1 – 999

A+
A-

RAHMAN VE RAHİM ALLAH ADIYLA

Bir olan Allah’ın sırlarını bildirmek için meydana getirilen ve Veled’in eseri olan Mesnevi’nin yazılmasına sebep şudur:

Babam, üstadım ve şeyhim, bilginlerin, ariflerin sultânı, Hak ve Dîn’in Celâl’i Belh’li Huseyn oğlu Muhammed’in oğlu Mevlânâ Muhammed, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, «Mesnevi» sinde geçmiş erenlerin kıssalarını zikretmiş, onların kerametlerini, makamlarını beyan buyurmuştur ki onların kıssalarını anlatmaktan maksadı da kendi kerametlerini, kendi makamlarını belirtmekti, Allah’a ulaşanların sultânı, Seyyid Burhâneddîn-Muhakkık-ı Tirmizî, sevilenlerin ve sevgililerin sultânı efendimiz Tebriz’li Şemseddîn Muhammed, kutupların kutbu Kuyumcu lakabiyle tanınan Konya’lı Şeyh Salâhaddîn Feridun, erenlerin ve manevî yol alanların özü-özeti Konyalı Ahî-Türkoğlu Çelebi Husâmeddîn gibi, Allah anılışlarını ululasın, kendisiyle aynı gönülde olan, onunla düşüp kalkan erenlerin hâllerini anlatırken kendi hâllerini de, onların hâllerini de geçmişlerin kıssalarına sığıştırmış, kendinin ve onların hâllerini, geçmişlerin hâllerini bildirerek belirtmiştir, Netekim,

Güzellere ait sözlerin, onlara ait sırların
Başkalarının sözleri arasında söylenmesi daha hoştur bence

demiştir, Fakat bâzı kimselerde, hâlin gerçek yönünü anlayacak, söyleyenin maksadını bilecek anlayış ve seziş kaabiliyeti bulunmadığından,

Alemden maksat âdemdir,
Âdemden maksat da o demdir

dendiği gibi «Mesnevi» de bildirilen kendi makamları, kerametleri, hâlleri ve kendileriyle gönülleri bir, solukları aynı olan musahiplerinin ahvâli, okuyanlara dinleyenlere malûm olsun şüpheleri, zanları ortadan kalksın, onların kıssalarında beyan buyurulan vasıfların, kendi ve kendileriyle sohbetdaş olanların vasıfları olduğu, maksatlarının, bunu anlatmak bulunduğu anlaşılsın diye etraflıca açıklandı,

Bir başka hikmet de şu : Allah bizi sırrıyla kutlasın, Mevlânâ’nın «Mesnevi» de, geçmişlere ait anlattığı kıssalar, zamanımızda olan şeylerdir, bunu bildirmek, Başka bir maksat da şu : Müridin, şeyhinin huylarıyla huylanması, şeyhinin yolunu sürmesi, hırka giymek, baş tıraş etmek semâ’ eylemek gibi şeylerle bunlardan başka şeylerde, mümkün olduğu kadar, imanına uyanın, ona iktidâ etmesi gibi şeyhine, uyması gerektir; netekim “Allah’ın huylarıyla huylanın» buyurulmuştur, Allah sırrını kutsasın, babam Hazret-i Mevlânâ, kardeşler, mürîdler ve âlemde bulunanlar arasından, “Sen, yaratılış ve huy bakımından, insanların bana en fazla benzeyenisin,, mûcebince hıl’at ve taç giydirerek beni seçti, Bu zayıf da, o hazretin enirine uyup, “Allah kimseye gücünün üstünde teklifte bulunmadı,, muktezâsınca, gücü yettiği kadar, «Babasına en fazla benzeyen, zulmetmemiştir,, hükmüne uyup o hazrete tâbi’ olmak, ona benzemek hususunda çalıştı, Kendileri, çeşitli vezinlerde dîvanlar meydana getirdiler, rubailer düzdüler, Bu zayıf da ona uyup bir dîvan meydana getirdi, Yanında dostlar, sevenler, uyanlar, değil mi ki Allah anılışını ululasın, Mevlânâ’ya uyup bir dîvân meydana getirdin; mesnevide de ona uymak gerek diye dilekte bulundular; bunun sonucu kendimi o hazrete benzetmek gayretiyle altıyüz doksan yılı Rabîulevvd ayının ilk günü, bu mesneviyi yazmaya başladım; göçüşümden sonra bir anılış vesilesi olarak kalsın dedim, hâsılı ne kadar gücüm yettiyse, elim erdiyse kendimi o hazrete benzetmeye çalıştım, Ama o hazretin öyle makamları, öyle mertebeleri vardı ki onlara erişmeye imkân yok; meğer ki Hak taâlâ kendi yardımıyla bu dereceye eriştirdiği gibi o makam ve mertebelere de eriştire; hiçbir suretle tapısından ümit kesmem, “Allah’a karşı kötü zanna düşerler,, hükmünce kötü zanna düşmem; ümitsiz değilim, Çünkü “Allah’ın rahmetinden, ancak kâfir olan topluluk ye’se düşer, Hamd, bir olan Allah’a, salât, onun peygamberleri Muhammed’e ve bütün tertemiz soyuna,

RAHMAN VE RAHİM ALLAH ADIYLA VE O’NDAN YARDIM DİLERİZ

Yüce Hak, bütün yaratıklardan, bütün var olanlardan daha da açık olarak meydandadır ve son derecede meydanda olması yüzünden de gizlidir, Pek fazla zuhuru dolayisiyle gizlidir; çünkü insan olsun, başka yaratık olsun, vasıflariyle tanınması mümkündür, Sözgelişi, bir insanın yüzünü gördün mü, senden, kimdir bu diye sorarlarsa, onu tanımıyorum dersin; ama onunla konuşur, düşer-kalkarsan, onun işlerini görüp sözlerini duyduktan, ahlâkını anlayıp hünerlerini müşahede ettikten sonra, onu iyice tanıdım dersin, Fakat bu tanışa sebeb olarak ondan gördüğün şeyler, gerçekte suret değil, niteliksiz olan mânâsıdır onun, Şimdi bir insanın, mânâsına ait olan ahlâkı, işleri sence birazcık belirdi ya, bütün mahlûkat, yüce Hakk’ın ef’âli, ahvâli ve asarı iken nasıl olur da o, gizli kalır ? Bu yüzden buyurur ki : “Hak, güneşten de açık olarak meydandadır; birşey açıkça görüldükten sonra onun bildirilmesini dileyen, gerçekten de ziyandadır,

Kim hakk’ın varlığına delil ararsa
O, ziyana düşmüştür: kördür, aşağılıktır,

İnsanın mânâsını gözle görmedin, işlerinden, sözlerinden tanıdın da onda, bir cevher var diyorsun ama bütün bunlar, ondan meydana geliyor; ne diye kendi kendine, Allah öyle bir zattır ki ne gördüysem, ne göreceksem hepsi de onun yapısıdır, onun yarattığıdır demiyorsun? Şu hâlde daima Allah’ı, herşeyden daha fazla apaçık görmen gerek, Görmüyorum deme; ondan başka birşey biliyor, görüyorsan bu, şuna benzer : Hani birisi bahçedeyken der ki: Yaprağı görüyorum ama bahçeyi göremiyorum; bu kişi gülünç olmaz mı?

1, Yokluk ve varlık âlemini icâd eden Allah’ın adıyla başlıyorum,

Öyle bir mabuttur ki ne zıddı vardır, ne eşi; ne de iki âlemde ortağı vardır onun,

Ne kimseden doğmuştur, ne kimse ondan doğmuş, Herkes ölür – gider, oysa diri kalır,

Sıfatı, “Doğamaz, doğurmaz,, dır; zâtına “Hiçbir kimse eşit olamaz,,,

Öyle bir vardır ki hem dâima apaçık ortadadır, hem gizli, Küçüklere de cilve eder, büyüklere de,

Arş da onun yüzünden bezenmiştir, ferş de, yer de onun yüzünden dopdoludur, gökde,

Yeryüzü de onun yüzünden diridir, yedi gök de; insan da, peri de, şeytan da, melek de,

Gözün de nurudur gönlün de, aklın da, ruhun da, Hiçbir şey yoktur âlemde ki ondan feyzalmamış olsun,

Bütün canlılarda, bedendeki cana benzer, ışığı candan bedene vurur durur,

10, Zâtı ne dışardadır, ne içerde; içerisi de onun ışığıyla aydındır, dışarısı da,

Sonsuz iyi – kötü şeyler, onun sun’udur; sun’unun sayılarından yürü de bir Allah’a var,

Bir kişiden yüzbinlerce ayrı ayrı sıfatlar, işler belirmez mi?

Barış, yahut savaş, ağlamak, yahut gülmek, kimi sıralıdır, kimi darmadağın,

Herbir iş bölümünden ayrı, belirli; biri tümden naz, Öbürüyse alçalış, niyaz,

Sense o çeşitli, renk – renk işlerden birini seçer, canla – gönülle onu gönlüne alırsın,

Ona, her solukta, tek kişisin sen dersin; bütün dostlar bir yana, sen yetersin bana,

Candan beğendiğin, seçtiğin o şey, ne surettir, ne nakış; bunu bil,

Şu halde, görünen surettir deme; çünkü gönlün, suretten mânâyı görmüştür,

Allahyı da böyle bil; her solukta, her yüzden onu gör,

20, Çünkü halk, Hâlık’ın mazharıdır; her sabah, sabahı aydınlatana bak, onu gör,

Gökte, yerde ne varsa, ikisinde de bulunanlardan Allahdan başkasını görme; zahirde kalma,

Değil mi ki iyiyi de, kötüyü de Hak belirtmede; ondan başkasını görmek kötüdür, yanlıştır,

Yaşta da, kuruda da, serde de, hayırda da, bütün bu yaratılışı meydana getireni gör,

Bakış bu hâle geldi mi, görürsün artık; olanı da görürsün, olacağı da,

Onu şeriksiz olarak seçtin mi, her solukta yüzlerce âlem görürsün,

Kolsuz – kanatsız ruh göğünde uçarsın; avuçsuz – elsiz yüzlerce fütuhat elde edersin,

Öylesine bir yurda varırsın ki neliği – niteliği yoktur; nelik – nitelik sureti, ona karşı aşağılık bir şeydir,

O salt mânâdır, bu sûretlerse tortu; mânâ ehli nakıştan – suretten canı elde eder,

Onlar, aman yurdunda mekân tutarlar: hepsi de neşeli bir surette nimetle verene giderler,

30, O yurt, ne aşağıdadır, ne yukarda; onun için de tapısı halka görünmez,

Gökle yer, onun tavlasıdır; ata binmişsen, tavlaya doğru at sür,

Bu cihan eğreti bir yurttur, ıssız bir ev; o cihansa, canlarımızın köşklerini bulunduğu yer,

I

İnsanın görünüşü, duyguyla anlaşılır; cisme bürünmüştür; durağı da ona lâyık olan duyguyla anlaşılan şekle bürünmüş bir duraktır, Manevî olan, neliksiz – niteliksiz bulunan ruhsa mânâ âlemine aittir; durağı da manevîdir, neliksiz – niteliksizdir, Gök ve yer, cisimlerin evidir, Varlıkların aslı olan neliksiz – niteliksiz âlem, ruhların durağıdır, Şu halde bu âlem ahırdır, âhıret âlemiyse saray, Bundan dolayıdır ki esenlik ona, Peygamberler, bedene merkep dedi; «Nefsin bineğindir; ona yumuşaklıkla muamelede bulun» buyurdu, Esenlik ona, İsa, bu suret göğüne ağmamıştır: bir göğe ağmıştır ki bu göğe hâkimdir ve orası, Allah’ın nurlar ve temizlik âlemidir, Bir de iki kere doğmak gerektiğini anlatır, İnsan bir kere anadan doğar; bir kere de bedenden, cisme ait varlığından doğar, Beden yumurtaya benzer, İnsanın cevheri; az bir zaman içinde bedende, aşk harâretiyle kuş yumurtasına döner ve bedenden dışarıya çıkar; mekânsızlık âlemi olan ebedî can âleminde uçmaya başlar, Çünkü onun îman kuşu, varlığından doğmazsa, düşen çocuğa döner; elinden bir iş gelmez; perde ardında kalır-gider, «Burada kör olan âhırette de kördür,»

Mustafa, Beden binektir dedi; ruh, yahut akıl, nasıl olur da binek olur,

Onun sözünce bedeni binek bil de varlık âleminde aramaya kalkışına,

Şu hâlde iyice anlaşıldı ki gökle yer, aşağılık nefse ahır kesilmiştir,

Sen de binek değilsen, denizde incinin çıktığı gibi şu ahırdan dışarıya çık,

Katre sedefte inci oldu mu, artık o sedefte kalır mı hiç?

Kuş cücesinin, kanadı çıktı mı, yumurtayı kırar, baş gösterir,

İster serçe olsun, ister ankaa yumurtayı kırar, göğe kanat açar,

40, Çocuk da ana kamında dokuz ayı doldurdu mu, dışarıya çıkar, darlıktan gamdan kurtulur,

Dışarıya çıkmazsa onu, ana karnında ölmüş bil, yahut da hiç ana karnına düşmemiş say,

O, ciğerden kopan yele benzer; yeli çocuk sanmışlardır,

Çocuk olsaydı hoş bir tarzda baş gösterir, ana kamından şu âleme çıkardı,,

Şu geniş, büyük âleme, yerle, gökle bezenmiş dünyâya gelirdi,

Alemin  dağı,  ovası  sayısızdır;  suları,  denizleri kıyısızdır hani;

Sen de o nurlardan gebeysen şu karanlıklar dünyâsından baş çıkar,

Ey aranıp duran, Meryem’e benzeyen bedenden îsâ gibi babasız doğuver,

Kendine gel de o mâdendensen, varlığında, benliğinde kalma; cansan, bu bedene gönül verme,

Ana karnında oynayışın,  sevgi yüzündense,  yel gibi saçma,  abes oynayış değildir bu,

50, Bir kere daha dünyâ bedeninden çık da akıl ve ruh âlemine yürü,

Hani hâlis gümüşün toprakla karışmış bir halde bulunması gibi,

Gümüş toprakta gizlidir ya; toprak, bedene benzer, gümüşse candır,

Gümüş, topraktan çıktı, arındı mı, toprak, hor-hakıyr olur, bir işe yaramaz bir hâlde kalakalır,

Toprağın değeri gümüş içindir; yoksa gümüşsüz toprak, değersizdir,

Toprak da gümüşün çıktığı mâdenden, çıkmıştır ama gümüş gibi tartılmaz ki,

O   toprak,   bir   kez   daha  varlığından   doğmadıkça,   toprak  olarak  öylece kalakalır,

Hiçbir işe yaramaz; nerden gümüş para gibi değerli olacak da sürülecek?

Yahut da a aklı – fikri eren,, denizden sağlam olarak çıkarılan sedef gibi hani,

O sedeften inci doğmadıkça onu, gümüş verip, altın verip alırlar mı?

60, O sedefin değeri, her ihtiyarın, her gencin katında, nerden inci gibi belirecek

O halde yürü, gümüşün, altının, topraktan çıktığı gibi sen de varlığından geç de bir kez daha doğ,

Doğ da kurtul, tehlikeden emîn ol, Allah amanında yurd edin,

Melek gibi gökte, ölümsüzlüğe er de Allah, can şarabını sunsun sana,

Toprakla karışmış mâden, ateşe vuruldu mu erir, güzelleşir, işi iş olur,

Horluktan kurtulur, yücelir; topraksa kalakalır; ama gümüş yürür, yüceliğe erer,

Sen de istekliysen aşk ateşinde eri; gerçeklik potasında sızdırılmış bir hâle gel,

Gel de şu varlık perdesinden kurtul; Allah şarabıyla sarhoş ol,

Çünkü iki kere doğmak şarttır: Biri anadan, öbürü bedenden doğmak,

Biri, şu aldanış dünyâsından doğmak, öbürü beden karanlıklarından doğmak,

70, İlk doğuş mukadder oldu, şu dünyâya geldin ya: ikinci doğuma da çalış ki nur olasın,

Canını Hak yoluna koy da böylece Allah’dan ders al,

Bir cana karşılık yüzbinlerce  can  elde et; bir tanenin karşılığında ikiyüz bostana sâhib ol

Bir cana karşılık yüzbinlerce can elde et: bir tanenin karşılığında Tatar miski elde et,

Hani önce,  ana karnı,  bu âleme nispetle daracık, kapkaranlık bir kuyuya benziyordu ya;

O mülke, o ebedî âleme, o hürlerin konağı olan âleme karşı

Bu dünyâ, o kuyudan da daha dardır; kim bundan bir koku almadıysa yol yitirmiştir,

Hattâ, ona nispetle bu derecede de değildir; sen söyle: Hiç neşe, gama benzer mi?

Ağrıda, sızıda, sağlığın – esenliğin şartlarını arama; yoksul, defineden nasıl, ne vakit haber verebilir?

Kör, nasıl olur da yüzden, buluşmadan haberdâr olur; kapı, yahut duvar, söz zevkini nerden bulur?

80, O âlem, salt yaşayışa benzer; ölü toprak bile ondan şarap içer,

Bu dünyâ, hep o yüzden diridir, o yüzden taze; yoksa onun ışığı olmadı mı, ölüdür, bir deriden ibarettir ancak,

Ölünün diriyle ilgisi yoktur; nerde cehennem, nerde cennet?

O, tümden aydınlık, tümden yaşayış, zevk ve ebedîlik; buysa tümden karanlık, zahmet ve yoklukHâsılı sözün özeti şu : Varlıktan geç de boyuna Allah tecellisini seyrededur,

Benlikten, varlıktan arın da kadehsiz, şarapsız esrikliğe er,

İsa gibi beden eşeği olmaksızın göklere ağ; Musa’nın durağını da geç gitsin,

Gönül pılı-pırtını hemencecik göğe çek; perdesiz olarak Ay’ın yüzünü gör,

Ama şu gökkubbeye ağma; çünkü o, buhardan, dumandan, var olmuştur,

Bu göğe hükmeden göğe ağ; o gök özdür, içtir; buysa kabuk,

90, Hikmette tek olan kişi, Senâyî, bunu kitabında bildirmedi mi ?

«Can ilinde öyle gökler vardır ki Dünyâ göğüne iş buyurur, »

Şu hâlde aklı eren, o göğe ağar, bu gökkubbenin yücesine değil,

Can göğü, hür kişilerin oturduğu yerdir; hürler, o göğün yücesinde nurlar içinde yüzerler ,

Duygu görüşü onu göremez; beden sureti, ebedî bir perdedir ona,

Duygu gözü bedenlere bakar, akıl gözüyse canları görür,

Beden gözü közdür, dumandır; can gözüyse bağlar – bahçelerdir,

Can gözünün mekânı yoktur; mekâna sığmadığı gibi zamanı da yoktur,

Zaman göğü, onun havasında döner – durur; onun ışığıyla ışıklanır,

Sonradan olan gök, helak olur, fanidir; kim ona ebedîdir derse suçludur,

Gök, bir surettir, anlam değil; gök nerden onun erlerinin durağı olacak?

100, Fânî olan gökle yer, dışardadır; yedisi aşağıdadır, yedisi yüce,

Suret, isterse yüce olsun, gene de aşağılıktır; sonucu da yokluktan başka yere gitmez,

Bir kudret vardır ki gök, o kudretle yücedir; bu yerse ona karşı alçalmıştır niyaz etmededir ona,

Allah kudreti, mekân içinde yürür-gider ama mekansızdır,

Mekânda olanı duygu gözüyle: gönnek mümkündür; mekansız olansa canla görülebilir,

Kim   duygudan,   yönden   kurtulmuşsa,   o  görmüştür  dostu,   o  kurtulmuştur tehlikeden,

Suretler, perdelerdir; onlar değildir maksat; akıl, nasıl olur da perdeyi mâbûd edinir?

Şu hâlde Mesîh, bu göğe ağmadı; o alımlı bir güzeldir, alımlı güzelin katına gitmiştir,

Allah güzeldir,  onun tecellî yeri, güzelliktir; güzellikten başka birşey lâyık değildir ona,

Şüphe yok ki güzel, güzelin yanına gider; çirkinse çirkinle uzlaşır,

110, Temizler, temizlere yönelirler; pislerse kendi cinslerinden olanlarla buluşurlar, kopuşurlar,

İnsan, kendisiyle aynı cinsten olanı arar; bulunca da onunla eş–dost olur,

Birşeye  mensûb  olan,  ona mensûb  olanla güçlenir;  onunla buluşunca da kaynaşır onunla, artık onunla coşup akar,

Suların, katrelerin birleşmesi, öyle bir hâl alır ki sonunda koskoca bir ırmak belirir,

Bil ki ateş de bunun gibidir, hava da bunun gibi; kendi cinsiyle güçlenir,

Bunun tersi, birşeyin, kendi cinsinden olmayan birşeyle buluşmasıdır ki bu, insanın, insanları helak etmeye uğraşan şeytanlarla buluşmasına benzer,

Bir cins, kendi cinsiyle çoğalır; kendi cinsinden, olmayanla buluşansa, ölçüsüz bir hâle düşer,

Arayan, kendi cinsini buldu mu, dilsiz bile olsa söylemeye, konuşmaya başlar,

Ama a akıllı – bilgili er, bunu da iyice bil ve anla ki her cins, sana lâyık değildir,

Gözünü aç da gör; sende iki sıfat var: Biri yeryüzünden gelmiştir sana, öbürü Arş’tan,

120, Yer ehli, can göğünden uzaktır; Arş’a mensûb olanlarsa güneş gibi nurla dopdolu,

Sen yürü, Arş’a mensûb olana ulaşmaya bak; çünkü o cinstensin; insansan cine doğru gitme,

Değil mi ki iki cinstir bu, iyisini, ulusunu seç; onu buldun mu da küçüğünden, bayağısından vazgeç,

Boyuna Allah âşıklarını ara, her ne söyleyeceksen, onlardan rivayet et, onların sözlerini söyle

Aşkın, âşıkların yüzünden artar; onlarla eş-dost oldun mu, ölçülü düzenli bir hâle gelirsin, A kardeş, cinsinden başkalarıyla oturup kalkma da din konağına yol al,

II

Yüce Allah, halkı karanlıktan yarattı, Karanlıktan maksat da balçıktır ki hayvan âlemine mensuptur; uykuyla, yeyip içmekle yaşar, Sonra nurunu o karanlığa saçtı; nitekim «Gerçekten de yüce Allah halkı karanlıkta yarattı, sonra nurunu onlara saçtı» buyurulmuştur, Yüce Allah, insanı yaratınca ona, kendisini tanıyacak bir kaabiliyet verdi, kendi sonsuz sıfatlarının herbirinden birazcığını da ihsan etti; bu cüz’î sıfatlarla o çok ve sonsuz sıfatları tanımasını, anlamasını sağladı, Hani anbardaki buğdaydan bir avuç, ırmak suyundan bir testi su verir gibi, Tüm görüş ne biçim şeydir, anlaşılsın diye birazcık da görüş verdi; sonsuz duyuş, biliş, güç-kuvvet de bunun gibi işte, Hani aktar, anbarlarda pek çok olan kına, ödağacı, şeker, anber ve sâireden, anbarlarda bulunanları göstersin diye azacığını tablalara kor da dükkâna getirir ya, onun gibi, Bu yüzdendir ki «Onlara bilgiden ancak biraz verildi» buyurur; maksadı yalnız bilgi değildir, Bilgiden azıcık verdiğim gibi bu sıfatlardan da az – az verdim; bu azdan o sonsuzluk bilinsin diye demektir bu, Şu hâlde aktarın tablaları da anbarlarını göstermektedir; «Adem’i kendi sureti üzere yarattı» demiştir hani,

Hak, halkı karanlıkta yarattı da sonra rahmetinden onlara nurunu saçtı,

Nuruna kavuşup ona lâyık olsunlar diye başlarına nurunu saçıp döktü,

Allah, bedeni dört şeyle, toprakla, suyla, yelle, ateşle kardı,

Gönlü ve canıysa mânâ denizinden yarattı; ondan sonra da onu bedene verdi,

130, Onların içlerine, önüne ön olmayan sıfatlardan, bilgiden, nurdan, cömertlikten inciler, mücevherler yerleştirdi,

O denizden kahır, lütuf, cefa, ilim, vefa gibi sonsuz, sayısız sıfatlar ihsan etti,

Böylece de senin, kendinde onun sıfatlarını görmeni, sıfatlarından da zâtını bilmeni diledi,

Aktar gibi hani; o da her anbardan dükkâna, pazara getirir ama

Kınadan, ödağacından, şekerden, gülsuyundan miskten, anberden

Azıcığını getirir, çoğunu değil; hepsini birden getirmez,

Anbarlardaysa  onların  çoğu   vardır,   onlarla  anbarlar  doludur;   her birinden ikiyüz eşek yükü vardır,

Ama tablalarına, herbirinden, tablasının alacağı kadarını kor,

Tablalardakı azdır ama akıllı kişi, şüphesiz olarak bundan anlar ki

İnsanın  bedeni de,Allah  dükkânıdır, içinde de, rahmeti  herşeyi,  herkesi kavrayan Allah sıfatları vardır,

140, Öyleyse sen, Allah sıfatlarını kendinde gör, o sıfatlar azdır ama arın da bil;

O her yanı aydınlatan sıfatlar nicedir, anla; bu azdan çoğa yürü,

A susuz, bir testi sudan, akıp giden koca ırmağı anlamıyor musun?

A güçlü – anlayışlı kişi, iki – üç kuru üzümle bütün üzümleri anlıyorsun ya;

Buğday da, öbürleri de böyle; azından hepsini de anlıyorsun,

Kur’ân’da «Azı verildi» dedi; çünkü az katre gibi denizi anlatır,

Bilginin haddi yoktur: anlaşılsın diye onun pek azını, tadımlık verdim demektir bu,

O azla beni bilin; anlayasınız diye bunu söyledim demektir,

Adlarım,  duyan,  gören,  bilen,  adalet  sahibi  olan,  yargılayan,  mü’minlere acıyandır,

Bütün bu vasıfları kendinde gör de beni tanı, tertemiz ol;

150, Sıfatlarımın haddi yoktur ama sendeki o sıfatlar da onlardandır,

Bununla, onu da bilebilirsin; şu halde sen beni, kendine dikkat et de bil, anla,

O uçsuz – bucaksız denizler, iki dünyâda da benim sıfatlarımdır,

Onlardan azacığını sana verdim; bilgiyle, hünerle onları gör, onlara bak,

Bak da, Elest deminden beri sıfatlan, benim sıfatlarımla nasıl birdir, anla,

Kendine gel, sıfatların, hiçbir zaman, benim sıfatlarımdan ayrı değildir,

Hani güneşin ışığı eve vurur, evi aydınlatır ya;

Evde parıltısı azdır; her eve, pencere ne kadarsa o kadar vurur,

Ama ışık güneşten ayrı değildir ki; gizli de değildir bu, meydandadır,

Sen, Allah sıfatlarını da böyle, kulda da mevcut bil: sahîfeyi tersine okuma,

160,  Bu yüzdendir ki Hak, “Âdemi, bizim suretimizde yarattık, dedi,

O tablalar gibi hani; onlar da dükkânda, anbarların sırlarını anlatır,

Anbarın haddi, kıyısı yoktur ama dükkân, anbarın bir numunesi değil midir9

Bu az sıfatlardan asla yürü; ikisinin arasında ayrılık var sanma,

Yalnız burda ince birşey var; bunu bil, baş eğ de sence açıkça anlaşılsın11,

Allah sıfatlarından başka sıfatlar, ışığın güneşle bir oluşu gibi değildir,

Parça – buçuğu tüm gibidir ama bu, tümden de ayrıdır; bunu böyle bil,

Azı, çoğunun tıpkısıdır; bir avuç buğday anbardan uzakta değil mi ki?

Tıpkısıdır ama a yol bilen, görünüşte tümden ayrılmıştır,

Bunun örneği, benzeri çoktur; düşün de tamamiyle haberdâr ol,

170, Gönlün varsa, gönlünü Hakk’a ver; çünkü sana ondan yardım gelir,

Ömrün de, varlığın da, sıhhatin de tamamiyle ondandır; içindeki havuzun suyu o ırmaktandır,

Değil mi ki onun ırmağındansın, onu ara; yanı – yöreyi bırak da yansız – yöresiz tarafa yürü,

Su kuşu, suya doğru uçar; toprak kuşuysa toprağın bulunduğu yana gider

Uyanık gönül, yerden, gökten geçer de bir hoşça yücelere varır,

Yersiz can, nerden yeri seçecek? Sivrisineğin yuvası, zümrüdü ankaa ya yaraşır mı ;

Gök de zindandır, yer de; hür can, bunu seçer, kabullenir mi hiç?

Can için gök, Allah tapışıdır; onun sarhoşluğu, dâima Allah şarabıyladır,,

Öylesine bir denizin katresi, değil mi ki oradandır, gene oraya varır,

Denizin suyu, nerde olursa olsun, şüphe yok ki hoş bir surette aslına doğru akar,

180, O nurun özü – özeti olan velî, nasıl olur da can nurundan uzak durur?

Onun göğü, şüphe yok ki o nurdandır; o yüzden de ondan başkasiyle sevinmez,

Şu halde onu, şu göğün yücesinde bilme; onun cinsinden değildir ki; nasıl olur da oraya gider

Gök surettir, cansa anlam; anlam, yürür, anlamın bulunduğu yana gider,

Nur, ancak nurla düşer – kalkar; şeytan, huriyle asla oturmaz,

Denizin dalgası, denize gider; ovadaysa yelden toz kalkar ancak,

Yel, suyu, suyun bulunduğu yana sürer; toprağıysa toprağın bulunduğu yere savurur,

Parça – buçuklar asıllarına giderler; çünkü onlar, kendi tümlerine gitmeye uğraşırlar,

Cennetin parça-buçuğu olan, nimetler yurdu cennete gider; cehennemin parça – buçuğu da cehenneme doğru varır,

III

Yüce Allah herkesin tabîatına bir hâssa vermiştir; bu yüzden de hiçbir kimse, kendi cinsinden başkasıyla uzlaşıp esenleşemez; uzlaşsa bile bu, bir sebebe dayanır, O hâssa, ona memur olmuşa benzer; o adamı, cinsine doğru sürer-götürür, «Gerçekten de yüce Allah’ın bir meleği vardır kJ cinsi, cinsine götürür,» Cins-cins yaratışın sebebi şudur: Herşey zıddıyla meydana çıkar, «Herşey zıddıyla belirir,» Bir de şu var: Sanatın olgunluğu, üstünlüğü, sanatkârın iyiye de gücünün yetmesindedir, kötüye de, Çünkü iyiye gücü yetse de kötüye yetmese, tam güçlü olamaz, Şu hâlde Allah’a nispetle iyi – kötü, birdir; çünkü ikisi de Allah’ın, sanatındaki olgunluğu, üstünlüğü gösterir, Ama bu nispete bakmazsan, iyiyle kötü, nasıl bir olur? Bir de şunu söyleyelim: Bu nispet ve sebep olmazsa iyi, kötü, hepsinin de iyi olduğu meydana çıkar, Bu anlatışı gerçek olarak duyar, işitir de kabul edersen bunun bereketiyle yüce Allah, seni, zâtına da ulaştırır,

Yeryüzünde Allah’ın bir meleği vardır ki her cinsi, şüphesiz olarak kendi cinsine götürür,

190, Caını, şeytan canı olanışeytana sürer; beyi padişahı da padişahlar padışahına ulaştırır,

Kadın yaratılıştı olanları, kadınların bulunduğu yana götürür; erkek sıfatlıları,

kılıç vuranların bulunduğu yana,

Birisi, Rabb’in yaratışı ne sebeple çeşit – çeşit oldu diye sorarsa;

Neden insanları cins – cins yarattı; iki âlemde de sayısız iyi var; sayısız da kötü;

Biri  şeytan gibi,  öbürüyse meleğe benzemekte;  biri  yeryüzünden,  öbürüyse gökyüzünden;

Biri toprak yemekte, öbürüyse temiz gıda aramakta; bin sölpük bir hâlde,

öbürüyse çevik mı çevik, bu neden derse,

Cevap ver de de ki: Allah, eğrinin doğrudan ayrılmasını diledi;

İyiyle kötünün şu oturulup barınılan yurtta birbirinden iyice ayrılıp belirmesini istedi,

İşler, zıtlanyla meydana çıkınca da kötü, iyi işler yüzünden rüsvây oldu – gitti,

İyi, kötü olmasaydı nasıl iyice görünecekti; kötülük de olmadan iyi nasıl artar, çoğalırdı?

200,   Dilenci, yahut yoksul olmasaydı zengin nasıl seçilir, nasıl öne geçerdi ?

Bir başka hikmeti de şu: Ressamlar, padişahların resimlerini de yaparlar, yere kilim, halı döşeyenlerin de,

Çeşit – çeşit, renk – renk yüzbinlerce resimler yaparlar; Cebrâilin Arş’ın resmini bile çizerler,

Atlının resmini de yaparlar, yayanın resmini de; dünyâda yapmadık resim bırakmazlar,

Süleymandan tut da karıncaya, şeytana, periye, vahşî hayvanlara, uçan kuşlara,

ceylanlara, geyiklere dek herşeyin resmini yaparlar,

Böylece   de   herbir   resimde   ressam,    sanatını,    sanatındaki   olgunluğunu, ustalığının ileri, yahut gen olduğunu gösterir,

Bu çeşit resim yapamayan, sanatını resimde gösteremeyen ressam, Ressamlıkta üstün, ileri değildir;   kudretli ressama karşı değen yoktur,

İyi, kötü resimler, o cihetten güzeldir ki her ikisinde de, iyinin resminde de, kötünün resminde de yapanın kudreti, üstünlüğü belirir,

O   resimler,   ressamının   bu   hünerde,   bu   sanatta   üstün   olduğunu,   eşinin bulunmadığını gösterir sana,

210, Olgun, üstün ressam, o kişidir ki iyinin resmini de yapabilir, kötünün resmini de,

Allah sanatını da bununla kıyasla da sana ipekle çul bir görünsün,

Hayırla şer, boyuna Allah’yı bildirdiğinden, onun kudretini gösterdiğidendir ki bir olmadadır,

Bütün sanatlara kudreti yeten odur; çirkin resmi de o yapar, o yaratır, güzel resmi de,

Değil mi ki iyi de onu bildiriyor, kötü de; sanatında onun eşidi bulunmadığını belirtiyor;

Bu yüzden ikisi de birdir, ikisi de onun yüzünü gösteren aynadır,

Ama sen o resimlere bakınca nasıl olur da iyiyle kötüyü bir sayarsın?

Sen güzel yüzlüye rağbet edersin; çirkin suratlıdan da nefret edersin,

Nasıl olur da Allah’a ihtiyacını unutursun; nasıl olur da zehir, sence şeker kesilir?

Zahmetle rahat nerden bir olur? Bundan nur erişir sana, ondansa cehennemlere, düşersin,

220,O,  seni  gamlara batırır,  buysa sevindirir;  o, cehenneme atar seni, buysa cennetlere kavuşturur,

Görenle kör bir olur mu ? Bilen – anlayan kişi katında ikisi de bir sayılır mı ?

Bilenle bilmeyen, akıllı, olgun kişi katında bir olur mu?

Bilen, vefası olan kişi, yakınlık diler; bilgisiz kişiyse uzaklaşmak ister,

Ulaşma cenneti, hayırlı kişilerin yurdudur; ayrılık cehennemiyse kötü kişilerin hapishanesi,

Şeyh, nur kaynaklarından su içer; münkirlerin oturdukları yerse karanlıklar diyarıdır,

Bunu yüzyıl anlatsam, genede de bu hâller, aydınlanmaz sana,

Deniz, bir lüleden akabilir mi? Derya bir kayığa sığabilir mi?

Harf, ses ve dil, lüleye  benzer; ne vakit o  aşk denizini görebilir, onu kavrayabilir ki?

IV

Doğrusu şu ki anlamlar, söze sığmaz; çünkü sözün üç tarzı vardır: Biri nesir, öbürü nazım; ötekisi de özde yüz gösteren düşünce, Özde olanın alanı, pek etraflıdır, pek yaygın ve geniş, Nesir olarak dile gelirse daralır; nazım olarak söylendi mi büsbütün dar bir hâle düşer, Bu üç mertebenin üstündeyse gayb âlemi vardır ki gönüle feyiz, oradan gelir; onun genişliğineyse sınır yoktur; sonsuzdur,

Nazım, nesir denizden bir katredir; söz, susmaya karşı bir zerredir ancak,

230,  Susarken sen, şüphe yok ki bir denizsin; ama dudağını açtın da söze başladın mı, çiy tanesine dönersin,

Susmak asıldır, söylemekse onun parça – buçuğu; susmak, Ahmed’dir de söz, şeriat,

Mustafâ kaynaktır, şerîatıysa su, Mustafâ güneştir, şerîatıysa ışık

Şeriat parça – buçuktur, Mustafâ asıl, Mustafâ atadır, şerîatıysa soya – sopa benzer,

Bunun gibi sen de bir ırmaksın sanki; oysa denizdir, kaynaktır, nehirdir,

Sen kimi barıştasın, kimi savaşta; kimi de çalgıcıyla, çeng çalanla eş dostsun,

Kimi yakar – yıkarsın,  kimi yapar – onarırsın;  kimi  sarhoş olursun kimi mahmurlaşırsın,

Kimi   taştan,   topraktan,   kerpiçten   evler   kurarsın;   kimi   senin   yüzünden sevinirler, kimi gamlara batarlar,

Suret senin yüzünden dâima onarılır; anlamlar da senden hoşnuttur, gönülleri neşeli,

Sen bir denizsin, yaptığın işlerse katre; sen güneşe benzersin, sözlerinse zerre,

240, İşte Peygamber’in işiyle sözü de buna benzer; bunu anla da düşünceye dalıp tasalanma,

Şeriat gibi yüzbinlerce hüküm, onunla kuruldu da o, bunların yüzünden ne arttı, ne eksildi,

Ondan alırlar, oysa azalmaz; onun denizinden içerler, o deniz eksilmez,

Dünyâda eşini – benzerini kimse görmediği hâlde Ebû – Cehil, ona karşı kötülüğe kalkışmadı mı?

Ama kötülükleri, onun ululuğunu eksiltti mi? Aksine her solukta daha da arttıkça arttı,

O, bir kaynak gibi coştukça coşuyordu; kendi cinsinden olanların katında Ay gibi parladıkça parlıyordu,

Ama öbürü  karanlıktan  ibaretti;  oysa nur,  Bunların tümü  de yastı,  oysa tamâmiyle düğün-dernek,

Bu kör ederdi, oysa göz verirdi; o ilim ihsan ederdi; buysa adamı öfkelere boğardı,

O, huriler, cennet, Kevser ihsan ederdi; buysa adamı, şüphe yok, cehennemin dibine çeker-atardı,

V

Yüce Allah iki deniz yaratmıştır; biri nurdan, öbürü karanlıktan, ikisinin arasına da manevî bir berzah çekmiştir ki karışmalarına imkân yok; hani suyla yağ gibi; ikisi de bir kandildedir, fakat birbirlerine karışmazlar, Allah’dan çekinenlerle peygamberler, erenler, melekler, o nur denizindendir; müşriklere, şeytanlara, kötü kişilereyse o karanlık denizden yardım edilir, Bu iki deniz birbirine bitişiktir, beraberdir, ama “iki denizi saldı, nerdeyse karışacaklar; ama aralarında bir berzah var, karışmazlar,”

A bilgin kişi, bunu Kur’ân’dan duy: Allah’ın kudretinden iki deniz meydana geldi,

250, Biri  balla,   şekerle,  yumuşaklıkla,  lûtufla dopdolu;  öbürü  kahırla,  zehirle, tümden azapla dopdolu,

Biri granit kayalar bitirmede; öbürü ağustos gülü vermede; biri acı mı, acı; öbürü tatlı mı, tatlı,

Biri seni alır, göğe ağdırır; öbürü yerin dibine sokar; biri küfre çeker seni; öbürü dine yöneltir,

Kur’ân’da   «Merec’el-Bahreyn»   buyurdu;   ikisi   de   beraber;   nerdeyse karışacaklar,

Ama iki denizin arasında manevî bir berzah var ki lütfün kahra katılmasına engel olmada,

Beraberler ama suyla yağ gibi;  neşeyle gama benzerler;  birleşemezler de birleşemezler,

İkisi de birbirine benzer; benzer ama şunu bilirim ki aralarındaki farkı akıllılar bilirler ancak,

O, seni kurt gibi kapar, yılan gibi dalar; buysa tezce sevgilinin, dostun yanına çeker,

Birbirlerine benzerler ama bir değiller; onları bir gören, şüphededir,

Zehirle panzehir bir görünür ama akıllılar, ikisinin arasındaki farkı bilirler,

260,  İkisinin de tadı kekremsidir ama aklı başında olan, nasıl ve ne vakit yoldan kalır ki?

Bilir ki, o öldürücüdür, kötüdür; anlayış kılıcıyla onu kendinden defeder,

Ondan dert gelir insana, bundan derman; onda ölüm vardır, bundaysa yaşayış ve emniyet,

Konuşmak, susmak incilerini deliyordum hani, gene sözüme döndüm,

Susmak, gönlünde bir denize benzer; içten içe harisiz, söz söylemektir,

Gönülden coşan neliksiz – niteliksiz bir denizdir sanki; içi – dışı olmayan bir âlemdir,

Doğusunun haddi yoktur; batısı da ne aşağıdadır, ne yukarıda,

Alanının ucu – bucağı yok; kapısını kimsecikler görmemiş,

Orda ne durmak var, ne hareket etmek; ne alış var, ne veriş; ama bereket yüzlerce bereket var orda,

Akıllar âleminin Ay’ı, güneşi, göksüzdür; zamanenin güneşiyle Ay’ıysa tutuşturucu,

yakıcı çakmağa benzer,

270, Çakmak dedim ya; yanıp söner, geçicidir de ondan dolayı dedim; gökyüzündeki Ay’la güneş de fânidir,

Çakmağın kavı yanar, ondan bir eser bile kalmaz; zamanenin güneşi, Ay’ı da kalmaz,

Şu halde anlam bakımından, ister gök olsun, ister kav, ikisi de birdir; anlam bakımından ikisi de aynı kav gibidir,

A gaflete dalan, Allah’ın zâtından başka herşey, kuşluk çağındaki yıldız gibi batar – gider,

Kalan Allah’dır; ister uzak olsun, ister yakın, ondan başka herşey fânidir,

Ruhu yaratan, şu yaratışı düzüp koşmadan önce bedenimiz, topraktı, balçıktı,

İşin sonunda şu bedenler yıkılır – gider; akıllarla anlayışları da sen, bununla kıyasla,

Varlık âleminde ne varsa, yok olur; kalan, ancak O’dur; sonra gene ölüleri, diriltir, hasreder mahşerde,

Canlar yok olup gider; varlık âleminde yalnızca Hakk’ın zâtı  kalır,

Akılların güneşi, Ay’ı ebedîdir; sıfatlar âleminde parlar – dururlar;

280,  Ama  onlarda  parlayan,   rahmeti,   herşeyi   herkesi   kavrayıp   kaplayan  Allah güzelliğinden başka bir şey değildir, netekim güneşi de görmedikçe, imkânı yok, iki kişinin arasını ayırd edemezsin,

VI

Güneş, nasıl âlemin ışığıysa, halk nasıl onunla birbirini görür,
yabancıyla bildiği, çirkinle güzeli, karayla akı ayırd ederse,
yüce Allah da (benzetmek gibi olmasın), akılların; bilgilerin,
gerçeklerin, anlaşılması güç şeylerin güneşidir; çünkü
Allah ışığı olmadıkça hiçbir düşünce, doğru-düzen yüz göstermez,
iki sözün arası bile ayırd edilemez, Şu hâlde senin,
iki sözün arasını ayırman, gerçeği gördüğüne tanıktır;
çünkü gerçek anlaşılmadıkça ayırd etmeye imkân yoktur;

Hak da, bilirsen, aklın güneşidir; düşünceleri onun ışığıyla okur, anlarsın,

Düşünce kaabiliyetin, Allah’ın lütfü olan bir görüştür ki iyiyi – kötü\ü onunla görür, ayırd edersin,

Bir söz, sence kötüdür, aşağıdır; bir sözse güzeldir, hoştur, ölçülüdür,

İki sözün arasını ayırd ediş, ancak o kaabiliyeti meydana getiren nurla olabilir,

Gençle ihtiyarı, gökyüzündeki güneş vâsıtasiyle ayırd etmiyormusun

Önce o güneş görülüyor; ondan sonra da şunu – bunu birbirinden seçiyorsun,

Senin bu seçişin, ey gerçekten haberi olan, gerçek görüşüne bir tanıktır,

Yoksa gece oldu muydu, göremezsin; kapkaranlık gecede şunu – bunu nasıl seçebilirsin ki?

İyiyi kötüden-, karayı aktan, tikeni gülden, çınarı söğütten nasıl ayırabilirsin ki?

290,  Önünde bir ışık olmadıkça kurdu koyundan ayıramazsın,

Ama bunu, güneşin vâsıtasiyle seçtiğin, anladığın, aklına bile gelmez,

Güneşin zıddı  olan karanlık,  şekillerin,  suretlerin,  güneş  vâsıtasiyle sence anlaşıldığını gönlün bilir ama,

Amıca, her solukta, o ışıkla herşeyi bilip anladığın,

Herşeyin şeklinin, suretinin, onunla belirdiği, iyiyi kötüden, zengini yoksuldan, o ışıkla seçip ayırdığın aklına gelmez,

Demek ki zıddı olmayan can güneşi de apaçık ortadadır; eşi – benzeri yoktur onun,

Onun ışığıyla gerçekleri görürsün; bütün ince şeyleri çözersin, anlarsın,

Kararlarını o görüşle verirsin, en iyi olanı, onunla seçersin,

Kararların hepsi de iyidir ama sen, bir hoşça en iyisini seçer, onu kabullenirsin,

O, bir soluk bile batıp gitmezken, ne şaşılacak şey ki sen, ondan gaflet edersin,

300, Sağlam düşüncelerinin, hep onunla meydana geldiği aklına bile gelmez,

Şaşırma, iyice bil ki ortada olan da, gizli bulunan da onunla halledilir,

Şüphe yok ki düşüncenin, anısın, bilişin güneşi, iki âlemde de Allah’dır ancak,

Aklın başında, karârın yerinde, düşüncen gerçek oldu mu, işin – gücün, Allah kudretini apaçık görmektir,

Bir soluk bile yoktur ki onu görmeyesin; peki, o hâlde ne diye araştırır da gamlara batarsın?

Aradığın, seninledir; şaşkın – şaşkın ne diye her yana koşup yatarsın?

Kendine gel de bak; bakış, görüş, ne kadar ileriyse, düşünce ne denli artıksa,

O kadar, o ışıkla sana belirir; iyi düşünce, kötüsünden ayrılır ama

Senin ondan uzaklaşman, onu uzak göstermededir sana; böylece de ışığın, gözünden uzak kalmıştır,

Kendini  bil  ki  Allah’yı da bilesin,  anlayasın;  çünkü sen,  Hakk’a delilsin, burhansın,

310,  Varlığın,    hem   delildir, hem delâlet  edilen; aklın-fıkrin   nerde, neyle oyalanıyorsun sen?

A tulum gibi ırmak suyuyla dopdolu olan, susuz oturma, kendini yitirme,

A yol yitirmiş kişi, Allah’dan gaflettesin; başını koy yere de padişahtan külaha nail ol,

Dinleyip  anlayacak kulağın olsaydı,  sana yüz beyit okurdum;  ama kimin kandili, zeytinyağsız uyanıp aydınlanabilir?

Vazgeçtim bundan; gene susmayı anlatışa döndüm, Susmak denize benzer; söylemekse balığa,

VII

Sözün üç mertebesi olduğuna, susmanın, söylemekten daha üstün bulunduğum dâir anlatılan bahse dönüş, Susmak üstündür ama her çeşit susmak değil, Çünkü cansızlar da, hayvanlar da, bilgisiz kişiler de söz söylemezler; fakat bunların söylememeleri, susmanın, söylemekten üstün, olduğuna delil değildir,

Ama şunu da bil ve anla ki susmanın, söylemekten üstün oluşu, o kişiye göredir ki

Bilgisizlere,   sözüyle gerçeği  anlatır,  onları  bilgi  sahibi  eder;  bilginleriyse göğün yücesine çıkarır;

Cömertlik bulutu, ovalarda ekin bitirir; sözü denize düşerse inciler meydana getirir,

Sözü, ölüyü diriltir, hem de birkaç gün için değil, ebedî olarak,

Akıllar, sözüyle mayalanır, özlenir; can, Allah katından verilmiş bilgisiyle tâzeleşir,

320,  İşte böyle kişinin susması pek büyük bir iştir; çünkü o, dünyâda Kelîm’e benzer,

Bu susmak, bilgisizlik yüzünden ağır canlı olup da susup duran kişinin susması değildir,

Bilgisiz   kişinin   gönlünde   bir   bilgi   kaabiliyeti   yoktur;   balçığı   yardımsız kalmıştır, İnsan, o kişidir ki balçığa benzeyen bedeninde, canından, gönlünden Allah nurları parlar,

İblîs, onu, kendi noksanı yüzünden toprak görür ama bu görüşü,

Allah’dan, onu anlayacak bir gönüle sahip olmayışındandır,

Şu değersiz eşekler, bilgisizlikleri yüzünden noksana düşmüşlerdir, hor hal kalmışlardır ama,

Zâti onların akılları, ezelden noksandır; hâsılı bu yüzden emelleri de noksar onların,

Sözleri de noksandır, eğridir, reddedilmiştir; Allah’ın yollan kapanmı onlara,

Böylesi kişi susarsa, cansız gibidir; sen onda akıl – fikir arama,

Onun sözü de bir sonuç vermez, susması da; hareketlerinin her biri, öbürüm daha kötüdür,

330,  Pislik gibi ne yana yönelir – giderse, soluktan soluğa daha da çirkinleşir, d; da pis kokar,

Osman gibi susan nerde ki susuşu, sözle, sesle, ünle dopdolu olsun;

Halk, onun susuşundan hikmet, bilgi, zevk, akıl fikir ve hoş şeyler riva etsin,

Eskiler şu atasözünü söylemişlerdir: Zamanede haddi yüce kişinin,

Sözünü gümüş bil, susuşunu altın; Peygamber’in susması, söylemesi gibi han:

Onun vahiy zamanındaki hâli susmaktı; o hâli geçti mi, söz söylemi başlardı,

Vahyi, harfler libâsına bürünür de baş gösterirdi; denizinin suyu kapl girerdi,

Böylece de Kur’ân’la halka sâkıylik ederdi; sözleri de halka şifa verirdi,

VIII

Peygamberlerle erenler, bir candır, bir nur; hepsi de bir tek Allah’dan söyler, O’ndan bağışlarda bulunur, Onlar, kendi varlıklarından kurtulmuşlardır; Allah’yı anıştan, o’nu ululamaktan başka birşey kalmamıştır onlarda; Allah’dan özge herşeyden yok olmuşlardır, Allah’yla var olmuşlardır, «Kendilerinden yok olmuşlardır, Allah ‘yla var; Şaşılacak şey şu ki hem yoktur onlar, hem var,» Büyük erenler böyledir; hepsi de taşkın deniz gibi dalgalanıp durur, Bütün seçkin erenler, gerçekten de bir nurdandır,

    340,  Görünüşte adlan ayrıdır ama hepsi de bir ışıktır, bir kıvılcım,

Birisi şekere yüz ad taksa dilde – damakta tadı birdir,

Peygamberlerin çağrısı herkesedir; onlar, sürüyü koruyan çobanlara benzerler,

İleri gidenleri de, geride kalanları da keremlerinden o tapıya çağırırlar,

Onun için şaşılacak, görülmemiş mucizeler göstermişler, düşmanları dost etmek, sevilir hâle getirmek istemişlerdir,

Murada erenler de, ermeyenler de Hakk’a yüz tutarlar; biri aşkla yüz tutar, öbürü azap korkusuyla,

Erende bir kerem vardır, bir keramet; bu, yürür – gider: Dosttan gayrisinden nefret eder, onunla düşüp kalkmaktan utanır,

Kaabiliyeti, istidadı olanları Hakk’a çağırır; kaabiliyeti, istidadı olmayanlardan da nefret eder,

Kendisi gibi sarhoş bir âşık arar ki ona gönlünün sırrını açsın, söylesin,

Çağrısı, Hakk’ın has kullarınadır: onlara sırları saçmak, açıp dökmek ister,

350, Gerçeğe ulaşma kaabiliyeti olmayanlara hiç  söz söylemez onlar; çünkü herkes gerçeğe yol alamaz,

Kelim, dosttan arar, onların ardından koşar – dururdu,

Her seher çağı fen ad ederek Allah’dan o erlerle buluşmayı dilerdi,

Sonunda duası kabul oldu, Hızır’ı buldu, muradına erdi,

IX

Musa’nın duasının kabul edilmesi ve esenlik ona, Hızır’ı bulması dolay isiyle Allah’a şükretmesi,

Yere baş koydu da canla – gönülle, gerçek ve tertemiz bir surette Allah’a şükretti,

O buluşmadan iyiden iyiye sevindi; Hızır’ın huzuruna secdeler ederek vardı,

Hızır’ın elini öptü de kimi aşikâr, kimi gizli hamdetti,

Bundan sonra Hızır onu okşadı, ona iltifatta bulundu; lütfederek ona bir nazar etti,

Yolculuk zahmetleriyle nicesin dedi, Musa, senin için olunca dedi, zararı yok

Senin uğrunda çekilen zahmet, definedir, incidir; senin elinle sunulan zehir şekerden de güzeldir tatlıdır,

360, Hızır, Musa’dan bu çeşit bir teslim oluş görünce, bunca güzel sözleri duyunca,

Dilini lutufla, sevgiyle açtı da onun gönlünü ayna gibi sildi, anttı,

Sevgi ihsan eden Allah’dan gönlüne ihsan edilen sözlerin hepsini de ona söyledi,

Musa onun sohbetiyle bulunduğu  hâlden yüzlerce derece ileri vardı; kapanmış gönlü, ırmak gibi coşup akmaya başladı,

Irmak da nedir? Bir deniz kesildi; sedefte eşsiz bir inciye döndü,

İnci nedir, deniz ne; ne dedim ben’? Ne olduğunu söz yolundan arama benden,

Hızır’dan Musa’ya bu feyiz eriştikten sonra Hızır, o yol gören er, Musa’ya dedi ki:

Hele kalk da ümmetinin yanına git; durmadan-dinlenmeden şehrine var,

Yol yitirmiş halkı yola getir; hepsinin yüzünü Allah’a döndür,

Hepsini cehennem ateşinden kurtar; küçüğü, büyüğü nimetler yurdu cennetin baş köşesine ulaştır,

370,  Bunlara karşılık da sana Hak’tan sevap ihsan edilsin; hatsiz – hîsâpsız ecirler verilsin,,

Musa ona, ey Sultan dedi, böylesine bir tapıdan beni sürme,

Güzel yüzünü görmemiştim, öyle olduğu halde seni padişahlardan daha üstün tutuyordum,

Geceleri, özleminle bir solukluk zaman bile uyumuyordum; ama gönlümün derdini de kimseye söylemiyordum,

Şarabını tatmadan harab olmuştum; kadehsiz, şarapsız sarhoş olmuş gitmiştim,

Ekmeğin  güzelim kokusu,  beni  ekmeğe  ulaştırdı; ekmeği  yeyince de can mülküne ulaştım,

Senin isteğinle can vermedeyim;  bu ulaşmaktan,  buluşmaktan sonra nasıl ayrılık çekeyim,

Gözüm yüzünü gördükten sonra sensiz nasıl yaşayayım?

Dilediğin Allah hakkıyçin senin güzel yüzüne âşık oldum,

Artık beni bu yüce tapıdan uzaklaştırma; süt emer çocuktan bu sütü kesme,

X

Hızır’ın, esenlik ona, Musa’ya, değil mi ki buluşmak mukadder oldu sana; şimdi dön ümmetine git; çünkü ziyaretin hayırlısı, bir an olanıdır demesi

    380,  Hızır, ey Kelîm Musa dedi; sen benimle yoldaşlık edemezsin,

Ben pek çok tersine nal mıhladım; nüktelerimi kimse anlayamaz,

Benimle görüşüp konuşmak pek zordur; denizimin dibi bile topuğu aşar,

Sen nerden benimle konuşmaya tahammül edeceksin? Senin yolun benden apayrı,

Musa, olur ya dedi, Allah yardım eder de akıl – fikir verir, uyanıklık ihsan eder,

Gelip çöken gaflet uykusundan uyandırır, bir uyanıklık verir,

Hızır onu, kendisiyle görüşmeyi ister, gerçek bir er görünce adetâ onun sarhoşu kesildi; şaşkın bir âşıka döndü,

Onu canla – gönülle sohbetine kabul etti, o da sohbete tahammül ediyordu,

Ondan ne görüyorsa kaçmıyordu;  iyi  – kötü,  herşeyini kabul ediyor,  hoş görüyordu,

Küfürlerini din sayıyordu; cefasından gamlanmıyordu,

390,  Onun eliyle sulanan zehiri bal şerbeti gibi içiyordu; onun taşını lâ’l yerine alıyordu,

Yolculukta yoldaş oldular, birbirlerini canla – başla esirgemeye koyuldular,

Birkaç gün böyle beraber gittiler; can incisini sözlerle deldiler,

Her yana bir hayli yol aldılar; derken deniz kıyısında bir gemi gördüler,

Dünyada böyle bir gemi yoktu; halka adetâ yataktı, yorgandı, dayanaktı,

Bir şehir gibi genişti, büyüktü; pek büyük, pek güzel de bir yelkeni vardı,

Hızır, kızgın bir halde elindeki koca bir baltayla gemiye doğru yürüdü,

O Allah seçilmişi, hikmet yoluyla baltayı yelkene indirdi, gemiye vurdu,

Zulmü, çirkin işi gidermek için o sağlam gemiyi deldi,

Gemi işten kaldı; bir iş göremez, birşey götüremez bir hale geldi,

400,  Kelîm, bu da ne dedi; akla da uymaz birşey bu, şeriattan da dışarı bir iş,

Bu gemi, inananlara bir sığınaktı; ne diye onu böyle harâb ettin?

Bunu Allah hiç de reva görmez; bu işten dolayı da azab eder sana,

Hızır, önce sana demedim miydi dedi; sen sabredemezsin, dayanamazsın?

Daha önceden aklını başına al; sen benimle yoldaşlık edemezsin demedim mi?

İşim kötü görünür ama iyidir; hani o çirkin yüzlü, fakat iyi huylu kişi gibi,

Ben ateşe bile otursam, her solukta ateşten gül dererim, yasemin devşiririm,

Ölüden diri çıkarırım; ağlayışın ta kendisini yüzlerce gülüşe çeviririm,

İblîs’i Arş’tan ferşe indiririm de İdrîs’i Arş’a ağdırırım,

Musa, padişahım dedi, yanıldım; bunu unuttum da yaptım, bilerek, isteyerek değil,

410,  Bu ilk kadeh, bağışla beni, lütfet de şu suçu hoş gör,

Hızır, şunu bil ki dedi, toprak suyla karılsa bile topraktır, su olamaz,

Ama bu hâl senden gizlidir; başın, benim bağımla bağlanmıştır,

Sonunda gerçek olarak anlarsın ki sana söylediğim söz, yanlış değil,

Allah tanıktır ki sana söylediğim bu söz doğrudur, bunu eğri gören sapıktır,

Kelîm, Hızır’dan bu sözü duyunca yumuşadı, razı oldu,

Ağladı da, Allah için olsun dedi, yalvarışımı kabul et, yanılmamı bağışla,

Bir daha bu çeşit davranırsam benim bahanemi de kabul etme, özrümü de,

XI

Esenlik ona, Musa’nın bağışlanma dilemesi ve esenlik ona, Hızır’ın:, onun tövbesini kabul etmesi,

Gene birbirleriyle yoldaş oldular; candan – gönülden birbirlerini esirger bir hale geldiler,

Derken denizde bir adaya geldiler ki orda şehir gibi koskoca bir yapı vardı,

420,  Orda bir erkek çocuk gördüler, yüzü Ay gibi güzeldi,

İkisi de onun yüzüne hayran kaldı; sözüne, sorusuna, cevabına karşı şaşırdı,

Hızır onu çağırdı, alıp bir yana çekti; dağın ardında bir dere kıyısına götürdü,

Yere yatırıp boğazını kesti; çocuğun can kuşu bedenimden uçtu – gitti,

Musa bunu görünce hay dedi, Allah aşkına söyle, bu da ne?

Masum bir çocuğu ağlatıp inleterek öldürdün; bu zulüm nerde, ne vakit reva görülür ki?

Hızır, daha baştan demedim mi dedi; sen bu sun anlayamazsın

Çünkü sen görünüşte kalakalmışsın; sana Taun, Kelîm’im dedi ama bu, böyle,

Benden yüzyıllar boyunca ne görürsen gör, acze düşer, sebebini sorar – durursun,

Musa, bağışla dedi, bu ikinci kez oldu; seninle dost olan Allah hakkıyçın suçumdan geç,

430, Ona karşı ağladı, inledi; üçüncü detaya dek dedi, bağışla beni,

Çünkü sünnet üç kezdir; üçüncü defaya dek bağışla; daha üçüncü değil bu,

Gene böyle bir suç işlersem artık senden ayrılmamak için bahane bulamam,

O vakit özür getirmeme firsat verme, ayni benden, yoldaş olma benimle artık,

Hızır demedim miydi dedi: dinlemezsin, çünkü şeriatta cömertsin güçlüsün,

Görünüş üst olmuştur sana; bu irat öylesine kuvvetlidir; bunu bil,

Onlara yol bulabilseydin sözümü hiçe sayar miydin”‘

Sana önceden, git, bana yoldaş olma, sözümü dinle demedim iniydi?

Ardımca gelmek, bana uymaktır; yoksa bedeninle bana yoldaş olmak, gittiğim yana gitmek değildir,

Anlam bakımından bana uymak odur: ondan gayrısı hem yol yitirmektir, hem dâvaya düşmek,

XII

Yüce Allah’ın, meleklere, Adem’e secde edin demesi,

 «An o zaman ki meleklere, Âdem’e secde edin demiştik, Secde ettiler, ancak İblis baş çekti, ululandı ve kâfirlerden oldu,» Meleklerin secde etmeleri, İblîs’in ben Allah’dan başkasına tapmam, secde etmem deyip baş eğmemesi,

Yüce Allah’ın, Ben senin Allah’n o vakit olurum ki benim emrimi duyar, yerine getirirsin; netekim aklı yarattım, ona buyruk büyürdüm; buyruğumu yerine getirdi, baş çekmedi buyurması, Hani denmiştir: «Allah aldı yaratınca ona otur dedi, oturdu, Sonra kalk dedi, kalktı, Sonra gel dedi, geldi, Sonra git dedi, gitti, Sonra bak dedi, baktı, Sonra çekil dedi, çekildi, Sonra anla dedi, anladı, Sonra da, üstünlüğüm, ululuğum, Arş’ı tedbir ve tasarruf edişim hakkıyçin dedi, bence senden üstün, senden daha sevgili hiçbir varlık yaratmadım, Seninle tanınırım, seninle tapılır bana, seninle itaat edilir; seninle veririm, seninle azab ederim, Sevap da seninledir, azap da sana» buyurdu,

    440,  İblîs’in hikâyesini, kutluluktan neden uzaklaştırıldığını duymadın mı?

Allah, meleklere, tümden Âdem’e secde etmelerini buyurdu,

Hepsi de canla – gönülle secde etti; İblis buyruğa karşı; geldi, Baş çekti,

Sen beni ateşten yarattın dedi; balçığa, secde etmem ayıptır,

Bu, nasıl olur ki iyi kötüye karşı alçalsın; baş eğsin ?

A tek Allah, beni öldürsen de senden başkasına asla secde etmem,

Allah buyruğum olmaksızın ona secde etmek, buyruğuma uymamaktır, itaat etmemektir dedi:

Ama emrime karşı gelmek, ona secde etmektir, emrim obuadan ona yüz tutmaksa inatlaşmaktır benimle,

Sen de melekler gibi secde et Adem’e: etmezsen- canına yas tut,

Emri yerine getir: herze yeme: bundan başka ne yaparsan kötüdür, hatâdır,

450,  Emrimize uyup yerine getiren, sonunda neşelenir; kendisine uyulan bir er kesilir,

İblis, Allah’dan bu çeşit sayısız sözler duydu: fakat isyan çulhasını örmekten başka birşey yapmadı,

Emre uymadı da lanete uğradı; Allah’ın kahrı, onu cennetlerden sürdü,  çıkardı,

O yüce tapıdan uzaklaştı; o benliğe düşüp aldanan, kendi kanına girdi,

Peygamber, Allah dilinden sahabeye böyle haber verdi; buyurdu ki;

Allah aklı yaratınca, bize yüz tut diye emretti ona,

Akü, öz temizliğiyle Allah’a yöneldi, Allah, tekrar, geri dön buyurdu,

Hemencecik sıranı döndü, Otur dedi, vakit geçirmeden oturdu,

Oturunca Allah, kalk dedi; akıl, durmaksızın kalktı,

Tekrar, söz söyle dedi, söyledi, Söyleyince de sus buyurdu, harfi, sözü bıraktı,

460, Bak dedi; söz anladı; yap dediğini canla – gönülle yaptı,

Anla dedi; söz anladı, O yap dediğini canla – gönülle yaptı,

Bunun   üzerine   akla,   hakkıma,   gerçekliğime   andolsun   ki   dedi,   senin ululuğunda, senin değerinde bir yaratığım yok,

Ululuğuma, yüceliğime, sayısız rahmetime,

Arş’ımı tasarrufuma, tedbîrime, yeryüzü âleminde yerleşenlere andolsun ki,

Senden daha iyi hiçbir şey yaratmadım; o yüzden de seni, bütün yaratıklarımın içinden seçtim,

Bütün âlemi sana uyar bir hale getirdim; halk senin yüzünden benim bağıma bağlandı,

Sonu şu ki : Azarlamam da senin yüzünden olacak, azabım da sana gelip çatacak,

Sevap hazînesi gelip sana erişecek; çünkü doğru yol tutmanın ecri sevaptır,

Bir bölük halk, senin yüzünden nimetler yurdunda, cennette yer – yurt sahibi olacak; bir bölük halk da gene senin yüzünden cehennemin dibini boylayacak,

470, Söyleyişim, emrim, boyuna sana olacak; çünkü buyruğumu, senden başka duyacak varlık nerde ?

Böylece yüzbinlerce övüşle övdü onu; ayrıca yüzlerce övgüsü de gizli kaldı,

Emre uymak, ona yüz tutmaktır; emri olmaksızın ona yüz tutmaksa, buyruğuna sırtını dönmektir,

Emri seçip ona uyan rahmete erdi; emre uymayansa elini dişledi – gitti,

XIII

Sultan Mahmud’un emirleri hasetlerinden diyorlardı ki: Eyaz, padişahın katında neden bizden daha üstün, m nen ona bizden daha yakın? Padişah, bunların gönüllerindekini anladı; geceyi bile aydınlatan bir inciyi kırmalarını söyleyerek onları sınamaya girişti; onlar, inciyi kırmadılar; onların bu hareketini beğenir göründü, Sonra inci Eyaz’m eline geldi, Eyaz, o geceyi bile aydınlatan inciyi kırdı, Tanık olarak bu hikâyenin anlatılışı,

Sultan Mahmud’un kutlu, seçilmiş Eyaz’la arasında geçen hikâyesi de böyle dedi,

Dünyada tersine çakılmış nalları gör; padişah kul elbisesinde gizlenmiş,

Kul, padişahlar gibi tahta oturmuş, padişahsa kul gibi hizmete bel bağlamış,

Hayır, yanlış söyledim; bu söz iyi bir söz değil; o iki padişah da bir, onları iki görme,

Addan geç de cana bak; tıpkı yüzlerce bedendeki bir tek inanç gibi hani,

Kul tahta oturmuş, padişah kılığına girmiş, Şu halde sen, ikiyi bir gör; taçtan tahttan geç,

480,    Onun adı kuldur, oysa anlam bakımından padişahtır o; sen bulutu bırak da Ay’ın yüzüne bak,

Bu sırların hatsiz, hesapsızı senin gönlünde, canında da var; bir tek Allah’tan yardım iste de ara, bul,

Sultan Mahmut, Eyaz’ı pek severdi; işin gizlisi de buydu, açığı da,

Geceleyin onun sevgisiyle bir soluk olsun, uyumazdı: onun sözünden başka bir söz söylemezdi,

Vezirinden tut da bütün büyüklere dek herkes, neden Eyaz bizden üstün bir mevkide tutulmada, neden seçilmede diyordu,

Onun diyorlardı, bir tel saçı bile bizden yeğ: ne şaşılacak şey, padişah, acaba onun yüzünde ne gördü ki ?

Padişah, hepsinin gönlündekinı bildi; hepsinin de sazını aşk çengine uydurup çaldı, dinledi,

Eyaz’ı da huzuruna çağırdı, veziri de: devletin bütün büyüklerini huzurunda topladı,

Emîr, vezîr, ne kadar büyük mevkie sahip olanlar varsa padişahın tapısında toplanınca,

Geceyi aydınlatan inciyi getirtti; onlara şerbet gösterdi, zehir sundu adetâ,

490, Vezire, al şu inciyi dedi; eşi – benzeri yoktur bunun,

İyice bir kır, un – ufak et, saç yere; ona karşı gönlünde beslediğin sevgiyi at yere,

Vezir, padişaha, a padişahım dedi, ben beden gibiyim, sense can gibisin,

Sen hüküm sahibisin, bense hükme uyanım; senin hükmün ateş, bense mum gibiyim,

Ama aklım basımdayken bu inciyi nasıl kırabilirim ben ?

Dünyada bunun gibi bir inci olsaydı kolaydı; bunun yerine bir başkasını arardım,

Altınlar verir, canla – gönülle onu alır, bunu dünya padişahına feda ederdim

Padişah bu sözü duyunca onu övdü, senden de zâti bu beklenirdi dedi,

Merhametlisin, akıllısın, kararın hoş; huyun da cihanı bezemekte yaratılışın da,

Huzurundaki küçük, büyük, kötü, iyi, bütün beylerin,

500,   Her birini çağırıp inciyi verdi; çabucak kır şunu dedi,

Hepsi de o büyükleri aydınlatan mum mesabesindeki vezirin sözünü söyledi, hepsi de inciyi kırmaktan çekindi,

Padişah onları beğenir göründü, övdü, her birine ihsanlarda bulundu,

Hepsinin de gönlü hoş oldu; hepsi de sevindi; padişahın iltifatından sarhoş oldu,

Padişah Eyaz’a da, beri gel dedi; kâfir değilsin ya, îmâna gel,

Şu inciyi al, hemencecik kır, Eyaz, inciyi, vakit geçirmeden hemen padişahın elinden kaptı,

Taşa vurdu, vurdu; incilikten bir eseri kalmayıncaya dek dövdü,

Sürme gibi toz haline getirdi; değirmen taşının altındaki arpaya buğdaya döndürdü; un haline getirdi,

Sonra da toz gibi yele verdi; padişahın huzurunda kulcasma yere baş koydu,

Padişah, bunun hikmetini söyle dedi; böyle değerli bir inciyi nasıl neden kırdın, döktün ?

510, Eyaz, padişahın buyruğunu kırmaktansa dedi, inciyi taşla kırmam daha yeğ,

Asıl inci, padişahın buyruğudur, oysa bir taş; ondaki renk, ondaki alım, âdeta bir yüz örtüsü,

Onu   inci   bilmeleri,   padişahın  yüzündendir,   sonra  da  bilgisizliklerinden, tutarlar, üstüme altınlar saçarlar,

Ama buyruk incisini  bilip tanıyan kişi, o buyruğu yerine getirmek için

yüzbinlerce inciyle oynar, hepsini de elden çıkarır,

Altın, inci, mercan bile olsa, dünyadan doğan herşeyi yok bil,

İyi – kötü, ince, kaim kumaşlar, renk – renk ıtlaslar, ipekliler,

Pirinçle yapılan, kebaplarla hazırlanan çeşit – çeşit dünya yemekleri

Her konuğa sunulan ekşi, tatlı, kırmızı, san, beyaz renkte yemekler var ya,

Hani bunlar, şu sürüye benzeyen halkın dilediği şeylerdir, hepsini de topraktan meydana gelmiş bil,

Gerçeği bilenlerden bir koku varsa sende, topraktan doğanı, toprak olanı toprak gör,

520,    Değil mi ki cansın, renkten, kokudan, nakıştan, nişandan geç de sevgiliye doğru yol al,

Erler gibi yönsüzlük – yöresızlık alanına at koştur, cömertler gibi canını bağışla,

Kokuya, renge aklanıp yol yitirme; çünkü bunlar, küpteki şarap gibi eğretidir,

Aydınlık güneştendir, evden değil; bedendeki can, canandan bir ihsandır sana,

Topraktan doğan toprak değilse neden sonunda toprak olmada ?

İyi – kötü, sonunda herşey, önceden olduğu gibi toprak olup gitmede,

Kuş yumurtası, yumurta görünür de çocuk, bilgisizliğinden onun    peşinde koşar,

Değerinden fazla para verir de onu alır; ama akıl bunu nasıl kabul eder? Söyle,

Aklı başında olan kişiye göre renk de aynıdır, renksizlik de,

Ama şu gamlı toprağın renkleri, her solukta halkı aldatır – durur,

530, Oysa ki renklerle gizlenmiştir ama iyice bil ki onların hepsi de topraktır,

Nefsin gıdası, yılan gibi topraktır, yeldir; sen de ondan çok yeme, pek az ye,

Yeme de karıncaya benzeyen yılan, bu toprak yüzünden, sonunda ejderha olmasın sakın,

Büyüyüp koca bir dağa dönmeden îman hançeriyle öldür onu,

Çünkü baş çeken nefsin, ekmek yüzünden canla-gönülle mevkii, yüceliği arar,

Oysa ki ekmek toprak olur-gider; mevkise yel olur-savrulur; mevki kuyudur, kuyudan uzak dur,

Firavun bu ikisi yüzünden baş çekti, düşman oldu; çünkü Allah’dan yardıma erememişti,

Toprakla yel, yılanın gıdasıdır: bunu böyle bil, Sen de dünyâda o gıdayı yemedesin,

Ekmek, yemek çoğaldı mı, içten, mevki, isteği baş gösterir,

Canla – başla başbuğluk dilersin: beylik için padişahlara kul – köle kesilirsin,

540,   Bil ki nefsin gıdası bu ikisidir: Hakk’ı gören, bu ikisini de yemez,

İnsansan bu lokmadan başka bir lokma ye; hayvan gıdasına az meylet,

Yeyip içtiğin gıda, hikmet ve bilgi olursa aşktan başka birşeye lâyık olmazsın,

O yeyip içmeyle meleklere katılırsın; melekler gibi gök kubbenin damında yürür – gidersin,

Öyle gıdadan bir kuvvet doğar ki onunla can, ebedîliğe kavuşur,

Silahsız – pusatsız savaşa girer, saflar yarar, düşmanları köklerinden söker – atarsın,

Ne dilersen elde edersin; gamsız – kasavetsiz neşeyle boyuna yürür- gidersin,

Aşk yolunda ayaksız koşarsın: sevgiliyi kendi özünde ararsın,

Kendinden dışarda, yaş – kuru, iyi – kötü hiçbir şey göremezsin,

Herşey sen  olursun,  başka varlık kalmaz: ama varlığından – benliğinden ölmedikçe de bu mümkün olmaz,

550,   Sende insanlık vasfı yok oldu mu, zâtın, hayırdan da geçer – serden de,

Çünkü bu ikisi de zıt vasıflardır; sayılar dünyasından baş gösterir bunlar,

Zıt, aykırı, sayı, burda olur ancak; bu ikisi, birlik âlemine sığmaz,

Sayılar, tümden yok oldu mu, sonunda Allah’a yönelir insan,

Tez, “Allah’tan başka yoktur tapacak,, de de birliği tam anla,

“La, dan yüz çevirdin mi, “îllâ,, sırrını anlarsın,

Çünkü “La,, perdedir; Hak’sa “İllâ,, dır; perdeyi kaldır da daha da yücel,

Yemek, içmek ve mevki, topraktır, yeldir; nefis yılanı, bu ikisiyle ejderha kesilir,

Bu ikisinden gece-gündüz yedikçe, nerden, Allah tapısına kabul edilmişler gibi kutlu olacaksın ?

Hem de bu yılan, sonunda seni sokar, öldürür; kâfirler gibi de cehenneme çeker – götürür,

560,   Lokman gibi hikmet gıdası ye de güneş gibi ışığın ta kendisi kesil,

Böyle yaparsan nur kaynağı haline gelirsin; ululuk ıssı Allah’ın bilgi mâdeni kesilirsin,

İlim, hikmet, meleklerin gıdasıdır; onların sofraları feleğin yücesindedir,

O tertemiz, o sınırsız toprağın, o kutsal yerin çevresinde âşıklar, ebedî olarak oturmaktalar, nimetlere dalmaktalar,

Önlerinde sayıya sığmaz çerezler, bitip tükenmez içkiler var; orda saz, ney, ceng ve rebap çalınır – durur; orda hep nağmeler duyulur,

Ordaki böylesine cennette şeker dudaklı, Ay yüzlü huriler var,

Orda bal, süt, şarap ve su ırmakları, dört ırmak akar da akar,

O sesle tomurcuklar, yapraklar oynar; dallar, o yelle meyvalarla dolar,

Ordaki müzik ordaki zevk ebedîdir; ordaki âşıklara Allah’dır sâkıy,

Toprakta tertemiz bir yurt arıyorsanız, bu çeşit zevki seçin,

570,    Canla – başla onun buyruğuna uyan kişiye ecir olarak cennet verilir, huriler ihsan edilir,

Sâkıylik edeni kendi varlığında bulup     gören, ebedî, zevalsiz saltanatı peşin olarak elde eder,

Toprak bedende tertemiz canı bulan kişi, ziyandan da kurtulur, noksandan da, elde ettiğinin helak olup gitmesinden de,

Gamlı yeryüzünde topraktan arınır, göğün yücesine ağar, o Ay yüzlüyü görür,

Topraktan gelişen şeyleri az ye de toprak olma; melek gibi temiz şeylerle gıdâlan,

Böylece de aşağılık nefis, akla ram olsun; canı, belâdan: zahmetten satın alsın,

Akıl, bedende üst olunca Arş da bedende görülür, ferş de,

Perdesiz olarak canın yüzünü görürsün; gizlenmiş sırrı apaçık seyredersin,

Zindana benzeyen şu dünyâdan kurtulursun; ebedî cennete ayak basarsın,

Îsâ gibi feleğin yücesine ağarsın; melek, ayağının altına baş kor,

580,   Akıllı-fikirli   erenler,   bil  ki  varlık  âleminin,   mekân  yurdunun  bezentisine aldırmazlar, aldanmazlar,

Ne varsa, hepsini de bilgiyle bilirler; yüce – alçak, her varlığı bilgiyle görürler,

Onlar, işin dış yüzüne bakmazlar; çünkü sırlar, onlardan gizli kalmaz,

Zahmette gömülü defineyi görürler; azlıkta çokluğu bulurlar,

Bunun  açıklanmasını  Kur’ân’dan duy;  beğendiğin,  istemediğin  şeyin  hayır olduğunu bil,

Sence  sevilen  şeyin  de,   istenmemesi  gereken,   şerrin  ta  kendisi  olan  şey bulunduğunu anla,

Gören kişinin önünde, kötü de, güzel de, gökteki güneş gibi meydandadır,

Kara taşı tanır o, inciden ayırd eder; ona karşı kötüyle iyi, nasıl olur da bir olur?

Onlar, Allah bilgisine mazhar olmuşlardır; sen de onların tapısına var; çünkü kılavuzdur onlar,

Onlar, gökten de yücedir; Arş’tan da, yücelikten de; hepsi de Allah nûaıyla dopdoludur,

590,   Onlar seni, yedi göğün ötesine götürürler de cin de haset eder sana, insan da, melek de,

Gök de kul – köle kesilir sana, melek de; çünkü onlar o yana adım atarlar, oraya ayak basarlar,

Hepsi de o adımla muratlarına ererler; Ay gibi, güneş gibi, gök olmasa da, parlarlar, ışık saçarlar,

Onların sözlerine karşı inci de nedir ki? Yüzlerine karşı Ay da ne oluyor ki?

O âlem, bedensiz can âlemidir; onların yüzlerinin nurunun vurduğu âlemdir,

O, önüne ön olmayan âlem, ebedîdir; çünkü bu âlem, o âlemden meydana gelmektedir,

Cüz’î akıl, nerden yol bulacak o yana? Tüm aklın bile başı dönmüş – gitmiş,

Erlerin    vasıflarını    yüzyıllarca    söylesem,    söylerim,    gene    de    onların mâdenlerinden bir zerreden de azdır,

Şeyhin eteğine sarıl, elinden bırakma da yücel, aşağılık âlemde kalma,

O seni, âlemin ötesine götürür; onun sevgisiyle güneş kaynağına dön,

600,   Onun buyruğunu, incilere değişme; buyruğuna paha biçilmez onun,

Onun buyruğuyla Eyaz gibi varlık incini niyaz taşıyla kır – gitsin,

XIV

Sultan Mahmud’dan maksat Allah’dır; beylerden maksat da akıllı – fikirli bilginler, hikmet sahipleridir; Eyaz’sa peygamberler ve erenlerdir ki inci, onların varlıklarıdır; bunu anlatış

Mahmûd olan (övülen), iki dünyânın da yaratıcısıdır; kendilerine tapanlarsa o beylere benzerler,

Erenler, Eyaz gibi Allah asıldandır; onlar, boyuna Allah’dan ders alırlar

İnsanın varlığıysa incidir; onu kıran, neşeye ulaşır, sevince kavuşur,

Böyle kişi,  varlığa gönül vermemiş,  halka güvenmemiş,  yokluğu,  alçalışı seçmiştir,

Öyle bir yokluk seçmiştir ki kendi varlığı, ancak ondan, o yokluktan ibarettir, o yokluk, her bedenin aslıdır, her canın özü,

Öyle bir yokluktur ki bütün varlar, o yokluktan var olmuştur; iyi – kötü, berrak – tortulu, dost – düşman, hep ondan varlık âlemine gelmiştir,

Ama böyle bir var, dünya ehline yok görünmüştür; çünkü Hak, kendisine açılan kapıyı kapamıştır onlara,

Yokluğu, aksine var göstermiştir; altın suyuna batmış kalp akçayı geçer akça göstermiştir,

610,    Oysa varlığı olmayan, yokluktan varlığa ermiştir; yeniden yeniye de varlar,

varlıklar âlemi, yokluktan meydana gelmektedir,

Varlar, o denizden bir katreye benzer; hepsi de o güneşten bir zerredir,

Yok olan, o yandan bu yana gelmiştir; artık akıllı kişi, nasıl olur da burada rahatlaşır da yurt tutar

Aslı olan o yana döner gene; çünkü o taraf, ayrılıksız kavuşmak âlemidir,

Ne yapıyorsan, ne söylüyorsan, içinden bir ırmak gibi coşmuyor mu?

O   iç,   yokluktur,   neliksiz-niteliksizdir;   dışarıya  çıkıp   görünen   herşey,   iç âlemden meydana gelir,

Senden ne doğduysa, o âlemin parça – buçuğudur; bedenden ne meydanageliyorsa candandır,

Ama bir avuç aşağılık kişi, asla parça – buçuk adını vermiştir; her aldatan parça-buçuğa asıl adını takmıştır,

Kim onun buyruğuyla inciyi kırmışsa, sırra ermek için canını – başını feda etmşitir,

İnci yerine buyruk incisini seçmiş, başbuğluğu o derece üstün tutmuştur,

620,   Böylesine hüner, erenden meydana gelir; o, Eyaz gibi inciyi kırar-gider,

Buyruğu  peygamberler  kabul  etmişlerdir  de  iki  dünyayı  da  savaşsız  ele geçirmişlerdir,

Onun buyruğunu kıransa İblis’tir; çünkü onun şarabından sarhoş olmamıştır o,

Böyle olan kişi, ister Rum diyarından olsun, ister Şam’dan, ister Rey’den, İblis soyundandır,

Buyruk yüzdür, onun gaynysa arddır; yüz candır, onun gayrisi arkadır,

Bundan   dolayıdır  ki   «Ruh,   benim  emrimdedir»  buyurmuştur;   kim  bunu görmüyorsa, kim korse ağla ona,

Huyun  –  huşun,  yaratılanların  hepsinden  de  iyi  değil  mi?  Yaratılanların rütbeleri, nerden senin huyunca olacak?

İstenen, özündür senin, ötesi deriden ibaret; sevdiğin, sensin ancak,

O’nu aşkla arıyorsun ya; gerçekte bil ki sen, O’sun, aradığınsın,

Karıncaya benzeyen bedenle o yana nasıl varabilirsin? Ama sen karınca değilsin ki, yüzlerce Süleyman’sın,

630,  Bırak karmcalığı;  aşk nurunu gör;  çünkü o nur, bedende gizlidir, bedene gömülüdür,

A çocuk, bu söze şaşma; Allah’ın sonsuz sıfatlarını gör,

Şu küçücük gözünle göğün nurunu, yedi yerin nurunu seyret,

O, bir deniz gibi gözden başgöstermiş, gözden meydana gelmiştir; bir geminin içinde denizi kim apaçık görmüştür?

Göz kesilmişsin, denizin nurusun; her yan, senin nurunla parlayıp görünmede,

O nurun dalgası, göklere ağmış; denizi, dağı, ovayı tutmuş,

Bir mercimek kadar olan göz incisinde bir çok nur denizine bak,

Bu incinin nuru, bütün âlemi tutmuş; bu, sana, şaşılacak bir şey görünmüyor mu?

Bunun ikiyüz misli olan bedende sonsuz nurlar bulunursa neden şaşılsın buna?

Melek gibi o nurun ardına düş de koş: koş da melek gibi göklerin yücesine çık,

640,   Aşk  ve  temizlik   şarabını  içtinse,   ne  diye  bu  küpün  dibinde  tortu  gibi kalmadasın?

Gökle yer, şarap küpünün dibidir; arı-duruysan a güzelim, Arş’a ağ,

Can dediğin cansa canana gider; ama canana mensub olmayan can, yel dolu bir dağarcıktır ancak,

Hayvan gibi yemeye, uyumaya düşmüştür o; Allah’dan bir duyum bile koku alamamıştır,

Bâyezîd’den,  Kerhî’den dem vurur ama baldan da acılıktan başka bir tad alamaz,

O lanetlenmiş, kendisini Zün – Nün gibi gösterir ama Şeytan’ın, cinin bile iğrendiği, tiksindiği kişidir, onlara bile ayıptır, ardır,

Hoş değildir, hamdır, uzaklaş ondan; yemim yemeye kalkışma, tuzaktır o,

Eyvanlar olsun kendini ona verip yok olana; şüphe yok ki yoklukta da belâya sataşacaktır o,

XV

Ölüm meleği, tertemiz arınmış bir aynadır; herkes onda kendi yüzünü görür, Şeytan’sa, Şeytan görünür ona, melekse melek, Sonsuz olarak böyle gider bu,

Ölüm meleği, ona gelip çatınca, bedeninden ruhunu almaya kalkışınca,

Gaflette olan, onda kahır görür; aklı başında olan, lütuf,

650, Ölüm meleği, melektir ya; sen de onun cinsinden ol da sana dost kesilsin,

Melek gibi ibâdeti seç, namaza döşen; gaflete dalıp oturma, niyaz ededur,

Melek huyuyla huylanırsan, meleğin gelişiyle ölmezsin sen,

Hattâ üstelik canın, onunla esenleşir; onun gelişiyle gücün – kuvvetin artar,

Su, suyla çoğalır, kuvvetlenir, düzgün bir hâle gelir,

Şüphe yok ki cins, cinsine yardım eder; aynı cinsten olanları, sayıları çok bile olsa, bir bil,

Melek gibi güzel huylu olursan, aşağılıklardan yücelere uçarsın,

Ölüm, düzenlerle dolu olan kişiye, insan donundaki şeytanadır,

Melekle   şeytanın   ikisi,   birbirine   zıttır;   birbirlerini,   huyları,   yaratılışları yüzünden sürerler, kovarlar,

Şimdicek sen, şeytanlıktan sıyrıl, melek ol da cinsinden de ileriye geç,

660, O vakit ölüm meleği sana dost olur; kötülükte de, iyilikte de senin gamını yer,

Ama melek olamazsan kahrolur – gidersin; Allah’a ulaşmaktan da mahrum kalırsın,

Çünkü ölüm meleğinin herkesle bir başka çeşit muamelesi vardır; birine sudur, öbürüne kan,

Herkes, neye lâyıksa ona, o çeşit yüz gösterir, vay kötü halli olan kişiye,

Bil ki ölüm meleği aynadır; herkes onda, kendi yüzünü görür,

Birine güzel bir surette, huri gibi gelir; öbürüne Şeytan gibi görünür,

Birine merhametlidir, dost olur; öbürüne karşıysa Zülfekaar’a döner,

Birine ana – baba gibidir; öbürüne ateşlerle dolu cehennem gibi,

Veresiyeyi bırak da peşine bak; çünkü bu peşin, herkesin gönlünde gömülüdür,

Birinde gussa şeklinde görünür, öbüründe neşe, Biri yıkılıp gitmiştir, öbürü mâmur bir konakta,

670, Biri dertle doludur,    saçını-başını yolar; öbürü rahat-huzûr içinde cilveler ederek yürür-gider,

Hattâ bu, cilve, tecellî de değildir; kötüde, iyide, yücede, aşağıda görünen,

O’nun sıfatlarıdır; her varlık, O’ndan var olmuştur,

Hak, herkese perdesiz yüz gösterir; gösterir ama görecek göz, ona lâyık öz nerde?

Birine şevk,  zevk, buluşma, kavuşmadır O’nun lütfü: öbürüneyse cevirdir, zahmettir, derttir, ayrılıktır,

Peşin olarak bunu gördün mü, veresiyeyi de buna kıyasla, böyle bil böyle gör ey oğul,

XVI

İnsan nasıl doğarsa öyle ölür, öyle de hasredilir; zâtı da neyse, nasıl var olmuşsa başka türlü birşeye dönemez,Hani buğday, arpa, pirinç, başka yenecek şeyler, yere gömülünce, ne gömülmüşse o çıkar, o biter ya; buğdaysa buğday, arpaysa arpa yetişir; insanlar da görünüşte renk renktir; fakat bir şekildedir, ama anlam bakımından bir-birlerine aykırıdır, Biri emindir, öbürü hâin; biri temiz dir, öbürü âsi, biri inanmıştır, Öbürü kâfir; bu, sonsuz olarak böylece sürer-gider, Öldüler mi, mezara girdiler mi, herbiri, nasılsa öyle hasredilir, «O gün, bir gündür ki yüzler ağarır, yüzler kararır,» Bundan dolayı da Peygamber, esenlik O’na, buyurur: «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölmüşseniz öyle hasredilirsiniz,»

Duymadın mı ki bütün Peygamberlerin Şahı, hidâyete eren,

Hidâyet yolunu gösteren, yolların kılavuzu olan,

«Nasıl yaşarsanız» dedi; «Öyle ölürsünüz», o sıfatta can verirsiniz, Okuyuver bunu,

İnsan ölümle yanar – erir; varlık pılı – pırtısını bedenden çeker – götürür ama,

Ölümden sonra başka birşey olmaz: zehir erimekle şeker olur mu hiç

Sürme, sürmedir: istediği kadar ufalansın, tortudan arınmaz ki,

680, O da, nerden başka birşey olacak’? Sıfatları değişmedi ki,

Hattâ ufalanmakla daha da arttı belki; böylece de kendi sıfatını tam olarak gösterir,

Bütün hububatın zâtı da böyledir, vasfı da böyle: ufalandıkça, istenen tarza dönmüş olur,

Buğday doğuldu: un oldu mu, gene buğdaydır, buğday unudur; hiç kimse ona arpa oldu diyemez,

Birisi  altını  ateşte eritse,  elde  edilen şey,  bezenmek için kullanılan aynı altındır,

Böylece gümüş de, bakır da erimekle, başka birşey olmaz,

Erittiler mi gene odur o; ne yaparlarsa yapsınlar, elde edilen, gene odur,

Tohumlar ekilir, yere girer, adetâ yok olur, toprağa karılır,

Fakat sonunda bitip boy atınca ekilen neyse o biter, başka birşey değil,

Böylece şu dünyada da birisi öldü mü, ey gerçeği arayan, neyse o çeşit hasredilir,

690,   Çekinense, çekinen olarak kalkar; kötü kişiyse, kötü kişi olarak,

Ölüm, gerçekten de insanla aynı renktedir; dosta lûtuftur, düşmana kin,

Ölüm aynaya benzer; her kötü, her iyi, onda kendi yüzünü görür,

Ölümden korkuyor, titriyorsun ya; iyi bil ki korkun, gerçekten kendindendir,

Çirkin olan, senin yüzündür, ölümün yüzü değil; canın, ağaca benzer, ölümse yaprağına,

İyi olsun, kötü olsun, o, senden bitmiştir; hoş olsun, olmasın, senin özündür o,

Bak da gör, şeker, suya atıldı mı, suyun içinde ne olur o şeker?

Hoş, tatlı bir şekerli su olur; Husrev’le Şîrîn’in buluşması gibi hani,

Aşıkın gönlü de o şekere benzer; hangi suyla karılıysa, hangi suda eridiyse iç o suyu,

Âşıktan başkası öldürücü zehirdir; kötüdür, pistir, murdardır,

700,   O aşağılık kişi ölse de, doğsa da, olduğundan başka birşey olamaz,

Buna benzer daha çok şeyler var; fakat akıllılara bu kadar yeter,

XVII

Gene, esenlik O’na, Musa hikâyesine dönüş

Geriye dön de Hızır’ın hikâyesini söyle: Kelim, ondan ayrılacağına kederlendi,

Üçüncü suç, bil ki ikisinin ayrılmasına sebeb oldu; onları gama düşürdü,

Yolculukta öylesine acıkmışlardı ki açlık, onlarda ne el bırakmıştı, ne ayak,

El boşluğu, sonsuz darlık, onları arıklatmıştı, perîşân etmişti,

İslâmda cam korumak için haram bile helâl olur ya;  onlar da bu hâle düşmüşlerdi,

Ekmekten yoksun, azıksız, aç – çıplak bir halde giderlerken,

Ansızın yolları bir köye ulaştı; orda bir tek küçük, yoksul adam bile yoktu, hepsi de hâiliydi, hepsi de ulu,

Orda büyük bir konak vardı; sahibi de kerem ıssı bir adamdı,

710, Ama  mal – mülk verecek kerem ıssı değil; söz kaabiliyeti ve hâl verecek kerem ıssı,

Elbise verecek, ekmek sunacak kerem ıssı değil; gönül verecek, can ihsan edecek kerem ıssı,

Çocukları o adamdan yetim kalmışlardı; ama altınları gümüşleri de çoktu,

O konağın divan eğilmişti; bir solukta yıkılıp harab olacak bir hale gelmişti,

Hızır, o divan düzeltti; ikisinin de gönüllerindeki gamı giderdi,

Çocukları dertten kurtardı; hapis ve zahmet kuyusundan çıkardı,

Ondan sonra da yemek, azık almadan Kelîm’le çabucak yola düştü,

Musa, Hızır’ın yüzüne karşı sert bir tavırla, seninle sohbet güçleşti dedi; bizi bu yoldaşlık öldürdü – gitti,

O yetimlerin altınları var, zenginler; o işi yaptın diye seni överler mi ki? Ne kazandın yâni?

Açlığımızı, ziyanımızı ne diye söylemedin? O iki çocuktan biraz altın alırdın,

720,   Hızır, hadi git artık dedi, ayrılığı seç; iyice bil ki bu, üçüncü suçun,

Musa, ayrılık sözünü duyunca, o özlem çeken kişi, bu söze muhatap olunca, dertten ağlamaya başladı19,

Coştukça coştu; bir hayli feryâd etti; sonunda gamdan aklı başından gitti, yere yığıldı,

Kendine gelince Hızır, ona dedi ki: Ey bir Allah’ın Peygamberi,

Artık seninle sohbet etmeme imkân yok; Allah’dan rızkın bu kadarmış,

Geri dön, yurduna git; benimle bulunman artık uygun değil,

Değil mi ki ayrılacağız, dönüp gideceksin; şimdi sana yaptığım işlerin sırrını açayım, hikmetini anlatayım,

Geminin sırrı şu; dinle: Aşağılık bir kâfir, o gemiyi elde etmek istiyordu,

Onu ordusu için zaptetmek, ansızın da inananlara saldırmak niyetindeydi,

İslâm şehrini yakıp yıkmayı, inananları sulara garketmeyi kurmuştu,

730,    Onların vannı-yoğunu yağmalayacak, kadınlarını, çocuklarını tutsak edecekti,

Ben onun maksadını bildiğimden, almasın diye elimden geldiği kadar gemiyi kırıp döktüm,

Ey Allah’ın Kelimi, hikmeti buydu; fakat sen o sırrı anlamadın,

O çocuğun kanına girdim; onu tutup bir köşeye çekerek öldürdüm,

Babası, anası, erenlerdendi; ikisi de gerçeklikle, dinle dopdoluydu,

O çocuktaysa itaat ve îman ehli olmaya kaabiliyet yoktu,

O çocuğun yüzünden babası da sonunda kâfir olurdu, anası da din yolundan kalırdı,

Çünkü canlarında ona karşı bir sevgi vardı; o sevgi yüzünden Allah yolu onlara gizlenir, kapanırdı,

İkisi de ondan kurtulsunlar diye onu öldürdüm, sırrı buydu, dinle,

Divan doğrultmam da o iki yetim için yerinde bir işti,

740, Ataları temiz kişilerdendi; hurilerin de özüydü – özetiydi onlar, insanların da, cinlerin de,

Nasıl olurdu da dinsizler, mezhepsizler gibi onlardan ücret isterdim?

İnci definelerim bile olsaydı o iki hür çocuğa saçar – dökerdim,

Bu üç işin de sırrını ona söyledi; sonra da hadi dedi, hakkını helâl et, sen Allah’yı ara,

Hızır, güneş de, gök de kendisine kul – köle olacak kadar büyüklüğüyle beraber

Gene de o erenin çocuklarına, Allah’dan rahmet elde etmek için bu çeşit hizmet etti,

Sen yanlışlıklarla, günahla dolu olduğun, bu çeşit lâyık olmayacak berbat bir halde bulunduğun halde,

Artık  bak  da  gör,   ne  yapman  gerek?   Çünkü   sen,   boğazına  dek   suça garkolmuşsun,

Şüphe yok ki Allah erenlerinin evlâdı, iki dünyada da Allah amanındadır,

Kim onlara burda hizmet ederse, karşılığında Hak’tan binlerce ihsana nail olur,

750,     Babaları;  ataları,  oğulları senin yüzünden kutluluğa erdikleri için senden hoşnûd olurlar,

Hattâ Âdem’in belinden gelen temiz yaratılışlı peygamberlerin,  erenlerin hepsi, bu yüzden sevinirler; canla – gönülle seni severler,

Çünkü Ahmed, onlara, bir tek kişi dedi; sen de onları bir bil, sayıdan geç,

Bir canda sayı olmadığından onlara bir dedi,

XVIII

Esenlik ona, Musa, peygamber olduğu halde, peygamberliğin ululuğuna sahipken gene de, esenlik ona, Hızır’ı aradı, Allah, üstün sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ da o kadar üstünlüklere, güzel huylara, makamlara, kerametlere, nurlara, sırlara sâhib olduğu, zamanında, onun makamının eşi – benzeri bulunmadığı halde, Allah aziz sırını kutlasın, Tebriz’li Şemseddîn’i aramıştı,

Kelîm’den maksadım, eşi – benzeri bulunmayan Mevlânâ’dır,

Dünya, dünya olalı dünyada onun gibi bir kişi yoktur,

Yüce erenler, ona nispetle, Allah haslarının yanındaki avam gibiydi,

Ona karşı erenlerin hepsi de çocuk gibiydi; onun lûtfima, temizliğine nispetle ağırdı, yoğundu onlar,

Cüneyd, onu uzaktan görseydi, bir nüktesini işitmekle ona avlanır giderdi,

760,   Ebû – Saîd, tek bir şeyhi ama onu görseydi, mürid olurdu ona

O, yoklukta da tekti, aşkta da tek; mekânı, dâima mekânsızlık âlemiydi,

Öyle bir erdi ki ruhu, iki kanadını açıp uçsaydı yere de bir titremedir gelir – düşerdi, göğe de,

Öyle bir erdi ki çağlar içinde onun gibisi gelmez;  felek de ona benzeri doğurmaz,

Öyle bir erdi ki bilgilerde üstündü; şeyhlerin başı olmaya lâyıktı,

Seçilmiş müftüler, onun şagirdiydi; hepsi de canla – başla, çevresinde saf kurmuşlardı,

Hâl sahibi olan erenlerin hepsi de onun yüzündeki bendi adetâ,

Bendeki alımlı güzellik,  yüzden değil midir?  Erenlerin hepsi bendi de o, yüzdü  ,

Onun her müridi, Bâyezîd’den üstündü; her biri kendinden geçişte yüzlerce Zün – Nûn’a değerdi,

Bunca yücelikle, bunca üstünlük ve olgunlukla gene de boyuna Abdal’a ulaşmayı isterdi,

770,   Dileyen, sevgilisine aşkı gerçekse, sonunda dileğine ulaşır,

Çünkü arayan bulur; ne mutlu o kişiye ki ona kul olmuştur,

Kul, gerçekse, padişah demektir; çünkü sevgili, ona âşık olur,

Onun da Hızır’ı, Tebriz’li Şems’ti; o, öyle bir erdi ki ona kavuşsan, onunla buluşsan,

Hiçbir kimseyi bir arpa tanesine bile almazsın; karanlıklar perdelerini yırtar – geçersin,

O, gizlilerden de gizli bir erdi; bütün ulaşanların padişahıydı o,

Erenler, halktan gizlidir; halk bedendir, erenlerse can,

Beden, nerden can görecek? Can yolu, canla aşılabilir ancak,

Bu çeşit erenler, görürler, ezelden bilgileri vardır, yücedir onlar,

Öyle olduğu halde onlar bile arayışta her yanı dönüp durmuşlardı ama Tebriz’li Şems’i görememişlerdi,

780,  Allah gayreti onu gizliyordu; vehimlerden, şüphelerden uzak tutuyordu,

XIX

Şemseddm’le Mevlânâ’nın buluşmaları

Mevlânâ,   Allah   katında,   gerçeklik,   temizlik   bakımından   herkesten   daha ileriydi, daha hastı,

Allah,   Şems’in  ona yüz göstermesine,  o  suretle  de  yakınlığının  daha  da artmasına razı oldu,

Diledi ki artık başkasına tamah etmesin, başkasının sevgisini gönlünden atsın;

Âlemde, tek kişi olsa, çağının özü – özeti bulunsa bile ondan başka hiç kimseyi aramasın;

Kimseye bu ihsandaki özellik nasîb olmasın, bu buluşmaya ancak o nail olsun,

Bir hayli bekleyişten sonra Şems’in yüzünü gördü; sırlar, ona gün gibi aşikâr oldu,

Görülmesi mümkün olmayanı gördü; kimseden duyulmayacak şeyleri duydu,

Niyaz ederek onun kokusunu aldı da perdesiz olarak yüzünü gördü,

Ona âşık olup elden çıktı; yanında yücelikle alçaklık bir kesildi,

790,   Onu evine çağırdı; padişahım dedi, bu sözü şu dervişten işit;

Evim sana lâyık değil ama gerçek olarak sana âşıkım ben,

Kulun nesi varsa, ne elde ederse, şüphe yok ki hepsi, efendisinindir,

Bundan böyle ev, senin evin; tam bir inançla dosdoğru hareket et,

Bundan sonra ikisi de hoş bir suretle yürüdüler; sevinerek, gülerek eve doğru yol aldılar,

Bir zaman beraber kaldılar; bir – iki yıl rahat ve huzura daldılar,

Allah gayreti ansızın belirdi; bütün dillere bir dedi – kodudur, bir fısıltıdır düştü,

XX

Mevlânâ mürîdlerinin Şems’e haset etmeleri

Hepsi de kötüleştiler, sürüye benzeyen o mürîdlerin hepsi de bozuldular,

Birbirlerine, Şeyhimiz ne yüzden onun için bizden yüz çevirdi diyorlardı;

Biz hepimiz de soy – boy bakımından ünlüyüz; küçükten beri temiziz, Rabb’i dilemedeyiz,

800,   Şeyhin yolunda gerçek kuluz, hepimiz de Şeyh’in yolunda âşıklarız,

Hepimiz ondan kerametler, herbirimiz, ondan burhanlar gördük,

Bizce gerçekten de anlaşıldı ki seksiz – şüphesiz o, Allah mazharıdır; ondan ders almadayız biz;

Onun yüzünden bilgi sahibi olduk; hepimiz ondan ihsanlar elde ettik,

Yolumuz, anlayıştan da öte, akıldan da; bütün padişahların padişahı, bizim padişahımız,

Bizim gördüğümüzü az kişi gördü; herkesin kulağı, işittiğimiz sözleri işitmedi,

O, bizim, gözümüzü açtı, bizi görür bir hâle getirdi; hepimizin gönüllerini Tûrusînâ’ya çevirdi,

Hepimiz de onun vaazlariyle öyle bir hâle geldik ki, başkalarının gönüllerine de onun aşkını ektik,

Hepimiz de doğan gibi avlar avladık; onları padişaha getirdik,

Âlem halkının hepsi, bundan önce de mürîdti ona; ama sayemizde herkes, irâdesini tümden ona verdi,

810,   Şeyh, dünyâda bizim yüzümüzden ün kazandı; dostu sevindi; düşmanı kahroldu – gitti,

Bu   adam   kim   oluyor  ki   Şeyhimizi,   ırmağın  bir   saman   çöpünü   kapıp sürüklediği gibi kaptı da bizden ayırdı,

O ne biçim ırmaktır ki öylesine bir dağı yerinden etti, bir saman çöpü gibi alıp götürdü,

Onu bütün dünya halkından gizledi; hiç kimse yerinin – yurdunun nişanını bile bulamıyor,

Artık onun yüzünü göremiyoruz; önce olduğu gibi yanına varıp oturamıyoruz,

Bu adam büyücü olmalı ki büyüyle, afsunla Şeyhi kendisine bağladı,

Yoksa o kim oluyor, ne var onda ki bunca düzenle geçinip yaşamada,

Bizim  en  aşağımız  bile  ondan  iyi;   ama  o,  kendisinden  daha  ulu  kimse olmadığını sanıyor, kafasında bu düşünce var,

Ne soyu belli, ne boyu; nerden, nereli olduğunu da bilmiyoruz,

Yazıklar olsun, bu ne yaradır ki şu düzen, şu töre, onun yüzünden harab oldu – gitti,

820,   Bütün halk vaazından mahrum kaldı kutlu taliimiz, onun yüzünden şomlaştı,

Derken hepsi de onun kanma susadı; hepsi de onu öldürmek için bir hançer hazırladı,

Arada bir onu gördüler mi, kılıç çekiyorlardı, hem de yüzüne karşı,

Önünde, ardında ona sövüyorlar, bütün gece, onun gamıyla uyumuyorlardı,

Hepsi de ne vakit şehirden gidecek; ya gider, ya kahırdan yok olur diyordu,

Boyuna bu çeşit gürültü ediyorlar, coşup köpürüyorlar, dertle adetâ kendi kanlarını içiyorlardı,

XXI

Peygamberlere ve erenlere nefis ve beden ehli düşmandır; Çünkü onlar, peygamberlerin, erenlerin cinsinden değildir; «iki zıt birleşmez,»

Peygamber’in   zamanındaki   kâfirler   gibi   hani;   O’na   düzenle,   kötülükle kastetmişlerdi,

Ahmed-i   Muhtar,   onların  düşünceleri  yüzünden  Ebû   –  Bekr’le  mağarada gizlenmişti,

Mesîh de çıfıtların derdinden gizlice gökkubbeye ağmıştı,

Firavun da Musa’ya kastetmişti de Hak’tan yardım görmemiş suya garkolup gitmişti,

830,   Halil’i de Nemrud, ateşe, dumana atmayı kurmuştu,

Ama ateş, ona gülle nesrine dönmüştü; o dinsiz Nemrut da bir sivrisinekle kahrolup gitmişti,

Hûd’un, cömert Nuh’un toplumları da, Taıın’dan azap çağı gelip çatınca yok olmuşlardı,

Hepsi de yelle, suyla yok oldu; çünkü çarpılmaya, yere batmaya la>ıkö onlar,

O eğri, o per – perişan toplumların niyetleri kötüydü,

O yüzden de belâ, döndü de onların başlarına geldi; çünkü lâyıktılar o kahra o toplumlar,

Ondan dolayı da kendi kendilerine kılıç vurdular, kanları sel gibi aktı,

Yoksa   ne   diye   kendilerini   kahredeceklerdi;   ne   diye   kanlar-,   ırmak   gibi akacaktı

Kendisini   öldüren,   öfkelenip   kendi   boğazını   kılıçla   kesen   ahmağı   kim görmüştür

Ahmak,   başkasını   yaralıyorum   sanır;   sonunda   görür   ki   kendi   ciğerini yaralamış,

XXII

Allah bir toplumu helak etmek dilerse düşmanları, çok olsalar bile, onlara hor – hakıyr, değersiz ve az gösterir, «Sizi onların gözlerine az gösterdi Allah, yerine gelmesini irâde buyurduğu işi yapmak için,»

    840, Tâlii şom toplum, işitmişsindir ya, herkesin toplandığı mescidin damına bakan

Bir kaleye sığınmışlardı; o kale pek yüceydi ama Tatar, kalenin çevresini sarmış, topluluğu kuşatmıştı,

Onlar da korkularından dama pek büyük bir mancınık yerleştirmişlerdi,

Tatara taş atıyorlardı; fakat attıkları taş dönüp onlara geliyordu,

Evlerinin üstüne düşüyor, hepsinin kökünü kazıyordu,

Akıllılardan biri, onlara, böyle bir savaşla dedi, kimse başını kurtarmaz,

Taş dönüp size geliyor: attığınız taşların biri bile düşmanlara gitmemekte,

Düşmanınızın   tâlii   pek   kuvvetli,   pek  kutlu;   ne   diye  gök  gibi   gürleyip bağırıyorsunuz?

Değil mi ki Allah o topluma yâr olmuş, onların en aşağılık saman çöpleri bile dağ kesilir,

850,    Duymadın mı ki küçücük Ebabil kuşcağızları, küçük taşlarla yüzlerce fili helak etti,

Bir fındıktan bile daha küçük olan taşcağızları gagalarından atıyorlardı;

Öylesine bir ordunun başına düşen o taşlarla bey de helak oluyordu, kul da,

Ne mutlu kendisine Hakk’ın yâr olduğu kişi; onun pazarı boyuna sıcaktır, işi iştir,

Hak’tan gelen azacık fayda, pek çok menfaate bedeldir; onlara karşı güneş bile hordur – hakıyrdir,

Âlemde her peygamber, tek başına çabucak padişah oldu,

Herbiri,   binlerce  kişiye  üst  oldu;   çünkü  onlar,   gerçek  bir  özle  Allah’yı dilemekteydiler,

Bütün âlem, Peygamber’e zebûn oldu; kim ondan baş çektiyse öldürüldü – gitti,

Bütün bunlar, işin Allah yardımıyla olduğunu, güçle – kuvvetle, büyük orduyla düzene girmeyeceğini bilmen içindir,

O ulu sahâbî, Peygamber’in sözünü rivayet etmiş, doğru söylemiştir,

860,   Kim Allah yardımından bir koku aldıysa ona karşı kedi de birdir, arslan da,

Oğul, aklını başına al; onca bir dirhem de birdir, bir dînar da,

Çünkü Hak, bir dirheme bereket verir, o dirhem, altından daha fazla iş görür,

Ama  altından  bereketi   kaldırdı  mı,   altın,  bir  dirhemin  gördüğü  işi  bile göremez,

Allah, sana kediyi musallat ederse, kedi seni paramparça eder, sağ bırakmaz,

Ama dilerse arslan bile sana zarar veremez: onu kementle bağlasan bile seni ısıramaz,

Kediye yardım ederse de güçte – kuvvette, arslana bile üst olur,

Nemrud, bir sivrisinek yüzünden ölmedi mi? Hiçbir asker, hiçbir ordu, ona fayda vermedi,

Allah, bunun gibi yüzbinlerce burhan   göstermiştir ama bunlara rağmen yol yitirenlerin ancak körlükleri artmıştır,

XXIII

Allah anılısını yüceltsin, tekrar Şemseddîn’in hikâyesine dönüş,

Bu uzun sözden gene döndük; Şemseddîn’in hikâyesini söylemeye başlayalım:

870,   Onların aşırı gidişleri haddi aşınca, düşmanlıkları sayıyı sınırı geçince

Tebriz’li Şems, Damaşk ve Şam, aşkla dopdolu bir hale gelsin diye Damaşk ülkesine gitti,

Bu çeşit aşağılık mürîdlerden kurtuldu; onların düzenlerinden canını satın aldı,

O  imansız  topluluktan  kurtulduğundan  dolayı  da Allah’a  canla  –  başla şükretti,

Mevlânâ,   ayrılığından  hüzünlere  battı;   o  bilgin  eri  onların  hepsinden  de çekildi,

Onlarla dostluğu kesti, sevgi kuşu, onların yuvasından uçtu,

Onların her birerinin isteği tersine çıkmış, dilekleri olmamıştı,,

Onlar, Şems burdan, giderse padişahımız yalnızca bize kalır;

Önceden olduğu gibi ihsanlarına ereriz; dudaksız – damaksız şekerlerini yeriz:

Gene onun güzelim ögutleriyle beş duygudan, ata yönden ibaret dünyadan sıyrılırız,

880, Kuş gibi gene bu kafesten uçarız, yardımıyla perdeleri yırtarız diyorlardı,

Bu olmadı ya, önce, ona kastettikleri zamandaki yakınlıkları bile kalmadı; gönüllerinin örüp dokuduğu kumaşın ne argası kaldı, ne arışı,

Hepsi de tövbe ederek eyvahlar olsun bize dediler; ey Allah, bu suçumuzdan dolayı bağışla bizi,

Körlüğümüzden kadrini bilemedik onun; o kılavuzmuş, bilemedik,

Yol çocuklarıydık, taksiratımıza bakma; yârabbi, o Pîrin gönlüne ilham et de

Suçumuzdan tümden geçsin; bu yüzden iki büklüm olduk biz,

Elif gibi dümdüz boyumuz şimdi dala döndü; ağlayıp inlememiz de buna delil,

Bu anda gözlerimiz, sizi görmüyor, gözyaşlanmız bir kaynak gibi coşup akıyor,

Ben bedenden ibaretim, ruhum sizsiniz; ey benim Nuh’um, şu denizlerde tut elimi,

Sizden   başkası,   şu   elemden   dolayı   kınamamakta   beni;   gönlüm,   sizin ayrılığınızdan uğradığım zararı neyle, nasıl kıyaslayabilir?

890,   Beni   öldüren,   kılıçsız   olarak   size   de   saldırdı;   nasıl   ağlayıp   inliyeyimki kendimde de değilim,

Aşk ağacı bir ağaç ki mekânı yok; aşk meyvası, bir meyva ki zamanı yok,

Onun meyvalarını ruhlar yer; yeyiş zamanı içinse ne akşam çağı var, ne sabah çağı,

Sevgilinin aşkından başka şey bence ayıptır, ardır; onun havasına düşüp şaşırıp kalmamsa ne güzel bir bezenti,

Buluşmamız da imkânsız hani; sözün doğruluğu, şüpheden de arı,

Bundan gaflettedir onlar; uykudalar ama gene de farsça söyle de hepsi anlasın,

Gafletle olan, aptallıklarından bu işe girişen o topluluk,

Şeyhin tapısına ağlaya – yalvara geldiler de, artık ayrılığı gider, bağışla bizi dediler;

Tövbeler ediyoruz, acı; bundan sonra gene böyle birşey yaparsak o vakit cezamızı ver,

Lütfet, bilgisizlikle suçlar işledik ama tövbemizi kabul et,

900,   Feryâd ederek defalarca bu sözleri söylediler; aylarca, gece – gündüz, bu çeşit yalvardılar,

Şeyh, onların bu hâlini görünce, yollarını düzene soktu; o incinmeden vazgeçti,

XXIV

Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’nın, Veled’i, Allah antlısını ululasın, Tebriz’i! Şems’i davet için Damaşk tarafına elçi olarak göndermesi

Padişahın Veled’e teveccühü vardı, gizlice, iç yüzden de, dıştan da Veled’ı severdi,

Onu çağırdı, hadi dedi, o makbul padişaha tarafımdan elçi olarak git,

Şu gümüşleri de ayaklarına saç da tarafımdan de ki : Ey Tebriz padişahı,

O mürîdler, suçlarda bulundular ama ettiklerinin hepsinden de pişman oldular,

Hepsi de candan – gönülden, varımızı – yoğumuzu o padişaha feda ederiz dediler,

Hepsi de, ona dediler, gerçeklikle kul olalım; ardında, başımızı ayak yapalım da koşalım,

Zahmet et de gene bu yana ayak bas; birkaç günceğiz gel de bağdaş bizimle,

Bizim yaptığımızı sen yapma; çünkü sen sürmesin, bizse tozuz,

910,   Çünkü sen lûtufsun, bizse gerçekten de tümden kahiriz; zehir nasıl olur da şeker tadını verir?

Ne yaptıysak yaptığımız bize lâyık; çünkü biz, adamı dalayan tikene benzeriz,

Sense gül bahçesisin; gel, kavuştur bizi kendine; Ay gibi ayrılık bulutundan çık, görün,

Bu çeşit sözler söyle, yalvar-yakar da onun gönlünü almaya çalış,

Bahtım yaver olursa belki bu sözler ağır gelmez kendisine, gönlü yumuşar;

Lütfeder de buluşmaya razı olur; ayrılığı bırakır, hiddetini yener, vazgeçer,

Veled de babasına karşı baş eğdi, bir Allah’a şükretti,

O padişahı, o Allah sevgilisini getirmeye gidiyorum dedi,

Canla – başla Damaşk yolunu tuttu aşkla yol almaya koyuldu,

Yorgunluk duymadan o çölde, o ovada koşup gidiyor, her dağ, ona bir saman çöpü görünüyordu,

920,   O yolun tikenleri, ona gül bahçesi görünmedeydi, her ziyandan binlerce fayda elde etmedeydi,

Yazın sıcağı, kışın çetinliği, ona şeker gibi, hurma gibi görünmedeydi

Aşk yolundaki zahmet, definedir; çünkü aşk, ölüyü bile diriltir,

Âşıklar, yaralanmayı canla – gönülle ararlar da o yüzden melhemin bulunduğu yana koşmazlar,

Baş olmaktan da bezmişlerdir, başbuğ olmaktan da; yüzlerim boyuna yokluk yanına tutarlar,

Böylece de varlıklarından tümden kurtulmayı dilerler; can şarabını dudaksız – kadehsiz içerler,

Bu bahsin ne sonu vardır, ne başlangıcı; sırra dâir sözler söylemeyi bırak da olanları anlat,

Veled, Şemşeddîn’in huzuruna, temkinli erenlerin padişahının tapısına varınca,

Gök gibi yere baş koydu da ey meleklerin kendisine kul – köle kesildiği padişah dedi;

Ondan sonra edeple oturdu, O padişah lütfedip iki dudağını açtı;

930,   Söze geldi, inciler yağdırdı; cana – gönüle yepyeni aşklar ekti,

Hadîsin, Kur’ân’ın sırlarının sırlarından bahsetti, gizli sırrı açtı,

Veled’i kolsuz – kanatsız göklere uçurdu; bedensiz olarak Arş’ın çevresinde dolandırdı.

Gönül gözünden perdeleri açtı da kapkaranlık geceyi kuşluk çağı gibi gösterdi,

Bedenden karanlığı giderdi; candan – gönülden coşkun akan sel gibi aktı,

Ucu – bucağı olmayan denize ulaştırdı: oraya varınca da aman buldu,

Tuzaktan kurtulmuş kuş gibi yokluktan da tümden kurtuldu tehlikeden de,

Denize ulaşamayan katrenin yolunu ovada yol kesiciler vurur,

Toprak, onu bir yana götürür, hava bir yana savurur; güneşin ışığıysa onların yaptığının yüz mislini yapar ona,

Böylesine yol kesiciler vardır,  sense gaflettesin;  aklın başına gelsin diye senden seni alıp götürürler,

940,  Bedenin testiye benzer, canınsa suya: sebepler de yoldaki yol kesenlerdir, haramilerdir,

Dünya mevkii, dünya makamı ve nimeti, seni âhıretten mahrum eder,

Bütün bunlar, seni o nimetlerden mahrum bırakır da her kötülükle anılır bir hâle gelirsin,

Beden seni cehennemin dibine çeker; onun dileklerini dinlemede nimetlere er, nimetler yurdunun baş köşesine geç,

Öğüdü  bırak  da  Şemseddîn’den bahset,   o  gökyüzü  güneşinin,  o yeryüzü kutbunu ahvâlini anlat, Şemşeddin, Veled’in elçiliğini duyunca sözlerini hoş bir surette kabul etti,

XXV

Veled’in, Şemseddîn’in maiyetinde Konya’ya dönmesi

İmama uyan kişinin imama erişmesi için Veled, Damaşk ilinden Rum iline döndü,

Onun maiyetinde, zorla değil, gerçeklikle, canla – gönülle yelip yöpürmedeydi,

Padişah ona, sen de filan güzel, iyi yürüyüşlü ata bin dedi,

Veled, ey padişahlar padişahı dedi; seninle aynı tarzda olmak elimden gelmez,

950, Hem padişah ata binsin, hem kul; lâyık değil bu, sakın söyleme bunu, nasıl olabilir bu,

Atlı olmak sana değer padişahım; çünkü sen sevgilisin, bense âşıkım,

Sen,  gerçekten de efendisin,  bense kulum;  hattâ sen  cansın,  ben  seninle diriyim,

Benim yaya gitmem, senin ardında başımı ayak yapıp koşmam gerek,

Böylece Veled, bir aydan fazla bir müddet yayan – yapıldak yürüdü:  kimi inişte, kimi yokuşta, durmaksızın yol aldı,

Yol,   yolculuk   güçtü   ama   kolay   göründü;   çünkü   o   zahmet,   definenin kapısındaki kilidi açmıştı,

Yolda O’ndan binlerce sır duydu; göğün de ardında yüzlerce âlem gördü,

Hiç  kimseye  bu,   nasib  olmamıştır;   onun  her  ihsanından  yeniden  yeniye sevinmedeydi,

Mevlânâ’nın tapısına eriştikleri zaman, Mevlânâ’nın çektiği bütün zahmetler, eziyetler, kutluluğa döndü,

İki padişah da secdeye vardı; beden, canı görünce ne hâle gelir, nasıl olur; tıpkı onun gibi,

960, Görünüşte ikiydiler ama sen bir bil; anlam yönüne gidersen bir can olduklarını anlarsın,

İki dostun arasındaki sevgi yüzünden onlar, sazdaki iki tel gibi birleşir – giderler,

Tek tel, bir iş göremez; tel iki oldu mu daha hoş olur,

Bir adamın yarısını kessen, onun varlığından birşey elde edemezsin,

Birbirinin olgunluğunu tamamlayan iki oluş, onun iç yüzüne bakarsan birliktir,

Dostluk, aynı cinsten oluşa delildir; cin nasıl olur da insana meyleder

Gökte her melek, meleği arar; şeytan, nasıl olur da hurinin peşinde koşar?

Aşk erleri, bölük – bölüktür ama hepsi de bir denizin dalgalarıdır,

Gürünüşe kapılırsan sayı meydana çıkar; ama anlama erersen hepsi de bir olur,

Beden yönünden, aşk bakımından sayılıdır onlar, ama can yolunda hepsi de bir bahardır ancak,

970, Bahar mevsimi gibi ruhları birdir de bedenleri, sayılı ağaçlara, yapraklara benzer,

Şu halde cana bak, bedene değil; bak da birlik dünyâsında çadır kur,

Erenlerin hepsi de bir candır, bir zattır, bir sıfatta incilerdir onlar: hepsi de, ışığın parıltısıyla bir Ay’dır ancak,

Oğul, yolları çeşit – çeşittir ama bundan geçneliği-niteliği bırak; neliksizdir- niteliksızdir onlar,

Alem halkı erenlerin sırlarına erişemez; halk yer ehlidir, Göğe ağamaz,

Erenlerin yolları, candan da ötedir, bedenden de; onların aşk denizinde ne biz vardır, ne ben,

Hoş bir tarzda, birbirlerini kucaklamışlardır  onlar; öpüşlerine de bir son yoktur

XXVI

Hasetçilerin, yaptıklarına tövbe etmeleri, bağışlanma dilemeleri

O suçlu topluluk, o gökyüzü kutbunu inkâr edenler,

Tümden bağışlanma dileyerek canlarını saçtılar da baş eğdiler, ey ulular ulusu dediler;

Hepimiz de tövbe ettik, yaptıklarımıza pişman olduk; gerçeklikle sana yüz tuttuk,

980, Herbiri, kapısına secde etti; o cömert ere karşı, gözyaşları dökerek yerlere  kapandılar,

Padişah, bunu görünce, onların tövbelerini kabul etti; iltifatta bulundu, onları yatıştırdı,

Bundan sonra da aşağılık – yüce, hepsi, o lütuf sahibi padişahın çevresinde halka oldu,

Mevlânâ, o padişahın yanına oturdu; adetâ gökten doğan, baş gösteren iki güneşe dönmüşlerdi,

Tebriz’li Şems söze geldi; anlayan, o sözlerle dirildi,

Herbiri, o sözlerle Arş’a uçtu; herbiri, varlığından tamâmiyle geçti,

Sonra da herbiri semâ meclisi kurdu; herbiri, ayrı bir sofra getirdi,

Beyden, zenginden, yoksuldan kim varsa, herbiri, kudretince,

Bağışlar sundu, konukladı; dost olabilmek için dostluklar gösterdi,

Zaman, bir müddet böyle geçti; iki âlem de, o padişahların huzûrundaydı sanki,

990, Herkes kadehti de o iki padişah da şaraptı adetâ; herkes geceydi de o iki padişah sabaha benziyordu,

O iki padişah bahardı sanki de onlar ovaydı; her yeşeren, tâzeleşen, onlardan yeşerdi, tâzeleşti,

Tikensiz  dallar,   yapraklar  verdi;   içleri   meyvalarra  doldu;   her  yan,   gül bahçesine döndü,

Böyle bir yaşayışta, böyle bir buluşmada herkes nurlarla dolmuştu, rahmetlere batmıştı,

Göz, perdesiz olarak boyuna onun yüzünü görüyordu; herkes o âlemde bu işe dalmış-gitmişti,

XXVII

Tövbe ettikten, bağışlanma dileğinde bulunduktan sonra

mürîdlerin gene küstahlaşmaları, haset etmeleri

Derken gene Şeytan, başka bir bulantı saldı onlara,

Bunca arılıktan, keşiflere mazhar oluştan,     ihsanlar elde edişten, yücelere ağıştan sonra

Bak da gör, Şeytan, gene onları namazdan, niyazdan bezdirdi,

Bütün kulluk pılılarmı – pırtılarını aşırdı; herbiri, inancından döndü,

Önceki gibi döndüler gene; ne şarap kaldı, ne sarhoşluk, Kala – kala bir baş ağrısı, bir mahmurluk kaldı,

 


ETİKETLER: