddıyk şehrin neresinde diye soruşturmaya koyuldu, Yıllarca başı dönmüş bir halde gezdi, dolaştı, onun belirtisini bulamadı, Sonunda gücü – kuvveti kalmadı; Ahmed-i Zındıyk diye sordu, Yerini gösterdiler, Onunla buluşunca Ahmed-i Zındıyk, beni bulmak için evinden çıktığın zamandan beri bütün ahvâlinden haberdârım hâline lâyık nasıl bir söz söyleyeyim dedim, bunu düşündüm; düşündüm ama hiçbir söz bulamadım, Çünkü benim sözüm pek büyüktür; iyisi mi, yolu şu: Kalkayım, senin önünde bir çark atayım; sen de benim yüzüme bak; muradına erersin dedi,

Gene o, zamane ehlinin uydukları er, Yemen’den Üveys’in kokusunu koklardı,

Her solukta yüzünü Yemen’e döndürür, onun vasfını dile getirirdi,

Ahmed’in çekişi, onu da çeker – dururdu; çünkü o da onun kokusunu duyardı,

 

5740, Fakat bir anası vardı, erenlerdendi, gitmesine ondan başka bir engel yoktu,

Üveys,   Rasûl’ü   görmeye   gideceği   zaman   o   Allah   makbulü   kadın   onu men’ederdi,

Yalnızken de, herkesin yanında da ona, oraya gitme, bana hizmet et;

Bana hizmet etmen,  Peygamber’le buluşmayı  istemenden yeğdir diye öğüt verirdi ona,

O da anasına hizmet eder – dururdu; çünkü o kadın, Allah haslarındandı,

Anası dünyâdan göçünce anlamla dolu Üveys, Rasûl’ü görmeye yola düştü,

Mekke yörelerine varınca halktan Mustafa’nın göçtüğünü duydu,

O özlem çeken, sahabenin yanma vardı; onlarla buluştu,

Sahabe onun yalvarışım gördü; hepsi de onun hâlini – hatırını sordu,

Sözlerini bellediler, hâli – ahvâli nedir, öğrendiler,

 

5750, Birisi ona, bunca yıldır ne diye gelmedin, neydi ahvâlin dedi,

O, anam ihtiyardı, güçsüzdü; onu o halde bırakamazdım diye cevap verdi,

Sahabenin bu söze gülesi geldi; gizli sırdan haberleri yoktu ki,

Herbiri, biz dedi, babamızı, anamızı Peygamber’in uğrunda öldürdük,

Âşık kişi dinle de gör, ne diyor; insan sevgiliyle buluşmayı böyle arar, böyle ister,

Onların kendini alaya aldıklarını anladı; onlara öfkeyle baktı da Peygamber’in hâlini – şanını  sordu; herbiri çeşit – çeşit söyledi,

Biri boyunu anlattı; yüzünü, gözünü, başını vasfetti,

Öbürü, anlatışını, bilgisini söyledi; öbürü, güzelim huyundan, hoş sıfatlarından bahsetti,

Bir başkası, mucizelerinden, Ay’ın bölünmesinden söze koyuldu; bir ötekisi de geceleyin göğe ağmasını,

 

5760,   Yeryüzünden   yedi   kat  göğe   yücelmesini   anlattı;   bir  ötekisiyse   Allah’a yakınlığından,  Allah’yla buluşmasından söz açtı,

O, bunlar dedi,  Peygamber’in vasıfları değil; bana Peygamber’in canından, özünden haber verin,

Hepsi de, biz dediler, bildiğimiz kadar söyledik; gücümüz yettiği kadar anlattık sana,

Sen bizden iyi biliyorsan çabucak söyle; ağır davranma,

O, içim dedi, sözle, incilerle doldu; herkesin gönlünü şirkten anlayım,

Peygamber’den   bir   belirti   söylemeye,   o   iki   cihan   padişahının   sırrından bahsetmeye niyetlenir  niyetlenmez,

Daha söze başlamadan, onlara öylesine bir nur vurdu ki hepsi de o sevinçle kendisinden geçti,

Sarhoş bir halde yere yıkıldılar; akıllarını da yele verdiler, fikirlerini de,

Hepsinin de varlığı tümden yanıp eridi; Ay yüzünden bulut çekildi,

Varlıklarından yokluk yöresine at sürdüler; gönüllerinin kanatlarından tozu – toprağı silktiler,

 

5770, Yüz yıllık yolu bir anda, o alanda alıp aştılar,

Hepsi de can denizinin dalgıcı kesildi; hepsi de halka inciler saçmaya koyuldu,

Hepsinin araştırması bir başka şekle döndü; hepsinin gözlerinin ışığı arttı,

Hepsi, ayrılık âleminden buluşma diyarına erdi; parça – buçuktular, tümü de asıl kesildi,

Hepsi yıldızdı, Ay oldu; hepsi kuldu, padişahlığa erdi,

Önce ümmetti onlar; sonunda herbiri, seçilmiş bir halîfe oldu – gitti,

Böyle bir hâl, Cüneyd’in de başına gelmişti; o gerçek er çiledeydi,

Çok binlik, çok yüce bir hâle ermek için yalvarış kemendini atmadaydı ki,

Allah’dan apaçık bir ilham geldi; apaçık harfle, sesle duydu ki,

Ona,   böyle   bir   hâle   ermeyi   istiyorsan   deniyordu,   bil   ki   çalışmakla   – çabalamakla elde edemezsin o hâli,

 

5780, O hâle ancak olgun bir padişahla sohbet yüzünden erebilirsin,

A gerçek er, filan şehre git, Ahmed-i Zındıyk’ın yerini – yurdunu sor;

Onu  bulursan muradına erersin; bu yorgunluktan,  bu zahmetten,  savaştan kurtulursun,

Cüneyd, bunu işitince Allah buyruğunu canla – gönülle tutup yola düştü,

Derdine derman bulmak için koşan haber çavuşu gibi yürümeye koyuldu,

Arayan bulur denmiştir; o da Ahmed’in bulunduğu şehre doğru koşmadaydı,

O şehirde her yana gitmede, onun sevgi tohumunu canının içine ekmedeydi,

Ama   gönlü   ona   zındık   demeye   razı   olmuyordu;   Ahmed-i   Sıddıyk   diye soruşturmadaydı,

Kimdir burda o kişi diyordu; ama kimsenin ondan haberi yoktu; tundan tuna aradı – durdu ama bulamadı,

Başı  dönmüş  bir hâlde  bir aya yakın  bir müddet  aradı,  döndü,  dolaştı;

Sıddıyk’ten hiç kimse bir nişan vermedi – gitti,

 

5790, Nihayet âciz oldu da beni dedi, gönlümü alan sevgiliye kavuşturmayan edepten bezmişim,

Ahmed-i Zındıyk nerde, ne biçim adamlardan diye sormaya başladı,

Birisi, dur dedi, hemencecik yerini – yurdunu haber vereyim sana,

Nerde oturduğunu, evini ona tarif etti; o da muradına erişmek için oraya vardı,

Kapıyı vurdu; Ahmed, gir dedi, a bilgili kişi, zâti senden gaafil değilim,

Uğradığın hâllerin, geçirdiğin olayların hepsini de biliyorum; hiçbiri gizli değil bana,

Hani Allah’dan o hâli istemiştin de, Allah, ona kavuşmayı nâsib etmemişti sana;

Lûtfundan, kereminden, seni o durağa ulaştırmam için bana havale etmişti,

Şunu bil ki o andan, böyle bir kulluğu dilediğin zamandan beri Sana birşey söylemeyi aklımdan – fikrimden geçirip duruyorum;

Ledün bilgisine dâir ne biçim söz söyleyeyim diyorum;

 

5800, Ama canına huzur verecek hiçbir söz hatırıma gelmedi,

Sözüm, hâline uygun değil ki özetleyip de birşey söyleyeyim,

Ama karşında bir çark atayım da o sır, sana keşfolsun,

Gözün yüzüme düşer – düşmez hâlden hemen haberdâr olursun

Dilediğini elde edersin; şimdi uzak olduğun yakınlık âlemine erersin,

Onun önünde birkaç çark attı; o da bu semâ’ı görüp dilediğini buldu,

CXXVI

Ehli olmayana sır söylemek doğru değildir; çünkü bu, ona ziyan verir, Her sözün bir sırrı, her sırrın da başka bir sırrı vardır, Sözü bilen, ama sözdeki sırrı bilmeyen kişi, çaresiz eğri yola düşer, Sır da sırrın sırrına karşı, söz gibidir, Sırrın sırrını bilmeyen kişiye sır, ziyan verir, Bu yüzdendir ki, selâm ona, Musa’dan birisi, insana alışmamış hayvanlarla kuşların dillerini öğrenmek istemişti de Musa, ondan men’etmişti bunu; Süleyman gerek ki demişti, kuşların dilini bilmek, ziyan vermesin ona; bunu öğrenmek, öldürücü zehirdir sana, O, gene yalvarmaya, Musa, engel olmaya koyulmuştu, Bu istek vebu cevap, haddi aşınca adam, Musa’ya, hiç olmazsa demişti, bahçede, kapı dibinde bulunan horozla köpeğin dillerini öğret de mahrum dönmeyeyim, Musa, onların dillerini öğrenince neler olacağını görüyordu da men’ediyordu; fakat ne kadar men1 ettiyse mümkün olmadı; adam, Musa’nın öğüdünü kabul etmedi; sonunda bu iki hayvanın dillerini ona öğretti ve iyice bil ki dedi, bu bilgiden ziyana düşeceksin,

Bu çeşit anlamı ince, derin hikâyeler çoktur; bunlar, bilgili kişi tarafından sevilir, istenir;

Fakat böyle hikâyelerden, işin sırrını bilen kişi hisse alır;

Bunlardan, herkese faydalar erişir; bunlar, herkesi, dilediği şeye götürür,

Bunlar, can kuşuna binlerce kanat verir de o kuş, melekten de daha yücelere uçar,

 

5810, Ama o kapıyı bilmeyen kişi de, körlüğünden kuyuya düşüverir,

Öyleyse bilmeyenlere, gönlündeki sırrı açma, dilini düğümle,

Her cansıza gönül sırrını söyleme; çünkü cansız, bu yüzden ıztırâba düşer, çırpınır – durur,

Onu dinlemek, duymak, öyle ziyanlar verir ona ki dille anlatılması mümkün değildir,

Herkesin,  sırları duymaya kaabiliyeti yoktur; hür kişiler, sırları câhillerden gizlerler,

Nasılsa ona bir sır söylerlerse, o ahmak, onu kimseden gizleyemez;

Ondan fayda elde edemez; sonsuz, sayısız ziyana düşer,

Sırrın da çok gizli bir sırrı vardır ki o, altın kesintisidir, buysa mâdene benzer,

Sırrın sırrını bilmeyen ahmak, onu duyunca yolunu yitirir,

Sırrın hükmünü bilemez; çünkü sırrın sırrını anlayamaz,

 

5820, Onu bilip anlamak, onun işine yaramaz; çaresiz gerçek yolda eğri yürümeye koyulur,

Sırrın hükmüne aykırı hareket eder; böylece de ondan mahrum olur – gider,

Onun kılıcıyla kendim yaralar; gönlünü de, canını da cehenneme sürükler,

Kendisine bir cehennem düzer – koşar; bilgisizlikten sırrın sırrını da yitiriverir,

Böyle kişi,  sırrı bilmezse, orucuyla, namazıyla hayır ve ihsan sahibi olur, onlardan hayır görür

Demek ki ona aciz, itaat, ibâdet yeğdir; itaati, onu rahata kavuşturur,

Ayağını  kilimine  göre  uzatan,   pilisini   –  pırtısını   Kelîm’in  yanına  çeker  – götürür,

İki elini duaya açar; yüzlerce yalvarışla kulluğa koyulur,

Acizce işe sarılır; sonunda da yaralanıp berelenmez,

Güç – kuvvet sahibi olmak, bilgisiz kişinin harcı değildir de Allah, onun için herkese vermemiştir,

 

5830, Çünkü güç – kuvvet, elde silahtır: bilgisiz kişiyse onunla kendini öldürür,

Ama aklı – fikri olan kişi, kılıçla savaşa girer: düşmanlara saldırır,

Yaşamaması gerekeni  öldürür,  yok eder, paramparça doğrar; çaresize çâre bulur,

Herşeyi lâyık olduğu yere kor; düşmanları, düşmanca dileklerine bırakır,

Ne yapılması gerekse onu yapar; cihanda zahmet, fitne bırakmaz,

Âlemi lûtfuyla onarır: bütün iyi kişiler, onun yüzünden muratlarına ererler,

Allah, mü’minlere güç – kuvvet vermiştir de işleri bilerek yaparlar,

Onların yüzünden herkes rahata kavuşur; güçlerini, kullukta bulunarak hayra harcarlar,

Ama o gücü – kuvveti kötü kişiler elde ederlerse küfrü, isyanı arttırırlar,

Güç – kuvvet, orda tümden rahmet olur, buraya gelince de zahmet kesilir,

 

5840, Birisi Kelim Musa’ya, senin dedi, gerçekliğinde hiç şüphe yok,

İki kulağımı da şüpheden arıt ey iki âlemde de akla gerçeklik bağışlayan'””,

Süleyman gibi Allah’ın bağışıyla bana dilleri bellet de,

Herkesin ne dediğini arılayayım: kuzgunun, akbabanın söylediklerini bileyim,

Bütün kuşların dillerini öğreneyim: Süleyman’ın elde ettiğini elde edeyim,

Bütün kuşların dilleri malûm olsun, sırları gizli kalmasın benden,

Adama alışmamış hayvanların, şeytanlarla perilerin söyledikleri nedir; güzelim

ceylan ne diyor, ne nağmelerle nağmeleniyor:

Bütün bunları bileyim de can kuşum kol kanat açsın,

Böylece de Allah’ın, cömertlikle, vergiyle, bağışla,

Yeryüzündeki bütün inananlardan, esenliğe erişmiş tertemiz dilek sahiplerinin hepsinden,

 

5850,   Bütün   halktan,   yardımlarıyla,   lûtfuyla   o   ihsan   sahibinin,   beni   seçtiğini anlayayım,

Musa ona dedi ki: Vazgeç bundan; Allah’ndan din yolunu iste,

Oğul, sana fayda verecek şeyi, meyva yiyeceğin fidanı ara da

O ölümsüz dünyâda diril, şu ölümlü, geçip gidici dünyâdan kurtul,

Karanlığını tümden nûrlandır: ondan sonra da boyuna sevinçle yaşa,

Küfrün, şirkin, tümden îman kesilsin; sapıklıktan, nankörlükten kurtul,

Aklın varsa bunu iste: öbür istekten vazgeç; çünkü o istek, pek kötüdür,

Adam yalvardı, yakardı; Allah için dedi, ne olur, benim için dua et de bunu iste,

Senin işin – gücün lûtuftur, Keremdir; bu kuldan çekinme, dinle sözünü,

Musa gene ona, vazgeç bundan dedi; bu dilek, korkulu, tehlikeli bir dilek,

 

5860, Bundan bir fayda elde edemezsin; hattâ bu, sana binlerce ziyan verir; yum ağzım,

O adam ayak diredi; inadından, Musa’nın eteğini bir an bile elinden bırakmadı,

Ona birçok yalvardı; gözyaşları döküp ağladı – sızladı,

Bu yakarış sırasında, a kılavuz dedi, evde, kapımızda bir horozla bir köpek var,

Hiç olmazsa bu ikisinin dilini öğret bana da anlayayım, bu yüzden sevineyim,

Bu kadarını olsun esirgeme benden; güneş gibi, yüzünü bulutsuz göster,

Süleyman, her mahlûkun dilini, sırrını bilmiyor muydu; bu lütuf, aşağılık bir kişiye de nasîb olsa ne çıkar?

Onun nail olduğu sırlardan bir – ikisini bana da bağışla da yüzümü Hakk’a yönelteyim,

A yüce kişi,a varlığın övüncü; cömertliğinle bir ıslaklığı deniz hâline getirirsen ne olurki?

Onun denizinden bir katrecik içersem, onun ihsanından bir zerre elde edersem,

 

5870, Pek sevinirim, şükrederim; şarapsız, kadehsiz, mezesiz sarhoş olurum,

Musa, onun için Hak’tan dilekte bulundu; o kaltabanı sevindirdi,

Musa’dan kolayca dileğini elde etti; önünde yere baş koyup ayağa kalktı,

O ahmak, evin yolunu tuttu; ama o bağışın sırrından haberi bile yoktu,

Hâsılı o yolu tutup gitti ama baş aşağı da kuyuya düştü,

Sırrın,  yerinde, adamına göre iyi olduğunu, ama ona lâyık olmayanın can

düşmanı bulunduğunu bilmen, anlaman için oldu bu iş,

Her aşağılık kişi, nerden sırra lâyık olacak? Kötü, alçak kişiye iyilik etmeye gelmez,

Ahmak, sırrı anladı mı, bilgisizliği artar; yokluğa düşer, yok olur – gider,

O sır, öldürücü zehir olur da onu öldürür; sapıklık yoluna çeker onu,

Adam, sabahleyin evinden, bir parça ekmek almak için çıkınca

 

5880,  Köpek ekmeği  kapmak  istedi;  hergiin olduğu gibi ekmeği yemek kaydına düştü,

Derken horoz seğirtip ekmeği kaptı; köpek bu işe bozuldu da,

Ona, a zâlim dedi, sen her solukta yüzlerce yem yemedesin,

Bilirsin ki ben yem yiyemem; ne diye ekmeğimi kaptın benim?

Benim nzkım, gıdam ekmek; onu da sen kaptın; benim derdime derman nedir şimdi?

Horoz ona, a yoksul dedi, sana hoş gelmedi mi bu? Bu yüzden gam yeme;

Yarın ev sahibinin atı sakatlanacak, ondan iyice yer, semirirsin; sözümü dinle,

Ev sahibi bu sözü duyunca atı sattı; yüzü, ferahından Ay gibi parladı,

Ziyandan kaçındım, böyle bir mihnetten, böyle bir dertten kurtuldum diye sevindi,

Ertesi günü köpek horozu görünce konuşmaya başladı; bir hayli konuştular,

 

5890, Köpek, artık yalan söyleme de canla – başla doğruya koş;

At ölecek demedin miydi? Yalanından gönlüm pek incindi dedi,

Horoz, hayır-hayır dedi; ben ancak doğruyu söyledim; bu yolda doğrudan başka bir yola sapmam,

O, hemencecik atı sattı, kendini gamdan kurtardı,

Derdi başkasına savurdu; düzen – hîle bayrağını yüceltti,

Kendini ziyandan kurtardı; başkasını ziyana attı,

Ama bu eğrilik tersine döndü; bu, din yolunda, onun ziyana düşmesinin ta kendisi,

Sonunda bunu anlar da bu iş yüzünden elini dişlemeye koyulur,

Bundan haberi olan horoz, köpeğe, sevin dedi, zahmete, derde boş ver,

Çünkü yarın katırı sakatlanacak; katır, attan da semiz,

 

5900, Artık gece – gündüz ye, doy da semirip arslana dön,

Ev sahibi bu sözü de işitti; eşekliğinden katıra eğeri vurdu, satmaya götürdü,

Hemencecik satılığa çıkardı; pazarda yüz dmâra sattı katırı,

Gümüş paraları aldı; düşe – kalka, sevinerek eve döndü,

Bir oyuna girdim, çift mi, tek mi oynayıp üttüm; artık neşeli bir sûrett î rahatça oturayım;

Kâr – ettim, ziyandan kurtuldum; çevikçe sıçradım, dertten de halas oldum, aldanıştan da dedi,

Eşekliğinden gücü kolay gördü; ahmaklığından zahmeti ziyan saydı,

Oysa bir kârda yüz ziyan var; ama bunu göremedi de noksana düştü,

Ertesi günü köpek horoza, niceye bir bu düzen, bu yalan, bu kandırmak dedi;

Niceye bir beni aldatacaksın; bu yalan, bu düzen ne vakte dek sürecek?

 

5910, A kendine güvenen, bari Allah’tan kork da sonunda kahra uğrama,

Horoz, benim hakkımda kötü zanna düşme dedi; hayır mâdeniyim ben, benden şer zuhur etmez,

Canım, Rahmân’ın müezzinidir; dünyâya doğruluktan haber veririm ben,

Allah’a kulluk etmek vakti geldi der de öterim; müezzinler benden ders alırlar da

Hepsi de minareye çıkar, benden duyduklarını halka haber verirler, duyururlar,

Bu haber verişte bir yanlışa düşersem, ağlata – inlete keserler beni,

Çünkü yalan söylemem lâyık değildir; horozun yan» iması, yanlışa düşmesi nâdirdir,

Ben ezelden, güneşin tercemânıyım; güneş yücededir, ben aşağıdayım ama bu, böyledir,

İçimden güneşe bir yol verdiler bana; Allah lûtfuyla herşeyi anlayan bir canım var,

Baş – aşağı bir tas geçirseler başıma, kapkaranlık gecede bile gönül yoluyla,

 

5920, Güneş ne yana gidiyor, gökteki hangi burçta, görürüm,

Gene de böyle, gün batınca, yerin altında da, gece – gündüz onunlayım: bunu iyice bil,

Gün batarken de onunlayım, doğarken de: o nereye giderse, önünde koşarım onun,

Ona, gönülden bir yol bulan kişi, nasıl olur da kapısından uzak kalır onun?

Onun yolunda ne perde vardır, ne engel: bir soluk bile bir olan Allah’dan ayrılmaz o,

Hattâ gönlünde o denizin dalgası, suyu vardır; bedeni kıyıya benzer, canıysa denize,

Sen tümden bedensin de onun için denizden uzaksın: ama can âlemine yardın mı, nur olursun,

Sevgiliye can yolundan git; durağa varıncaya dek koşarak yürü

Ey arayan, perde surettedir: anlama erersen deniz kesilirsin,

İç âlemde yürü, dışa bakma: çünkü can denizdir, bedense gemi,

 

5930, Gemiyi bırak da şu denize dal: kapı dibindeki desteği bırak da kapıya gel,

Gönlümden görüyorum, onun içinde herkese dosdoğru kılavuzluk ederim,

Yarın o aldanmış kişinin kölesi, bir kazaya uğrayacak: kendi de k,^hra düşecek,

Her taraf ekmekle, yemek artıklarıyla dolacak; iyi söyleyen de yiyecek, kötü söyleyen de,

Çoluk – çocuk, genç – ihtiyar, o nimetten zahmetsizce yiyecek, artanını alıp götürecek,

Yürü, cinsinden olan olan köpekleri de çağır, yarın ziyafete gelsinler,

O yolunu yitirmiş kişi, böyle bir hâlden de ibret alıp kendine gelmedi, tövbeye yanaşmadı,

O eğri görüşlü, sapıklıkta kalakaldı da küfrü, din gibi kabul etti,

Gönülde, gözde, kulakta Allah mührü var; herkes doğru yolu bulamaz,

Allah, yollarını azıtmış: küfrü yol – yordam edinenlere kim çâre kılabilir ki

 

5940, Analarından kötü olarak doğanların yeri – yurdu, gerçekte cehennemdir ancak,

Bunu tam olarak söylemeye gerek yok; dön de sözü tamamla,

Efendi, kölenin öleceğini duyunca, onun ziyanından da kurtardı kendini,

Hiç durmadan kölesini sattı; o ziyana müşteriyi düşürdü,

Pek sevindi, bugün dedi, mihnetten kurtuldum, kutluluğa erdim,

Bu iki dili öğrenmekle faydalandım da üç ziyandan halâs oldum,

Bu üç kazadan kurtuldum ya: bundan böyle her yanda işim – gücüm aydın olur artık,

Şükretti, düzenle kendimden şu üç kazayı uzaklaştırdım dedi,

Kazanın gözünü bağladım, kendimden belâları ırak ettim,

Musa’nın bağışıyla faydalandım, kendimi tavus gibi bezedim

 

5950, Bundan böyle nerde dünyâda benim gibi her işi kâr kesilen, kârı artıp duran,ziyana düşmeyen?

Dördüncü günü köpek, horozun iki kanadını da çırparak gelmekte olduğunu uzaktan görünce,

Ona, a yalancıların padişahı, a aldatıcıların emîri, reisi dedi:

Hiç   kimseye   senin   kadar  kızmamışımdır;   senin  kadar  yalancı   horoz   da görmemişim ben,

Afsunun, düzenin, yalanın mâdenisin sen; vay sana kanıp da ayran tasına düşenin hâline,

Ne söylediysen hepsi de yalan: vaadettiklerinden biri bile doğru çıkmadı,

Bundan sonra da ne söylesen, gizli – açık, hep onlar gibi olacak,

Artık a aşağılık mahlûk, yalan sözlerini kabul eder miyim senin?

Senin eğri, ham vaatlerinden öldüm; ters selâmında mihnetten başka birşey yok,

Horoz, köpeğe, a solukdaş dedi, ne söylediysem, ne artıktı, ne eksik,

 

5960, Hak bilir ki hepsi de doğruydu; bu zandan Allah kurtarsın seni,

Kurtarsın da benim bu huydan uzak olduğumu, Allah’ın katında suçsuz ve yarlıganmış  bulunduğumu anla,

Bu hususta haklısın ama bu yoksul hakkında da zannın kötü,

Artık – eksik, sözlerimi yalan, düzen sanıyor, beni yalancı, hilekâr biliyorsun,

Verdiğim vaatler çıkmadı; bu yüzden de gönlünden oldum, gözünden çıktım,

O dâvadan biri bile doğru çıkmadı diye benden nefret ediyorsun,

Ama bil ki benim üç vaadim de, a bilgili, hünerli er, dediğim gibi çıktı,

Üçü de bu bilgisiz eşekten satın alanların yanında ölüp gitti,

Bu   adam   da   ahmaklığından   derdi   derman   gördü;   kendini   kurtardığını, başkalarına ziyan verdiğini sandı,

Anadan doğma kör, nerden görecek: her aşağılık pis kişi, nasıl  İbni Sina olacak?

 

5970, Her taş nerden la11 kesilecek? Bir çavuş nasıl padişah olacak?

Bir Deccâl nerden Mesîh olur: bir bakkal nerden Keykubâd’a döner?

Katrenin deniz olduğunu, yahut sineğin ankaa gibi uçtuğunu, gördün mü hiç?

Horoz köpeğe, ev sahibi ölecek dedi: vakti geldi, canını kurtaramayacak,

Bu dünyâdan göçecek: altından, gümüşten, evden – barktan olacak,

Dediğimi göreceksin: güneş gibi görünecek sana,

Bu vaatte hiç yalan – yanlış yok: incitme k’lıcını şimdicek kınına sok,

Yürü, yarın vaadedilen gelip çatacak; seksiz – şüphesiz sözüm yerine gelecek,

Hatsiz, hesapsız nimetler, her yana akıp giden sadakalar göreceksin,

 5980,   Ekmek,   pişmiş,   pişmemiş   etler,   yemek  artıkları,   sayısız  olarak  dökülüp saçılacak murada ereceksin,

İyi – kötü, aşağılık – yüce, küçük – büyük, güçlü – arık,

Herkes yarın yiyecek, doyacak; tam bir hafta halk, bu evden, bu yöreden ayrılmayacak,

Soluktan soluğa, baş sağlığı için yücelere de, aşağılara da çeşit – çeşit yemekler verilecek,

Bütün köpeklere doğru haber ver: Yarın ekmek yiyecekler,

İyice inansınlar ki bu vaat doğrudur ve en iyi de vaattir bu,

Hepsi de o yemekten – yiyecekten doyacak, herbiri arslana dönecek,

Onların ölümü, kaza ve kaderi çevirecekti; sahiplerini ziyandan kurtaracaktı,

O, başkalarını ziyana soktu, ama asıl kendisine kuyu kazdı,

O kuyuya baş – aşağı düştü de öldü; ziyandan, ölümden başka bir fayda elde edemedi,

 

    5990, Başkalarına ziyan verdim, kendimi o gamdan kurtardım sanıyordu,

Bilmiyordu ki sonunda, çaresiz, bütün o ziyanlar canına değecek,

Nice ziyan vardır ki soluğunu, keser, seni per – perişan eder ama onlarda sana fayda var,

Onun sırı sana belirse, Allah’a şükreder, hamdedersin,

Ama o sır, açığa çıkmaz da o yüzden seni yakar – eritir, zahmete düşürür,

Dünyâda ziyan ettiğine ağlama; yürü, onda gizli kârlar var,

Bir ziyan, yüzlerce ziyanı savuşturur; sağlığa, esenliğe sebep olur,

Atın öldüyse gam yeme; yahut hırsız, derip devşirdiğini çaldıysa üzülme,

Yol   kesen,   hatırını,   malını   –   mülkünü   aldıysa,   yahut   kölen   pencereden düştüyse,

Sabret bunlara, şükret; o ziyandan, o zahmetten hiç sızlanma,

 


 

ETİKETLER: