Mevlevîlikde San’at – 2

A+
A-

Mevlevîlikde San’at – 2

Prof. Uğur Derman

Uğur Derman

(Bu makâlenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)

İSLÂMİYET’İN İBÂDET TELÂKKÎSİ

Peki, dergâhlarda yalnız namazniyâz ve semā’ ile mi meşgul olunurdu? İslâmiyet’te ibâdet “Allah’ın yapılmasından hoşnûd olacağı fiil ve hareket ” diye târîf edilir. Şu halde çalışıp etrafına faydalı olmak da mühim bir ibâdettir. Esâsen Mevlânâ, İslâm Peygamberi’nin “dilencilikten kaçınılması” husûsundaki emrine işâret ederek, ister ilimle olsun, ister san’atla olsun, müridlerini daima kazanmağa teşvîk eylemiş, “Bizim dostlarımız maîşetlerini bu yolda temin etmezlerse, bir para etmezler” şeklinde öğüt vermişlerdir. Kendileri de müftî ve müderris olarak gördüğü vazîfenin maaşı ile geçinirlerdi.

Babası gibi san’at ve san’atkâr hakkındaki görüşlerine eserlerinde yer veren Sultan Veled, kendi fikir ve ictihadıyla san’at öğrenmek isteyen kimsenin, uzun zaman çalışıp çabalasa bile eksik kalacağını; bir üstaddan bir lâhzada öğrenilenlerin yıllar boyu kendi kendine çalışmakla elde edilemeyeceğini belirttikten sonra, san’ata gönül verenlerin mutlaka bir hocadan, bir mektebden usûlüne uyularak yetişebileceğini söylemiştir. İşte, Mevlevîlik tarihinde bu üstad ekseriya bir Mevlevî Dedesi, mekteb de Mevlevîhâne olmuşdur. Bu mekteb teşkîlâtı -hele büyük âsitânelerde- ilk tahsîlden üniversiteye kadar ihâtalı bir öğretim müessesesi vasfındaydı. Yukarda bahsedildiği gibi, san’at akademisi hüviyetinin yanı sıra, okuyup yazmakdan felekiyyâta (astronomi’ye); İlâhiyât’dan tasavvuf yoluyla rûhiyâta kadar muhtelif dallarda faaliyet gösterilirdi. Kitapların elle yazıldığı ve birkaç kitaba sâhib olmanın şeref sayıldığı o devirlerde her Mevlevîhânenin bir kütüphâneye mâlik olduğu unutulmamalıdır. Âsitâne‘lere aslı Farsça olan:

Kâbetü’l-uşşâk bâşed in makam
Her ki nâkıs âmed, in câ şüd tamam

(Bu makam, Hak âşıklarının toplanma yeridir. Kim ki eksik geldi, burada tamamlandı) meâlindeki beytin levha şeklinde asılması elbet boşuna değildir.

Bu bahsi, göze hitâp eden iki latîf eserle kapatalım. Birincisi: Geçimini kitap istinsâhiyle karşılayan şâir ve hattat, Mevlevî dervişi Cevrî İbrâhim Çelebi (ö.1654) hayatı boyunca 22 Mesnevî-i Şerîf yazmışdır. İşte bunlardan 15 ayda tamamladığı bir mesnevînin beşinci cild unvan sahîfesi Resim 1’de görülmektedir.

İkinci örneğimiz de, hat san’atında celî kavramını -hâlâ geçilemeyen- mertebesine erişdiren Mevlevî muhibbi hattatlarımızdan Sâmi Efendi’nin (1838-1912) celî ta’lîk ile yazdığı ve lâcivert-mavi zemîne zer-endûd (sürme altın) usûlüyle müzehhib Bahaddin Efendi (Tokatlıoğlu, 1866-1939) tarafından işlenen bir levhadır (Resim 2). Hattının mükemmeliyeti dışında, levhanın etrafına mahsus olarak îmâl edilen çerçeveye de dikkat çekmek gerekir. Muhtemelen bir Mevlevî dervişinin yaptığı -ince marangozluk şâheseri- bu çerçevenin üstünde görülen “destarlı mevlevî sikkesi” levhayı daha da mânâlandırmaktadır. Mevlevîliğe intisâb etmiş pek çok hattattan biri olarak Nâşid Efendi’nin 1288/1871 tarihinde çekdiği “Yâ Hazreti Mevlânâ Mehemmed Celâleddîn-i Rûmî Kuddise Sirruhu’l-Âlî” tuğrasını nazarlarınıza tevdî ediyoruz (Resim 3).

MEVLEVîLİKDE MÛSIKÎ…

Hz. Mevlânâ mükemmel tahsîlinin yanı sıra, mûsıkîyle de uğraşmıştı; rebab çaldığı nakledilir. Mesnevî‘sinde ayrı bir mevkî verdiği sazlıktan koparılan ney, aslî vatanından ayrılan “rûh” un timsâlidir. Bununla, Rabbine kavuşmanın hasretini çeken “insân-ı kâmil ” remz ediliyordu.

Belli başlı her tarîkatte değişik usûllerle icrâ olunan âyîn, Mevlevîlikde semā’ denilen ve insanı gerçek varlığa ulaştıran bir cezbe hâlinde tezâhür eder. Mevlânâ bendelerinden Midhat Bahârî Beytur merhum (1878-1970) semā’ı şöyle anlatır:

Sanma bîhûde döner vecde gelen âşıklar,
Mest-i cânân olarak akla vedâ’ eylerler.
Nây’den bank-i elestî’ yi duyup âh ederek,
Hakk’ı âgûşa alır, öyle semā’ eylerler.

Semā‘ın bestelenmiş bir âyîn-i şerîf refākatinde icrâ edilmesi teâmül hâline gelince, XV. asırdan îtibâren büyük bestekârlarımız tarafından bu yolda eserler verilmeğe başlanmıştır. Âyînler, selâm denilen dört kısımdan ibaret olup, mûsıkîmizin en uzun süreli parçalarıdır. Her ‘selâm‘ın hangi mûsıkî usûlü ile bestelenmesi gerekeceği tesbît olunmuş; makām ise bestekârın ilhâmına bırakılmıştır. Ancak bunun “tefe’ül” yoluyla kararlaştırıldığı da vâkîdir: Geçen asrın mûsıkî üstadlarından Zekâi Dede (1824-1897) yeni bir âyîn bestelemeğe karar verip güfte ve makām seçmesini Yenikapı Dergâhı post-nişîni Osman Salâhaddin Dede’den (ö.1886) ricâ edince, Şeyh Efendi: “Orasını Pîr Efendimizden soralım” diyerek Mevlânâ’dan “tefe’ül”e işâret etmiş ve Dîvân-ı Kebîr açıldığında karşılarına aslı Farsça olan ve “Ey çeng! Isfahan perdesi arzûmdur!” mısrāı ile başlayan gazel çıkmış, bunun üzerine Zekâi Dede âyîni ısfahan makāmından bestelemiştir.

Âyîn boyunca hep aynı makāmda seyreden eserler bulunduğu gibi, muhtelif makām geçkilerinden sonra giriş makāmında karar edenler veya değişik bir makāmda kalanlar mevcuttur. Güfteler ekseriya Mevlânâ’nın şiirlerinden seçilmiş olsa bile diğer Mevlevî büyüklerinin Türkçe güftelerinin de kullanıldığı vâkîdir.

Eski âyînlerin bir kısmı unutulmakla beraber, zamanımıza intikāl edenlerin sayısı altmışın üstündedir. Bunların nasıl dervîşâne bir hisle bestelendiğini göstermek maksadıyla yukarda bahsi geçen İsmail Dede Efendi’nin bu hususdaki beyânını sadeleştirerek nakledelim. Dâhi bestekârımız 1832’de Bestenigâr makāmından vücûda getirdiği âyîn-i şerîf için şunları söylüyor: “Bütün derviş kardeşlerce bilinmelidir ki, bu hakîr kula gerçi yedi âyîn-i şerîf tertîb etmek nasîb oldu. Lâkin her beytin tertîbi sırasında sanki bu nâçîz kulun dilinden Hz. Pîr Efendimiz söylerdi. O kadar ki, elinde birşey kalmamış müflise benzeyen bu bîçâre, sessiz ve kudretsiz bir hâlde, okunan âyînlerin beste ve makām seyirlerinde zerre kadar katkım olmayıp, hepsi de elimden tutan Hz. Mevlânâ Efendimizindir”. İhlas ve samîmiyetle yazılmış bulunan şu cümlelerden anlaşılacağı gibi, bu âyînler mânevî bir râbıta ile bestelenmiş olmalıdır.

İlâhî bir vecd hâli sayılan semā’ için Mevlânâ’nın ney ve kudümü kâfi bulduğu, onun: “Ney kuru, değnekler kuru, kudüm üstüne gerilmiş deri kuru… O hâlde bu ‘Allah’ sadâsı nereden geliyor?” meâlindeki beytinden anlaşılır. Bunun farkında olamayanlara hitâben Mevlânâ hayranlarından Müderris Ferid Kam (1864-1944) merhûmun yazdığı şu zarîf nükteli kıt’ayı nakletmenin, işte burası tam yeridir:

Sırr-ı nây ü kudûmü anlamayan
Kafana “dümbelek” desem, yeridir.
Bak, bu mebhasde şâk idi sūfî,
Sana ondan “eşekk” desem yeridir!

(Ney ve kudüm sırrını anlamayan kafana dümbelek desem, yeridir. Bak bu mes’elenin gerçekliğinde sofular şübhecidir. Lâkin sana ondan daha şüpheci desem câiz olur!)

Şunu da belirtmeliyiz ki, san’at gayretinin gālib geldiği son devirlerde tanbur, kānun, keman gibi sazlar da âyînde refākat için kullanılan âletlere ilâve olunmuş; rebâb, istenilen her sesi çıkarabilecek bir bünyeye sâhib olmadığından, yerini zaman zaman kemençeye bırakmıştır. Mevlânâ’nın eserlerinde adı geçen ve küçük bir ‘arp’ı andıran ‘çeng’in şeklini de ancak eski minyatürlerden öğreniyoruz. Faaliyetleri boyunca birer konservatuar olmak vasfını muhafaza eden Mevlevîhânelerde Türk mûsıkîsinin sâdece dînî şekliyle uğraşıldığı sanılmamalıdır. Dînî eserlerin dışında kalan klasik üslûbda bestelenmiş parçaların çoğu da bu dergâhlarda yetişmiş san’atkârlara âiddir.

Mûsıkîmizin bünyesine uygun nota tertipleyen Abdülbâkî Nâsır Dede’den (1765-1820), bu san’atı “sonometre” üzerinde riyâzî ölçüleriyle inceleyen Atâullah Dede’ye (1842-1910) kadar nice mûsıkî âlimleri, Mevlevîhânelerin mensûbudurlar. İcrâ ettikleri sazın virtüozu olmuş bir haylı Mevlevî mûsıkîşinas ismi verilebilir. Bunlara misâl olarak Neyzen Aziz Dede’yi (Resim: 4, 1835-11205) ve talebesi -aynı zamanda hattat olan- Mehmed Emin Yazıcı’yı hâtırlatalım. Mevlevîlerin bu hududsuz san’atda gösterdikleri mahâreti, sözden ziyâde onların bıraktıkları mûsıkî eserleri isbât edeceğinden, bu bahsi kesmek yerinde olacaktır.

(Devamı önümüzdeki haftaya…)

Prof. Uğur Derman

Resim: 1 – Cevrî İbrahim Çelebi’nin hurde ta’lîk hattıyla istinsâh etdiği mesnevîlerden birinin beşinci cild unvan sahîfesi (1029/1620 tarihli, Süleymaniye Kütübhânesi, Halet Efendi-174, v.188b).


Resim: 2 – Sâmi Efendi’nin celî ta’lîkle yazdığı 1324/11206 tarihli “Yâ Hz.Mevlânâ, kuddüse sırrehu” levhası (Sabancı Üniversitesi SSM Hat Koleksiyonu’ndan).

Resim: 3 – Mevlevî tuğrakeşlerden Nâşid Efendi’nin 1288/1871 yılında çekdiği “Yâ Hz.Mevlânâ Mehemmed Celâleddîn-i Rûmî, kuddise sırruhü’l-âlî ” tuğrası, zer-endûd olarak işlenmişdir.

Resim: 4 – Neyzen Aziz Dede’nin resmi. Bu san’atkârımızın yetişdirdiği Emin Dede’den ney öğrenen son devrin en kıymetli amatör neyzeni, Ressam Halil Dikmen (11206-1964) tarafından yapılmıştır (Niyâzi Sayın Kolleksiyonundan)