MESNEVÎ-HÂN-I ŞEHÎR HOCA HÜSÂMEDDİN EFENDİ

A+
A-

MESNEVÎ-HÂN-I ŞEHÎR HOCA HÜSÂMEDDİN EFENDİ

Mehmed Akif bir şiirinde

“Âlemde edânîye müdârâdan usandım,
Nâ-hak yere takdîr ile gavgâdan usandım,
İkbâl, etek öpmekle müyesser olacakmış,
Ben öyle rezîlâne temennâdan usandım.” [1]

der. Bu şiir onun karakterini ortaya koymada önemli bir belgedir. O davası uğruna her şeyini feda eden ve prensiplerinden taviz vermeyen biridir. Doğru bildiklerini yaşamıştır. Gösterişi sevmez, mütevazı yaşar. Kendi deyimiyle yumuşak başlıdır ama asla uysal bir koyun değildir.

Bir şair, sevdiği ve saydığı, takdir ettiği kişilere şiir yazar veya şiirinde yer verir.

Geçenlerde takipçisi olduğum Facebook sayfası Defter-i Meşâhir’de Murat Albayrak dostumuz İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmed Akif’in bir şiirini yayınladılar: Hüsam Efendi Hoca…

Mehmed Âkif de karakter olarak kendisine benzeyen bir ismi eserine misafir etmiştir; meşhur Mesnevîhân, eskilerin deyimi ile ‘MESNEVÎ-HÂN-I ŞEHÎR’ Hoca Hüsameddin Efendi.

Âkif’in şiirini daha sonraya bırakıp Hoca Hüsameddin Efendi kimdir ona bakalım önce. Hoca Hüsameddin Efendi kimdi, varlığı çatısı nasıl kurulmuştu?

Hüsam Efendi hakkında yazılan ilk biyografik eser, 1898 yılında Konya Mevlâna Asitanesi’nde çelebilik makamında bulunan Abdülvahid Çelebi kendisine meşihâtnâme göndererek Mevlevî şeyhliği tasdik edilen ve bir müddet Meclis-i Meşayih Başkanlığı da yapan Elif Efendi’ye aittir. Elif Efendi Mevlevîlik’le beraber Sadî, Şazelî, Şeybanî tariklerinden de hilâfet almıştır.[2] Elif Efendi’nin Hüsâm Efendi hakkında yazdığı “Tenşîtü’l-Muhibbîn be-Menâkıb-ı Hâce Hüsâmeddin, İstanbul, 1923” künyeli esere maalesef ulaşamadık.

İstanbul’un Aksaray semtinde doğan Hüsâm Efendi’nin asıl adı Hasan’dır. İstanbullu Seyyid Mehmed Fehim Efendi’nin oğludur. Hafızdır. Çeşitli ilimleri tahsil ettikten sonra Konyalı Ali Efendi’den Ṣaḥîḥ-i Buḫârî icâzeti aldı. “Hüsâmeddin” mahlasını, Bursa’daki Şeyhi Mehmed Emin Kerkükî hazretleri vermiştir. Seyr ü sülûkünü tamamlarken aynı zamanda Emîniyye Dergâhı’nın da imamlığını yapmıştır.

1811’de şeyhi Emin Efendi’nin Hakk’a yürümesinden sonra İstanbul’a döndü. Hoca Selim Efendi’den Fusûsü’l-Hikem ve Mesnevî dersleri aldı. Onun vefatından sonra Merkez Efendi Tekkesi’nde Mesnevî okutmaya başladı; akabinde Kocamustafapaşa Sünbülî Âsitânesi’nde cuma namazından önce Mesnevî sohbetlerine devam etti. Yirmi yılda tamamladığı ilk Mesnevî hatminin duasını, seçkin kişilerin bulunduğu bir merasimde Murad Molla Dergâhı şeyhi Mesnevîhân Murad Nakşibendî yaptı. Aynı yıl gittiği haccın dönüşünde Sünbüliyye’den Hacı Evhad Tekkesi’nde uzlete çekildi. Daha sonra Ṣahîh-i Buhârî dersleri verdi ve iki defa hatmetti. 1849’da Mesnevî’yi ikinci defa bitirdi. Aynı yıl Kâdî Beyzâvî’nin tefsiri ve Mesâbîh hatmini de tamamladı.

Sultan Abdülmecid kendisinden istifade etmeyi çok arzu ediyordu ama “Kurb-i sultan, âteş-i sûzan” fehvası gereği kendisi ondan uzak durdu. Padişah’ın ona yakınlığını şöhret olarak gördü ve şöhret de âfettir. Bu sebeple Hacı Evhad Tekkesi’ndeki dersleri izlemek için Abdülmecid’in buraya izinsiz olarak hünkâr mahfili yaptırması üzerine bu tekkeyi terk ederek 1813’ten itibaren Hatuniye Dergâhı’na (Hatuniye, Hatunî, Karılar Tekkesi) yerleşmiş ve derslerine burada devam etmiştir. Böylelikle Avrupa yakasının ikinci Mesnevîhânesi oluşmuştur. 1863 tarihinde hastalığının artmasına rağmen buradaki Mesnevî Sohbetlerini devam ettirmiştir. Burada üçüncü defa Mesnevî-i Şerîf’i hatminden sonra arkasında çok geniş bir muhibban grubu bırakarak doksan üç yaşında âlem-i bekâya göçmüştür. Mesnevî-i Şerîf’e olan vukûfiyetinden dolayı “MESNEVÎHÂN-I ŞEHÎR” lakabını hak eden bir isimdir.

Cenaze namazı 10 Mart 1864’te Ramazan Bayramının birinci günü Eyüp Sultan Camii’nde kılındıktan sonra dergâhın hazîresine defnedildi. Sultan Abdülaziz kabrini mermerden yaptırarak üzerine demir bir şebeke koydurmuştur. Hüsameddin Efendi’den sonra Mesnevî derslerini ve tarikat zikirlerini halifesi ve manevi evladı Mustafa Vahyî Efendi (ö. 1878) aynı minval üzere devam ettirmiştir.[3]

Babası devletin üst kademesinde görevli olmasına rağmen onun  bunu kullanmayışı, eğitim hayatından sonra ilmi hayatta resmi görev almaması, zengin olan ailesinden kendisine kalan mirası kabul etmeyişi Hüsameddin Efendi’nin nasıl bir karaktere sahip olduğu hakkında bize yeterli bilgiyi vermektedir. Doksan üç yaşında vefat ettiği vakit ne adına kayıtlı bir mal varlığı ne de uhdesinde resmî bir vazife vardır. Bir ehl-i tasavvuf için son derece önemli olan yönetici ve siyasîlerden uzak durmuştur.

Nakşî olmasına rağmen Mevlevî-meşrep biridir. Mevlevî sikkesi üzerine destar değil de dolama sarık sarmayı tercih etmiştir. Tekkesine gelen her seviyedeki insan, kendi seviyesine göre izleyebileceği ders çeşidini bulabilmiştir.

Öğrencilerinden Sütlüce Sadî Dergâhı ve aynı zamanda Mevlevî şeyhi olan Hasîrîzâde Elif Efendi, Hocanın diğer öğrencisi ve halefi Mustafa Vahyî Efendi’den naklen Hüsâm Efendi’nin telife pek önem vermemesine rağmen üç eser bıraktığını söylemektedir. Bunlardan Tirmizî’nin eş-Şemâʾilü’n-Nebeviyye’sinin Türkçe tercümesi, Kitâb-ı Şerh-i Şemâil adıyla altı baskısı yapılmıştır (İstanbul 1248, 1287, 1313, 1316, 1322; Bulak 1254). Mesnevî’nin ilk beytini şerh ettiği risâlesiyle ancak on beş cüzünü tamamlayabildiği Sahîh-i Buhârî üzerine yazdığı Arapça şerh ise kayıptır.

Yazıya vesile olan şiire gelince, Mehmed Akif 4 Şubat 1342 (1926) tarihinde Mısır-Hilvan’da yazmış. Şâir Hüsâm Efendi’nin karakterini kendinde görmüş ve hissetmiştir. Akif de siyasî isimlerden ve idarecilerden hoşlanmayan ve uzak duran biridir. Şiirde anlamamıza engel olabilecek kelimelerin azlığından, günümüz Türkçesine aktarma lüzumunu hissetmiyorum. İyi ibretler…

 

HÜSÂM EFENDİ HOCA

Nasılsa ismini duymuş ki bendegânından,
Hüsâm Efendi’yi aldırmak istemiş Sultan.
İrâdeler geledursun, o, i‘tizâr ederek[özür dileyerek],
Saray civârına yaklaşmamış, değil gitmek.
Bu ‘izz ü nâz üzerinden epey zaman geçmiş;
Günün birinde, Beşiktaş taraflarında bir iş,
Sürüklemiş o havâlîye Mesnevî-hânı.
Duyunca vak‘ayı Abdülmecîd’in erkânı,
“Çağırtalım mı?” demişler; “Evet” demiş, Hünkâr;
Takım takım yola çıkmış hemen silâhşorlar.

Hüsâm Efendi henüz Dolmabahçe’lerde iken,
Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer, geriden.
– Efendimiz bizi gönderdi, çok selâm ediyor;
“Görüşmek istiyorum, kendi istemez mi?” diyor.
Uzun değil ki saray, işte dört adımlık yer;
Hemen dönün, gidelim, hiç düşünmeyin bu sefer!
Dönün, ricâ ederiz…
– Dinleyin, sabırlı olun:
Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun,
Henüz sonundan uzakken, tükendi gitti ömür;
Tutup da bir geri döndüm mü, yandığım gündür!

Hilvan, 4 Şubat 1341 (1925)

Bu vesileyle her iki merhumu da hayırla yâd ederiz… Himmetleri hazır ola.

 

[1] Mustafa Kara, Âkif Rüyası, https://www.tyb.org.tr/akif-ruyasi-21140yy.htm , 25.07.2023, 17:54

[2] Göde Tekin,” Elif Efendi, Mehmed”,  https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/elif-efendi-mehmed , 25.07.2023, 19:07

[3]   Hür Mahmut Yücer, “İstanbul’da Mesnevîhanlık Geleneği ve Mesnevîhaneler”, Büyük İstanbul Tarihi, s.259-260.