Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi

A+
A-

Tasavvufta Mürid – Mürşid İlişkisi* 

Cemalnur SARGUT

Bugün beni buraya davet eden buranın sultanlarına şükürler ol­sun. Demek ki lâyık olmadığım için bunca sene buraya gelmek nasip olmadı. Hz. Pîr, Mevlana beni çok küçükken kabul ettiler; çünkü o her kusuruyla insanı kabul eden bir sultan. Gel, her neysen gel, diyor. Lâyık olana kadar beklemiş, olana kadar beklemiş olmalıyım ki bu­gün altmış yaşında Ümmi Sinan Hazretleri’nin huzuruna çıktım.

Halbuki çocukluğumdan beri hayatımı yönlendiren iki büyük sultandan biri Niyâzî-i Mısrî Hazretleri. Annem devamlı şu mısraları söylerdi:

Ben beni terk eyledim,
Gördüm ki ağyar kalmadı.

Yine Mevlâna’nın, Hz. Pîr’in şu sözleri, bizim evde her dakika, her saniye söylenirdi:

Yek-demi sohbet be Merdân-ı Hudâ
Bihter ez-sad sale buden der tükâ.

“Allah merdiyle (adamıyla) bir dem (an) sohbet, yüz yıl ibâdetten üstündür.”

Bu ikisini çok birleştirdim ben. Hep şöyle düşündüm: Demek ki Allah merdiyle sohbet ettiğimde ben beni terk ediyorum. Benliğim­den arınıyorum, geçiyorum. Bir merd evlâdı olmakla hep sıhhat bul­dum, Şeyh Gâlib Hazretleri gibi. Ancak “Bu âlemde zerrece itibarım varsa sendendir” dediği gibi Mevlâna’nın, ben de onun yirminci yüzyıldaki vârislerinden bir Kenan er-Rufâî âşıklısıyım. Kenan er-Rufâî’ye âşık olmanın Mevlâna’ya âşık olmak demek olduğunu ho­camdan öğrendim. Hocam bana bir şey daha öğrettiler. Bir mürşid önce çok iyi bir müriddir. Öyleyse bir mürşidi araştırıyorsan, mutlaka onun mürşidine bak!

Demek ki hocalar, bizim gibi taşları dile getiriyorlardı, onlara söyletiyorlardı. Onlardan insanlık makamına yükselmesi için fırsatlar yaratıyorlardı. Bunlar nasıl hocalardı ki? Onlar… Mevlâna gibi hoca­lardı, peki ben nasıl bir mürittim? Hocamın her zaman sık sık tekrar­ladığı, her taraf Şems-i Tebrizî dolu; ama Mevlâna gibi bir mürit ne­rede? Onun dediği bir mürit miydim?

Peki Niyâzî-i Mısrî nasıl bir mürid? Kimin müridiydi o? Çocuk­luğumda benim için Ümmî Sinan fikri, Eyüp’teki Sinan Hazretlerin­den ibaretti. Ona çok âşıktım. Huzuruna gider, saatlerce ağlardım. Dergâhında zikirlere katılırdım. Ümmî Sinan benim için o’ydu. Hem Mısrî Niyazî Hazretlerinin, Ümmî Sinan’ın öğrencisi olduğunu öğre­nince genç kızdım, çok sevindim. Sonra onun Elmalı’da yaşayan bir başka büyük sultan olduğunu öğrendim. O zaman kafam şöyle çakıl­dı. Demek ki ümmî kelimesi Sinanlara çok yakışıyordu. Ümmî, yani Peygamber gibi olan, yani ümm olan, yani “anne” olan, yani Mevlâna Hazretleri’nin buyurduğu gibi “memelerinden bahal bahal ilim sütü akan” o ümmî sultanlar! Nasıldı onlar ki, hiçbir şekilde akıl ve nefs süzgecinden geçirmeden Allah’ın mânâsını etrafa aksettiriyorlardı?! Onlar vahyi ilhama çevirmeden, hiç değiştirmeden, olduğu gibi ak­settiriyorlardı. Demek ki onlar özel insanlardı. Demek ki onlar, bütün vücutlarından arınmış, sâfiye makamına yükselmişlerdi. Demek ki onlar, Cebrail gibi ruh makamında ve diri idiler. Bunları düşündüm bir anda, Ümmî kelimesi Sinan adına ne yakışıyor diye düşündüm.

Sonra Mustafa Tatcı Hoca ile tanıştım. Gerçekten o bana Elmalılı Sevgililerini öğretti. Gerçi Musa Kazım Hazretleri’ni tanıyordum. Onun mürid-mürşid ilişkisini biliyordum. Abdal Musa Hazretleri büyük bir sultandı; çok etkilendiğim bir hikâyesi gece gündüz aklımı zorlardı benim. Abdal Musa aşk ve şevkle Allah’a ulaşanlardan. Ya­nında aynı mürşide bağlı, şeriate bağlı bir arkadaşı var; onunla hiç anlaşamıyorlar. Biri devamlı Abdal Musa’nın aşkındaki aşırılığını eleştiriyor; öbürü de diğerinin şeriatteki aşırılığını. Devamlı kavga halindeler; ama birgün padişah Abdal Musa’nın mürşidini tutuklatır, idama mahkûm eder. O zaman bu iki insan, bu birbiriyle hiç anlaşa­mayan iki insan, aynı anda bağırırlar: “Mürşidimizin yerine bizi assın­lar!” diye. O zaman farklılıklar kalkar. Demek ki bir mürşid nasıl bir şey yaratıyor ki, insanın içinde meşrepleri yok ederek mürşid aşkında insanları birleştiriyor?! Bunu gördüm ben Abdal Musa Hazretleri’nde.

Sonra diğer Büyük bir sultanın, İbn Arabî hazretlerinin şu dizele­ri beni mest etti:

“Camiye gidince bağırırlar, safları sıklaştırın diye. Safları sıklaştırmak niye? Öyle âşıklar bir araya gelir ve namazda öyle aşkla insanlar birleşir ki, aralarından görüş farkı kalkar.”

İşte buna hayat denir, yaşam denir. Demek ki mürşid huzuru, câmi gibidir. Demek ki omuz omuza geliyorduk, farklılıklar kalkı­yordu. Meşrepler değişiyordu. Allah aşkından başka her şey silini-yordu o huzurda.

O zaman kimdi Elmalılı Ümmi Sinan?! Ben onu tanımalıydım. Tıpkı bir zamanlar deli gibi Hazreti Şems’i tanımak için harekete geç­tiğim gibi. Mevlâna’nın, “o benim her saçımın bir teli Şems kesildi” diyen Mevlâna’nın o Şems’ini, o güneşini, o güneş gibi kendisini tanımak için harekete geçtiğim gibi. Gerçi hocam Kenan er-Rufâî’nin: “Mevlâ-na’nın her Şems deyişi Allah demektir; başka bir şey değildir. Ama hürme­tinden mürşidinin adını andı” diyor; ama o hürmete hürmet ettim ben her zaman. Hz. Şems’i andık hocamla birlikte elele.

Şimdi Ümmi Sinan’ı anıyoruz. Yine hocamla birlikte elele. Mısrî Niyazî Hazretleri’nin çocukluğumdan beri hayatımı değiştiren Ho­cam Kenan er-Rufâî’nin: “Bütün Kur’ân’ın Şerhi Mesnevî’dir; Mesne-vî’nin şerhi Niyazî Dîvânı’dır. Niyazî Dîvânı’nın şerhi âcizâne ilâhiyât-ı kelâmdır” buyurduğu Mısrî Niyâzî’yi tanımakla geçti ömrüm. O sanki Mesnevî gibi bütün tarîkatleri birleştiren ender güzel Sultanlardan biriydi. Onun bakışı ile mürşidine bakmaya çalıştım. Ve karşıma şu şiir çıktı:

Hak yolunun rehberi nefesidir Kâmilin,
Dil tahtının serveri nefesidir Kâmilin.

Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir K
âmilin.

İsteyü git Âdemi Âdemde bul Âdemi,
Sırr-ı “nefahtü” dem-i nefesidir kâmilin.

Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hakk’ı,
Bilesin sen ol mantıkı nefesidir Kâmilin.

Rûhu’l-kudüs demini Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı nefesidir Kâmilin.

Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen nefesidir Kâmilin.

Diri kılan tenleri zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri nefesidir Kâmilin.

Mevtâya etse nefes her yandan gelse ses,
Hasr eden ey hak-şinâs nefesidir Kâmilin.

Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,
Katresîn ummân eden nefesidir Kâmilin.

Bu nefes nasıl bir şeydi ki, kâmilin nefesi ölüleri diriltiyor, ölüm korkusunu yok ediyor?! Sabah hocamızın (Prof. Dr. Hayrettin Kara) saatlerce anlattığı ve “insanın psikolojisini bozan en büyük etken” dediği ölümü şevk–zevk kavuşma ânı hâline getiriyor; beklenen bir zevk hâline getiriyor?! Bu nasıl bir nefestir ki, insanı diriltir?! Ölmeyeceğini bilir insan, Yunus’un dediği gibi: “Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!” İnsanı âşık safhasına sokan, nasıl bir nefestir?!

Nefes kelimesini inceledim. Ebced hesabı ondokuzdu. Allah Al­lah… Ondokuz, “insan-ı kâmil” demek. Yine ebced hesabı ondokuz olan bir başka kelime buldum: Hikmet. Diriliş. Demek ki nefes, diriltici özelliğiyle insandaki nefsanî arzu ve istekleri yok ediyor ve insanı her an yeniden diriltiyor. O zaman Budistler’e üzüldüm. Onlar reenkar-nasyon diye tekrar tekrar dünyaya geldiklerini sanıyorlardı. Ama biz zaten her nefeste ölüp diriliyorduk. Her nefeste İbn Arabî’nin “halk-ı cedîd” tabiriyle “Hûûû!” diyor, ölüyor; Hay ismiyle yeniden diriliyor-duk. Eğer bu Hay ismi bir diriden, Cebrâil makamında bir mürşitten zuhur ederse neler yaratırdı?!

Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir Kâmilin.

Edepsizliğimi hoş görürseniz, bu bölümde kendimden bir örnek vermek istiyorum: On senedir beklediğim yavrum doğdu. Deli gibi sevinç içindeyim. Hasta dediler; üzüldüm. Herkese kızmaya başla­dım içimden. Nefsim azdı, öfkem kabardı. Hâşâ! Kapı açıldı, yapa­yalnızım; yalnız bebeğimi düşünüp ağlıyorum. İçeri hocam girdi. Demin, imanın nur olduğunu söyledi hocamız (önceki oturumda bildiri sunan bir konuşmacı). Nur girdi içeriye, nurdu. Ne çocuk kal­dı, ne eş, ne dünya kaldı, ne âhiret. Nur girdi içeriye; o bir vücut de­ğildi, Allah’ın nuruydu. Yanıma yanaştı; elinde bir gül vardı. Pey­gamberimin gülünü bana getirmişti. Kızımın adı da Gülüm’dü zaten. “İsmi ne güzel” dedi hocam bana. Yarım saat yanımda oturdu. Nef­simin bütün arzu ve istekleri inanın yok olmuştu. Cennet nedir dese­ler, işte burasıdır, diyecektim. Sonra çıktı gitti… Elime kitabını al­dım… Şöyle diyordu:

“Cennet neresidir? dediler. Senin olduğun yerdir. Cehennem neresidir? Dediler; olmadığın yerdir, diyecektim; ama olmadığın yer yok ki Allah’ım! Ey Hakk’ı bildiren, Hakk’ı öğreten! Yanımdan ayrılma!”

Böyle dedirtti bana. O zaman her yer cennet kesildi; ölümler zevk hâline geldi. Kızım öldüğünde annem bana secde ettirdi: “Ne şanslısın” dedi. “Hazret-i Fâtıma’nın kaderini paylaşıyorsun.” Ölümü böyle karşılattı bana tasavvuf. Aşk ve şevk ile. İşte mürşid, insanı nefsin bütün arzularından temizler, bıraktırır. Her şey gider o an, yalnız O kalır. O ve Siz. Hazret-i Mevlâna’ya göre:

“Eğitimci olan ay, gönül gözüne doğunca can gibi tüm dünyanın bede­nini canlandırır. Onun dudaklarından dökülen kelimeler şeker tadını verir. Herkes ondan tad alır. Gönül güzellikleri unutur; onun şarabı herkesi ken­dinden geçirir. Onun nuruna kimse dayanamaz; daima onu isterler. Onun aşk şarabını içenlerin canı da aydın kulağı da çok iyi işitir.”

Mevlâna, Mesnevî’de: “Yürüye yürüye, iki yolun ağzına geldim” di­yor. “Dervişlik budur” diyor ya: “Şükretmek ya da sabretmek… Ama” diyor; “Senin üzüldüğün şey olmazsa nasıl şükredeceğim, nasıl sabredece­ğim?” Peki, Mevlâna, mürşidin sözlerini, “gönülleri tıkayan yolları açan kanallar”a benzetir:

“Sen Yunus’u öldürdün mü, hiçbir arkta su kalmaz. Kuşluk güneşi ol­madıkça nasıl olur da tepeler belirir?! Çare de sensin, tuzak da sen. Şarap da sensin, kadeh de sen. Pişmiş de sensin, ham da sen.” Ham bırakma beni hocam!

Ümmî Sinan Hazretleri’ne dönersek, Âdem’den bahsediyor; kim­dir Âdem? Âdem, Allah’ın zâtının tecellî ettiği, zâtının, isim ve sıfat­larının tecellî ettiği sultandır. Zât nedir ki, senelerce bunu öğrendim?! Zât, zât… Bilinemeyen zât… Anneme sordum, zât nedir? Gülü anlattı bana: “Gülün ismi, gül” dedi. “Sıfatları vardır, canım kızım” dedi. “Renkleri, yaprakları, yumuşaklığı; ama bir odada gülün olduğunu ancak kokusunu duyunca hissedersin. İşte gülün zâtı kokusudur” dedi. “Allah’ın korkusunu duyuran insan-ı kâmilin adı Âdem’dir.” Âdem’e secde etme­dikçe, şeytan makamına yükselir insan. Bu secde Allah’a secdeye benzemez. Allah’a secde, O’nun önünde yok olmaktır. Âdem’e secde onda tecellî eden Allah sözlerini dinlemektir. Allah’ın sözlerine uy­mak, ona biat etmek, ondan gözüken Allah’ın hakîkatine tamamen teslim olmaktır. İşte Âdem’e secde budur.

İsteyü git Âdem’i
Âdem’de bul Âdem’i

Eğer, diyor Ümmî Sinan Hazretleri, “rûhumdan ruh üfledim” sırrı­nı öğrenmek istiyorsan, Âdem’i bul! “Rûhumdan ruh üfledim” diyor Allah Azimu’ş-Şan. Rûhullah olan Cebrâil’den ruh üfledim, insanoğ­luna. Rûhullah olan Cebrâil’den, diri olan Cebrâil’den. O halde insan­ı kâmil diridir; üfler ve bizi diriltir ve bizde varlık oluşturur. Sabah­tan beri konuşuyorum; şahsiyet şahsiyet… ne şahsiyeti! Şahsiyet ola­maz; işte bize üfleyince o, bizde tecellî edince şahsiyet oluşuyor. On­dan önce biz bir hiçiz. Sonrada hiçiz. Yalnız O var, başka hiçbir şey yok!

Ama Mevlâna diyor ki: “İhtiyaç elini aç, ilâhî kadehi al da can şarâbının parıltısı yüzüne de vursun, gönlüne de. İste!” diyor Mevlana: “İste! Âdemi ara!” Demin ne kadar güzel konuştu hocamız: “Ara! yürü, daima hareket hâlinde ol! Dön! Çünkü hareket seni Allah’a kavuşturacak.” Durmak, ölmek demektir. Durmak geriye tekâmül etmek demektir. Git! Mürşid ara! Gerçi ezelde mürşid seni bulmuştur; ama sen arayıcı ol! Terbiye olmak için arayıcı ol! Şu nefsten kurtulmak için arayıcı ol! Bu nefsten kurtulmak bize fayda; kimseye değil.

Yine Mevlâna: “Söz dinleyenin anlayışı nisbetinde gelir. O hikmeti çekmedikçe hikmet çıkmaz” diyor. Mevlâna diyor ki: “Şükret, şükret! Şü­kür memesini emmedikçe, Allah şükredecek bir şey vermez. Hep iste! Hep talep et! Hep Allah’tan Allah’ı iste! Başka şey isteme! Ekinlere benziyoruz cancağızım, şu meydanda bitmiş dudaklarımız” diyor Mevlâna ve mürşi­dine yalvarıyor: “Sula beni! Sula beni ki Allah’ımı her an daha çok idrak edeyim. Peygamber de öyle buyurmadı mı: Ben çocuklara öğretmen olarak gönderildim.”

Mısrî Niyâzî çok enteresan bir şey söylüyor:

Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hakk’ı,
Bilesin sen ol mantıkı nefesidir Kâmilin.

Necm sûresi mirâcı anlatır. Demek ki ben bundan ümitlendim; dedim ki, bu nasıl bir miraç? Ben de yapabilir miyim? Ümit geldi. Yaparım. Kendi çapımda yaparım; Peygamber gibi yapamam. Ama nasıl yapacağım? Gelin sûreyi beraber tasavvufî anlamıyla, Hazret-i Pirlerin yardımıyla inceleyelim:

“Batmakta olan yıldıza andolsun ki, …” Nasıl bir yıldızdır ki o? Mısrî Niyazî, İrfan Sofraları adlı o muazzam kitabında, yıldızları yere göğe koyamıyor. Onlar diyor, insanları aydınlatan, yollarını gösteren sultanlardır. Kâfiri de taşlayan taşlardır. Ama bu yıldız tutuyor ne demek istiyor Allah, Hazret-i Peygambere “batmakta olan yıldız adına” derken? Yani nefsinin bütün arzu, istek, her şeyini bırakmış bir Pey­gamberden bahsediyor. Allah’ın huzuruna çıkacak başına pislikli işkembe geçmiş, taşlanmış, aşağılanmış, Allah bütün sevdiklerini elinden almış. Hiçbir peygamberin yapmadığı bir şeyi yapmış. “Al­lah” demiş. Sadece “Allah” demiş. Bir kere bile ümit kesmemiş. Bir kere sorgulamamış. “Neden? Ne için?” Hiç dememiş. Mübarek kızı­na, karşısına geldiğinde ayağa kalktı. Hakîkatini onda gördüğü kızı­na Ebû Cehil tokat atmış. Ebû Süfyan Hz. Fâtıma’yı koruduğu için Allah onun evini korumaya almış. Bütün bunlara dayanmış bir sul­tan. Her şeyini teslim ettikten sonra mirâca çıkıyor. Öyleyse mirâca çıkmanın yolu teslimdir. Neyin var, neyin yoksa; benliğini, nefsini, kendini, vücûdunu, Allah’tan başka hiçbir şey bırakma! Her nereye dönsen O’nun vechinden bir şey kalmasın. O zaman müjde gelir: “Arkadaşınız sapmadı ve azmadı…” Burası çok tehlikeli bir yerdir! Al­lah, ona yakınlaştığında edebini kaybetmeyen boncuk boncuk terle-riyle kendisini dirilten Cebrail vasıtasıyla en yüksek derecesine ula­şan peygamberi görüyoruz. O kendi istek ve düşüncesine göre ko­nuşmaz. Görüyoruz ki, bu seviyeye gelmiş olan Peygamber, artık Allah ondan konuşur haldedir. Öyleyse Peygamberin sözü tartışılmaz! Peygamberden zuhur eden üzerinde konuşulmaz! Onun sözü Al­lah’ın sözüdür. Onun konuşması, ancak bildirilen bir vahiy iledir. Allah bu sözleri teyit ederek: “Onun konuşması vahiydir…” diyor; o vahyi anlatır, vahyi oluşturur; çünkü o ümmîdir. Çünkü onda benlik yok, nefis yok; aklını bıraktı. Cebrâil bile sidrede kaldı. Aklın künhü-nü bile terk etti. O yalnız Allah’ıyla, artık aşkından başka hiçbir şey kalmamış vücuduyla mirâca çıktı. Bu vahyi, ona müthiş güçleri olan Cebrâil öğretti. Demek ki bu şey lâzım. Peygambere bilecek gaye lâ­zım; yol göstecek.

İbn Arabî şöyle der: “Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem sor­du Cebrail’e, dedi ki: Niye geliyorsun? Niye geliyorsun ki, benim sana ihti­yacım yok. Ben Allah’ının huzuruna çıkacağım. Cebrâil dedi ki: Allah en sevdiğini huzuruna çağırırken, en yakını olan idraki ona yoldaş eder.”

İşte mürşid kişinin idrakidir. Mürşidin nefesi idrakleri artırır. Di­riltir bizi! Allah Allah!.. Hiç bilmediğimiz şeyleri hissettirir. Gönül gözlerini açar. Belki hani büyük Sultan Veled, Baba Veled gibi şöyle bağırttırır: “Ben Allah’ı görüyorum! Yemin ederim ki görüyorum!” “Gö­remezsin!” derler. O da: “Görüyorum!” der. “Bu gözle değil; öyle yok oldum, öyle hiç oldum, öyle benlikten arındım ve o kadar var ki yokluğumda varlığını hissediyorum, bundan güzel görmek mi olur?!” O akıl görünü­şünde kuvvetli bir melektir. Hemen doğurulur. Ve o en yüksek ufuk­ta olur. Demek ki idrak bir insanın insan olarak gelebileceği en yük­sek ufuktur.

Bilmiyorum, Hira dağını gördünüz mü? Hiç gördünüz mü bil­miyorum; Hıra’nın içine girdiniz mi? Sanki, –benim edepsizliğimi hoş görsün hocalar– Sidre-yi Müntehâ orası gibi gelir bana, bazen gitti­ğimde. Hiç değişmeyen, bâkir olan yegâne yer! Mis gibi Peygamber kokuyor. O nasıl bir yerdir ki, iki büklüm, Koca Sultan Allah’ı ile iki büklüm baş başa kalmanın zevkini yaşamış. Allah’ında yok olmanın zevkini yaşamış. “Oku!” der Allah ona; okuma yazma bilmeyene “Oku!” der Allah: Her yerde beni oku. Her şeyde beni oku. Sonra Allah, bu seviyeye gelmiş olan Hz. Peygamber’e doğru… Bu nasıl bir andır ki, melâike seslendi Hz. Muhammed’e: “Yâ Muhammed! Bekle! Rabbin salâtta. Bekle, Rabbin salâtta. Rabb salâtta. Rabbin sana tenez­zül edecek; artık sen onu bilemezsin. O sana tenezzül etmezse, sen onu idrak edemezsin.” Burası sanki Marzıyye makamı gibidir. Yani artık Allah bizden memnun oluyor. Biz râzı olduk zaten O’ndan. O bizden memnun oluyor. İnşallah. Ve O’nunla arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut daha az kaldı. Bir görüş mesafesi vardı orada. An­neme sordum: “Ne gördü Peygamber?” “Kendi hakikatini Nûr-ı Muhammediyye’yi gördü” dedi. Yaratılış sebebini gördü. Hakîkatini gördü.

Öyleyse her şeyden arınarak bir kâmil mürşidin nefesi ile her şeyden arınarak Sidre’ye kadar gidersek, kâmil mürşid orada kendini aradan çeker. Tıpkı Cebrâil gibi, tıpkı Hz. Şems gibi. Ondan sonra artık Allah herkese kendindeki hakîkati gösterir. Kendindeki Allah’a ait ismin hakîkatini, şahsiyetini, hüviyetini gösterir: “Orada kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti. Gözün gördüğüne kalp yalan demedi.” Bu öyle bir andır ki, artık kalp itmi’nân bulur; tatmin olur; mutmain olur. Her şeye iman eder. İşte, ilim insanda bu hâle geldiği zaman kemâl noktasına erer. Artık o ilmi o insana anlatır ve anlattığı zaman te’sir eder. Çünkü kalbiyle aklı o insanda birleşmiştir. Emniyet ver­miştir. Ey inkârcılar! Onun gördüğü şey hakkında tartışır mısınız? O Cebrâil’i başka inişinde de görmüştür. Bundan anlaşılıyor ki mirac, Peygamber için tekrarlandı. Çünkü Peygamber Allah’ın hep huzu-rundaydı. O en uçtaki ağacın yanındaydı. Yani Sidre-yi Müntehâ’daydı. Demek ki, geri dönüşte mürşid yine bizi bulur. Ve yine o anın zevkini bize yaşatır…

“Muhammed’in gözü ne yana kaydı; ne de öteye geçti.” İşte kâmil in­sanın nefesi, insanı yalnız Allah’a bakar hâle geçirir; gözler başka bir tarafa bakamaz. Râbiatü’l-Adeviyye şöyle anlatıyor: “Bir beyefendi ile gidiyordum. Bana ne kadar mükemmel biri olduğumu, ne kadar Allah sevgi­si olan biri olduğumu; bu yüzden de bana ne kadar hayran olduğunu anlatı­yordu. Güldüm. Dedim ki: Arkamdan gelen kız kardeşim, benden daha mü­kemmel! Hemen döndü ve baktı. Ben de ensesine şaplağı vurdum. Sen daha beni sevdiğini söylerken başkasına bakıyorsun. Ya Allah’ı sevdiğini söyler­ken?!…”

Bu nasıl bir andır ki, “İşte bugün mürid kimindir?” sorusuna bir tek cevap vardır: “Her şey senin Allah’ım. Sen’den başkası yoktur.”

Rûhu’l-kudüs demini Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı nefesidir Kâmilin.

Mısrî Niyâzî de aynı şeyi söylüyor: Eğer dirilmek istiyorsan, yükselmek istiyorsan, sen de mirâcını yapmak istiyorsan; Âdem’in nefesini iste! Yani Ümmî Sinan’ın nefesini iste!

Hz. Mevlâna diyor ki:

“Gönül tenceremi kaynat, coştur suyumu! Toprağımı yak! Yazımı künyemi yırt gitsin! Ne devletsin, ne ihsansın sen! Yak da yetişip gelişeyim! Yanışa ait sözler söyleyeyim. Huyum öd ağacına benzesin ne devletsin, ne ihsansın sen!”

Yine Mısrî Niyâzî’nin şiirinden:

Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen nefesidir Kâmilin.

Zâtın özü, zâta varmak için istenen feyz ve bu feyze kavuşmak, ölümsüzlük, nefesidir kâmilin. İşte bu da öyle bir zevk olur ki, her eksik tamama gider. İnsanı, kâmil mürşid insanı adam eder. Şöyle diyor Mevlâna:

“Bir kurda rastlasam, ay yüzlü Yusuf olur. Bir kuyuya girsem, İrem Bağı kesilir. Nekeslikten gönlü demire, taşa çeviren kişi, benim kapımda cömertlikte, bağışta vaktin Hâtem’i olur. Toprak bile avucumda altın oluyor, ham gümüşe dönüyor. Artık altın, gümüş fitnecisi nasıl vurabilir yolumu?”

Mevlâna burada coşmuş; kâmil olduğunu aşikâr ediyor. Hani “Devrin Ahmed’iyim ben…” dediği şiiri var ya; o, devrin Ahmed’idir; devrin Âdemi’dir; nefesinde diriltir:

Diri kılan tenleri zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri nefesidir Kâmilin.

Öyle ya… Hepimiz Hocamızın huzuruna ölü gittik. Baştan aşa­ğı… Test etmeye gittik. Öğrenmeye gitmedik. Mürşidi test etmeye gittik. O bize değdi. O nasıl bir değişti? Bunu çok sevdiğim bir ağa­beyimden anlatmak isterim size. O ateist biri iken, birgün felsefe ho­cası Allah’tan bahsetmiş. O da demiş ki hocasına: “Sen o kadar çir­kinsin ki, tabii ancak senin yüzüne Allah’tan başkası bakmaz. Onun için sen de Allah’tan bahsediyorsun.” Hoca şöyle cevap vermiş: “Ha­kikaten doğru mu söylüyorsun oğlum? Sen saf ve temiz bir çocuksun, Allah benim yüzüme bakıyorsa ne kadar şanslıyım!” Bu sözü o kadar etkilemiş ki ağabeyimizi, hocanın peşine takılmış; Yunus Emre şenlik­lerine gitmiş. Herkesle alay ederim demiş; bir güzel etrafla dalga ge­çer gelirim, demiş. Ona dönmüş lâf atmış, buna dönmüş lâf atmış. Tam oraya buraya sataşırken, omuzuna bir el değmiş; sadece bir el değmiş: “Hadi oğlum, namaza gidelim!” demiş. Sadece değdi, diyor bu ağabeyim. Beni namaza götürdü. O güne kadar hiç namaz kılma-mıştım. Namaza inanmazdım. Abdestim yoktu. Namaza durdum arkasında, yaptığını yaptım. O öyle bir andı ki, ben ilk defa nûr-ı ilâhî ile tanıştım. Ne yüzünü gördüm; ne bildim. Bana İstanbul’da oldu­ğunu söyledi. Şu semtte oturuyorum, dedi. Para buldum; İstanbul’a gittim. Koklayarak evini buldum ve ondan sonra ondan hiç ayrılma­dım. İşte insanı, ölüyü dirilten nefesidir kâmilin.

Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,
Katresin ummân eden nefesidir Kâmilin.

Mısrî Niyâzî katrede ummân olmuş bir sultan. Onu nasıl anla­rız?! Diyor ki: “İyiyi kötüyü bir bilmeyen, ne anlasın bizi! Hayvan olan ne anlasın; insan olan anlar bizi!” Ben onun mürşidine olan aşkını anlatan şiiri ile konuşmamı bitirmek istiyorum efendim.

Kanı bir mürşid-i kamil isteyen,
Yetiş Elmalı’da Ümmî Sinan’a.
Kalbim marazından kurtulan diyen,
Yetiş Elmalı’da Ümmî Sinan’a.

Gerçi her köşede “Şeyhim” der çoktur,
Binde birinin de irfanı yoktur.
Mürşid-i kamilin tarîki Hak’tır,
Yetiş Elmalı’da Ümmi Sinan’a.

Allah fillah irşad yoluna durmuş,
Yoluyla ehlinden usûlün almış,

Sinesi nur ile öylece dolmuş,
Eriş Elmalı’da Ümmî Sinan’a.

Âyetin Hadis’in sırrın anlayan,
Daim tevhid ile gönlün eyleyen,
Biçare Mısrî’nin sözün dinleyen,
Eriş Elmalı’da Ümmi Sinan’a.

Bizi buraya eriştiren, huzuruna kabul eden Elmalı’nın Güzelleri­ne şükürler olsun! Hepinize teşekkür ederim.

 

  • Elmalı’da Kişilik Oluşumu ve Nefsin Terbiyesi Kitabı
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.