ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ÇELEBİLERİN İLMÎ, TASAVVUFÎ, İCTİMÂÎ, SİYÂSÎ ŞAHSİYETLERİ

A+
A-

Betül SAYLAN*

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ÇELEBİLERİN İLMÎ, TASAVVUFÎ, İCTİMÂÎ, SİYÂSÎ ŞAHSİYETLERİ

A) ÇELEBİLERİN İLMÎ VE TASAVVUFÎ ŞAHSİYETLERİ

1) Çelebilerin Tahsîli

Çelebilerin kaliteli bir tahsil gördüğü kaynaklarda zikredilmektedir. Sultan Veled’den başlamak üzere evlâd-ı Mevlânâ’nın zamânlarının şartlarına göre tahsil hayâtları olmuştur.

a) Makam Çelebileri:

Sultan Veled, tahsil hayâtına küçük yaşlarda başladığını, “Ben sakalı yeni bitmiş bir çocuktum. Yazı yazmaya da yeni başlamıştım…”, 1202  “Ben çocuktum, Şam’da ilim tahsîli ile meşguldüm…”  1203  sözleriyle ifâde etmektedir. Ve, “Mevlânâ Hazretleri, Veled ve Alâeddîn’i dînî ilimleri tahsil için Şam’a gönderdiği ve bunun üzerinden uzun müddet geçtiği sıralarda…” 1204, “Şam’da tahsil ettikten ve türlü ilimlerde parmakla gösterilen bir hâle geldikten sonra Haleb’e gittim. Tartışmaya bayılan bütün bilginleri, her fenden sordukları suâllerde yendim…” 1205 ifâdelerinden ilim tahsîli için uzun seyâhatler yaptığını, başarılı bir tahsil hayâtının olduğunu; “Gençliğimin ilk çağında, babam hazretlerinden Akıncı Medresesi’nde Hidâye 1206  okuyordum. Okuduğum yeri bitirince, babam orayı tekrâr etti ve hemen arkasından yeniden okudu…” ifâdelerinden de, hocalarının arasında babası Mevlânâ’nın da bulunduğunu ve fıkıh ilminde önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Zîrâ, bâzı Hanefî tabakātlarında Sultan Veled, “İmam ve Fakih” olarak nitelendirilmektedir. 1207 Ayrıca, Hüseyin Vassaf da, bir sûfî tabakātı olan Sefîne-i Evliyâ’da Sultan Veled’den bahsederken; “Sultan Veled hazretleri, eimme-i kirâm ve fukahâ-yı izâmdandır. Konya’da hayli zaman neşr-i ulûm buyurup, ba’dehû isr-i pedere ittibâ etti” 1208 ifâdelerini kullanarak, önce Sultan Veled’i “âlim” ve “fakih” olarak niteledikten sonra, tasavvufî hayâtı hakkında bilgi vermektedir.

Tahsil hayâtı hakkında kesin bir bilgiye sâhip olmadığımız Ulu Ârif Çelebi (ö. 719 h./1320 m.) ise 675 senesi Rebîulevvel’inin 12. günü (24 Ağustos 1276) 4 yaş, 4 aylık iken Mevlânâ Selâhaddîn Malatî’den (Malatya’lı Selâhaddin 1209 ) Kur’ân-ı Kerîm ta’lîm etmeye başlamıştır.1210 Ayrıca, Sultan Veled oğlu Ulu Ârif Çelebi’yi Hüsâmeddin Çelebi’nin taht-ı terbiyesine vermiştir.1211 Kaleme almış olduğu rubâî ve gazellerinden edebiyat eğitimi aldığını söylemek de mümkündür.

Zaman zaman çelebiler, evlâtlarının tahsîlini üstlenmiş; maddî-mânevî tahsîllerini tamamlamalarının akabinde evlâtlarına hilâfet vermişlerdir. Meselâ, Şemseddin Âbid Çelebi (ö. 739 h./1338 m.), oğlu Emir Âlim Çelebi’yi (ö. 798 h./1395 m.) taht-ı terbiyesinde yetiştirmiş ve hilâfet vermiştir.1212 Hüsrev Çelebi (ö. 968 h./1561 m.) ise, makam çelebisi olan dedesi Cemâleddin Çelebi (ö. 915 h./1509 m.) tarafından yetiştirilmiştir. 1213

Ferruh Çelebi (ö. 1010 h./1601 m.) zamân-ı meşîhatine gelindiğinde ise, Hz. Mevlânâ’nın Konya’ya geldiğinde konaklayarak bir müddet müderris olarak vazîfe yaptığı Altunapa/Karatay Medresesi, çelebilerin husûsî eğitim aldıkları bir müessese olmuştur.1214 Bu dönemden sonra çelebilerin bu medreseye devâm ettiğini düşünmekteyiz.

II. Bostan Çelebi’nin (ö. 1117 h./1705 m.) zamân-ı meşîhatinde, Şeyhülislâm Seyyid Feyzullâh Efendi (ö. 1115 h./1703 m.), çelebilerin devam ettiği özel okulları olan Sultan Veled Medresesi ve Karatay Medresesi’nin, çelebiler tasarrufundan alınarak, ulemâya verilmesine sebep olmuştur.1215 Kısa süreli bu uygulama sonrasında çelebiler medreselerine kavuşmuştur.

Sultan Veled Medresesi de, çelebilerin devâm ettiği, onlara has bir eğitim kurumudur. Burada   çelebiler   Dergâh   için   gerekli   ilimleri   tahsil   etmektedirler.   Bu   eğitim   süreci   sona erdikten   sonra   1001   günlük   çileye   soyunan   çelebilerden,   çileyi   tamamlayanlar   Dergâh’da hücre sâhibi olmuşlardır. Günümüzde iki okula âit olan binâların kitâbesinde;

Medrese-i Sultan Veled idi an-asıl bu mahal
Şimdi mekteb oldu ferzendân-ı Mevlânâ’ya hâs
Postnişîn Vâhid Efendi’dir sebeb-i inşâsına
Sıdkıyâ târîhi “mekteb-i mes’ adet-efzâ menâs”

kıt’asının bulunduğu aktarılmaktadır. Kitâbeden anlaşıldığına göre mektebin Abdülvâhid Çelebi (ö. 1325 h./11207 m.) zamân-ı meşîhatinde tâmirâttan geçerek faaliyete geçtiğini söyleyebiliriz.1216  Veled Çelebi (İzbudak) de, hâtırâtında Sultan Veled Medresesi’ne devâm ettiğini nakletmektedir.1217

Çelebilerden husûsî ders görenler de olmuştur. Meselâ, II. Hacı Bostan Çelebi (ö. 1117 h./1705 m.), Elmalılı Halil Efendi’den ders görmüştür. 1218 Mehmed Saîd Hemdem Çelebi de (ö. 1276 h./1858 m.), küçük yaşlarda postnişîn olmuş olması hasebiyle kendisine husûsî bir hoca tahsis edilmiştir. Sertarîk Hasan Emir Dede’den ders görmüştür. 1219 Veled Çelebi ise, Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı ile Şam’da bulunduğu zamân zarfında, Medîne’de Bedreddin Efendi isimli bir âlimden 3 yıl süreyle Buhârî ve Müslim; Mekke’de Şeyh Kettânî’den hadis okumuş ve icâzetnâme almıştır. Bir müddet Şam civârında tahsil hayâtına devam eden Çelebi; bu coğrafyanın kıymetli âlimlerinden de tefsir ve hadis tahsil etmiştir.1220Ayrıca yakın çevresi, Veled Çelebi’nin ömrü boyunca hergün önce Kur’ân-ı Kerîm, sonra hadis eserleri, sonra Mesnevî ile meşgul olduğunu belirtmişlerdir.1221 Veled Çelebi’ye âid olan ve mezar taşında yazılı bulunan şu dörtlük bunu doğrular mâhiyettedir:

Geçdim hevesât-ı dünyeviyyeden
Zevk aldım umûr-ı uhreviyyeden
Yâ Rab beni bir nefes ayırma
Kur’ân u hadîs ü Mesnevî’den

Zaman içerisinde çelebiler, yalnızca dinî ilimleri tahsil etmekle iktifâ etmemiştir. Çelebiler arasında Fransızca dersi aldığı mâlumâtını edindiğimiz ilk kişi Abdülhalim Çelebi’dir.(ö. 1343 h./1925 m.) 1222

Konya Dergâhı’na, makam çelebisi olacak şeyh namzedleri, Manisa Mevlevîhânesi’ne şeyh tâyin edilmişlerdir. Manisa Mevlevîhânesi, XVII. asrın ikinci yarısından îtibaren çelebilerin vazîfe yaptıkları bir mevlevîhânedir. Esâsen Manisa da, Osmanlı Devleti’nde tahta çıkacak şehzâde adaylarının idârî görev yaptıkları bir vilâyettir. Zaman içerisinde de, II. Selim’den îtibaren bu statüdeki yegâne merkez olmuştur. Manisa şehrinin bu önemli konumu, mevlevîlerin Manisa Mevlevîhânesi’ne daha da önem vermelerine sebep olmuştur. Son dönemde, Mahmud Sadreddin Çelebi’nin (1299 h./1881 m.) vefâtından sonra posta oturan İbrâhim Fahreddin Çelebi (ö. 1299 h./1881 m.), ağabeyi Mahmud Sadreddin Çelebi’nin 1299 h./1881 m.’de vefâtı esnâsında Manisa Mevlevîhânesi şeyhidir. Yine Abdülvâhid Çelebi de 1301 h.-1305 h./1884 m.-1887 m. seneleri arasında Manisa’da postnişînlik makāmında bulunmuştur.1223

b) Makam Çelebisi Olmayan Çelebiler:

Mevlevîlik’te makam çelebisi olarak vazîfe yapmayan çelebilerin de tahsîline ehemmiyet verilmiştir. Meselâ, Karahisar çelebilerinden Dîvânî Mehmed Çelebi (ö. 936 h./1530 m.), Denizli mevlevîlerinden Vakıf Köyü imamı olarak vazîfe yapan Fenâyî Dede’den Kur’ân-ı Kerîm tahsil ederek eğitimi hayâtına başlamıştır.1224

Dîvânî Mehmed Çelebi’nin torunu olan Şâh Mehmed Çelebi (ö. 1000 h./1591 m.) de hem maddî hem de mânevî olarak babasının terbiyesinden geçmiştir. Doğumunun ardından babasının, hırkası içerisine aldığı bebekle bir müddet murâkabeye daldığı ve daha sonra da bebeğin ağzını tükürükleriyle sıvazladığı ve bu hareketin de Şâh Mehmed Çelebi’nin terbiye ve tabiatında etkili olduğu rivâyet edilmektedir. Bunun hâricinde de babasının tedrîsinden geçerek mevlevî meşâyıhı arasında mühim bir yer edinmiştir.1225

Kütahya Mevlevîhânesi ilk postnişîni Celâleddin Ergūn Çelebi (ö. 775 h./1373 m.), mânevî büyüklerin sohbetlerinde bulunduğu bir zamânda, âlem-i mânâda Hz. Mevlânâ’yı müşâhede etmiş ve Hz. Mevlânâ’nın emrine itâaten Konya Mevlânâ Dergâhı’na giderek makam çelebisi Hüsâmeddin Vâcid Çelebi (ö. 742 h./1342 m.) ve Emir Âlim Çelebi’nin (ö. 751 h./1350 m.)  meclislerinde  bulunmuş,  terbiye  edilmiş  ve  Kütahya  Ergūniye Mevlevîhânesi’ne postnişîn tâyin edilmiştir.1226

Mevlevîlik’te mühim bir yeri olan hanım çelebi ve halîfelerin de tahsîline önem verilmiştir. Nitekim Karahisar çelebilerinden Şâh Mehmed Çelebi’nin kızı Destinâ Hanım’ın (ö. 1040 h./1630 m.) hâfız-ı Kur’ân olduğu; babasından hadis ve tefsir tahsil ettiği; Mesnevî’nin esrârına da vâkıf bir hanım olarak halkı Mesnevî husûsunda mâlumatlandırdığı bilinmektedir.1227

Yine Destinâ Hanım’ın yeğeni, Küçük Muhammed Çelebi’nin (ö. 1045 h./1635 m.) de kızı olan Güneş Hanım’ın da iyi bir tahsil gördüğünden ve Farsça ve Arapça’ya hâkim olduğundan bahsedilmektedir.1228

III. Muhammed Ârif Çelebi’nin (ö. 1052 h./1642 m.) kızı Kâmile Hanım da babasının taht-ı terbiyesinde yetişmiştir. O zaman hanımları yetiştirecek hanım bir hoca bulunamadığından, III. Muhammed Ârif Çelebi kızını kendisi yetiştirmiştir.1229

Sefîne’de zikredilen bir diğer hanım Hacı Fâtıma Hanım (1122 h./1710 m.) ise annesinin taht-ı terbiyesinde yetişmiştir. Mesnevî takrirleri ve ilim tahsîline vaktini hasreden Hacı Fâtıma Hanım’ın bir de Dîvan sâhibi olduğu da rivâyet edilmektedir. Ancak bu Dîvan, Mehmed Saîd Hemdem Çelebi (ö. 1276 h./1858 m.) tarafından kopya edilmek üzere emâneten Konya’ya götürülmüş, ancak Dîvan Konya’dan geri dönmemiştir.1230

c) Çelebilerin Verdikleri Eserler:

Bâzı çelebiler, tahsil hayâtları ve vâris oldukları mânevî mîras netîcesinde birtakım eserler ortaya koymuşlardır. Bize ulaşan eserleri göz önünde bulundurduğumuzda, çelebilerin şiir husûsunda mâhir olduklarını söylemek mümkündür. Çelebiler arasında dîvân sâhibi olduğunu bildiğimiz 6 çelebi (Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi, Dîvânî Mehmed Çelebi, Burhâneddin İlyas Çelebi, Hacı Fâtıma Hanım ve Mustafa Sâkıb Dede) bulunmaktadır.

Bu dîvânlardan bir kısmının mevcûdiyeti rivâyetten öteye geçmez. Bir kısmı da çeşitli serencâmlar netîcesi kaybolmuştur. Hacı Fâtıma Hanım’ın Dîvân’ı Mehmed Saîd Hemdem Çelebi tarafından kopya edilmek için Konya’ya götürülmüş, ancak Dîvân Konya’dan geri dönmemiştir. Sefîne müellifi Mustafa Sâkıb Dede’yi de çelebi âilesine dâmat olması hasebiyle çelebi olarak addettiğimizde 6 çelebinin dîvân sâhibi olduğunu söyleyebiliriz.

Sefîne’yi incelememiz esnâsında, çelebilerin müretteb dîvânları bulunmasa da çeşitli vesîlelerle şiirler inşâd ettiklerini ve çeşitli mahlaslar kullandıklarını tesbit ettik. Nitekim, Ferruh Çelebi (ö. 1010 h./1601 m.) 995 h./1586 m. târihinde vazîfesinden azledilmesi sebebiyle hissettiklerini Gazel-i Azl adını verdiği bir şiirde ifâde etmiştir.1231 Kütahya Mevlevîhânesi postnişîni Celâleddin Ergūn Çelebi (ö. 775 h./1373 m.) de dîvân sâhibi olmamakla berâber Gencnâme adında, insân-ı kâmili târif ettiği bir şiir ile Sefîne’de zikredilmektedir. Hüsrev Çelebi (ö. 968 h./1561 m.), I. Bostan Çelebi (ö. 1040 h./1630 m.), Ebûbekir Çelebi (ö. 1052 h./1642 m.) ve II. Ebûbekir Çelebi (ö.1198 h./1785 m.) de Sefîne’de kıt’aları ve gazelleri bulunan çelebilerdir.

Çelebiler, manzum eserler hâricinde mensûr eserler de vermişlerdir. Kütahya Mevlevîhânesi postnişîni Celâleddin Ergūn Çelebi’nin, mevlevî âdâb ve erkânını, mevlevî mukābelesinin remizlerini şerheden İşâretü’l-Beşâre isimli bir eseri bulunmaktadır. Yine Celâleddin Ergūn Çelebi’ye âid 40 hikmetli sözün Mustafa Sâkıb Dede tarafından şerhedildiği bir risâle (Çihil Kelime-i Tayyibe Şerhi) de, Sefîne’de İşâretü’l-Beşâre ile birlikte yer almaktadır.

Karahisar Mevlevîhânesi şeyhi Dîvânî Mehmed Çelebi’nin (ö. 936 h./1530 m.) de mevlevî  âdâb  ve  erkânını  ihtivâ  eden  bir  risâlesi  bulunduğu  rivâyet  edilmekteyse  de  tesbit edemedik. Aynı şekilde mevlevî mukābelesine son şeklini veren Pîr Âdil Çelebi’nin (ö. 865 h./1460 m.) de bu konuda bir risâlesi bulunduğu zikredilmektedir.

Çelebiler arasında en fazla eser veren ise, makam çelebisi Veled Çelebi (İzbudak)’tır. Veled Çelebi (ö. 1372 h./1953 m.) bilhassa Mesnevî yi Türkçe’ye tercüme etmiş olmakla, Mevlevîliğe çok büyük bir hizmette bulunmuştur. Bunun hâricinde, Hz. Mevlânâ’nın vasiyetini Hayrü’l-Kelâm adıyla şerhetmiş; Sultan Veled’in Dîvân ’ındaki, İbtidânâme ve Rebâbnâme’deki Türkçe şiirlerini derleyerek Sultan Veled’e âid Türkçe bir dîvân (Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled) oluşturmuştur. Yine, Hz. Mevlânâ’nın babası Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’den başlayarak Sultan Veled’e kadar Hz. Mevlânâ’nın hoca ve talebelerini, mevlevî büyüklerini zikrettiği Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târîhiyyesinden Mevlânâ ile Ricâli -Menâkıb isimli bir ilk dönem Mevlevîlik târihi eseri bulunmaktadır. Veled Çelebi, kendi hâtıralarını da kaleme almış ve bu hâtıralar son dönem Mevlevîlik târihi, çelebilerin münâsebetlerini göstermesi açısından mühim bir eserdir.

Veled Çelebi, siyâsî görüş îtibâriyle Türkçülüğü benimsediğinden, Türkçülüğe, Türk Dili’ne ve târihine dâirmühim eserler de vermiştir.

2) Çelebilerin Tasavvufî Fikirleri, Sohbet ve Vaazlarında İşledikleri Mevzûlar

Çelebiler çeşitli vesîlelerle, bâzı tasavvuf kavramları, îman ve ibâdet esasları ya da Mesnevî ve mevlevîlik hakkında fikir belirtmişler; halkı irşâd ederek halka nasîhatte bulunmuşlardır. Gerek Sefîne’de, gerekse diğer mevlevî kaynaklarından edindiğimiz mâlûmat doğrultusunda, çelebilerin fikir serdettiği bâzı mevzûlara temâs etmek yerinde olacaktır:

a) İbâdetler:

İslâm dîninin farzlarından, iyi bir müslüman olmanın esaslarından olan ibâdetler (namaz, oruç, hac, zekât), sâlih amel sâhibi olmak gibi husûslarda evlâd-ı Mevlânâ dervişlere, halka vaaz u nasîhatlerde bulunmuşlardır. Genel olarak çelebilerin nasîhatlerinde ve tasavvufî fikirlerinde Hz. Mevlânâ ve Sultan Veled’in etkisi açık olarak görülmektedir.

Sefîne’de, II. Emir Âlim Çelebi’nin (ö. 798 h./1395 m.), الَعمال اعلام الهدى و الهمم فارفعوها بنواصب قوى الشيم و ایاكم و خفضها بتهوین التسویف و تعویق النهم [Ameller, doğru yolun ve himmetlerin alâmetleridir.   Onları güçlü mîzaçları ayağa kaldırarak yüceltin! Kötü huyları  engelleyerek ve hevesleri oyalayarak onları alçaltın! ] 1232 nasîhatinde bulunarak hâlis amellerde bulunmanın ve ibâdetlerde devâm etmenin ehemmiyetini ifâde ettiği belirtilir. Ayrıca العلم اساس العمل وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْ م عَلِيمٌ فعلموا و تعلموا [İlim,, amelin temelidir. “Her ilim sâhibinin üzerinde, daha iyi bilen birisi vardır. ” (Yûsuf, 12/76)

Öğrenin ve öğretin ] 1233 da buyurarak, îfa edilen bütün ibâdetlerin temelinde ilim olması gerektiğini öğütlemektedir.

Ulu Ârif Çelebi (ö. 719 h./1320 m.) Dîvân ’ındaki bâzı beyitlerde, özellikle ramazan ayının gelişiyle ilgili kaleme aldığı bir gazelinde;

با نماز و روزه و زاری و آه
راه یابی سوی ایزد بی حجاب

[Namazla, oruçla ve âh u zârla Allâh’a engelsiz bir yol bulursun] namaz ve oruç ibâdetleri üzerinde

durarak, bu ibâdetlerin ve Allâh’a samîmî bir kalble bağlanmanın, samîmiyetle tevbe etmenin insandaki güzel hasletleri ön plana çıkarmasında yardımcı olacağını belirtmiştir.1234

Ulu Ârif Çelebi, hacla ilgili düşüncelerini belirtirken de,

گر دیدۀ باطن تو بينست ببين
اندر دل ما جان دو صد قدس و حجاز

[Eğer  kalp gözün   açıksa,   gör  ki  bizim  gönlümüzün  ve   canımızın   içinde   binlerce  Kudüs,   Hicaz  var]

beyitiyle,hac ibâdeti üzerinden yola çıkarak, ilâhî aşktan bahisle Allah sevgisine dikkat çekmiş ve ilâhî aşkla yanmış, Dost’un evi samîmî gönüllerde Hicazlar’ın, Kudüsler’in bulunduğunu ifâde etmiştir.1235

Çelebiler arasında hac ibâdeti ile ilgili fikir beyân eden sâdece Ulu Ârif Çelebi değildir. Dîvânî Mehmed Çelebi’den (ö. 936 h./1530 m.) nakledilen bir rivâyete göre, Mehmed Çelebi, dervişânıyla birlikte Şam’da bulunduğu esnâda kendisinden hacca gitmek için müsâade isteyen iki nev-niyâz dervişine müsâade etmemiş ve Mesnevî ’nin II. cildi, 2228-2236. beyitlerinde bahsi geçen “hacc-ı hakîkî” ve “umre-i ma’nevî”yi hatırlatmıştır: “Dedi: “Benim etrâfımı yedi kere tavâf et ve bunu hac tavâfından daha iyi say! Umre ettin, ömr-i bâkîyi buldun; saf oldun, saflığa acele ettin. O Hakk’ın hakkı için ki, senin canın görmüştür ki, beni kendi beyti üzerine güzîde etmiştir. Her ne kadar ki Kâbe O’nun mahlûkunun evidir, benim hilkatim dahi O’nun sırrının evidir. O hâneyi yaptıktan beri ona gitmedi; ve bu hâneye o Hayy’dan başkası gitmedi. Beni gördüğün vakit, Hüdâ’yı görmüşsün; Kâbe-i sıdkın etrâfını dolaşmışsın. Gözünü iyi aç, bana bak, tâ ki beşerde Hakk’ın nûrunu göresin.”

Bu hatırlatmalar karşısında dahi, iki nev-niyâz dervişin, Şam’da saklanmak sûretiyle hac yoluna düştükleri ve hac esnâsında da Dîvâne Mehmed Çelebi’yi dervişânıyla birlikte Kâbe’de müşâhede ettikleri rivâyet edilmektedir.1236

Mesnevî şârihi Ahmed Avni Konuk, bu beyitleri şerhederken, Kâbe’de Hakk’ın zuhûrunun esmâ ve sıfat ile, insanda ise Hakk’ın zuhûrunun esmâ, sıfat ve bir de sıfat-ı kevniyye ile olduğunu belirtir. O sebepten, insan Kâbe’ye nisbetle “mazhar-ı etemm”dir. Kâbe’nin şer’an kıble-i ibâdet olması, insanda bulunan bâzı kevnî sıfatlardan ârî olmasından kaynaklanmaktadır, sûreti sebebiyle değildir. Nitekim insan Kâbe’den etemmdir. Melâikenin Âdem’e (a.s) secde etmesinin sebebi de onun sûreti değil, hakîkatidir. Umre de, “iki umre arasındaki günahlara ve hatâlara kefâret” olacak kadar fazîletli bir ibâdettir. Şu durumda eğer Kâbe’nin tavâfı günâh ve hatâlara kefâretse, insan-ı kâmilin tavâfının daha fazîletli olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, “ Mü’min, Allâhu Teâlâ’ya Kâbe’den eşreftir ” 1237 buyuran hadîs-i şerîfinde, Allâhu Teâlâ’nın insanı Kâbe’ye üstün kıldığı beyân edilmiştir. Aynı zamanda Kâbe-i Mükerreme, bir insan olan İbrâhim Peygamber’in elleriyle binâ edildiği hâlde, insan vücûdu Allâhu Teâlâ’nın خَلَقْتُ بِيَدَيَّ (Sa’d, 38/75) [İki elimle yarattığım] buyurduğu gibi, Allâhu Teâlâ’nın yed-i kudretiyle mazhar-ı cemâl ve celâl olarak vücûd bulmuştur. Kâbe, İbrâhim Peygamber tarafından binâ edileli beri onda herhangi bir tecellî zâhir olmamıştır. Ancak, insanın hânesi olan vücûdunda ise Hak’tan başka tecellî eden olmamıştır. Nitekim, “Ben yerime ve göğüme sığmadım. Lâkin bir mü’min kulumun gönlüne sığdım ” 1238 hadîs-i kudsîsi buna işâret etmektedir. En son olarak da, insanın bâtınına dikkatlice bakanın, orada Hakk’ı müşâhede edebileceğini ve buna da taaccüb etmemek gerektiğini belirtir. Çünkü, Allâhu Teâlâ peygamberi Hz. Mûsâ’ya ağaç sûretinde tecellî etmiş ve إِنِّي أَنَا اللََّّ (Kasas 28/30) [“Şüphesiz ben Allâh’ım!] buyurmuştur. O hâlde, Bâyezıd gibi “Ene’l-Hak” dendiğinde o kimsenin bâtınını, oradaki Hakk’ı görmeye çalışmalıdır.1239

Diğer bir Mesnevî şârihi, Hz. Şârih olarak anılan İsmâil Ankaravî ise mevlevî âdâb ve erkânını anlattığı eseri Minhâcu’l-Fukarâ ’da, Kâbe-i zâhirenin binâ-i Hz. İbrâhim ve ziyâretgâhı ehl-i îmân olduğunu beyân eder. Âsitâne-i pîr de, Hz. Mevlânâ’nın cesedinin bulunduğu mahaldir. Ancak kıble-i hakîkî ve âsitâne-i pîr ise, binâ-yı Allâhu Teâlâ ve medfen-i esrâr-ı evliyâ ve enbiyâ olan mürşidin vücûdudur ve Kâbe ve âsitâneden eşreftir. Ancak, avâm Kâbe-i sûrîyi ziyâret kasdıyla hareket eder. Havâs ise, Hakk’ı müşâhede etmek için giderler. Yâni, hâneyi isteyen avâm, hânenin sâhibini talep eden ise havâsdır. Netîcede, havâs, Kâbe’ye de gitse, âsitâneye de teveccüh etse, kendi yerinde de dursa, onun murâdı Hak’tır. Avâm, insan-ı kâmilin vücûdunda her lahzâ “hâcc-ı mânevî” etme fırsatını geri çevirerek, “hacc-ı sûrî” için yollara düşer. Üstelik, üzerlerine farz olan ibâdetleri yerine getirmeden, hac için gerekli şartları zorlayarak bu ibâdeti yerine getirmek için çırpınırlar. Farzları tamamlamadan, nâfileleri yerine getirmeye çalışmanın ise, şeytanın hîlesi olduğu konusunda meşâyıh ittifâk hâlindedir.

Bâzen de bir şeyhin huzûruna kapılanmış olan kimseler görürüz ki, ilim ve mârifet tahsîli esnâsında şeytan onlara hayırlı bir şekildeymiş gibi görünüp muasallat olur da, kalplerine hac ve seyâhat arzûsu ilkā eder. Şeyhinden kerhen izin alarak hacca gider, ancak bir müddet sonra hac hâlinden çıkarak farzları, sünnetleri terk etmeye başlar. Şeytanın maskarası olur. Ankaravî’nin son vermiş olduğu örnek Mehmed Çelebi’nin nasîhatini dinlemeyen, nev-niyâz dervişlerinin hâline benzemektedir.1240

Hac meselesi ile ilgili yukarıdakilere benzer bir hâdise de Cemâleddin Çelebi’ye (ö. 915 h./1509 m.) nisbet edilmektedir. Hac meselesinde Cemâleddin Çelebi’nin nasîhatini tutmayan bir fakih, hac ziyâreti esnâsında soyguna uğramış ve fakîhin imdâdına âlem-i mânâdan aldığı haberle yine Cemâleddin Çelebi koşmuş ve bu nasîhat tutmazlık, fakîhin mevlevî dervişânı arasına katılmasıyla netîcelenmiştir.1241

Mustafa Sâkıb Dede’nin hemdemi olan, Konya çelebilerinden Abdülehad Çelebi de, ibâdetlerine düşkünlüğü; farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerdeki titizliği ile Sefîne’de zikredilmektedir.1242

b) İctimâî Meseleler:

Ulu Ârif Çelebi, Dîvân’ının bâzı beyitlerinde, nasîhat etme vazîfesini yerine getirmiş; özellikle devlet adamlarıyla münâsebetlerinde dengeli davranarak, şiirleri vâsıtasıyla cemiyette karşılaşılan bâzı durumlar hakkındaki fikirlerini, geçmiş kavimlerden örnekler vererek gözler önüne sermiş, ders çıkarılmasını sağlamıştır. Meselâ,

فعل و کردار کروه بس ادب
شد سبب تا نوح را طوفان رسيد
کشت قتل ناقۀ صالح مسبب
کان هلاکت بر سر ایشان رسيد

[Ahlâksız bir toplumun fiil ve hareketleri Nûh Tûfânı’na sebep oldu. Sâlih Peygamber’in halkı kendisine isyân ederek devesini öldürdüler. Bu durum onların helâkine sebep oldu ] 1243 kıt’asıyla   Sâlih  Paygamber kıssasından yola çıkarak ahlâksız bir cemiyetin birtakım belâlara mâruz kalabileceğini hatırlatmıştır.

Halka zulmeden devlet adamlarını şiirleri vâsıtasıyla îkāz etmiştir. Bu şiirlere şu mısrâlar misâl teşkil edebilir:

ازار مردم کم طلب ای ترگ ای روم و عرب
گر تو خليل کعبه ای بشکن بت منحوت را

[Ey Türk, Rum ve Arap! Halka zulmetme yollarını arama! Eğer sen Kâbe dostu isen, faydasız putları kır! ] 1244

beyiti ve

کجاست کسری و جمشيد و سام و اسکندر
چه شد قباد و فریدون و آل عاد و ثمود

هزار بار هزار ران هزار شاه و ملک
بيا مدند و به رفتند کالزمان ولود
خنک شهی که به مشاهی و ملک عزه نشند
کزید عدل و وزان گعشت عاقبت محمور
مطيع امر خدا گشت و مقتلئ رسول
رحيم و مشفق خلقان اشد از مخاوت وجود

[Kisrâ,, Cemşîd, Sâm ve İskender neredeler? Kubâd, Feridûn, Âd ve Semûd kavimlerine ne oldu?Şahlığıyla şımarmayan pâdişaha ne mutlu, ne mutlu ona ki, adâleti seçti ve sonu iyi oldu. Allâh ’ın emrine boyun eğdi ve Rasûlullâh’ın    yolunda    hareket    etti. Cömertliğinden ötürü halka karşı merhametli ve müşfik davrandı ] 1245 gazeliyle, halka zulmetmemeyi öğütlemiş ve halkına âdil davranan; Allâh’ın emrine boyun eğen, Peygamber’in yolunda hareket eden, cömert, merhametli, makāmının hakkını verebilen devlet adamları hakkında müjdeli, övgü dolu beyitler söylemiştir.

Cemiyetteki mânevî hastalıklardan olan israf ve dedikoduculuk hakkında da reçete hükmünde nasîhatleri olan Ulu Ârif Çelebi;

رنگ و بو مپرست مانند زنان
رو چو مردان کم شو از گلزار زان
همچو حق ستار شو پرده مدر
تا ندرد ناکهان ستار تار

[Allah gibi Settâr ol! Gizli olan şeyi ortaya çıkarma ki, Allah da senin hayâ perdeni yırtmasın ] 1246 kıt’asında,

öncelikle dedikodu karşısında kişinin tavrının Allâh’ın “Settâr” ismiyle özdeşleşmesi gerektiğini söyleyerek; kişilerin ayıplarını, sırlarını saklayan; gizli kalması gereken konulara mesâfeli duran kişilerin hayâ perdelerinin Allâh’ın korumasında olduğunu müjdelemiştir.

Cemiyetteki bir diğer hastalık olan israf hakkında da;

شنيدی لََیُحِبُّالْمُسْرِفِينَ را
زهی جرأت چدا کردی تو اسراف
به هر سنکی مده تو لعل خود را
مخر با نقد قلب ای یار صراف

[“Allah israf edenleri sevmez” (En’âm, 6/141; A’râf, 7/31; Yûnus, 10/83…) hükmünü işittikten sonra, ne cür’etle israf ettin? Ey sarraf dost! Her âdî taşa yâkutunu verme ve kalp olanı da satın alma]1247kıt’asıyla, إِنَّه لََ یُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ (En’âm, 6/141;A’râf, 7/31) [Çünkü, Allâh isrâf edenleri sevmez] hükmüne dayanarak insanlara, Allâh’ın bu hastalıklı durum karşısındaki hükmü karşısında, buna nasıl cür’et ettiklerini sormaktadır.

İsrâf hakkında Sadreddin Konevî Zâviyesi Alâeddin Çelebi Alâeddin Çelebi’nin en önemli özelliklerinden birinin de vakit isrâfı konusunda titiz olması olduğunu, vaazlarında kullandığı “Ömür azîzdir. إِنَّهُ لََ یُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ (En’âm, 6/141; A’râf, 7/31)[Çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez ]ifâdelerinden anlayabiliyoruz. 1248

c) Zühd:

Zühd; kelime mânâsı olarak “rağbetsiz olmak”, “yüz çevirmek” demektir. Istılâhî mânâsı ise; “Dünyâya, maddiyâta ehemmiyet vermemek; hırslı, menfâatpereset ve bencil olmamak; kalpte hubb-ı dünyâya yer vermemek; tûl-i emel sâhibi olmamak; kanâtkâr olmak; mâneviyâtı maddiyâttan daha sevimli bulmak” olarak hulâsâ edilebilir.1249 Kur’ân-ı Kerîm’de, kelime olarak sâdece Yûsuf Sûresi 20. âyette1250 geçen “zühd” kelimesi, birçok âyette Allâh’ın kullarına tavsiye ettiği bir tavırdır. Nitekim birçok âyette1251 dünyâ hayâtının geçiciliği, ona kapılmamak gerektiği vurgulanmıştır.

Hadislerde de yer verilen zühd, Hz. Peygamber tarafından tavsiye edilmiş ve dünyâ hayâtının aldatıcılığı hadislerde de yer bulmuştur: “Dünyâ ve dünyâdakilerden yüz çevir, Allah seni sevsin; halkın elinde olanlardan yüz çevir, insanlar seni sevsin”1252 ve “Eğer dünyânın Allah katında sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirlere bir yudum su vermezdi”1253 zühdün temellerinden addedilmiştir. Bununla birlikte hadislerde zâhidâne bir tavır şu şekilde îzâh edilmiştir: “Dünyâda zâhidlik, helâli haram kılmak ve malı zâyi etmek değil; senin elindekinin Allâh’ın elindekinden daha sağlam gelmemesi Allâh’ın elindekine daha çok güvenmen, dünyâya bel bağlamamandır. Ve başına gelen musîbetin sevâbını dileyerek, başından gitmesinden çok kalmasını istemendir ” 1254

Tasavvuf literatüründe de, birçok sûfî kendi makam ve hâlleri muktezâsınca zühdü târif etmişlerdir. Süfyân-ı Sevrî; “Dünyâya karşı zâhid olmak, kanâat sâhibi olmak demektir. Kuru ekmek yemek ve aba giymek zühd değildir” diye zühdü târif etmiş ve içi boş, mânâdan hâl bir tavrın zühd olamayacağını ifâde etmiştir.

Ebû Osman ise; “Zühd dünyâyı terketmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin aldırmamaktır.” Ayrıca sûfîler zühdün menşeini لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلََ تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللََُّّ لََ یُحِبُّ كُلَّ مُخْتَا ل فَخُو ر (Hadîd, , 57/23) [Allah bunu elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allâh ’ın size verdiği şeylerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allâh kendini beğenip böbürlenenleri sevmez] âyetiyle îzâh etmektedirler.

Sultan Veled’in babası, Hz. Mevlânâ da, eserlerinde zamân zamân zühdden bahsetmiştir. Dünyâ hayâtının geçiciliğini gözler önüne seren ve uyanık olmayı tavsiye ettiği, Mesnevî ’nin VI. cildi, 445-451. beyitlerinde şunları öğütlemiştir:

“Zâhidliği kendime yol-yordam yaptım. Çünkü, ecelimi önümde görmekteyim. Komşumun ölüm, bana vaaz edici olarak yeter. Bu öğüt, benim kazancımı, dükkânımı yıktı, mahvetti. Sonunda mâdemki, yalnız kalacağım, her kadınla, her erkekle düşüp kalkmaya alışmamak lâzım. Mâdemki sonunda mezara yüz tutacağım, Allâh’a alışmam daha iyi. Güzelim sonunda değil mi ki çenemiz bağlanacak, çenemizi az oynatmamız daha doğru. Ey altın sırmalı esvaplar giymeye, altın kemerler takınmaya alışmış adam, nihâyet sana da dikilmemiş elbise giydirecekler ” 1255 beyitleriyle Hz. Mevlânâ, dünyânın geçiciliği üzerinde durmakta ve dünyâda en büyük nasîhatin ölüm olduğunu ifâde etmektedir. İnsanın ölümünden sonra çenesinin bağlanacağını, esâsen en sonunda kapanacak olan çenenin dünyâda iken boş sözlerle dolmamasını tavsiye etmektedir. Abaya-kumaşa kul olanlara ise, en sonunda dikişsiz bir elbise olan kefeni giyeceklerini söyleyerek, dünyâ hayâtının aldatıcılığı karşısında uyanık olmayı tavsiye etmektedir. Ancak Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinde her vesîleyle aşk her şeyden önce gelmektedir.

Zühd ve aşkın insana kazandırabileceklerini Mecâlîs-i Seb’a eserinde zâhid ve ârifi kıyasladığı ve Sultan Veled’in İbtidânâme’sinde de yer alan şiirde şöyle ifâde etmektedir:

Zâhid “Şöyle yapayım, böyle yapayım” diye ibâdet etmeyi düşünürken; ârif, “Hak şöyle yaptı, böyle etti” diye ezelî lütfu düşünür. Zâhid, korkuyla “Nasıl edeyim, bu kadar mihnetler içerisinde ne yapayım?” diye tasalanırken; ârif “O, benim için ne yapacak?” diye düşünmektedir. Zâhidin görüşü ibâdetlere yöneliktir, kendine gelişi ibâdetlerle olur. Ârif, yok olmayı, Hak’da fenâ bulmayı arzular. Zâhid, korkuyla ümit arasındadır. Aldığı yol, bir ayda bir günlük yoldur. Ârifin aldığı yol ise, her nefeste Allâh’a ulaştırır. Zâhidlik, kötü söz söylemeyi bırakmaktır. Âriflik ise, kişinin kendi varlığından söz etmemesidir.1256

Mevlânâ, Mesnevî ’nin V. cildi, 2192. beyitinde de ârif ile zâhidi kıyaslamış ve

زاهد با ترس می تازد بپا
عاشقان پران ترا از برق و هوا

[Korkulu zâhid ayak ile koşar; âşıklar ise,  şimşekten ve havadan daha ziyâde uçucudur]     buyurarak, zâhidl erin Hakk’a gidişlerini ayak ile koşmaya; âşıkların gidişlerini ise, şimşek ve havaya teşbih etmiştir. 1257

Sultan Veled’in de eserlerinde zühdden bahsedilmiştir. Bütün heveslerin kaynağı dünyâ sevgisidir. O sebeple kalpten dünyâ sevgisini çıkarmak gerekmektedir. Bu sevgi insanda mahfîdir. Her ne kadar kalpten çıkarmaya çalışsa da bu muhabbet ve merbûtiyet insandan silinmez. İnsanlar, ibâdetlerinde gösterdikleri ihlâs ve samîmiyeti, mücâhedede göstermelidirler. Yalnız bu mücâhede zâhiren olmamalıdır. Zîrâ, zâhirin hiçbir mânâsı bulunmamaktadır. Mühim olan dünyâyı zâhiren terk etmek değildir. Hak ile gönülden meşgūl olma esâstır. Eğer dervişin gönlünde dünyâ sevgisi varsa, o, sûreten fakir, sîreten ise dünyâya tâlip bir emirdir. Yâni, sûretâ İdris; sîretâ İblis’tir.1258

الدنياء مزرعة الْخرة [Dünyâ, âhiretin tarlasıdır ] 1259 hadîsi de dünyâ hayâtında namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetlerle dünyâ tarlasına ibâdet ekmek gerekmektedir. 1260 Bununla birlikte, Allah dostlarının her işleri ibâdet olduğundan onlar, bir müddet sonra insânî melekelerden uzaklaşarak bir melek sâfiyetine bürünürler ve dâimâ ibâdet hâli üzere olurlar. Dünyâ işlerine devam etmekle berâber, onların her yaptıkları iş ibâdet hükmünde ve hâlindedir. Hz. Peygamber’in “ Ölmeden önce ölünüz ” 1261 hadîsinde tavsiye ettiği bu durum, Maârifde, balığın sudan ayrılamamasına teşbih edilmiştir. Nasıl ki balık sudan başka bir şey bilmezse ve su hâricindeki her şey onun için bir zehir ve ölüm olursa, Allah dostlarının da her iş ve hâlleri balığın suyu gibidir, hem bir hayat sebebidir; hem de dört bir yanlarını kuşatmıştır, ondan hâlî bulunmaları mümkün değildir.1262

Sultan Veled de, الْْخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الْْخِرَةِ إِلََّ قَلِيلٌ (Tevbe, 9/38) [Dünyâ hayâtını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünyâ hayâtının faydası âhirete göre pek azdır] âyetinde bahsedildiği gibi, dünyâ metâının, âhirete nisbetle pek az olduğunu beyân eder. Ancak, mânâ âleminden misaller bulundurması hasebiyle tamâmen önemsiz de değildir. Bunu da, insanların misâfir bulundukları yerden ayrılırken, orayı hatırlatması ve oranın güzelliklerinden haber vermesi, misal teşkil etmesi için bulunduğu yerin bağlarından, güllerinden parçalar götürür ki götürdüğü azdan çok anlaşılsın.1263 Şu durumda, bir hayal, bir gölge olarak bize görünen gölgeden, dünyâ hayâtından, gölgenin sâhibine gidilmelidir. Çünkü, gölge ile, oyun ile aldananlar sâdece çocuklardır. Çocuklar oyunlarını hakîkatten almışlardır. Gerçeğini görmemiş olsalar, oyun kuramazlardı. Her oyun, bir gerçekten neş’et etmektedir. Her mecaz, gerçekten; her katışık, saftan; her yalan, doğrudan gelir. Nitekim, dünyâda doğru söz olmasaydı, yalan söz söylenmezdi. Âkil kimseler, oyunu gördüklerinde, bunun bir gerçekten neş’et ettiğini bilirler ve onu aramaya tâlip olurlar. Bu âlemin varlığı da, mânâ âleminin gölgesi mesâbesindedir. Bu sebeplede âkil kimseler, bu dünyâda, bu dünyânın gerçeğini aramışlar, ona tâlip olmuşlardır. Ve onlar hakkında, £13 1^1 (Ra’d, 13/35) [Onların yemekleri dâimîdir] âyeti nâzil olmuştur. Ancak, o âlemin bir gölgesi bu dünyâya meyl edip, onun peşinden koşanlar, âşık olanlar ise hiçbir kazanç sağlayamadan bu dünyâdan göçüp gitmişlerdir.1264

Ulu Ârif Çelebi de Dîvânında, dedesi Mevlânâ ve babası Sultan Veled gibi dünyâya karşı zâhidâne bir tavır içinde bulunmuştur. Dîvân’ındaki;

دنيا عدو دین است دایم به قهر و کين است
مردانه باش در ره کبر و کسل رها کن

[Dünyâ, dînin düşmanıdır. Dâimâ onda kahır vardır, kin vardır. Sen mertçe davran, kibri ve tembelliği terk et!] 1265 beyiti ile dünyânın aldatmacalarından bahisle, dünyânın dinin düşmanı olduğu; dünyânın içinde sâdece kahır ve kin barındırdığı ve makam-mevki sevgisi karşısında uyanık olmak gerektiğini anlatmaktadır.

مال مار است ترا هيچ وفایی نکنند
رو تو اندوخته آموخته را سوخته گير

[Mal yılan gibidir. Sana aslâ vefâ etmez. Sen, biriktiregeldiğini yanmış bil! ] 1266 beyitinde de dünyâ malını

yılana teşbih etmiş ve insanın asıl döneceği yerin âhiret yurdu olduğu; dünyâ hayâtının da nîmetleri gibi, geçici olduğunu beyân etmiştir.

پنبه ز گوش دور کن پرده ز دیده بر کشا
مسکن عاریه بهل مرجع اصل خود بيا
بهر دو روزه لذتی جاه و جلال و نعمتی
عمر عزیز را مده همچو هبا تو بر هوا

[Kulağından pamuğu çıkar, gözünden de perdeyi kaldır. Geçici olan meskeni bırak, asıl döneceğin yere gel. İki günlük dünyâ lezzetine dalmış, makam, mevki ve nimet peşindesin. Azîz ömrünü toz gibi havaya verme] 1267 beyitinde isedünyâ malının zararı-faydasızlığını hatırlatmıştır. Ayrıca;

منه دل بر جهان کان بر زوالست
بقا اندر فنا جستن محالست
بظاهر می نماید خوب و زیبا
بباطن نا خوش و گندیده حالست

[Geçici olan dünyâya gönül verme! Zirâ fâni olanda ebedîliği aramak muhâldir. Dünyâ insana iyi ve güzel görünür, fakat gerçekte nâhoş ve tiksindiricidir ] 1268

Dünyâ malı ve saltanatına iltifat etmeyen çelebilerden biri de Hüsrev Çelebi’dir (ö. 968 h./1561 m.). Hüsrev Çelebi, pâdişahlardan, bilhassa Kānûnî Sultan Süleyman’dan teveccüh görmüş  bir  çelebi   efendidir.   Kānûnî   Sultan   Süleyman,   Irak   Seferi’nin  muzafferiyetle netîcelenmesi üzerine kırk hizmetkârla Hüsrev Çelebi’ye hediyeler göndermiş; Hüsrev Çelebi ise hiçbirini kendi şahsına kabul etmeyerek dervişlere taksim etmiş ve bir kısmının da dergâh için sarfedilmesi için aşçıdedeye teslim etmiştir.1269

Çelebilerden birçoğu sâhib-i servet olmakla birlikte, dünyâ malına teveccüh etmemişlerdir. Sefîne’de, Ferruh Çelebi, sâhib-i servet olmasının yanısıra; zâhiren ve bâtınen mükemmel, izzet sâhibi bir velî olarak tavsîf edilmekte; ancak bu izzet ve serveti sebebiyle kimseyi küçümsemediği ve “Size gereken, avâmın îtikādını tekdîr etmemektir” gereğince avâm beyninde fitneye sebep olmamak için çok dikkatli davrandığı; hânesinde birçok nimetlerle donatılmış sofralar kurulmasına, kendisi son derece kıymetli elbiseler giymesine rağmen bu nîmetlerin şükrü için seherlerde ibâdete devam ettiği ve nâfilelere çok önem verdiği rivâyet edilmektedir. Bütün bu dikkate rağmen çıkan dedikodular karşısında son derece üzülen dervişâna ise Ferruh Çelebi ليس اول قارورة كسرت فی الَسلام [İslâm’da kırılan ilk testi değil] diye nasîhat edip, onları tesellî etmiştir. Ayrıca, Sefîne’de Ferruh Çelebi’nin vefâtının akabinde, kendisinin hatt-ı destiyle kaleme aldığı bir mecmûanın bulunduğundan ve bu mecmûadan Ferruh Çelebi’nin tavırlarındaki hikmet anlaşıldığı kaydedilmektedir.1270

Bu meyânda, Ulu Ârif Çelebi’nin üstünde durduğu bir diğer kavram nefis terbiyesidir.

ور تو خواهی که شود شير خدا کنيت تو
دست با نفس محارب به کمر باید گرد

[ Eğer lakabının  “Allâh’ın Arslanı” olmasını istiyorsan, nefisle muhârebe etmeye hazırlanman gerekir ] 1271 beyitinde, nefisle muhârebenin, Allâh’ın arslanı olmak yolunda önemli bir adım olduğunu ifâde eden Çelebi;

نفس کافر را مسلمان کن به عشق
تا رهی از خوف آتش و ز عذاب

[Kâfir olan nefsini aşkla müslüman yap ki, ateş ve azâb korkusundan kurtulasın] 1272  beyiti ve

ذکز حق مفتاح جان و دل بود
قفل جان از ذکر حق بگشود نيست

گر بقای روح خواهی تا ابد
در فنای نفسی خود کوشيد نيست

[Allâh ’ı zikretmek rûhun ve gönlün anahtarıdır. O hâlde rûhun kilidini Allâh ’ı zikretmekle açmak gerekir. Eğer rûhun ebede kadar bâkî k ılasın istersen, nefsini öldürmeye çalışmalısın ] 1273 kıt’asıyla da Allah aşkıyla nefsi terbiye etmenin, nefsi müslüman kılmanın yolunun rûhun ve gönlün anahtarı olan Allâh’ı zikretmekten geçtiğini belirtir. Ve;

بمير ای دوست پير از مرگ و آنگه
چو موسی سيب معنی دان اجل را

[ Ey dost! Ölmeden önce nefsini öldür! Ve ölümü de Hz. Mûsâ gibi mânâ elması bil! ] 1274 beyitiyle  “ölmeden önce ölmek”i tavsiye eder.

Ulu Ârif Çelebi, Dîvân ’ında, tasavvufun kıllet-i menâm (az uyumak), kıllet-i taâm (az yemek), kıllet-i kelâm (az konuşmak) prensiplerine de yer vermiştir.

کوشش بی هوده به از خفتگی
هين ز خواب و خورد می بيزار باش
خواب و خور حيوانست ای آدمی
گر تو انسانی ملک رفتار باش

[Faydasız çalışma dahi uykudan iyidir. Akıllı ol! Uykudan ve yemekden bir ân da olsa bîzâr ol! Ey âdemoğlu! Uyku ve yemek hayvânîdir. Eğer sen insan isen melek huylu ol! ] 1275 kıt’asında insanlara faydasız çalışmanın dahi uyumaktan iyi olduğunu öğütler ve uykunun ve yemenin hayvânî lezzetler olduğuna değinen Çelebi; sûfînin “ibnü’l-vakt” olmasını, zamânı doğru değerlendirmeyi öğütler.1276

لَف کم زن پيشه کن گفت قدم
گفت و گو بگذر همچون گرد باش

[Az konuş ve eskilerin sözünü meslek edin.  Dedikoduyu bırak ve cesur ol!]   beyitiyle   de   eskilerin sözlerindeki hikmetlere dikkat çeken Çelebi; az konuşmanın fazîletine değinir.1277

“Kıllet-i kelâm” prensibine hayâtında ve nasîhatlerinde yer verenlerden biri de Cemâleddin Çelebi’dir (ö. 915 h./1509 m.). Cemâleddin Çelebi, az ve hikmetli konuşmayı tavsiye etmekte; çok ve gereksiz konuşmanın ise insanların birbirlerine muhabbetlerini zedeleyebileceğini ihtâr etmektedir.1278

Ferruh Çelebi (ö. 1010 h./1601 m.) de “ Boş konuşmaları ihmâl etmek lâzımdır ” buyurarak 1279 az konuşması ve كلم الناس على قدر عقولهم والحكمة ضالة المؤمن  [İnsanlara akıllarının dereceleri kadar konuşunuz. Hikmet, mü ’minin yitiğidir ] 1280 hadîsine uygun davranması ile tanınmaktadır.  كلم الناس
على قدر عقولهموالحكمة ضالة المؤمن [İnsanlara akıllarının dereceleri kadar konuşunuz. Hikmet, mü’minin yitiğidir] hadîsi Mesnevî de ve Sultan Veled’in Maârif adlı eserinde de sıkça zikredilmiş ve Sultan Veled, zaman zaman temkînli konuştuğu sohbetlerini bu hadîsle ya da قلم اینجا رسيد و سر
بشکست [Kalem buraya geldi ve ucu kırıldı], زیرا این هم اسرار بسيار است که گفتن آن دستور زیست [Bunun altında birçok esrâr vardır, fakat söylemeye izin yoktur], در شرح و بيان زبان جز این نگنجيد [Şerhe ve beyâna bundan gayrısı sığmaz], ليکن سرهای سخنرا جهت آنها که بر این حال واقفند گفته شد [Sözlerin sırları ancak o hâle vâkıf olanlar için söylenmiştir] sözleri ile bağlamıştır. Zîrâ, Sultan Veled’e göre böyle bilgileri öğreten, عَلَّمَ الْقُرْآنَ (Rahman, 55/1) [O, Kur ’ân ’ı öğretti] âyetinde bildirildiği üzere Allâhu Teâlâ’dır.

Mesnevî ’nin I. cildi, 3852 ve 3853.:

پيش ازین با خلق گفتن روی نيست
بحر را گنجایی اندر جوی نيست
پس می گویم باندازۀ عقول
عيب بنود این بود کار رسول

[Halka bundan ziyâde söylemek vecih değildir; denizin ırmağa sığıcılığı yoktur. Ben akılların ölçüsü ile aşağı söylüyorum; ayıp olmaz, bu Resûl’ün işi olur] beyitlerinin şerhinde, Ahmed Avnî Konuk, كلموا الناس على قدر عقولهم  [İnsanlara akılları mikdarınca konuşunuz]  hadîsini  zikretmiş ve  bunun Hazret-i Peygamber’in tavsiyesi olduğunu, bir kusur olmadığını ifâde etmiştir. Nitekim, sûretler âleminde boğulmuş olan avâma bundan fazlasını beyan etmeye çalışmak yerinde bir davranış olmayarak mânâ denizini ırmak gibi olan lafızlara sığdırmaya çalışmaktan ibâret beyhûde bir çabadır.1281

Yine Mesnevî ’nin; “Ağzı bağlı olan çocuğun tâlimi için kendi dilinden dışarıya çıkmak lâzımdır. Onun senden ilim ve fen öğrenmesi için onun diline gelmen lâzımdır. Şimdi bütün halâik onun çocuğu gibidir. Nasîhat vaktinde pîre bu lâzımdır” beyitlerinin şerhinde de, yeni konuşmaya başlayan çocukların konuşmayı öğrenebilmeleri için büyüklerinin onun dilinden “ti ti”, “cıss”, “cici” gibi ifâdeler kullandıklarını, bunun da o büyüğün büyüklüğüne ya da aklına, diline bir halel getirmediğini; yeni okumaya başlayan çocuğa da okuma-yazmayı öğretebilmek için hocalarının kendi kullandıkları tâbir ve ifâdelerden uzaklaştıklarını, bunun da hocalarının ilmini eksiltmediğini beyân etmiştir. Ve كلموا الناس على قدر عقولهم [İnsanlara akılları mikdârınca konuşunuz] ile نحن معاشر الْنبياء أمرنا أن ننزل الناس منازلهم و نكلم الناس علي قدر عقولهم [Biz enbiyâ zümresi, insanların seviyelerine inmekle ve onların akılları mikdârınca konuşmakla emrolunduk] hadîsi ve وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُو ل إِلََّ بِلِسَانِ قَوْمِه (İbrâhim,,   14/4)   [Biz  peygamberlerden   her   bir  peygamberi,   kendi   kavminin   lisânı   üzere   gönderdik] âyeti zikredilmiştir. Buradan yola çıkarak, bütün insanlığın insan-ı kâmilin evlâdı mesâbesinde olduğu belirtilmiş ve insanlara nasîhat edildiğinde, zikredilen hadis ve âyetl erdeki usûle riâyet edilmesi gerektiği, bunda bir beis olmadığı ifâde edilmiştir.1282

“Kıllet-i taam” husûsunda gösterdiği titizlikle bilinen I. Bostan Çelebi (ö. 1040 h./1630 m.) ise sâhib-i servet olmasına rağmen, çok yemekten ve gösterişli kıyâfetler içinde bulunmaktan her zaman imtinâ etmiştir. Çelebi’nin;

اینست نصيب من ازاین دیر خراب
یك لقمه و یك خرقه و یك شربت آب

[Bu harab dünyâdan nasib olan şudur ki; bir lokma, bir hırka ve bir yudum su] beytinde ifâdesini bulduğu gibi, zâhidâne bir tavır içinde bulunduğu; ömrü boyunca bir gece bile kesesinde bir dirhemle sabahlamadığı; akşamları yaptığı muhâsebe netîcesinde fazla olan parayı cebine koymayarak etrâfındaki ihtiyaç sâhiplerine infâk ettiği ve bu vazîfesini yerine getirdikten sonra, tam bir gönül huzûru ve tecerrüd ile akşam namazını edâ ettiği rivâyet edilmektedir. Çelebi’nin hânesi dâhilinde bulunan köşklerin de hiçbirine tenezzül  etmeyerek,  kendisine  doğduğu  evin bahçesinin bir köşesinde bir halvethâne ihdâs ederek gecelerini burada ricâlu’l-gayb ile sohbetle, gündüzlerini ise sikkehânede geçirdiği de rivâyet edilmektedir.1283

Ulu Ârif Çelebi’nin Dîvân’ında, diğer kavramlara nazaran geniş yer tutan bir diğer kavram olan “tevâzu”dur.

هر که شود خاکی و فواد و فقير
نقل کند سوی علا زین سفول
راه تواضع به گزین ای عزیز
آیت حقست و حدیث رسول

[Mütevâzı, alçakgönüllü ve fakir bir derviş olan kimse, bu değersiz dünyâdan yüce makāma geçer. Ey azîz dost! Sen tevâzu yolunu seç! Bu Allâh’ın âyeti, Peygamber’in de hadîsidir]1284 kıt’asıyla, tevâzuu Allâh’ın bir âyeti ve Hz. Peygamber’in hadîsi olarak değerlendirir ve nerede bir hor ve hakîr kimse görülse tevâzu ile yaklaşılmasını tavsiye eder.

Karahisar çelebilerinden Hızır Paşa (ö. 773 h./1371 m.) ve İlyas Paşa da (773 h./1371 m.) bulundukları sohbet meclislerinde dünyâ-devlet saltanatına ehemmiyet vermeyen tavırları ve sözleriyle dikkat çekmişlerdir. Bu ehemmiyet vermeyen tavrın da kendilerine atalarından mîras olduğunu ifâde etmişler, Belh Sultan’ı İbrâhim Edhem’in, Horasan Pâdişah’ı Alâeddin Muhammed Harzemşah’ın ve Mevlânâ’nın babası Sultanu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in bu konudaki tavırlarını örnek aldıklarını beyân etmişlerdir. Mala ve dünyâ saltanatına bağlılığın kölelerin ve mahkûmların hâli olduğunu, gerçek saltanat sâhiplerininse böyle bağlarının olmadığını; aksine bu bağlılıkların onların gözünde yılandan farksız olduğunu vurgulamışlar ve zâhirî görünüşleriyle mağrur olanları îkāz etmişlerdir.1285

Yine Karahisar çelebilerinden Şâh Mehmed Çelebi’nin (ö. 1000 h./1591 m. ?) kızı Destinâ Hanım (ö. 1040 h./1630 m.) da zâhidâne sürdüğü hayâtıyla anılmıştır. Destînâ Hanım’ın “sâliha” sıfatıyla anılan bir hanım olduğunu ve hayâtında ibâdet ve riyâzetin önemli bir rolü olduğundan bahsetmiştik. Destinâ Hanım’ın ibâdet ve riyâzet hayâtıyla ilgili bir diğer rivâyet de Destînâ Hanım’ın gerek Türbe’nin harem kısmında, gerekse Türbe civârında kendisine edindiği halvethânede günlerini oruç tutarak, gözyaşlarıyla tefekkür ve tezekkür ederek geçirdiğidir. Yerde yalnızca bir hasırın bulunduğu, fizikî olarak hiç de münâsip olmayan bu mekânda kendisini yıpratacak kadar uzun zaman geçiren Destînâ Hanım’a, sağlığından endîşe eden dervişlerin hanımları tarafından, kendilerine biraz olsun dikkat etmeleri tavsiye edildiğinde Destînâ Hanım’ın; “Binicinin serkeş, dikbaşlı, itâatsiz ata yumuşaklık yapması, atın serkeşliğini arttırır” ifâdesiyle cevap verdiği ve kendisine yatak olarak edindiği koyun postu yerine de daha rahat bir yatak ve biraz daha yeni ve rahat edebileceği elbiseler tavsiye eden dervişlere yine “Biz postu, Allâhu Teâlâ’nın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olmuş bir koyunun postudur. O binlerce güzel elbiseden daha iyidir” şeklinde sert bir cevap vermiş oldukları meşhur rivâyetlerdendir. 1286 Ayrıca, Destînâ Hanım, halvethânesinde yalnızken, ricâl-i gayb ile sohbet ettiği işitilmiş; kapı açıldığında ise kendisinin odada yalnız olduğu ve odanın ortasında “uzak iklimlere âit” birtakım hediyeler bulunduğu görülmüştür.1287

Dergâha gelen her türlü hediyeyi dervişân adına kabul ederek onların ihtiyaçları için sarfettiği ancak kendi şahsına sunulan hediyelerin hiçbirini kabul etmediği ve kendisinin âlem-i gaybdan rızıklandırılan bir “Meryem-i Sıddîka” olduğu yakın çevresi tarafından müşâhede ve rivâyet edilmiştir.1288

Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi postnişîni Celâleddin Ergūn Çelebi (ö. 775 h./1373 m.) zamân-ı meşîhatinde de, muhibbânı beyninde Hacı Muhammed nâmında biri, zamânının büyük kısmını, mâlen-bedenen Çelebi’nin ve mevlevîhânenin hizmetine harcarmış. Bir müsaîd zamânda, Celâleddin Ergūn Çelebi’ye, mevlevîhâneyi genişletip, yenilemek istediğini ileterek, bu iş için kendisinden müsâade istemiş. Çelebi ise; “Miskinlerin meskenleri, dert yuvalarıdır. Onlara ferah ve umran münâsip değildir. İnsanların rahatının temeli, hânelerde, yeme-içmede ve giyim-kuşamda külfeti kaldırmaktır” buyurarak, bu tâmirâtı gerçekleştirmesine müsâade etmemiştir. Mevlevîhânenin genişletilmesi için elinde bulunan para ile hayır-hasenât yaptırmasını emretmiştir. Bunun üzerine Hacı Muhammed ismindeki muhib, elindeki para ile bir mescid ve bir çeşme yaptırmış ve kalan parayı dervişâna tasadduk etmiştir. Mustafa Sâkıb Dede, mescid ve çeşmenin kendi zamân-ı meşîhatinde mevcûd bulunduğunu nakletmektedir.1289

Yine Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi postnişîni ve Celâleddin Ergūn Çelebi’nin de yeğeni olan Zeynüddin Çelebi (ö. 828 h./1424 m.) tevâzuu ile bilinmektedir. Celâleddin Ergūn Çelebi zamânında, mevlevîhâneye ve ihvâna hizmetiyle dikkat çeken Zeynüddin Çelebi, tevâzuundan semâhânenin “peymânçe/ayakkabılık” denilen ve genellikle dervişlerden birinin kusur işledikleri takdirde, şeyhleri tarafından affedilene kadar bekledikleri kısmında 12120 dururmuş. Bu duruma dikkat eden Celâleddin Ergūn Çelebi ve Burhâneddin İlyâs Çelebi, Zeynüddin Çelebi’yi meydâna dâvet ettiklerinde; Zeynüddin Çelebi, buradaki vazîfesinin daha mübârek, uğurlu saydığını ve peymânçedeki vazîfesinden ayrı tutulmasını şeyhlerinden ricâ etmiştir. Burhâneddin  İlyâs  Çelebi  (ö. 797-798 h./1394-1395 m.) tarafından kendisine hilâfet verilmiştir.1291

Yine Zeynüddin Çelebi, Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi’nde postnişîn olduğu dönemde, “din ve dünyâ saltanatı”na mâlik olmasına rağmen, tevâzuundan, zühd ve takvâsından kıyâfetine önem göstermeyip; ecdâdının ve Mevlevîliğin geleneğine binâen “hırka ve ferâce” giymekte ısrâr etmiştir. Ancak bu tavır sebebiyle eleştirilmiş ve Zeynüddün Çelebi bu eleştirilere; “Bu ten elbiselerinin her bir tarafında behîmî canın can çekişmesinin güçlüğü mevcuttur ve bu şühûd erbâbının yanında görülmüştür. Zorunlu olarak yararlandığımız ayakkabı ve çizmeden dolayı baştan ayağa kadar o can çekişmesinin güçlüğünün dehşeti ile dopdoluyuz ki o, tenin içine sığdırılmıştır. Gelgelelim hacet, bâzen onun mülâhazasına engel olur ve ancak çıplak ayakla yüz defa o mülâhazanın yükü daha kolaydır. Öyleyse bu ten elbiseleriyle bir kişiyi süslemeye kastetmek münâsibdir ki baştan ayağa kadar îtibâr ve faydası olmadan gaflet  denizleri kalıcı  olur. Bu gaflet  ise insanların süslenip lezzet  aldıkları  ipek böceğinin ve sineğin peltesinden elde edilen bal ve ipekten daha zordur ”   1292ifâdeleriyle cevâp vermiştir.

Çelebiler arasında zâhidâne bir hayat yaşayıp, bu şekilde şöhret bulmuş birçok çelebi bulunmaktadır. Şems Zâviyesi ve Karaman Mâder-i Mevlânâ Zâviyesi postnişînlerinden Emir Zâhid Çelebi (ö. 811 h./1408 m.) de Sefîne’de bu şekilde zikredilmektedir: Konya Mevlânâ Dergâhı postnişîni Emir Âlim Çelebi’nin (ö. 798 h./1395 m.) rahle-i tedrîsinden geçen Emir Zâhid Çelebi, husûsî hayatlarında ismine münâsip olarak son derece zâhidâne yaşamıştır. Hattâ bu durum şeyhi bulunduğu mevlevîhânelerdeki tutumuna da aksetmiş ve kendisine idârî ve  mâlî  işler  için  mürâcaat  edenlere;   “Gelir-gider işlerini düşünmek için yaratılmadık, vakit hazînemizi olmayan    bir    şey    için    harcayamayız.    Biz,    cömertliği    yaymak    için    çalışıyoruz.    İnsanları    muhâfaza    etmek vazîfemizdir”   buyurmuş   ve   asıl   vazîfesini   “İnsan  ihsânda  bulunmadıkça  kul  olamaz.  Kıymetleri  ortaya çıkarmak gāyesi hâricinde, fevt; cömerti kıymetsizleştirir ” 1293 olarak beyân etmiştir.

Dârüzzâkirîn Zâviyesi postnişîni Nûreddin Çelebi, Mısır seyâhati’nde konakladığı bir esnâda şehzâdenin hasta olduğunu öğrenmiş; şehzâdeye verilmek üzere kendisine âid arakiyyeyi göndermiş ve şehzâdeye giydirilmesini emretmiştir. Şehzâdenin sıhhatine kavuşması, Nûreddin Çelebi’ye büyük bir şöhret kazandırmıştır. Ancak bu durumdan rahatsızlık duyan Çelebi, Mısır’dan ayrılmak istemiştir. Bunun üzerine yine devlet görevlileri tarafından Çelebi’nin yol hazırlıkları tamamlanmış, hizmetine birçok doktor da verilmiş olarak Çelebi yolcu edilmiştir. Ancak bu mutantan yolculuktan rahatsızlık duyan Nûreddin Çelebi, bir menzilde ortadan kaybolmuştur. Bu duruma mâiyetindekiler çok şaşırmışlar ve durumu Kāhire’ye, Mısır Sultanı’na iletmişler. Bu durum, sarayda, hizmetindekilerin Nûreddin Çelebi’nin hizmetinde kusurda bulunmuş olabilecekleri gibi anlaşılmış; ancak Nûreddin Çelebi mektûba âlem-i gaybda muttalli’ olması sebebiyle, ortadan kayboluşunun sebebinin hizmetinde bulunanların kusûru değil, kendisinin şöhretten rahatsız olmuş olması olduğunu beyan etmiştir. Daha sonra da Mısır üzerinden Beytü’l-Harâm’a seyâhat ederek hac vazîfesini yerine getirmiştir.1294

Sultan Veled Medresesi müderrisi Selâhaddin Çelebi çok cömert olmasıyla tanınırmış. Bu sebepten ihvânın kendisine suâl etmesi üzerine; “Fakir Selâhaddin’in dünyalık işi rast gitmez, bunun   için   çabalamaz.   İki   zıddın   bir   araya   gelmesi   yüzünden   ilkinden   ikincisine   döner   yahut   ikincisini   elde etmek için birincisini mahveder ” 1295 buyurmuştur ve dünyâlık işlerini önemsemediğini belirtmiştir.

Sohbet meclisleri eşrâf tarafından çok rağbet gören Sadreddin Konevî Zâviyesi postnişîni Alâeddin Çelebi’nin, zenginlerden rağbet görmekten rahatsız olduğu ve meclisine dâhil olacak kimseleri sınırlandırdığı rivâyet edilmektedir.1296

Lütfullah   Çelebi   (ö.   1088  h./1678   m.)   de   çelebiler   arasında   zâhidâne   tavrı   ile   meşhur olmuştur.   Kendisinin   Bişr-i   Hâfî 1297 gibi   çıplak   ayakla   ve   sırtında   bir   kepenekle   gezdiği rivâyet edilmektedir.1298

d) Çile ve Riyâzet:

i) Makam Çelebileri:

Çelebilerden birçoğu zaman zaman inzivâya çekilmişlerdir. Bilhassa çelebilerin ömürlerinin son demlerinde inzivâya çekilmişler, postnişîn olanların henüz hayâtta iken yerlerine başka bir çelebiyi tâyin etmişlerdir.

Pîr Âdil Çelebi (ö. 865 h./1460 m.), vefâtından üç sene önce, torunu Cemâleddin Çelebi’yi (ö .915 h./1509 m.) postnişîn tâyin ederek inzivâya çekilmiş ve bunun hikmetini suâl edenlere ise;نفسك مطيتك فارفق بها [ Nefsin bineğindir, ona yumuşak davran ] 1299 hadîsiyle cevap vermiştir.

Hz. Mevlânâ da bu hadisi Mesnevî’de zikretmiştir. Mesnevî’nin III. cildi, 3977. beyitinde; “O kimse ki, atı zulmette sürer, ondan dolayı kalbin nûrunu bu uğurda koparır” Hz. Mevlânâ, bir kimsenin kendi binek hayvanı olan nefsini, tabiat zulmeti içerisinde sürüp koşturmasının, kalbindeki nûr-ı yakîni koparıp söndürdüğünü ve bunun da küfür ve isyân başlangıcı olduğuna işâret etmektedir. Ayrıca, I. cildin 2915. beyitinde; “Acıktığın vakit köpek olursun. Sert ve   mukāreneti kötü ve   fenâ damarlı olursun” ifâdesiyle de nefsi terbiye etmek için ona kötü muâmelede bulunmanın, onun köpekleştirerek kötü huylu olmasına sebep olacağından ona iyi muâmelede bulunmanın esâs olduğu belirtilmektedir.

Bu hadis, Sultan Veled’in eseri Maârif’de de zikredilmiştir. İnsan bedeni, rûhun ve aklın evi olarak tasvir edilmiştir. Aynı zamânda, insan dünyâdayken ne ile meşgul olursa, öldükten sonra da o hal üzere dirilir, bu sebeple insana hizmet eden, onun ruh ve akıl yükünü çekerek, rûha ve bedene ev vazîfesi gören bedene iyi davranmak ve iyi işler üzere bulunmak gereklidir ki, öldükten sonra da nefis insana iyi hizmet etsin, hüsn-i şehâdette bulunsun. Nitekim, insan dünyâda hizmetini gören, onu dilediği yerlere götüren binek hayvanlarına hizmetini eksik etmez, iyi muâmele ederken; bu vâsıtalardan daha üstün olan bedenine de iyi davranmasından daha tabîi bir şey olamaz.1300

I.Bostân Çelebi’nin (ö. 1040 h./1630 m.) birçok kereler halvete girdiğini, hattâ halvette bulunduğu mahalden hurûcu esnâsında Sultan Veled (ö. 712 h./1312 m.) ile elele olduklarının ve okunan salavât-ı şerîfeye meleklerin iştirâk ettiğinin dervişân tarafından müşâhede edildiğini nakletmektedir.1301

ii) Makam Çelebisi Olmayan Çelebiler:

Makam çelebisi olarak vazîfe yapmamış çelebilerden de halvete çekilenler olmuştur.

Karahisar  çelebilerinden  Hızır  Paşa  (ö. 733 h./1371 m.) ve  İlyas  Paşa  (ö. 733 h./1371 m.), Karahisar   halkı   tarafından   “Hızır   Makāmı/Makām-ı   Hızıriyye”   ya   da   “Dede   İni”   olarak bilinen mahalde zaman zaman halvete çekilmişlerdir. Buradaki halvetleri esnâsında, Hz. Hızır (a.s.) ile de görüştükleri rivâyet edilmektedir.1302

Hızır Paşa’nın vefâtının ardından torununun oğlu olan Abâpûş-ı Bâlî (8120 h./1485 m.) tarafından da halvethâne ihmâl edilmemiş ve Abâpûş-ı Bâlî zaman zaman burada   halvete çekilmiştir.1303 Hattâ Abâpûş-ı Bâlî halvette iken, kendisine, Karahisar’da meydana gelen bir vebâ salgını esnâsında iki evlâdının vefât haberi ulaşmıştır.1304

Dârüzzâkirîn Zâviyesi postnişînlerinden Nûreddin Çelebi’nin bir müddet seyâhat hâlinde bulunduğu ve bu seyâhatleri esnâsında Kayseri’de Burhâneddin Muhakkık Tirmizî Türbesi’nde inzivâya çekilmiştir.1305 Yine Kayseri’de bulunduğu zamanlarda, Kayseri’nin meşhur fakîhlerinden genç birinin halli müşkil bir mesele hakkında Türbe’de Nûreddin Çelebi’nin de bulunduğu bir mecliste meselenin halli için cevap sorduğunda; Nûreddin Çelebi’nin “Eğer işlerde şaşırırsanız; onu kabir ehlinden sorunuz” mûcebince Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî Türbesi’ne girdiği ve az bir müddet sonra da elinde, genç fakîhin halledemediği meselenin cevâbı yazılı bir kâğıtla Türbe’den çıktığı rivâyet edilmektedir. Genç fakih bu durum karşısında hayrete düşüp,“Şimdi iki cihan sıkıntım giderildi” diyerek, Nûreddin Çelebi’nin ayaklarına kapanmış; bir müddet sonra Kayseri’den gitmek mecbûriyetinde kaldığında ise Nûreddin Çelebi’nin meclislerinden ayrılmakta zorlanmış; özellikle tasavvufa ve Mevlevîliğe karşı sû-i zan sâhibi kimseler için yaşadığı bu hâli sıklıkla dile getirmiştir.1306

Erzincan Mevlevîhânesi’nin ihyâsında mühim bir kişi olan Abdüllatif Çelebi de münzevî bir hayat yaşayabilmek için seyâhate çıkmış; hattâ Hz. Mevlânâ’nınHalâviye Medresesi’nde de bir müddet konaklayarak inzivâya çekilmiştir. Burada da şöhretten kurtulamayan Çelebi, çâreyi burayı terketmekte bulmuştur.1307

e) Şeyh/Mürşid:

Şeyh/Mürşidin kelime mânâsı; “doğru yolu gösteren”, “irşâd eden” demektir. Gerçek mürşid, Hz. Peygamber’dir. Diğer mürşidler, onun mânevî mîrâsını elde etmeye muvaffak olmuş kimselerdir.1308 Kur’ân-ı Kerîm’de, Kehf Sûresi’nde nakledilen Hızır-Mûsâ kıssasında, şeyh-mürîd münâsebetine misâl verilmiştir. Nitekim, Mûsâ (a.s.) Hızır (a.s.) ile arkadaş olmayı arzu etmiş ve   edeben izin talep   etmiştir. 1309 Hızır (a.s.) da   kendisine, ona hiçbir hususda kendisine karşı gelmemesini şart koşmuştur.1310  Bu şarta karşılık, Mûsâ  (a.s.) Hızır’a  (a.s.) îtirâz edince birincide ve ikincide Hızır (a.s.) onu müsâmaha ile karşılamıştır. Fakat üçüncü îtirâzında ondan ayrılmak istemiştir.1311

Hz. Mevlânâ da “şeyh” kavramını eserlerinde mütâlaa etmiştir. Hattâ vefâtından önce etrâfındakilere bulunduğu vasiyeti onun hakîkî bir şeyh olduğuna dalâlet etmektedir: “Ben size gizlice ve açıkça Allâh’dan korkmayı; az yemeği; az uyumayı; az söylemeyi; günahlardan çekinmeyi; oruca, namaza devam etmeyi; dâimâ şehvetten kaçınmayı; halkın eziyet ve cefâsına katlanmayı; avâm ve sefîhlerle düşüp    kalkmaktan    uzak    olmayı; kerîm olan sâlih kimselerle bulunmayı tavsiye ederim. Çünkü    insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı az ve öz olandır  ”1312

Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin I. cildinde müstakil bir başlık altında şeyhin lüzûmunu ve evsâfını sıralamıştır. “Pîri/şeyhi tercih et ki, pîrsiz/şeyhsiz bu sefer, çok âfet, korku ve tehlike ile doludur” beytiyle, hakîkat âlemine sefere çıkacak bir mürîdin, kendine bu yolu bilen bir mürşid edinmesinin lüzûmuna dikkat çekmiş; esâsen türlü mânevî tuzak, korku ve tehlikelerle dolu bu yola şeyhsiz çıkılmasının sakıncasını belirtmiştir.

“Mürşid yaz ve halâik sonbahardır; halk gece ve mürşid ay gibidirler” beyiti insan-ı kâmilin harârette ve letâfette yaza; nâkıs kimselerin ise bürûdette ve zevâlde sonbahara müşâbih bulunduğunu belirtir. Aynı zamânda, halk karanlık içerisinde bulunmaktadır ve onları aydınlatabilecek yegâne ışık kaynağı da aydır. İşte şeyh de insanları karanlıktayken aydınlatabilecek ay mesâbesindedir. 1313

Tasavvuftaki her mürîdin bir şeyhe muhtâc olması prensibinden Sultan Veled de söz etmiştir. Sultan Veled, insanı Rabbine kavuşturacak bir şeyh-i kâmilin lüzûmunu eserlerinde belirtir. Sultan Veled’e göre şeyh; ilk nazarda bütün velâyetini veren kimsedir. Böyle bir kimsenin hizmetinde bulunan mürîd, onun nefsinden ve ilminden istifâde eder. İlmi ziyâdeleşir. İnsanın vücûdunun aldığı gıdâlardan istifâde edip kuvvetlenip büyümesi gibi, mürîdin rûhu da şeyhin ilim ve mârifetinden öyle istifâde edip olgunlaşır. Hattâ zaman içerisinde şeyhin aynı olur. Bu tıpkı, zerdâli ağacına kayısı aşılanması ve bir müddet sonra ağacın kayısı vermesi gibidir.1314 Nitekim, insanın doğurduğu çocuk da insandan başka bir şey değildir. Zaman içerisinde süt emer, büyür ve annesinin babasının mertebesine erişir. Mürîd için de bu durum sözkonusudur.1315 Ancak, mürîd, şeyhinden sâdır olan bütün hareketlere, hattâ alelâde günlük faâliyetlere bile kerâmet gözüyle bakmalı ve onlarda bir hikmet aramalıdır. En ufak bir şeyden müteessir olabilmelidir. Bu aynîlik hâsıl olmadıkça hakîkî şeyh-mürîd münâsebetini tesis etmek mümkün değildir. Mürîdin bidâyetteki bakır rûhu, şeyhin elinde işlene işlene altına döndüğünde, hakîkî münâsebet kurulmuş demektir. Mürîdin bu durumu cümle mürîdâna emsâl olabilir.1316

Mürîdin yapması gerekenleri bu şekilde sıralayan Sultan Veled, mürşid için de bâzı husûsiyetler belirlemiştir ki, gerçek bir mürşid, mürîdine faydalı olabilmek için onun hissiyâtına ve ruh hâline muttali olmalıdır. Şeyh, mürîdinde gizli olan hazîneleri ona gösterebilmelidir. Böylece, mürîd kendisinde gizli olan kendisine ayân olduktan sonra kendini tamâmıyla görür; şeyhiyle arasındaki ikilik tamâmen ortadan kalkar.1317 Ayrıca kâmil mürşid, en büyük ve yüksek sözleri dahi müridânının ve halkın seviyesine indirir, onların istifâdesini sağlar.1318

Ulu Ârif Çelebi (ö. 719 h./1320 m.) de, babası gibi, eserinde, şeyhe itâatin önemine vurgu yapmış ve bu mefhûmu

جمله ملت عاشق این حضرتند
سر نهندت از سر صدق و ولَ
اعتراض نيست کس را و ربود
تيع حق برد سرش را بی حيا

[Halkın tamâmı, Mevlânâ’nın âşığıdır. Hepsi ona muhabbet ve sıdkla baş koydular. Kimsenin îtirâzı yoktur. Şâyet olursa, Hakk’ın kılıcı onun başını hayâsızca keser ] 1319 mısrâlarıyla dedesi Mevlânâ üzerinden açıklayarak, halkın tamâmının Mevlânâ’ya muhabbetinden bahsetmiş ve muhabbetin netîcesi olarak da halkın Mevlânâ’nın sözüne îtirâzı olmadığından, bu itâatsizlikleri karşısında Hakk’ın kılıcından korktuklarından bahsetmiştir.

Çelebiler, birçok pâdişah ile çeşitli vesîlelerle münâsebette bulunmuşlardır. Bunlardan bâzılarında mürid-mürşid münâsebeti hâsıl olmuştur. Meselâ, Osmanlı pâdişahlarından tasavvufî şahsiyeti en kuvvetli olanlarından Kānûnî Sultan Süleyman, Irak Seferi dönüşünde Konya’da Hüsrev Çelebi’yi (968 h./1561 m.) ziyâreti esnâsında, daha önce hiçbir mecliste Hüsrev Çelebi’nin meclislerinde tattığı mânevî lezzetleri tatmadığını belirterek bunun sebebini suâl etmiştir. Hüsrev Çelebi, “havâss-i zâhire” ve “havâss-i bâtıne”den bahisle pâdişahın ilim talebinde ilerlemesini teşvîk etmiş ve bu konularda basit insanları taklidden sakınılması gerektiği husûsunda ihtârlarda bulunmuştur. Yukarıda sıralanan bahisleri, Mustafa Sâkıb Dede, ilim yolunda çaba sarfeden, seyr ü sülûkünde ilerleyen sâliklerle mukallidler arasındaki farkı da taklitçi çocuk ile idman sâhibi pehlivanın müsâbakalardaki muvaffakiyetleri; pâdişahın kaleme almış olduğu emirlerin halkın menfaatini ve zararların defini sağladığı, ancak avâmın ne kadar güzel bir hatla kaleme almış olsa da zerre miktar tesirli bir metin kaleme alamayacağı; üçüncü olarak da, “esmâ-i ilâhiyye”nin ve Hz. Peygamber’e isnâd edilen şifâlı duâların ancak ehil olan kimselerin ağzından tesirli olup şifâ verebileceği, avâmdan bir kimsenin ise defâlarca bu esmâyı ve duâları zikretse dahi tesirli olamayacağı ile misallendirmiştir.1320

Bu meseleye Mesnevî de, defâlarca değinilmiştir. Özellikle, III. cildin 680-722. beyitleri arasında, mürşidlik iddiâsında bulunan mukallidlerin Allâhu Teâlâ’nın birçok imtihânına mâruz kalacakları anlatılmaktadır. Bu imtihanlar netîcesinde bu iddiâlarının yalan olduğu ortaya çıkar ve mürşidlik iddiâsında bulundukları kimseler karşısında rüsvâ olurlar.

Hattâ, birtakım akıl oyunları ile ortaya çıkan bu rezâletleri ört-bas etmeyi başaranların bile âriflerin huzûrunda duramayacakları ve ârifânın kendilerinden talep ettikleri kavlî ve fiilî burhanları getiremedikleri için gelebilecekleri son noktanın âriflerin huzûru olduğu anlatılır. Bu kimselerin, son derece hassas bir îtikāda sâhip halktan kimselerin inançlarını istismâr ettikleri ve kendilerini Hallâc-ı Mansûr gibi göstererek “ene’l-Hak” dâvâsına düştüklerinden bahsedilerek “bilmek” ile “olmak” arasındaki farka dikkat çekilir. Ve sıfat ve lezzetleri sıralanarak balın gerçek lezzet ve şifasına erişilemeyeceği açıklanır. Zîrâ, bunun için “hâl” tahsîli lâzımdır.

Mesnevî ’nin devam eden beyitlerinde, mürşidlik iddiâsında bulunan mukallidlerin ayran içtikleri hâlde “şarâb-ı aşk-ı ilâhî” içmişçesine mestâne tavırlar içerisinde bulunmasını eleştiren Hz. Mevlânâ, bu mukallidlerin üzüm suyundan mâmul şarabdan içerek şarhoş olmalarının ve bunu te’vîl etmemelerinin daha münâsib bir davranış olduğunu savunmaktadır. Zîrâ, Hz. Mevlânâ’nın gözünde bu hîle, müslümanların kanını içip sarhoş olmakla eşdeğerdir.

Hz. Mevlânâ, evliyâdan birkaç eser okuyup birkaç kelâm işiten mukallidlerin Hakk’a yakınlık iddiâsında bulunmalarını da şiddetle eleştirmekte ve yakınlığın (kurb) envâı bulunduğunu ve evliyânın yakınlığı netîcesinde birtakım kerâmâtın meydana geldiğini belirtmektedir. Ve mukallid kimselerden yakınlığının delîli olarak da kerâmetlerini izhâr etmelerini istemektedir. Konuyla ilgili olarak Mesnevî şârihi Ahmed Avni Konuk da, Hz. Dâvud Peygamber için zikredilen وَأَلَنَّا لَهُ الْحَدِیدَ (Sebe’, 34/10) [Biz Dâvud için demiri yumuşattık] âyetinden bahisle Hakk’a yakınlığı sebebiyle Dâvud Peygamber’in elinde demirin yumuşadığını, ancak mukallid kimsenin elinde yumuşak maddelerin kaskatı kesilmesinin mukallid kimselerin Hak’tan uzaklığına işâret olduğunu zikreder. Bununla birlikte “kurb”un envâı bulunduğunu ve Allâhu Teâlâ’nın وَهُوَ مَعَكُمْ أَیْنَمَا كُنْتُمْ (Hadîd, 57/4) [Nerede olursanız Hak sizinle berâberdir] ve وَ نَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِیدِ (Kāf,  50/16)   [Biz ona şahdamarından daha yakınız] âyetlerinde ifâde edildiği gibi kullarına eşit yakınlıkta olduğu, ve bunun “kurb-ı âmm” olarak ifâdelendirildiği beyân edilir. Evliyânın müşâhede ettiği yakınlığın ise “kurb-ı hâss” olduğu ve bu müşâhede edilen yakınlığın başka başka tesîrâtı bulunduğu açıklanır.

Özet olarak, sûret âlemine mensûb bulunan bu kimselerin, kendilerini hakîkî mürşidlere tam bir teslîmiyetle teslim etmedikleri ve fenâfillâh makāmına eremedikleri gibi, hakîkî mürşidlerin hâl ve kāllerini taklîd ettikleri ve îtikādları hassas olan kimselerin sözlerine îtibâr etmesi netîcesinde kabaran enâniyetleri ile sarhoş oldukları anlatılır. Ancak her ne kadar nefsânî sıfatlardan mâmul bardakların içine muhakkikînden çalınmış bilgiler ve hikmetle doldurulmaya çalışılsa da, nefsânî sıfatlardan mâmul o kaplar, bu bilgi ve hikmetleri muhâfazadan âcizdirler ve onları eritmekle vazîfelidirler.1321

Ayrıca çelebiler, mürşidlere/pirlere hürmette kusur etmemeyi dervişâna nasîhat etmişlerdir. I. Bostan Çelebi (ö. 1040 h./1630 m.), vefâtından önce dervişâna verdiği vaazında; “Çocukların saygısı gibi pîrlerin eteklerine sarılın. Şerefli cedlerin bereketlerine nâil olma uğrunda gayret göstermelisiniz. Onlar hakkında, düşmanların vesveselerinden doğan şâibelerden îtikādlarınızı temizleyin. Mesnevî’nin işâretlerini üstâddan derinlemesine öğrenin. İrşâd talebinde zaman harcayın. Kulların kalplerine girmede son derece gizli olunuz. Onların teslîm bağlarını boynunuza asmalısınız. Kötü zan ve inat sebebiyle, riyâzet, cihâd ve sohbetten geri kalmak ve gevşek davranmaktan sakının. Muâmelelerinizi iyi yapın. İyi hâllerinizi muhâfaza edin. Sadaka verin. Ahlâkınızı düzeltin ki, kıyâmet günü yaptıklarınıza pişmân olmayasınız. Dünyâ  ve  âhirette  Habîb-i  Ekrem’in  ve âlinin hürmetine  Allâh bunun kabûlünü  ve  bununla amel  etmeyi  nasib etsin ”  1322      buyurarak hem ecdâda, hem de mürşidlere hürmeti emretmiştir.

f) Velî ve Velâyet:

Velî; “Rasûlullâh şöyle buyuruyor: Allâhu Teâlâ buyurmuştur ki; Kim benim bir velîme eziyet ederse, bana harb îlân etmiş olur. Kul, kendi üzerine farz kıldığım husûsları edâ ederek bana yaklaştığı kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kul, devamlı sûrette nâfile ibâdetleri icrâ ederek de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki, nihâyet ben de onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm. Bana sığınırsa korurum. Yapmak durumunda olduğum içbir husûsda, ölümden hoşlanmayan mü’minin  rûhunu  alma  zamânındaki  tereddüdüm  kadar  tereddüd  göstermem  ve  aslında   ben  onu   üzmekten  de hoşlanmam” 1323       hadîs-i  kudsîsinde  târif  edildiği  üzere,  Allâhu  Teâlâ’yı   seven,  O’nun  sevdiği amellerle ona yaklaşmaya çalışan ve Allâhu Teâlâ’nın da sevdiği ve mahfûz kıldığı kuldur.

Hz. Mevlânâ, Mesnevî’de, evliyâyı, zamânın İsrâfil’ine teşbih etmektedir. I. cilt, 1958. beyitte; “Âgâh ol ki, evliyâ vaktin İsrâfil’idirler; ölülere onlardan hayât ve nemâ vardır.” Gönül kulağını yaklaştıranların, evliyânın derûnundaki sesi duyabilecekleri ifâde edilmektedir. Çünkü onların sesleri, diğer mahlûkātın seslerinden farklıdır, Hakk’ın sadâsına işârettir. Dünyâ hayâtının fâniliğinde yok olmuş ölüler, evliyânın sadâsını duyduklarında, rûhları dirilmeye geçecek ve onlarla hayât bulacaklardır.

Hz. Mevlânâ, yine I. cildin 2085. beyitinde, “Bahar serinliğin ganîmet bilip, istifâde edin! Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar” hadîsinden yola çıkarak evliyânın sözlerini bahar tâzeliğine, serinliğine benzetmekte ve bu ganîmetten istifâde etmeyi tavsiye etmektedir: “Evliyânın yumuşak ve sert sözlerinden tenini örtme! Zîrâ dînin için zâhirdir” beyitiyle, evliyânın sert-yumuşak, acı-tatlı sözlerini dikkate almak gerektiği; çünkü bu sözlerin dînin kemâli için elzem olduğu tavsiye edilmektedir. Serti de yumuşağı da, acıyı da tatlıyı da bir ölçüde tutmak gerekmektedir. Çünkü bütün bunların maksadı kişiyi kemâle erdirmektir. Nasıl ki hazânı olmayan bahârın kadri bilinmezse; evliyânın sert sözleri de olmaz ise, kişiye bahâr ülkelerinin kapıları kapalı kalır. Bu yüzden evliyâya itâat ve teslîmiyet kişiyi özlediği yere ulaştırır. 1324

Sultan Veled’e göre, velîler de peygamberler gibi Allah kelâmının tercümanlarıdır. Nitekim velâyetin aslı, Hak’tan haberdâr olmaktır. Ve haberdâr olan da ya nebîdir ya da velî. 1325 Allâh katında da makbûl kullar olan velîler için Allâhu Teâlâ “Velîler   kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden gayrısı bilemez ” 1326 buyurmuştur. Bu ifâde ile Allâhu Teâlâ, velîlerin her durumda kendisi tarafından mahfûz bulunduğunu, temînâtı altında bulunduklarını beyân etmektedir.1327 Bu ifâde ile şu da anlatılmak istenmektedir ki; evliyâ, her ne kadar yaşadığı dünyânın halkına benzerse de, onun şekli yüz örtüsü gibidir. Velî, o perde altında gizli bir hazînedir. Herkes, o hazîneye yol bulmasın, hazînedeki zenginlik lâyıkı olmayan ellerde ziyân olmasın diye, bu örtü gereklidir. Ancak bununla birlikte, velîyi tanımak da mümkündür. Temyiz kudretine sâhip herkes, velîyi bulma nasîbini hâizdir. Nasıl ki, mâhir bir sarraf toza toprağa bulanmış olsa da kıymetli bir mücevheri ayırt edebilir ve tanır; Allah dostları da türlü kıyâfetler altında gizli de olsalar, evliyâyı seçerler.1328

Bu dünyâ hayâtının sonu gelinceye kadar, Allâh’ın velîleri de yeryüzünde vâr olacaklardır. Çünkü, velîlerin vâr olması, Hakk’ın tecellîleriyle münâsebetlidir. Dolayısıyla yer  ve  gök  vâr  oldukça  velîler  de  vâr  olacaktır.  En  son  velî  dünyâ  hayâtından  çekildikten sonra, yerine geçecek kimse de kalmadığında یَوْمَ نَطْوِي السَّمَآءَ كَطَيِّا لسِّجِلِّ لِلْكُتُبِ (Enbiyâ, 21/104) [O gün ki, yazılı kâğıtların tomarını büküp dürer gibi göğü katlayıp düreriz] âyetinde haber verildiği üzere dünyâ hayâtı sona erer. Çünkü, bu dünyâ hayâtı, bir pâdişah içindir. O gidince çadırını kaldırırlar. Dünyâ vâr oldukça, bir velînin varlığından emîn olunur.1329

Velîler, Hak’tan aldıkları nûru yansıtan nûrlu mekânlar ve Hakk’ın mazharlarıdır. Hakk’ın tecellîgâhı olan Allah dostlarının eteğine yapışılmalı ve ayrılmamalıdır. Nitekim, من أراد أن یجلس مع اللَّ [Allah ile birlikte olmak isteyen… (velîlerle birlikte bulunsun)] ifâdesinde de velîler ile hem-meclis olmak bulunmaz bir nimettir. Böyle bir kâmil mecliste bulunan, yüz yılda elde edemeyeceğini kısa bir zamânda elde edebilir.1330

Ulu Ârif Çelebi, Dîvânında, Allâh’ın velî kullarından da bahsetmiş ve onlara tevâzu ile muâmele etmek ve huzûrlarında edebe riâyet etmek gerektiğini belirtmiştir. Ulu Ârif Çelebi’ye göre, velîlerin sohbetinde bulunmak son derece mühimdir.

ز حلقۀ عاشقان کردور باشی
هميشه جان و دل رنجور باشی
درآدر مجلس مردان معنی
به صورتها چرا مغرور باشی

[Eğer âşıkların halkasından uzak olursan,   dâimâ candan incinirsin.  Sen mânâ erlerinin meclisine gir! Görünüşünle niçin kibirleniyorsun? ] 1331 kıt’asında, görünüşleriyle mağrûr olanların, şerîata tâbi olan mânâ erlerinin meclislerinde bulunmayanların gönüllerinin incineceğinden;

کر تو با عاشقان قرین باشی
در جهان سرور و گزین باشی
کر به جان بندگی بجا آری
با شهان یار و همنشين باشی

[Şâyet âşıklara yakın olursan, dünyâda servet ve seçkin bir zat olursun. Eğer candan bu bağlılığı yerine getirirsen şâhlarla dost olursun ve onlarla berâber oturursun ] 1332 kıt’asında da mânâ erlerine yakın olanların,   meclislerinde   bulunmanın   hakkını   verenlerin   dünyâda   da   sürûra   mazhar olacağından bahsetmiştir. Ulu Ârif Çelebi’nin hayâtı hakkındaki rivâyetleri incelediğimizde de bu konu üzerinde sıkça durduğunu görmekteyiz. Allâh dostlarının huzûrunda edeb dâiresi dışında hareket etmenin kişiye hayır getirmeyeceğini; böyle durumlarda sükûtun ve tevâzuun insanı kıymetlendiren davranışlar olduğunu belirtmiştir.1333 Ayrıca, Allah dostlarıyla karşı karşıya gelerek, onlara karşı kibire düşmemek gerektiğini; mânâ yolunda en büyük tuzaklardan birinin kibir olduğunu belirtmiş; bu vesveselerden ve ömrün âkıbetinden Allâh’a sığınarak, O’ndan yardım dileyerek ve Allah dostlarının inâyetlerinden ümid kesmeyerek korunulabileceğini belirtmiştir. 1334 Mesnevî ’de nakledilen “ Hz. Nûh’un kavmini tehdit etmesi ” hikâyesinde1335 olduğu gibi, Ulu Ârif Çelebi de, Allâh’ın arslanları olan peygamberler ve velî kulları karşısında benlik duygusu, kibirle duranların arslanın kurdu parçalaması gibi mağlûb olacaklarını ve فَانْتَقَمْنَامِنْهُمْ (A’râf, 7/136) [Kendilerinden intikām aldık] âyetinin tahakkuk edeceğini belirtmiştir.1336

Ulu Ârif Çelebi’nin hayâtında en çok tenkit edildiği noktalardan biri de şarap mevzûudur. Ulu Ârif Çelebi, birçok hâdisede şarabı kullanarak nasîhatlerde bulunmuş, kerâmetler göstermiş, bu sebeple de çok eleştirilmiştir. Eflâkî’de rivâyet edildiğine göre, Karahisar-ı Devle Kalesi’nde dönemin devlet erkânıyla bir sohbet esnâsında Ulu Ârif Çelebi; “Hayvan gibi aşağı tabakadan olan insanların tasavvuruna göre, Ârife ‘şarap içen’ diyor ve onu yeriyorlar. Şarap içip diğer insanlarla bir olmak bizden ırak olsun!” demiş. Orada bulunanların îtirâz ederek; “Biz de bu işin içindeyiz, onun gibi bir pâdişah da. O hâlde bizim aramızdaki fark nedir?” îtirâzları üzerine Ulu Ârif Çelebi mürîdânından, Çelebi Polad Bey’den kadeh içerisindeki bal benzeri bir sıvıyı tatmasını emretmiş; Polad Bey, kadeh içindeki sıvıyı tecrübe etmesi sonucu bunun bir şarap olduğunu anlamasıyla hayrete düşmüştür. Bu durum;

در خرابات آمدی شيخ اجل
جمله ميها از قدومت شد اسل

[Ey Şeyh-i ecel! Senin ayağının uğurundan meyhânedeki bütün şaraplar bal oldu] beytiyle taçlandırılarak; لو كانت الدنيا دما عبيطا لَ یكون قوت المؤمن إلَ حلال[Dünyâ tâze kan olsa, mü’minin gıdâsı helâlden başkası olmaz ] 1337 hadîsiyle   açıklanmıştır.   Yâni,   Allâh’ın,   evliyâsı   olan   kulunun   rızkını   haramdan koruyarak, onu ancak helâl ile rızıklandıracağı belirtilmek istenmiştir.1338 Ulu Ârif Çelebi de bu tecrübeyi; “Bu sudan çok usandım. Sizin tasavvurunuza göre ise biz şaraptan sarhoşuz veyâ bizim sarhoşluğumuz üzüm suyundan oluyor. Halbuki dünyânın şarapları bizim canımızın ışığından sarhoş olurlar ve insanlara sarhoşluk verirler ”   1339 ifâdeleriyle açıklamıştır.

Ulu   Ârif   Çelebi’nin bu ifâdeleri Mesnevî’nin I. cildi,   1812. beyitinde şöyle ifâde edilmektedir: “Aslında biz, şaraptan mest olmadık, şarap bizden mest oldu. Kalbimiz, bedenimiz bizden vâr oldu, biz ondan olmadık” Bu beyitte, Hak âşıklarının, şarhoşluğunun, ilâhî aşk şarabından neş’et ettiği beyân edilmektedir. Nitekim, aşk-ı ilâhî de bütün eşyânın aslında mevcuttur. Şarâbın sarhoş etmesi, kanı kaynatması, hattâ bütün evrenin, eşyânın hareketi muhabbet-i ilâhînin akmasıyladır, hareketiyledir. Hakk’ın vahdetinde müstağrak olan kimsenin aşkı, muhabbet-i ilâhînin aynıdır. Böylece de şarap, vahdette müstağrak olmuş kimseden kaynayıp sarhoş olmuştur. Esâsen, vahdette müstağrak olmuş kimseyi sarhoş eden de şarap değildir, muhabbet-i ilâhîdir. Nitekim, kâmil kimsenin bedeninin mükemmeliyeti, insân-ı kâmilin mânâ ve rûhundandır. Yoksa, insân-ı kâmil, bedeninin kemâliyle kâmil olmuş değildir. Beden, insân-ı kâmillerin hakîkatlerinin merkebi mesâbesindedir. Nitekim, râkib olmazsa merkebe ihtiyaç olmaz.

Yine Mesnevî’nin I. cildindeki, 1810. beyit de; “Senin atân, feyz ve ihsânın beni böyle mest ederken, şarap ne oluyor ki, bana şevk ve tarab versin?” ifâdeleriyle, insân-ı kâmillerin şarap ve sarhoşluk karşısındaki tutumlarını îzâh eder mâhiyettedir. İnsân-ı kâmil indinde, şarap, onları kendilerinden geçiren aşk-ı ilâhînin benzeri mesâbesindedir. Hattâ, insân-ı kâmil, henüz şarap yaratılmadan evvel, aşk-ı ilâhî şarabıyla mest olduğu ifâde edilmektedir ve bu Mesnevî şârihleri tarafından;

Sanman bizi kim şîre-i engür ile mestiz

Biz ehl-i harâbatdanız mest-i elestiz

beyitiyle taçlandırılır.1340

Minhâcü’l-Fukarâ müellifi Hz. Şârih İsmâil Ankaravî, evliyânın tebdîl-i a’yâna tasarrufları bulunduğunu belirterek, bu kimselerin kendilerini melâmî bir tavırla, halk nazarından, teveccühünden setr etmek için meyhâneye giderek şarap içmiş gibi davrandıklarını, oysa içtiklerinin hükmünün değişerek bal ve şerbete tebdil olunduğunu beyân etmektedir.1341

Buna benzer bir hâdise de Antalya Mevlevîhânesi postnişîni Zincirşiken Muhammed Çelebi (1077 h./1666 m.) İstanbul’da mihmân olduğu zamânda vukū bulmuştur: Muhammed Çelebi’nin, Galata Mevlevîhânesi’ndeki misâfirliği esnâsında Tersâne Emîni İsmâil Efendi ismindeki bir muhib, damıtılmış olan rakının, üst üste içilmesinin فكأنما یأكلون فى بطونه مال نار (Bakara,  2/174)   [İşte  onların  karınlarına  doldurdukları ateştir] âyeti gereğince insanı öldürecek derecede tesirli olduğunu iddiâ etmiş; Muhammed Çelebi de bu iddiâyı çürütmek için hizmetliden rakı isteyerek bir tek damla bile bırakmadan hepsini içmiş ve kendisinde herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir. 1342 Bu olayı Âdem Dede de; “ Nasıl ki Nemrud’un yaktırdığı ateş İbrâhim (a.s.) için serin olduysa; bu dumansız ateş de ona serin ve sâlim olmuştur. Böylece güzel bir gonca açmıştır” nüktesiyle te’vîl etmiş ve her velînin bir peygamberin sırrına vâris olduğuna işâret ederek, Muhammed Çelebi’nin de İbrâhim Peygamber’in sırrına nâil olduğunu beyân etmiştir.1343

IV. Muhammed Ârif   Çelebi’den   (1159 h./1746  m.)   “Belâların  şiddetlisi peygamberler içindir. Sonra evliyâ içindir… ”1344 hadîs-i şerîfinin mânâsı suâl edildiğinde ise Muhammed Ârif Çelebi bu suâli “İmtihan, sorumluluk/makam mikdârıncadır. Kemâlât makāmına ulaşıldığında, onların imtihanları en şiddetli mertebeye ulaşır. Çünkü, onların dışındakiler/nâkıs olanlar ona katlanamazlar, dayanamazlar. Ondan ilticâ edecek bir sığınak bulunmaz. Belânın şiddetlisinden acı ve şikâyetten başka faydalar zuhûr etmez. Bununla berâber, Hakîm, Kadîr, A’lâ olana nisbetle dünyâda faydasız bir şey yoktur. Kemâlât; tütsü, anber, miskü’l-ezfer gibidir. Her yakıldığında, râyihâsı ve güzel kokusu artar. Her ne zaman, imtihan edilirler; velâyet vücûdlarına zerre zerre yayılır. Cemâlî nûrlarla sevinmeleri ve mutlu olmaları gibi Celâlî izlerden de faydalanırlar. Onlar, kendisinde yanağın beyazlığı, zülfün siyahlığı tezâhür eden parlak bir ayna gibidirler. Bu inceliğe işâret ettiği şu sözünde olduğu gibi; ‘Belâ’ diyene musîbet/belâ yoktur. Bilakis, ‘lâ’ diyene sorumluluk yoktur” ifâdeleriyle yorumlamıştır.1345 Muhammed Ârif Çelebi’ye göre; evliyânın en büyük kerâmetinin şiir yazması olduğunu ifâde etmiştir.1346

Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi postnişîni Zeynüddin Çelebi’nin (ö. 828 h./1424 m.) Kādı Paşa (ö. 913 h./1507 m.) ile aralarında geçen bir hâdise 1347 şöyle aktarılmaktadır: Bir sohbet esnâsında Kādı Paşa اوليائ تحت قبابى لَ یعرفهم غيرى [Velîlerim kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez] hadîsiyle ilgili; “Bundan sonra, velînin ortaya çıkışı mümkün olmadığından bilinmesi de mümkün değildir” yorumunda bulunmuş, bunun üzerine Zeynüddin Çelebi; “Velâyet karîn-i da’vâ olmadığı hasebiyle, zât-ı velî ma’rûf olamaz ve kerâmet dahi, mültebis-i ( مؤنت ) istidrâc olduğu sebebiyle zâhiren mümeyyiz olamaz. Pes, aksâm-ı velîden, inde nefsihî ve inde’l-halk mechûl ve mestûr olanları muhtâc-ı muarrif olmaz. Pes, لَیعرفهم غيرى onlar hakkında, hakîkatine mahmûl olur. Fe-emmâ, inde nefsihî ma’lûm ve mekşûf ve inde’l-halk mechûl ve mestûr olanlar; ve inde nefsihî mestûr ve inde gayrihî mekşûf; inde nefsihî ve ınde’l-halk ma’lûm ve mekşûf olanlar, muhtâc-ı muarrif olduğu bedîhîdir. و من لَ یعرف لَ یعرف البتة mazmûnu dahi, meczûmu’s-sıdktır. Pes, ârif ve muarrif-i velî fakat Hazret-i Alîm ve Allâm (c.ş.) olduğu müteayyin olur. Ve evvelâ ve bizzât, ârifiyyet ve muarrifiyyetle müstebidd olmadan; sâniyen ve bi’l-vâsıta, sâirin ârif ve muarrif olmaması lâzım gelmez. Belki, izâle-i kıbâb ve ta’rîf-i ilâhîyle gayrin dahi ârif ve muarrif-i velî olması câiz olur. Ve zevâhir-i ahvâl dahi müeyyid-i cevâz-ı mezkûr ve muhakkik-i takyîd-i mezbûrdur. ولذلك قالوا ) امارة الَمارة امارة الولَیة (Yâni, suver-i kerâmât mültebise ve velâyet bilâ-da’vâ olduğu, takdîr-i ceh-i alâmet-i ma’rife, nefs-i emmâreye emîr olup, ve hevâsına galebesi olur. Ve ba’zı nefy-i ma’rifet-i evliyâyı ma’rifet-i kâmileye sarf edip, alâmât ve emârâtla hâsıl olan intikāl-i cüz’iyye ile adem-i tenâkuzuna zâhib olmuştur. Lâkin,her şeyde ma’rifet-i kâmile, zât-ı alîme hâssa olduğu bilâ-reybdir. Ve galebe-i hevâ-yı emmârede, gāile-i iltibâs ma’hûd olmadığı dahi zâhirdir. Pes, bu dahi cümle-i esbâb-ı ilâhîden olur” demiştir.1348

Yâni, Çelebi’ye göre; اوليائ تحت قبابى لَ یعرفهم غيرى [Evliyâ kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez] hadîsindeki لَ یعرفهم غيرى [Onları benden başkası bilmez] ifâdesi, velâyetini Allâh’tan başkasının bilemediği, kendisinin bile haberdâr olmadığı velîler için geçerlidir. Ancak, kendince velâyeti bilinen ancak halkın velâyetini bilmediği; ya da kendinin velâyetini bilmediği halkın bildiği; ya da hem kendinin hem de halkın velâyetinden haberdâr olduğu kimseler için bir “bildirici” (muarrif) gerekmektedir. Bu “bildirici” (muarrif) ise mutlaka Allâhu Teâlâ’dır.

اوليائ تحت قبابى لَ یعرفهم غيرى [Evliyâ kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez] hadisi Mesnevî şerhlerinde de çeşitli vesîlelerle geçmektedir. Nitekim, Ahmed Avnî Konuk, Mesnevî ’nin III. cildindeki; “Diğer tâife pek gizli giderler. Zâhir olan halâikin ne vakit meşhûru olurlar?” beytini şerhederken, evliyânın enbiyânın vârisleri olduklarından ve enbiyânın birtakım mûcizelerinin kerâmet yoluyla evliyâya intikāl ettiğinden bahisle, bu evliyânın bâzılarının bilindiğini bâzılarınınsa bilinmediğini belirtir.

ای بسا زرسيه کرده بدود
تا رهد از دست هر دزد حسود

[Ey kimse! Her hasûd hırsızın elinden kurtulmak için, dumanla karartılmış çok altın vardır]

Yine Ahmed Avnî Konuk, Mesnevî ’nin IV. cildindeki beyitteki “altın”la “insân-ı kâmil”in, “duman” ile de “insan-ı kâmilin hâiz olduğu sırların örtüldüğü sıfat-ı beşeriyye perdeleri”n anlatılmak istendiğini belirterek; bir kimsenin “insân-ı kâmil” mertebesine eriştiğinde, Allâhu Teâlâ’nın اوليائ تحت قبابى لَ یعرفهم غيرى [Evliyâ kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez] gereğince, onun sırları üzerine perdeler/kubbeler örterek, insân-ı kâmilin hâiz olduğu bâzı hünerleri ayıp gibi göstererek, “bâtını münevver olmayan” kimselerden insan-ı kâmil mertebesine ulaşan kimseleri koruduğunu açıklar. İsmâil Hakkı Bursevî ise, bu sırları görebilmek için “ta’rîf-i ilâhî”ye ihtiyâç olduğunu belirtir. Yâni Zeynüddin Çelebi’nin “muarrif” olarak nitelendirdiği Allâhu Teâlâ’nın lütfu olmaksızın evliyânın bilinemeyeceği kastedilmektedir.

Konuya farklı bir yaklaşım da bir diğer Mesnevî şârihi, Hz. Şârih olarak anılan İsmâil Ankaravî tarafından getirilmektedir ki, İsmâil Ankaravî Minhâcu ’l-Fukarâ eserinde, قبابى لَ یعرفهم غيرى  [Evliyâ kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez]  hadîsine “evliyâ” açısından bakmış ve evliyânın Hakk’ın kendilerine vermiş olduğu “sır”larını “ifşâ ve izhâr” etmediklerini; böylece Allâhu Teâlâ’nın da evliyâyı “avâm ve nâ-mahrem”e karşı muhafaza ettiğini anlatmıştır.1349

g) Vahdet-i Vücûd:

“Varlığın birliği” olarak ifâdelendirilen vahdet-i vücûd sûfîlere göre, bizâtihî kāim (kendiliğinden var) olan vücûd birdir, o da Allâhu Teâlâ’nın vücûdudur (varlığıdır). Bu vücûd, vâcib, kadîm ve ezelîdir. Taaddüd, tecezzî, tebeddül ve taksim kabul etmez.1350 Muâmelâtta olduğu kadar îtikāda müteallık olan esâslarda da delîl yine Kitap ve Sünnet’tir.1351 Zîrâ, âlemin açıklığı ve onu metafizik gerçekliğe götüren bir basamak olabilmesi ancak vahiyle temellendirilmiş olduğunda amacına ulaşabilir.1352 Vahdet-i vücûd da bu iki kaynaktan beslendiği müddetçe meşrûiyyet kazanabilir. Mutasavvıflar da Kur’ân-ı Kerim’den birçok âyeti bu fikre delil olarak göstermişlerdir.1353

اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا (Zümer, 39/42) [Vefat ânında nefisleri Allah öldürür] ve bu meyândan olmak üzere diğer bir âyet de قُلْ یَتَوَفَّاكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ (Secde, 32/11) [De ki; sizi, sizin için vekil kılınan melek öldürür] Bu âyetler, ölüm işini gerçekleştirenin zâhirde vekil kılınan, Allah’ın “mümît” isminin mahzarı olan bir melek, bâtında ise Allah olduğunu götermektedir.1354 Ölümün çeşitli sebepleri vardır ve bütün bu sebepler Hakk’ın yed-i kudretindedir.1355 Canı alan, Allâh’ın görevlendirmesi münâsebetiyle melekler, dolaylı olarak da Allâh’ın kendisidir. Ölüm meleği rûhları alır, Allah ise rûhu bedenden çıkarır. Gerçek anlamda her işi yapan ve bütün varlıkların ruhlarını çekip alan Allâhu Teâla’dır. Ölüm meleği ise bir vâsıtadır.1356

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَََّّ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِ نَّ اللَََّّ رَمَى  (Enfâl, 8/17) [Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı] Bu âyet, rivâyet edildiğine göre, Bedir Savaşı’nda arkasına saklanmış oldukları kum tepelerinden ayrılarak vâdiye doğru gelen Kureyşliler’i gören Hz. Peygamber’in durumunu anlatır. Hz. Peygamber gelenleri gördüğünde “İşte şu Kureyş senin rasûlünü yalanlayarak kibir ve gurûruyla karşımıza geldi. Allâh’ım! Bana vaat ettiğin şeyi tahakkuk ettirmeni diliyorum” diyerek duâ etmiş ve yerden bir parça toprak alarak onların üzerlerine atmış ve “yüzleriniz çirkin olsun” demiştir. Bu toprak isâbet eden müşrikler de yenilgiye uğramışlardır.1357

Bu âyette Hz. Peygamber’e hitâben görünüşte atanın, “atmak” fiilinin efâl-i beşeriyyeden olması hasebiyle, Hz. Peygamber olduğu; gerçek atanınsa Allâh olduğu söylenmektedir. Toprak parçalarını müşriklerin gözüne Allâh ulaştırmıştır da yenilgiye uğramışlardır. Düşmanın öldürülme sebeplerini de müslümanların zaferlerini de veren Allâh’tır. Meleklerini indirerek müslümanlara yardım etmiş, kâfirlerin kalbine korku salmış, mü’minlerin de gönüllerini kuvvetlendirmek sûretiyle sebepler kılmıştır.1358

Bu âyetle ilgili olarak şöyle bir örnek verilmiştir: Bir ressam gāyet mâhirâne bir resim yapsa ve bir kimse bu eseri ateşe atarak yaksa, o kimsenin yokettiği şey ancak resimden ibârettir. Ressamın ilminde ise o eserin sûreti bâkîdir. Ressam, dilediği takdirde o resimden daha güzelini tahayyül edebilir. Oysa resmi ateşe atan kimse resmi yokettiğini zanneder. Onun zarar vermesiyle ressamın ilmindeki sûret zâil olmaz.1359

Hz. Mevlânâ da eseri Mesnevî ’de vahdet-i vücûdun delillerinden فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ  (Enfâl, 8/17) [Onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı] âyetine defâatle yer vermiştir.

Mesnevî ’nin III. cildi 3644. Ve 3645. beyitlerinde; “ما رميت اذ رميت nisbettendir; nefy ve isbât vardır, her ikisi de müsbettir. “Onu sen attın, çünkü senin elinde idi; sen atmadın, zîrâ kuvveti Hak gösterdi.” “Atmak” fiili, Hz. Paygamber’e nisbet edilirken hem müsbet hem de menfî mânâda kullanılmıştır. Hz. Mevlânâ “atmak” fiilinin Hz. Peygamber’e nisbet edildiğinde menfî; mutlak varlık olan Allâhu Teâlâ’ya nisbet edildiğinde ise müsbet mânâ ihtivâ ettiğini belirtmektedir. Yâni, Hz. Peygamber atarken beşerî bir fiil icrâ etmiştir, attığı şey kendi elindedir, bu sebeple müsbet bir mânâ ihtivâ eder. Ancak, Hz. Peygamber’in atabilmesi için o kuvveti Allâhu Teâlâ ihsân etmiştir. Bu cihetle de Hz. Peygamber’in atışı menfî mânâ ihtivâ etmektedir.1360

Bu âyet, Sultan Veled’in Maârifinde de yer almaktadır. Sultan Veled, Allâhu Teâlâ’nın bu âyeti övünmek için indirmediğini; bu âyetin kullar için bir rahmet vesîlesi olduğunu belirtmektedir. Yâni eğer kul bu bir şeylere dünyâda bağlanmak istiyorsa, Allâhu Teâlâ onu gerçek bâkînin kendisi olduğunu söyleyerek îkaz ediyor. Eğer, kul kendi benliğinden geçerek mutlak varlık olan Allâhu Teâlâ’ya bağlanırsa, Allâhu Teâlâ, yine vahdet-i vücûd nazariyesinin delillerinden olan “Kulum bana nâfilelerle de yaklaşmaya devam eder, tâ ki onu severim, onu sevdiğimde ise, işittiği kulağı, gördüğü gözü, yürüdüğü ayağı ve tuttuğu eli olurum” hadisiyle müjdeler.1361 Böylece de, Allâhu Teâlâ’nın zâtından başka şeylerden boşalmış, temizlenmiş kullardan sâdır olan bütün ef al-i beşeriyye artık sevâbın ta kendisi olur. Çünkü artık o kul, âletten başka bir şey değildir. Bütün efâl Allâhu Teâlâ’dandır.1362 Bu sebeple kullardan sâdır olan ef âli “iyidir”, “fenâdır” diye tenkit etmemek gerekir. Çünkü Allâhu Teâlâ’nın taht-ı tasarrufunda sâdır olan ef âlin hepsinin hükmü birdir.1363

إِنَّ الَّذِینَ یُبَایِعُونَكَ إِنَّمَا یُبَایِعُونَ اللَََّّ یَدُ اللََِّّ فَوْقَ أَیْدِیهِمْ (Fetih, 48/10) [Sana bîat edenler, Allâh’a bîat etmişlerdir. Allah ’ın eli onların elinin üzerindedir] Bu âyet, İslâm târihinde   “Bîatü’r-Rıdvân” ismiyle

zikredilen hâdiseye mâtuftur. 1400 civârında sahâbe, Hudeybiye civârında bir ağaç altında Hz. Peygamber’e bîat etmişler;1364 müşriklere karşı harbedeceklerine söz vermişlerdir.1365 Müfessirler “Allâh’ın eli” kelimesini nîmeti, yardımı, kudreti…vs. olarak te’vîl etmişlerdir. Mutasavvıflarsa bu durumu şöyle yorumlamışlardır; bîat esnâsında Hz. Peygamber’in eli ashâbın elleri üzerinde idi. Allâhu Teâlâ, peygamberinin elini kendine nisbet ederek kendi ihsan ve kudreti ile bir tutmaktadır.1366

Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî ’sinde bu âyet, I. cilt, 3013. beyitte şöyle zikredilmektedir: “Hak mâdem ki, onun eline kendi eli tâbir etti, nihâyet “Allâh’ın eli, onların ellerinin üstündedir buyurdu” beyitinde, anlatılmak istenenin hem Bîatü’r-Rıdvân hâdisesi, hem de kâmil bir mürşidin elinin hakîkatte Hakk’ın eli olduğunu Mesnevî şârihleri şerhlerinde belirtmişlerdir.1367

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِینَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِینَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ (Muhammed, 47/31) [Sizden sabreden ve mücâdele edenleri bilmemiz için sizi elbette tecrübe eder, deneriz] Bu âyet,  kaynaklarda şöyle îzah edilmiştir: Bir kimse kendisinde gülme-ağlama-konuşma sıfatları mevcûd olduğunu bilir. Hiç ağlamamış, gülmemiş, konuşmamış olsa bile bu sıfatların kendisinde olduğu mâlûmudur. Bu sıfatları kendisinde fiîlen zâhir olduğunda ağlamasının, gülmesinin, konuşmasının, şîvesi mâlûm olur. Ve böylece ilmi, ma’lûma tâbi olmuş olur. Evvelki ilmi; ilm-i icmâlî olmakta, sonraki ilmi; ilm-i tafsîlî olmaktadır.1368 Bu âyette Allâhu Teâlâ, ilm-i zevk ile ilm-i mutlak arasını tefrîk eylemişlerdir.  İlm-i  mutlak,  “Alîm”  hazretinden;  ilm-i  zevk ise “Habîr” hazretindendir. Mücâhede ve sabredenlerin kimler olduğunu imtihandan sonra bileceğini tefhim ediyor.1369 O’nun kendi hakkında ifâde ettiği şeyi inkâra kimsenin gücü yetmez.1370

Yukarıda zikrettiğimiz âyetler ve benzerlerinde Allâhu Teâlâ, yaratıklarından meydana gelen fiilleri kendine nisbet etmiştir. Mutasavvıflar bu durumu, bütün yaratıkların Hakk’ın vücûdu ile kāim ve O’nda zâhir olması olarak yorumlarlar. Gerçekte bu fiillerin ilâhî kudret ile meydana geldiğinde şüphe yoktur. Allâh’ın “kudret” sıfatı O’ndan ayrılamayacağı îtibâriyle bu kudretin zâhir olduğu her yerde İlâhî Zâtın da mevcûdiyeti zorunludur.1371

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ(Nûr, 24/35) [Allâh, yerlerin ve göklerin nûrudur] Âyetteki “nur”un, “nurlandıran” anlamında olduğunu ve Allâh’ın, varlığının nûrları ile henüz hayât bulmamış olan unsurları lütfu ile ortaya çıkardığını ifâde etmektedir. Şu hâlde “Allâh, göklerin ve yerin nûrudur’ demek, onları sonsuz kudretiyle yokluktan var eden ve ortaya çıkaran demektir. Bir başka ifâdeyle; Allâh’ın “nurlandıran” nûrundan kime isâbet ederse, yâni kendisinin Vücûd-ı Hak olduğunu ve O’ndan başka bir varlık bulunmadığını, bütün âlemin mutlak yokluk, tasvir, taayyün ve îtibâr, kādir ve irâde sâhibinin yarattığı farz edilmiş şeyler olduğunu gören ve bu sırrı idrâk eden kimse hidâyete, mârifete ulaşır. Bu kimse gerçek mü’mindir. Ve gerçek mü’min Allâh’ın nûru ile bakar.1372

Hz. Mevlânâ da Mesnevî ’sinde اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ (Nûr, 24/35) [Allâh, yerlerin ve göklerin nûrudur] âyetini zikretmektedir. I. cildin 4027. beyiti olan “Ben o nûr denizinin dalgasının kölesiyim ki, böyle bir cevheri zuhûra getirdi” beyitinde, Hz. Mevlânâ, mutlak varlık olan Allâhu Teâlâ’yı “nur denizi”ne; Hz. Peygamber’i de o nûr denizinin “dalgası”na teşbih etmiştir. Beyitteki cevher de Hz. Ali’dir. Yâni, اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ (Nûr, 24/35) [Allâh, yerlerin ve göklerin nûrudur] âyetinde belirtildiği gibi, Allâhu Teâlâ öyle bir nûr denizidir ki, o denizin dalgası Hz. Peygamber’dir ve Hz. Peygamber dalgası da o nûr denizinden Hz. Ali cevherini çıkarmıştır. Yine Mesnevî ’nin VI. cildi, 4774. beyitinde Hz. Mevlânâ; “Tâ ki çarhın nûru gölge yakıcı ola! Ey gündüzün bâgîsi! Gece senin gölgendir” beyitiyle, اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ (Nûr, 24/35) [Allâh, yerlerin ve göklerin nûrudur] âyetinde beyân edildiği üzere, âlemin nûru olan mutlak varlık Allâhu Teâlâ’nın nûrunun insanın gölge mesâbesinde bulunan cismâniyetini yakmasını temennî etmektedir. Allâhu Teâlâ’nın vücûd-ı hakîkîsini gündüze; insanların gölge mesâbesindeki cismâniyetlerini de geceye teşbih etmektedir. Ve cismâniyet gecesi de mutlak varlığın nûrundan neş’et etmiştir. Ancak, insan bunu idrâk edemez ve yine Allâhu Teâlâ karşısında varlık ve enâniyet dâvâsına düşer, ancak kendi varlığının gölge mesâbesinde olduğunun idrâkinde değildir.1373

Bu âyet de Maârifde yer alan âyetlerdendir. Sultan Veled’e göre; insanlarda Allâhu Teâlâ’nın cemâlini vâsıtasız görebilecek göz bulunmadığından Allâhu Teâlâ cemâlini şekiller ve perdeler vâsıtasıyla gösterir. Çünkü insanların keyfiyetsiz olan mânâsı, keyfî olan sûretle karışmıştır. Karışık olan ise, saf olanı göremez. Dolayısıyla Allâhu Teâlâ’nın cemâli de mânâsı ve sûreti birbirine karışmış olan insana görünebilmek için karışmıştır. Maârifin başka bir fasılında da Sultan Veled, aynı âyetten yola çıkarak, Allâhu Teâlâ’nın nûrunun mü’minin gönlünden çıkarak bütün âlemi aydınlattığını ifâde etmektedir. Yâni, Allâhu Teâlâ’nın mü’min kulunun gönlünden parlayan nûr, yeri ve göğü aydınlattıktan başka, yerleri ve gökleri diri, parlak tutar. Bunu da şöyle misâllendirir: nasıl ki büyük bir sarayda bir kandil ya da bir lamba bulunsa, bu lambayı da sarayın içinde bir köşede bulunan pencerenin içine ya da lambalığa koymuş olsalar, bu lambanın şûlesi bütün sarayı aydınlatır. O lambadan çıkan nûr, evin varlığını nûrla doldurur. Evde görünen bütün eşyâ bu nûr sâyesinde görünür. Ancak nûrun kendisi görünmezdir. Bütün evin ışığının kaynağının o lamba olduğu âşikârdır. Bu misâlde insan evdeki o lambaya, âlem de eve teşbih edilmiştir. Böylece, âlemi aydınlatıp diri tutanın da Allâhu Teâlâ’nın velî kullarından neş’et eden nûru olduğu îzah edilmektedir.1374

كُلُّ شَيْ ء هَالِكٌ إِلََّ وَجْهَه (Kasas, 28/88) [O’nun vechi müstesnâ herşey helâk olucudur] Buradaki “helâk oluculuk”la anlatılmak istenen; Allâhu Teâlâ’dan başka herşeyin ezelî ve ebedî olarak helâk olduğudur. Helâk olan ise bâtıl ve vücûdla muttasıf olmayan şey demektir.1375 Bu âyetle ilgili olarak Allâhu Teâlâ’nın zâtından ve vechinden başka herşeyin hâlik olduğunu, bütün mahlûkâtın (vücûd-ı mukayyed) Vücûd-ı Mutlak ile kāim olduğu belirtilmektedir. 1376

Hz. Mevlânâ da Fîhi mâ Fih adlı eserinde bu âyeti bir hikâye ile îzah etmiştir: Bir pâdişâhın pek has ve kendisine çok yakın bir bendesi varmış. O bende, pâdişâhın sarayına gitmeye niyetlendiğinde isteği olanlar pâdişâha iletmesi için bendeye arz-ı hâllerini verirler, o da cüzdanına koyarmış. Pâdişâhın huzûruna vardığında da cemâl-i pâdişâhın tesiriyle huzûrda medhûş bir halde yığılır kalırmış. Pâdişâh da “Acaba bu bendenin nesi vardır?” diyerek elini koynuna soktuğunda cüzdanındaki arz-ı hâlleri bulurmuş. Ve bu arz-ı hâllerin gereğini yerine getirerek bendenin cüzdanına tekrar yerleştirirmiş. O bendenin getirdiği bütün arz-ı hâller onun haberi olmadan yerine getirilir, reddolunmazmış. Sâhib-i hûş olanların götürdüğü arz-ı hâllerin kabul edilmesi ise nâdirâttandı.1377

وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ (Bakara, 2/115) [Doğu da, batı da Allâh’ındır.  Yönünüzü nereye çevirirseniz Allâh’ın yüzü oradadır]  Bu  âyetteki  “yüz”  kelimesi  bâzı müfessirlerce “rızâ”; bâzı müfessirlerce “zât” olarak tefsir edilmiştir. Daha önce zikredilen كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ (Kasas, 28/88) [O’nun vechi müstesnâ herşey helâk olucudur] ve وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِۚ (Rahman, 55/27) [Senin Rabb’ının vechi bâkîdir] âyetleri de bu meyândadır. Bu âyetle ilgili olarak “vechullâh”ın umûmen her yerde olduğunu söylenir; husûsen bir cihet tahsis edilmemiştir. Dünyâ meşgaleleri insanı meşgûl eder ve Allâh’a teveccühten alıkoyar. Halbuki bu âyetle ârif olan, dünyâya müteveccih olsa dahî Allâh’ı görür; zîrâ bu meşgalelerde de zâhir olan Allâh’ın vechidir. Eğer ârif olan kişi, bu îkaz ile îkaz edilmemiş olsa Allâh’la her an hâzır olamaz idi. Ve Allâh’la hâzır olamadığı bir durumda rûhunun kabz olunması ihtimâli vardır. Lâkin ârif, bu tenbih üzerine her yerde, her an Allâh’la hâzır olduğundan, O’nu müşâhede ettiğinden emin olursa huzûr bulur. Yâni hangi nefeste olursa olsun Allâh’la hâzır iken kabz olunur.1378

Ayrıca, dünyâ, merâtib-i vücûd-ı Hak’tan bir mertebedir. Allâhu Teâla,  وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ  (Bakara, 2/115) [Doğu da, batı da Allâh’ındır. Yönünüzü nereye çevirirseniz Allâh’ın yüzü oradadır ] âyeti mûcibince onda; zâtı, sıfâtı, esmâsı ve efâli ile zâhirdir. 79 Murâdları mâsivâ-yı Hak’tan gayrı olanlar dahî nereye teveccüh ederlerse etsinler, hakikatte yine Hakk’a teveccüh etmiş olurlar.1380

Sultan Veled de, bu âyetle Allâhu Teâlâ’nın âlemde san’atı olmayan herhangi bir şey bulunmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye, her ne yöne bakılırsa bakılsın, bütün bu yönler Allâhu Teâlâ’ya âid bulunduğu gibi, müşâhede edilen her şey de Allâhu Teâlâ’nın san’atı dâhilindedir. Allâhu Teâlâ âlemde güneşten daha ayan olduğu halde O’nu göremeyenin hâlinin “Ağacın üstündeki kuşu görüyorum ama ağacı göremiyorum. Saçı görüyorum ama saçın bulunduğu başı göremiyorum” diyen ahmak kimse gibi olduğu bildirilmektedir.1381

يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ  (Rahman, 55/29) [Yerde ve göklerde olan herkes O’nu ister; O, her ân bir şe’ndedir] Bu âyetteki “şe’n”, “hâl” ve “iş” mânasındadır. Hz. Mevlânâ Mesnevî ’sinde defâatle zikrettiği âyeti şöyle îzah etmektedir: Allâhu Teâlâ’nın her lahzâ 100.000 defâ tecelli etse, hiçbirinin birbirine benzemez, şu lahzâda dahî Allâh’ı gördüğümüz âsar ve ef âlin de birbirine benzemez. Her hâlde başka başka tecellî eder.1382

Âyetlerle olduğu kadar, Hz. Peygamber’den rivâyet edilen hadislerde de vahdet-i vücûd yer bulmuştur. Vahdet-i vücûda delil kabul edilen hadislerden misâller vermek yerinde olacaktır:

“ Allâh vardı, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu ” 1383 Bu hadîsle anlatılmak istenen; Allâh’ın enâniyetinin zâhir olması için “ene” lafzının olmadığı, O’nun için enâniyetin olmadığıdır. Belki O’nun kendi zâtıyla bir enâniyeti vardır. Çünkü “ene” lafzı kişinin kendi muhîtinde bulunan benliklerden, kendi benliğini ayırmasına yarayan bir lafızdır. Oysa ki Allâhu Teâlâ, ezelen ve ebeden, kendiyle berâber hiçbir şey mevcûd olmamacasına mevcûddur. Bu hadîs de bu duruma işâret eder. O’nun benliği kendi zâtıyladır. Ve bizim enâniyetimiz O’na muhtaçtır. Çünkü bizim “ben” dediğimiz, bizim bu görüntümüz; O’nun vücûd-ı mutlakının mukayyeden zuhûrudur.1384

Âlemin sûretleri hep bu zuhûrattan ibârettir. Bu âlem, Allâh’ın vücûd-ı mutlakında bâtın iken, esmâ-i ilâhiyyenin talebi üzerine, tenezzülen kendi vücûdundan onlara vücûd î’tâ eylediğinden bu âlem Allâh’ın zâhiri olmuştur. Ve bu âlem, ilm-i Hakk’ın sûretleri olduğundan O’nun bâtını Allâh’dır. Yâni sûretlerin içi Allâh’dır, Allâh’ın zâhiri de bu sûretlerdir. Ve bu sûretler, Allâhu Teâlâ’nın nefes-i rahmânîsi öncesinde vücûd bulmadığından Allâhu Teâlâ evveldir.1385

Bu hadîs şöyle bir örnekle de îzâh edilmiştir: Dâirenin merkezi olan nokta, o dâirede asıldır. Bir kağıt üzerinde veyâ zihinde bir küre veyâ dâire tasavvur ettiğimizde, ilk etapta kürenin, dâirenin merkezi olan bir nokta takdîr etmek lâzım gelir. Ancak her seçilen nokta, dâirenin merkezi olmamakla berâber, geometri ilmi, dâirenin merkezinin bir nokta olmasını gerektirir. Bu noktaya pergeli yerleştirdiğimiz vakit, pergelin bacaklarını birleştirerek pergeli ikilikten ârî bir vücûddan ibâret görürüz. Burası, dâireyi vücûda getirecek bir fâil bulunmakla beraber dâire yoktur. Aynen bunun gibi ve hadiste ifâde edildiği gibi âlemin vücûd-ı fâili olan Allâhu Teâlâ mevcûd iken âlem yok idi.1386

“Eğer yeryüzüne bir ip sarkıtsanız Allâh’ın üzerine düşerdi”1387, “Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü.”1388 Bu hadîslerde de anlatılmak istenen, vücûd-ı hakîkînin tek olduğundan başka bir şey değildir.Ve vücûd-ı hakîkî heryerde olduğu hâlde onu bu mükevvenâtın ardında aramak büyük bir hatâdır. Zîrâ vücûd-ı hakîkî nasıl O’nun varlığıysa vücûd-ı izâfiyye de O’nun varlığından başka bir şey değildir. Bu îzâhât ve delillerden hâsıl olan netîce; tevhîd-i ahadiyyetin âlem-i insânînin bütün mertebelerinde (emmâre, levvâme..vs.) her bir insanın üstüne galebe ettiği ve âsî ya da mutî her bir ferdin Zât-ı Hakk’ı tevhîd ettiğidir. Bunu böylece bilen kimse; işi, hakîkati üzere bilmiş olur. Bilen, bilinen, yolun nihayeti, herşey Hak’tır.1389

Hadîste zikredilen “Allâh’ın üzerine düşerdi” ifâdesi, Allâh’ın yedi kat göklerde olduğu gibi yedi kat yerlerde de zâhir olduğunu ifâde eder. Herhangi bir insan, yerin dibine doğru bir ip sarkıtsaydı, bu ip Allâh’ın üzerine düşerdi. Böylece, Allâh’ın göklerde zuhûru ile yerde zuhûru eşit olmaktadır. Bunun nedeni de şöyle açıklanmaktadır: Bir olan Vücûd-ı Hak, her şeyi ihâtâ etmektedir, ve bütün eşyânın Hakk’a nisbetleri eşittir. Çünkü O, irâde ve kudretiyle her şeyi takdir ve tasvir edendir. Şu durumda herşey, Hakk’ın takdir ve tasvirleridir.13120 Zîrâ,كُلُّ شَيْ ء هَالِكٌ إِلََّ وَجْهَه (Kasas, 28/88) [O’nun vechi müstesnâ herşey helâk olucudur]

Bu hadîsi, Peygamber Efendimiz, هُوَ الَْْوَّلُ وَالْْخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ (Hadîd, 57/3) [O; evvel, âhir, zâhir ve bâtındır] âyeti ile desteklemiştir. Ve bu âyetle cemî’-i cümle mevcûdât O’nun vücûduna ilhâk edilmiştir. Bu sıhhat üzerine terkib edilmiş olan tevhîd-i sahîhtir.1391

Bu hadîse şöyle bir açıklama da getirilmiştir; “Eğer, yedi kat göklerin sonuncusu ve yedincisi olan arza bir ip sarkıtılmış olsaydı o ip, hakîkatte vücûdu olmayan, hakîkat ve bâtını Vücûd-ı Vâhid-i Hak üzerine inerdi. Tabii bu hüküm sadece yedinci arz için değil, semâvât ve arz ve arasındakiler ve altındakiler ve üstündekiler için de geçerlidir. Zîrâ cümle mevcûdât-ı mümkinenin bâtını ve hakîkatı Hak olduğundan ve cümlesi O’nunla kāim ve cümlesinin mir’ât ve mazharında Hak zâhir olunca hiçbir mahâl ve mekân Hak’tan hâlî kalmaz. ” 1392 Hadîs-i şerîfde; ‘Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü’ buyrulması mısdâkınca eğer düşmanlık ederse düşmanlığı Hakk’adır; eğer dostluk için uğraşırsa da yine Hakk’ın dostluğu için sa’y etmiş olur .” 1393

“ Allâh, namaz kılan kimsenin kıblesindedir ” 1394 hadîsi ile “ihsân” hakkında Hz. Peygamber’in buyurdukları “..ihsân, senin Hakk’ı görür gibi O’na ibâdet etmendir” hadîs-i şerîfi de namaz kılan kişinin hayâlinde sûretini ihzâr edip, huzûr-ı kalb ile, bütün teveccühüyle Allâh’a ibâdet ederken hayâlî olarak Hakk’ı kıblesinde müşâhede etmesidir. Ancak gözü Hakk’ın nûruyla sürmeli, Hak’tan başkasına kör olan musallî içinse tam bir murâkabe bile gerekli değildir. Çünkü onun istidâdı kâmil ve keşfi kuvvetli olduğundan her cihette Hakk’ı müşâhede eder. Zîrâ Allâhu Teâlâ, وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ (Bakara, 2/115) [Yönünüzü nereye çevirirseniz Allâh ’ın yüzü oradadır ] buyurmuştur. 1395

Bir yandan bu hadisde diğer bir anlatılmak istenen de; namaza duran kimsenin gizli olarak Rabbi’yle konuştuğudur. Bu durum hatırda olduğu müddetçe kulun huzûr ve huşûu artar. Bu durum akıldan çıkarılmamalı, unutulmamalıdır. Çünkü hadisde Rabbin, kul ile kıble arasında olduğu söyleniyor. Namâz esnâsında kulun nefsinde Rabbi ile gizli bir konuşma gerçekleşir ki bu havâtır değildir. Havâtır; kulun nefsine, nefsin de kula söyleşmesidir. Hadisde geçen, kıble ile kul arasında Allâh’ın bulunduğu ifâdesi, Rabbin kuluna ne kadar da yakın olduğunun delilidir.1396

Bir hadîs-i kudsîde de Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

–  Ey insanoğlu! Hasta oldum, beni ziyaret etmedin! Bunun üzerine kul:

–  Yâ Rabbî! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim ki, sen âlemleri Rabbisin! Allah:

–  Falan kulumun hasta olduğunu bildiğin halde onu ziyaret etmedin, şâyet o kulumu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun!

–  Ey Âdemoğlu! Senden yemek istedim, beni doyurmadın! Kul:

–  Yâ Rabbî! Sen âlemlerin Rabbisin, ben seni nasıl doyurabilirim? Allah:

–  Bilmiyor muydun, falan kulum senden yemek istemişti, sen ona yemek vermedin, eğer yemek
verseydin beni onun yanında bulurdun!

–  Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su vermedin! Kul:

–  Yâ Rabbî! Sen âlemlerin rabbisin, ben seni nasıl doyurabilirim? Allâh:

–  Falan kulum senden su istemişti, sen de ona su vermemiştin, ona su verseydin, beni onun yanında bulurdun!1397

Bu hadisde, Allâhu Teâlâ kendini acıkmış, susamış, hasta kulunun yerine koymuştur. Çünkü O, bu kulunun, kendisini vücûd-ı Hak olduğunu bildiğini bilmektedir. Nitekim, bu kul ve bütün yaratılmışlar takdir ve tasvîrlerden ibârettir, aslâ bir varlıkları yoktur. Onları takdir ve tasvir edense bir olan vücûd-ı Hak’tır.1398

Allâhu Teâlâ bu hadîs-i kudsîde, kulunun O’nun mazharında zâhir olduğunu ve mevcûdiyetinin Hakk’ın vücûduyla kāim olduğunu bilmesi, O’nda fânî olmasıyla, o kul ile arasında özel bir yakınlığın husûle geldiğini ve o kula yapılmış iyilik ve hoşnutluğun Allâh’a yapılmış demek olduğunu haber veriyor.1399

Bu meyânda bir diğer hadîs-i kudsî de şudur: “Kulum üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir yolla bana yaklaşamaz. Kulum bana nâfilelerle de yaklaşmaya devam eder, tâ ki onu severim, onu sevdiğimde ise, işittiği kulağı, gördüğü gözü, yürüdüğü ayağı ve tuttuğu eli olurum”

Bu hadîs-i şerîfdeki “yaklaşmaya devam eder” ifâdesi, itâate sebat ve devama işârettir. Böylece itâat, emniyetin gerçekleşmesiyle aldatıcı olmaz. “Benim kulum” ifâdesi ise, ubûdiyyet vasıflarıyla vasıflanmaya işârettir, bu da kulun sevdiği ve sevmediği şeylerde Hakk’ın fiillerinden râzı olmasıdır. Aynı zamânda bu ifâde, başkasına değil, sâdece Hakk’a sahîh anlamda mensûb olmayı da ifâde eder. Kişi sevdiği şeyin kuludur. Dünyâyı seven dünyânın kuludur. Hadîsdeki “bana yaklaşır” ifâdesi de, cennet istemek için ya da cehennemden kurtulmak amacına değil, sâdece Allâh’ın rızâsını elde etme niyetine işâret eder. Bunlar Allâh yolunun yolcularının vazîfeleridir. “Onun işiten kulağı olurum..” ifâdesi de işitmeyi sağlayanın kulak olmadığına işâret eder. Bu, kulağa yayılmış olan nefsin işitme gücüdür, insan bu kuvvetle işitmez. Allâhu Teâlâ, vücûd-ı Hak’tır; kul, O’nunla işitir, görür, tutar. Buradan da anlaşılacağı gibi kulun kendisi gibi işitmesi, görmesi, zâhirî ve bâtınî sûreti Hakk’ın takdir ve tasvîrleridir.1400

Hadîsimiz şu şekilde anlaşılabilir: “…tâ ki ben onu severim, (işte o zaman o fark eder ve şuuruna varır ki) Ben, onun işiten işitme duygusu, gören görme duygusu, tutan eli ve yürüyen ayağıyım… Yâni kulun farz tâat ile Hakk’a yaklaşmasıdır. Zîrâ, Allâhu Teâlâ, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (Hadîd, 57/4) [Nerede olursanız olun O, sizinle berâberdir] âyetinde beyân edildiği üzere, bütün kullarına eşit yakınlıktadır. Bu durumda kul, farz ve nâfileleri yerine getirerek Hakk’ın kullarına olan yakınlığını idrâk eder.1401

Sultan Veled’in eserlerinde, “vahdet-i vücûd” ifâdesi yer almamaktadır. Ancak, vahdet-i vücûd prensibinin temeli olan, mutlak varlığın sâdece Allâhu Teâlâ olduğu ve Allâhu Teâlâ’nın sâdece eserleriyle bilinebileceği Sultan Veled’in eserlerinde temâs ettiği temel konulardandır.1402

Ulu Ârif Çelebi de, babası Sultan Veled ve dedesi Mevlânâ gibi eserinde vahdet-i vücûd prensibine yer vermiştir. Dîvân’ında, yer yer vahdet-i vücûddan beslenen beyitler göze çarpar.

تا کی از ما و منی ای بوده تو ما و منی
وحدت مطلق بجو واره ز قيد ما و من 

[Ne zamâna kadar benlik dâvâsındasın? Ey benliğinin dâvâsında olan! Vahdet-i mutlakı ara ve benlik bağından kurtul! ] 1403 beyitiyle benlik bağından kurtulmayı ve mutlak varlığı aramayı tavsiye etmekte;

جانها از بحر معنی جمله یک رنگند ليک
در ظروف جسمها کثرت نماید ز اعتبار 

[ Canlar mânâ denizinde tek renktirler, lâkin beden kalıplarında çok renkli görünürler ] 1404 beyitiyle de cânların mânâ denizinde tek renk olduklarını, ancak beden kalıplarında çok renkli göründüklerini, bize düşeninse âleme hep bir nazarla bakmak olduğunu nasîhat etmektedir.

Zaman zaman çelebilerin kendi ifâdelerinde de “vahdet-i vücûd” fikrine değindikleri göze çarpmaktadır. Nitekim, Dîvânî Mehmed Çelebi’nin (ö. 936 h./1530 m.) torunu ve Karahisar Mevlevîhânesi postnişîni Şâh Mehmed Çelebi (ö. 1000 h./1591 m.) zamân-ı meşîhatinde, Karahisar’da büyük bir zelzele meydana gelmiş. Zelzele sonrasında, büyük ve boş alanlarda büyük çadırlar kurulduğu ve إِنَّ زَلْزَلَة السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ \ (Hâcc, 22/1) [Kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir] âyeti meâlince insanların korku içerisinde bu çadırlara sığındıklarının hikâye edildiği bu olay sırasında Şâh Mehmed Çelebi, hânesinden dışarıya çıkmayarak ve hâne halkının da evlerini terketmelerine müsâade etmeyerek, Allâh’ın imtihânından kaçış olmadığını ve teslîmiyet sâhibi olmanın önemini hal diliyle beyân etmiştir. Zelzeleden sonraki sohbet meclislerinde أَلَمْ تَرَ إِلَى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّ ل  (Furkan, 25/45) [Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?] âyetinden yola çıkarak, içinde bulunduğumuz âlemin bir “gölge” mesâbesinde olduğunu ve “hakîkat güneşi”nden “vücûd bulduğunu” ve kendi başına, bağımsız olarak vâr olmadığını beyan etmiş; yaşadıkları âfet sonucu îtikādı zedelenenlerin îman tâzelemelerine vesîle olmuştur.1405

h) Mesnevî ve Mevlevîlik:

Ulu Ârif Çelebi, Dîvânında yer alan;

ره عارف بگير و تابعين شو
که ره بابی سوی صاحب شریعت 

[ Allâh’a kavuşabilmen için Ârifin yoluna gir ve ona tâbi olanlardan ol! ] 1406 beyitiyle, insanları Hak yoluna dâvet etmekte ve bunun içinde Mevlevîliğe dâvet etmektedir.

Makam çelebilerinden II. Emir Âlim Çelebi (ö. 798 h./1395 m.), kendisine Mevlevîliğin mâhiyeti ile ilgili ulu-orta sorular soranlara şu şekilde cevap vermiştir: “Mevlevîlik yolu, Şems’in/güneşin sülûkü üzeredir. Yâni, cevherin nûrâniyeti ve cezbenin sıcaklığı, ve yeni oluşların dönüşlerinin kolaylığı iledir. Ve onun her devri yalnızca ‘Tevhîd’den ibârettir. Ve ‘âlem-i kübrâ’ olan ‘ahsen-i takvîm’ içindir. Mârifet pırıltılarının şimşeklerinin bereketinden aydınlanırım Terbiye mâdeninin değerli cevherlerinden övülmüş ahlâk, ve râzı olunan fiillerin çiçeklerinden övülmüş hâller netîcelerini veririm. Ufukların zor hareketleri benim zâhirî imtizâcım üzeredir. Benim şahsî hareketim; tabîatın batısından rûhâniyetin doğusunadır. Kâbe’nin etrâfında tavâfım; Ahmedî hakîkattir. Ve benim makāmım ma’rifet feleğidir ki; birinci felek, şerîat; ikinci felek, tarîkat; üçüncü felek, hakîkat; ve dördüncü felek de ma’rifettir ” 1407 buyurmuş ve bu açıklama ile hayretleri artan cemâatten birçok kişi tereddüd etmeyerek sikke giyerek Çelebi’nin mürîdânı arasına katılmışlardır.1408

Çelebi’nin postnişînliği zamânında, Mevlevîliğe intisâb edenlerin sayısı artmış ve Emîr Âlim Çelebi, mürîdi olmak için mürâcaat edenleri şöyle bir tasnîfe tâbi tutarak terbiyelerine yardımcı olmuştur ki; sûretâ ve sîretâ dervîş olmaya muvâfık bir hal içindeyse, zâhir ve bâtının kemâle erdirmesi için terbiye eder ve sonuca ulaşması için özen gösterirlermiş. Sîretâ dervîş olmaya hazır ancak, sûretâ uygun değilse; onlara kendisi bir müddet mesâfe göstererek ve diğer dervişlerin terbiyelerini taklîd etmelerini sağlayıp, iyi geçinmelerine yardımcı olarak tesellîde bulunurlarmış. Eğer derviş namzedi, sûretâ muvâfık, ancak sîretâ muhâlifse; yüzüne karşı dostlukla davranıp, ancak bâtınen bir savunma hâli içerisinde olurlar ve bu durum, o kişinin muhâlefeti ve inâdı kırılana kadar devam edermiş. Sonuncu olarak da derviş olmak için gelen kimse ne sûretâ, ne de sîretâ derviş olmaya münâsip değilse; kesin bir tavır koyarak derhal meclisten ve dervişân beyninden uzaklaşmaları için gayret sarfederlermiş.1409

Emîr Âlim Çelebi’nin Mevlevî seyr ü sülûkü süresince “İsm-i Celâl”den gayri zikir telkîninde bulunmamasına dikkat edenler, bunun hikmetini kendilerinden suâl ettiklerinde; “…İsm-i zât; esmâ, sıfat ve ef âle mukaddemdir. Muhtevâ ve mecbûriyet açısından onun faydalarını muhtevîdir. Bununla birlikte Allâhu Teâlâ’nın şu âyetinin îzâhına da delildir: اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ (Nûr, 24/35) [Allâh, yerin ve göklerin nûrudur] Bilinir ki, ism-i zât, müsemmâ gibi, o ikisini (semâ ve arz) aydınlatır. Bundan maksad; tevessül ve istinâredir. Aydınlanmanın ufuklarda meydana gelmesinden, nefislerde meydana gelemesi evlâdır……….. Bu, en yüce talep edilen, en uzak maksaddır. Nihâyetle alâkalı suâlin başa dönerek îzah edilmesi gibidir. Cevap veririz ki, başlangıç olan ve son olan Allâhu Teâlâ’dır. Diğer esmâ, O’ndan mütevelliddir. Ve O’na râcîdir. Zîrâ, ism-i ulûhiyyet O’nda mündemicdir. Konusunda îzah edildiği gibi… bundan ötürü bizim tarîkimizin tarîkat dâiresinin mührü olduğu ortaya çıktı. Çünkü, ezmânın deverânı, esmânın deverânındandır. Esmâ deverân eder ve ona tevessül edenleri, izinin gerektirdiği cihete döndürür. Ve ‘Feyyâz’, ‘Hakîm’, ‘Bâis’, ‘Alîm’ olarak isimlendirilir” buyurmuş ve mevleviyândan bir grubun da “mevlevî” nisbesinin sebebi sorduğunda da; “Bizim rehberimiz A’zamullah’tır (Allâh’ın yüce adı) ve bizim yük hayvanımız tevekkül ve Allâh’a bağlılıktır ve bizim azığımız aşk ve muhabbetullâhdır ve bizim maksadımız mârifetullâhdır ve işte bu ifâdeyle biz evliyâlarız. İsmi yüce olan Allah, bu yol için Hazret-i Mevlânâ’yı mürşid ve önder tâyin edince işte bu yüzden Mevlevîliğe nispet ettik. Çünkü bu tarîkat dâiresinde Allâh’tan ve Mevlevîlik’ten başkası, zikir, fikir, hareket ve sükûndan başka bir şey yoktur” cevâbını vermiştir.1410

II. Emir Âlim Çelebi, تحملوا اخاشن المشاق و تجملوا باحاسن الَخلاق والَخلاق من الخلاق  [Abanın kabalığına tahammül edin! En güzel ahlâkla süslenin. Güzel ahlâk Hâlık’dandır1411 buyurarak da sûfîlerin

kisvesi  olan  abanın  insana verdiği  rahatsızlığa tahammül  ederek nefsi  terbiye  etmek gerektiğini belirtmektedir.

Çelebiler tasavvufdan da bahsetmişlerdir. Pîr Âdil Çelebi bir sohbetleri esnâsında; “Gerçek tarîkatin esaslarını ahlâk ve âdâb kitapları îzâh etmiştir. Buna göre tarîkat kötülüklerden arınma; iyi hasletlerle nefsi bezeme yollarında davranış düzgünlüğü ve samîmî olmaya çalışmak; nefsi temizleme ve saflaştırma yollarında samîmî olmaya gayret etme diye târif edilir. Gerçek hakîkatin durumunu tasavvuf ilmi ele alır. Firâkî ve cem’î makāmlarda tahakkuk mûtedilliği; yakînî olmayan vücûdî meşhedlerde istişhâd mûtedilliği diye târif edilir. Gerçek mârifet; Feyzü’l-Akdes’in zeâmeti, en nâzik sırrın inâyeti ile târif ve tesbit olunmuştur. Bu sözlerle muhtelif toplulukların toplandığı Arafat’ta vakfe yapmak, adı geçenlere misâl olarak gösterilebilir. Ve fenâ ile bekā mecrâlarının cem’ olduğu yerde ‘hayret’ diye ifâde edilir. Bütün bunların zulmü ise bu tanımların tersinde ortaya çıkar ” 1412 buyurmuş ve “tasavvuf, “tarîkat”, “hakîkat”, “mârifet” mefhumları hakkında kısaca mâlumât vermiştir.

Pîr Hüseyin Çelebi de, vefâtından evvel dervişâna verdiği bir vaazda, şu nasîhatte bulunmuş ve dervişâna Mesnevî nin ve semâ’ın Mevlevîlikteki ehemmiyetinden, husûsiyetlerinden bahsetmiştir:

“Kardeşlerim! Size Mesnevî ’nin nüktelerini telakkî etmek ve onun mânevî odalarına dalmak gerektir. Bizim bu kitabımız, size Hak’tan bahseder, Hakk’ı konuşur. Ve semâmız da Hakk’a ulaştırır. Bu bir yoldur ve sizin için yol göstericidir. Bu zamanda gafletle, delil olarak başka şeylere râm olan, yönelen O’ndan gāfil olur. Çünkü, o, Kur ’ân’ın özüdür ve irfânın sırrıdır. Nitekim, soyumun ve ceddimin varış noktası, bedenimdeki rûhun kaynağı olan “Bütün muhakkikler muvahhiddir” sözüyle buna işâret etti. ” 1413

Mevlânâ Dergâhı postnişînlerinden Veled Çelebi (ö. 1372 h./1953 m.) ise, memûriyete başladığında, mevlevî kisvesini çıkarıp, resmî elbiselerini giymiştir. Bu sebeple amcazâdeleri tarafından   tahkîr   ve  istihzâya   mâruz   kalması   sonunda   bu   konudaki   görüşlerini   şöyle   ifâde etmiştir: “Efendim her kavmin bir elbisesi var. Biz Mevlevîler’in giydiği elbise nedir? Tarîkat-ı aliyyemizin resmi elifî nemed, tennûre, destegül, hırka mıdır? Belki zamân-ı kadîmde aynen Konyalılar’ın umûmen giydikleri elbisedir… Ne biz Konyalı elbisesi giymekle çelebilikten çıkarız, ne de Azerbaycan ve Tebriz ciheti ahâlisi, el-yevm Mevlevî gibi külâh giymekle Mevlevî olurlar. Herkes, kendi kavminin elbisesiyle edâ-yı fâriza-i dîn eylemektedir…” 1414

Karahisar çelebilerinden, Karahisar Mevlevîhânesi postnişîni, Dîvânî Mehmed Çelebi’nin (ö. 936 h./1530 m.) torunu Şâh Mehmed Çelebi (ö. 1000 h./1591 m.), sohbet meclislerinden birinde, tarîkatta yol almanın müşkilâtından bahsederken bu zorlukların ihvânın yüzündeki sıkıntılı yansımalarını görünce; “Tarîkat iki adımdır: Terk adımı ve derk (ulaşma, bağlanma/idrâk etme) adımı. Hakîkat ise son duraktır. Ve unutmayın ki Hak sizinle berâberdir. Bu yolculukta üzerinize düşen yorgunluğa iltifât etmeyin. Sizi saran belâlardan üzüntüye düşmeyin!…” meâlinde nasîhatlerde bulunarak bu nasîhatlerini şu beyitlerle taçlandırmıştır:

Zikr ü fikr-i mâ-sivâyı terk eden
Hâl u kāl u sırr-ı kârı derk eden

Hayret ile eyleyip tayy-i zamân
Kande olsa işini pür-berk eden

Kadr ü îd olup şeb ü rûzu tamâm
Ol durur def’-i telâş-ımerg eden1415

Sultan Veled Medresesi müderrislerinden Selâhaddin Çelebi döneminde, Mevlevîliğe muârız bâzı kimselerin ortaya attıkları “Mevlevîlik silsilesinde irşâd kesilmiştir. Başka tarîkatların irşâdına muhtaçtırlar” söylentilerine üzülen bir grup derviş, bu üzüntülerini bir kâğıda yazarak, sohbet esnâsında Selâhaddin Çelebi’ye iletmişler ve Selâhaddin Çelebi de “Mevlevî tarîkatının temeli tövbe-i nasûh, terk etme ve gönül fetihlerinin tecrîdine dayanır. Kur’ân’ın özü olan Mesnevî’nin kandili, ihlâs yükü, kanâat azığı, himmet Burak’ı, cezbenin önderi, hâlin müsebbibi bütün bu sebepler ve gereçler onun sâliklerinin öncüsüdür. Allâh’ın tevfîk ve inâyeti onların yardımcısı ve muhâfızıdır. Fakr u fenânın iftihâr meydânının adamları mürebbi, mürşid, enbiyâ ve evliyâların ruhâniyeti Allâh’ın selâmı onların üzerine olsun. Hazret-i Mevlânâ’nın âyin ve erkânı ve Nakşibendî tarîkatının ileri gelenlerinin zikir ve duaları ve bu tâifenin büyük ve diğer kişileri azizdir ve özellikle diğer bütün isimleri kendinde toplayan ism-i A’zam bu azametli grubun ruhlarının  sığınağıdır. Yüce âdetler ve edebler, müstahsenat  ve mukarribât fırkanın bedenlerini hal’dir.. ve el-Melikü’l-Muîni’n-Nasîr olan Allâh’ın inâyetiyle bu doğru tarîkatın değersiz bir kölesi, cem’ u fark denizlerini birleştiren bu tarîkatın sebat gösteren müridlerindendir ve velîlik dâiresinde açık seçik kerâmetlerin kaynağı, övünülen ilimlerin mahzeni, güzel ahlâkın mâdeni ve beğenilen durumların merkezi nefis ve nazarın bereketiyle eşi benzeri olmayan Hızır (a.s.)’dır ve öyle bir tarîkatta ve onun dostları arasında irşâdın maksadı azalacak öyleyse diğer tarîkatların adı belirsiz kalacak ve Allâh’ın teyit edici eserleri günbegün ‘mevlevî’ kelimesini yüceltmek ve onun hâline değer vermek için sebepsiz bir ilgisi olacaktır. O habis kelimenin câhil sözcüsü kıskançlık ve bencillik sebebiyle bu doğru tarîkatta doğru yolu bulmamıştır ve kendi irşâdının maksadı azaltmıştır     ve     mir’at-ı     sâfîde     Mevlevî’nin zamirleri onun aksini gördü ve onun aslından gāfil oldu” ifâdeleriyle, dedikodular sebebiyle üzülen dervişleri tesellî etmiştir.1416

i) Semâ’:

“Semâ’”, kelime mânâsı olarak “işitme”, “dinleme” demektir. Istılâhî olarak ise “semâ’”; “dinlenen ilâhî yeyâ müziğin etkisiyle vecde gelerek dönmek” demektir.1417  Semâ’, asıl mânâsını mevlevî literatüründe bulur. Mevlevî tarîkinde “semâ’”; “ritm ve musikî eşliğinde
yapılan, sağdan solan, kalbin etrâfında çark atıp dönerek icrâ edilen bir nev’î ibâdettir.” 1418

Mahlûkātın tabîatında bulunan “dönme” fiili, vâr olma sebeplerinin başında gelmektedir. Dolayısıyla mutasavvıflar, semâ’ı müdâfaa ederken, dünyânın, ayın, yıldızların, elektronların, atomların dönerken semâ’ ettiklerinden hareket ederler. İşte bu dönme, zaman içerisinde ritim ve mûsikî eşliğinde ulvî bir hüviyet kazanmıştır. Târihi çok erken zamânlara uzanan ve her zamân tartışma mevzûu olan semâ’1419, Mevlevîlik’te, Sultan Veled zamân-ı meşîhatinden îtibaren belli birtakım prensipler çerçevesinde şekillenmiş ve “mukābele” hâlinde mevlevî tarîkinde yerini almıştır.

Semâ’ mukābelesi belli prensipler ile teşekkül ederken, Hz. Mevlânâ’nın talebeleri ile birlikteyken tâkip ettiği usûl dikkate alınmıştır. Hz. Mevlânâ’nın ezan vaktinde Karatay Medresesi önünden geçerken içeriye girdiği; önce ezan okunduğu; daha sonra Hz. Mevlânâ’nın talebelerinin Hz. Mevlânâ’dan önce içeriye girdikleri; Hz. Mevlânâ’nın talebelerinden sonra medreseye girerek talebelerini selâmladığı; talebelerinin selâmı almalarının akabinde namaz kıldıkları; namaz sonunda Kur’ân-ı Kerîm kırâat edildiği; daha sonra hadîs-i şerîf okunarak hakkında vaaz edildiği ve Mesnevî’den bir bölüm okunduğu; aşır okunarak bu bölümün nihâyetlendirildiği; daha sonra zikir halkası oluşturularak İsm-i Celâl zikrine başlandığı; bunun hitâmında yine aşır okunduğu ve duâ edildiği;daha sonra Hz. Peygamber’i medheden bir naat okunduğu ve bir kudüm darbesiyle ayağa kalkan Hz. Mevlânâ ve talebelerinin medresenin içerisinde üç defâ dolaştığı; üç fâsılalı ve her fâsılada selâm verilerek semâ etmeye başladıkları rivâyet edilmektedir.Bu merâsimde, sağdan sola doğru, bâtından zâhire doğru bir dönüş esas alındığı ve Sultanu’l-Ulemâ Muhammed Bahâeddin Veled’in Beytullâh’da tâkip ettiği usûlün uygulandığı rivâyet edilmektedir. Semâ’ netîcesinde sükûnetle oturduktan sonra yine bir aşır kırâat edildiği ve duâ edildiği daha sonra selâmlaşılarak Hz. Mevlânâ’nın ve talebelerinin medreseden ayrıldıkları rivâyet edilmektedir.1420

Mukābele esnâsında, mutribân heyetinde bulunan mûsikî âletlerinin de, Şems-i Tebrîzî’nin gaybûbetinin ardından Sultan Veled ile Şam’dan avdeti esnâsında Konya’da istikbâl eden heyetin kullandıkları âletler oldukları rivâyet edilmektedir. Bu âletler, ney, kudüm, def, zil, rebâbdır.1421 Yine mevlevî dervişânının kisvesinin de, Şems-i Tebrizî’nin Konya’dan ayrılmasından sonra Hz. Mevlânâ’nın giymeyi âdet edindiği sikke, sikke üzerine sardığı  duman  rengi  destâr1422 ve  önü  bütün  siyah  tennûreden1423 mülhem  olduğu  da  rivâyet edilmektedir.1424

Hz. Mevlânâ müddet-i hayâtında semâ’ ettiği gibi eserlerinde de semâdan bahsetmiştir. Mesnevî’nin IV. cildi, 744. beyitinde; “Binâenaleyh semâ’ âşıkların gıdâsı oldu; zîrâ onda hayâl-i ictimâ’ vardır” semâ’ etmeye başlayan mürîdin, kalbinde hâsıl olan bütün farklı düşünceleri ortadan kaldırıp Hak ile berâber olduğunu ne kadar kuvvetli düşünürse, Allâhu Teâlâ ile olabilmek için o kadar istîdâd kazanacağı îzâh edilmektedir. Esâsen de Hz. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî ile yeni tanıştığında, hiç semâ etmemiş bir müderris imiş. Şems-i Tebrizî ile tanıştıktan bir müddet sonra Şems-i Tebrizî Hz. Mevlânâ’ya; “Semâ’a gir ki, aradığın semâ’da ziyâde olacaktır. Semâ’ın halka haram oluşu, onların hevâ-yı nefs ile meşgūl olmalarından nâşîdir. Onlar semâ’ edince, o mekruh ve mezmum hâl ziyâdeleşir ve hareketler lehv ve batar sebebiyledir. Şüphesiz semâ’ böyle bir tâife üzerine haram olur” buyurmuştur. Hz. Mevlânâ Şems-i Tebrizî’nin bu tavsiyesi üzerine semâ’ etmeye başlamış ve âhir ömürlerine kadar bu yol üzere devam etmişlerdir. Erken vakitlerde bulunduğu gibi, Hz. Mevlânâ zamânında da semâ’ hakkında menfî düşünüp, onu inkâr edenler bulunmaktaymış. Bu tavırlar karşısında Hz. Mevlânâ Mesnevî’nin II. cildi, 674-676. beyitlerini inşâd etmiştir. “Akşama kadar dediler; tamâ’dan dopdolu olan deve sâhibine tesîr etmedi. Kulak ve göz üstünde Hüdâ’nın mührü vardır; hicâblarda çok sûret ve çok sadâ vardır. O şeyi O ister, cemâlden ve kemâlden ve şîveden göze eriştirir” beyitleri, görme, iştime hâssaları üzerinde Allâhu Teâlâ’nın birçok perdeleri bulunduğunu anlatır. Ancak Allâhu Teâlâ dilerse bu perdeleri kaldırarak bu cemâl   ve  kemâli   kişiye   gösterir.   Bu  da  ten  kulağının,  ten   gözünün   hâricinde  bir   görüş  ve işitiştir. Zamân-ı Hz. Mevlânâ’da da, خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟ (Bakara, 2/7) [Allâh onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünyâ ve âhirette) büyük bir azap vardır] âyeti gereğince, can gözleri ve can kulakları mühürlü kimseler semâ’ı inkâr etmişlerdir.

Hz. Mevlânâ bir diğer beyitlerinde de; “Ey semâ’ adamı! Mîdeyi boş tut! Zîrâ kamış boş olduğu vakit nâle ve zâr eder” buyurarak, semâ’ esnâsında açlığın esas olduğunu bildirmektedir. Dolu bir mîdeyle kalkılan semâ’dan mânevî lezzetlerin hâsıl olmasını beklemek beyhûdedir. Hz. Mevlânâ bunu teyid etmek için, ney misâli vermektedir ki, ney olabilecek kamış, ancak içi boş olursa ney olabilir ve mükemmel sadâyı çıkarabilir.

Yine Mesnevî ’nin III. cildi, 4708. beyitinde de; “Aşkın mutiribi vakt-i semâ’da bunu çalar, bendelik bağ ve efendilik başağrısıdır” buyurulmuş ve dünyâ hayâtında para, mal-mülk, evlâd, kadın bağlarıyla bağlanmanın kölelik olduğu; bunun gibi, rütbe, makam-mansıb, mal-mülk sâhibi olmanın da halkın mürâcaatgâhı olmak bâbından baş ağrıtan ve tutsak eden bir durum olduğu belirtilmiştir. Bütün bunlarla birlikte, Hz. Mevlânâ Fîhi mâ Fîh eserinde, kendisini semâ’ esnâsında tâciz edip, rahatsız edenlere karşı herhangi bir kırgınlığı olmadığını şöyle ifâde etmektedir: “Benim bir huyum var, kimsenin benden incinmesini istemiyorum. Semâ’ ederken bâzı insanlar bana çarpıyor ve yârândan bâzısı, onların bu hareketine mâni oluyorlar. İşte bu benim hiç hoşuma gitmiyor ve yüz kere: ‘Benim yüzümden hiç kimseye bir şey demeyin’ dedim.”

Ancak her çeşit bağdan âzâde olarak semâ’a kalkanların hâli hakkında da Hz. Mevlânâ Mesnevî ’nin I. cildi, 1372. beyitinde; “Cisimleri raks içinde ve cânlarını hiç sorma! Ve o kimse ki, cân ola, onlardan suâl etme!” aşk-ı ilâhî içinde raks edenlerin, cisimleriyle semâ’ eder göründüklerini, ancak onların cân gözüyle tattıkları lezzetleri târif etmenin mümkün olmadığını, onların, cismâniyetten çıkarak, ruhâniyet mertebesine terakkî ettiklerini ifâde etmektedir. Esâsen, Hz. Mevlânâ’ya göre, kişiyi îtidâlden çıkarıp semâ’a kaldıran da kişinin irâdesi değildir.1425

Sultan Veled eserlerinde semâdan bahsederken, babası Hz. Mevlânâ gibi coşkulu bir üslûb kullanmamaktadır. Daha ziyâde semâ hakkında halktan gelen îtiraz ve suâllere cevap mâhiyetinde  semâdan bahsetmektedir.  Nitekim Maârifde,   Sultan Veled’e;  “Dervişlerden bâzısının saz vesâire gibi haram olan semâ ile meşgûl olduklarını gördük, bunu dervişlik mezhebinde câiz görmek nasıl olur? Dervişe böyle bir işle meşgûl olmak yakışır mı?” diye sorulduğu Sultan Veled’in bu sorunun cevâbının uzun olduğunu söylediği nakledilmektedir. Sultan Veled, bu kişiye cevâben, her türlü ibâdetle Hakk’a yaklaşmaya çalışmış, bu ibâdetlerden hâsıl olacak lezzeti içinde tartmaya çalışmış sâdık dervişânın, neyin sesini duyduğunda hissettikleri vecd hâlinin kendilerinin de dikkatini çektiği ve bu hâlin cevâzını suâl ettiklerinde aşk ve fakr müftülerinin bu hâli o dervişân için câiz gördüklerini söylediği nakledilmektedir. Çünkü bu vecd hâlindeki asıl amaç zevk u safâ değil, Hakk’a yaklaşmaktır. Ancak bu vecd hâli dervişânda namaz, oruç gibi ibâdetle hâsıl oluyorsa bu defâ onlar için bu câiz değildir ve ibâdetle o hâli muhafaza etmeleri salık verilir.1426 Sultan Veled’e göre semâ’a karşı olanlar, aslında semâ’ın ne olduğunu bilmeyenlerdir. Zîrâ, semâ’ raks değildir. Öyle bir hâldir ki, derviş o hâldeyken kendinden geçer, mahv olur. Bu noktada Sultan Veled dervişin semâ esnâsında yaşadığı hal ile nübüvvet arasında irtibat kurarak فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَ كًا وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ (A’râf, 7/143) [Rabbi dağa tecellî ettiği zaman, onu parça parça etti ve Mûsâ kendinden geçmiş olarak yere düştü] âyeti ile bu semâ’ın târifini delillendirmiştir.1427

Sultan Veled’den sonra, zaman içerisinde semâ’ belli bir sisteme oturmuş ve şekillenmiştir. Pîr Âdil Çelebi zamânına kadar belli bir gelenek çerçevesinde devam etmiş olan Mevlevîlik kuralları, o dönemde özellikle Anadolu’da bâzı tarîkatların (Halvetîlik, Kādirîlik, Bektâşîlik), belli kurallar çerçevesinde intişâr etmesi karşısında, Mevlevîliğin çerçevesinin belirlenmesi ve korunması amacıyla kesinleştirilmiştir.Semâ’ya en son şeklini veren Pîr Âdil Çelebi’dir (865 h./1460 m.) . 1428 Mevlevîlik, Pîr Âdil Çelebi zamân-ı meşîhatinden sonra kuruluş dönemini tamamlamış kabul edilmektedir. Bundan sonraki zamânda ise, tarîkatin yayılmasında Konya dışındaki çelebiler ve meşâyıh etkili olmuştur.1429

Abdülhalim Çelebi (ö. 10120 h./1680 m.) zamân-ı meşîhatinde, Vanî Mehmed Efendi’nin (ö. 1096 h./1685 m.) aracılığıyla 18 sene müddetince men’ edilen semâ’ için Abdülhalim Çelebi; Abdülhalim Çelebi, semânın yasaklandığı zamanda, dervişâna; “Sûret-i semâ’, mevrid-i men’ oldu ise, semâ’-ı ma’nevîye dest-res-i men’-i mülûk muhâldir. Semâ’hâne-i sîne-i sâfiyede semâ’-ı kalbî ile safâ-yâb olmak gerektir” diye nasîhat etmiş ve وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ (Neml, 27/88) [Sen dağları donmuş gibi görürsün, oysa onlar bulutla gibi geçip yürürler] âyeti gereğince amel etmelerini tavsiye etmiştir.1430 Hz. Şârih İsmâil Ankaravî de Minhâcu’l-Fukarâ isimli mevlevî âdâb ve erkânını anlattığı eserinde bu âyetten yola çıkarak semâ’ı 3 kısıma ayırmıştır:

1 Semâ’-ı İlâhî: Her şey, fî nefsi’l-emr kelimetullâhdır. Zîrâ “kün” emirinin eseridir. Kelimetullâh, gayr-i mütenâhiyedir. Kelimât-ı Hakk’ı sâmi’ olan evliyânın dahi ol kelimât-ı gayr-i mütenâhiye kadar lâ-yetenâhî esmâ-i bâtınesi vardır. Kelimetullâhı istimâ’ eylemez, illâ cemî’-i esmâ-i İlâhiyyenin esrârına vâkıf olan ârif. Fütûhât-ı Mekkiyye’de İbn Arabî: ‘Esmâ-i İlâhiyye’den her ismin bir lisânı ve her lisânın bir makāli vardır. Ve her makāl için bizden ona bir kulak vardır. Halbuki kāil ve sâmi’in hakîkatte zâtı birdir.’ Bu mertebede olanlar, halkla mükâleme kılsalar, Hak’la mükâleme kılarlar. Ve halkdan bir söz istimâ’ eyleseler onu Hak’dan istimâ’ eylerler. Nitekim Şiblî, ‘Hıyarın onu bir akçe’ lafzını Hak’dan istimâ’ edip dedi ki; ‘İlâhî, hıyârın onu bir akçeye olunca, şirârın hâli nice olur?’

2 Semâ’-ı Rûhânî: Sem’-i rûhla her şeyin tesbîh-i Hak kıldığın gûş etmekdir. Ve onun ma’nâsını zevk ile fehm etmekdir. Zîrâ, bu vücûd inde ehli’ş-şuhûd rakk-ı menşûrdur. Ve âlem ve ehl-i âlem onda mestûrdur. Elsine-i halk, aklâm-ı Hak’dır. Aklâm-ı Hak’dan sudûr eden kelimât ve evsât ve hurûf her ne ise sem’-i rûhla meânisin işitip ona göre iş etmekdir. وَإِنْ مِنْ شَيْ ء إِلََّ یُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلَكِنْ لََ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ (İsrâ, 17/44) [O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbîhini anlamazsınız] âyetinin sırrı semâ’-ı rûhâniyete erdikten sonra ma’lûm olur. Ve bu mertebede her şeyin tesbîhini gûş-ı hûşla istimâ’ kılar.

3 Semâ’-ı Tabî’at/Semâ’-ı Sûrî: Semâ’-ı sûrî oldur ki, bir nice kimse bir yere cem’ olup negamât-ı lezîze ve elhân-ı nefîse istimâ’ etmeye derler. Nitekim, bizim tarîkimizde hey’et-i ma’rûfe üzere fukarânın nây ve def ve kudüm âvâzını dinledikleri gibi. Pes, bu mertebelere vâsıl olan kibârın semâ’-ı sûrîye ihtiyâcı kalmaz. Eğer semâ’-ı sûrîye hâzır olursa da ihtiyâcen değildir. Belki ya irşâden li’t-tâlibîndir veyâ tevâzuan veyâ istiâren li-hâlihi. Hz. Cüneyd, kendi nihâyet-i hâllerinde raks ve hareketden kalmışlardır ve semâ’da otururlar imiş. Bir kimse birgün suâl eylemiş ki; ‘Yâ Şeyh! Neden arkadaşlarınızla berâber raks etmiyorsunuz?’ O, Cenâb-ı Hakk’ın şu âyeti ile cevâb verir: وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ (Neml, 27/88) [Sen dağları donmuş gibi görürsün, oysa onlar bulutla gibi geçip yürürler] ” 1431

IV. Muhammed Ârif Çelebi’nin (ö. 1159 h./1746 m.) “mâ-lâ-ya’nî”den müstağnî tavrı ve yaşayışının onun mâneviyâtına da etki ettiği ve mukābele esnâsındaki huzûr ve safâsının; vecd hâlinden sonraki sekînetinin sebebini soranlara; “Kalplere esen sabâ rüzgârı/gençlik, kalpleri temizler ve coşturur. Bedenler; büyür, genişler, ağaçların meltem rüzgârında raksetmesi gibi. Kuru olanlara gelince; onlarda bir haz ve fayda yoktur. Ancak kesilmeye ve yakılmaya yararlar” buyurmuştur. Semâ’ merâsimlerindeki âşıkāne tavrını soranlara da; “Hâlin esintisi, şevk bulutlarını hareketlendirir. Kalbin gürültüsü ise onun gökgürültüsü; kalbin “âh”ları ise onun şimşekleridir. Gözyaşları, yağmurudur. Bu iç dünyânın hava durumudur. Dış dünyâda hiçbir şey yoktur ki, iç dünyâda onun aslı olmasın” 1432 buyurmuştur.

Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi postnişîni Burhâneddin İlyas Çelebi’nin (ö. 797-798 h./1394-1395 m.) “semâ” ile ilgili görüşleri Sefîne’de şöyle bir vâkıa ile aktarılır: Burhâneddin İlyâs Çelebi’nin postnişînliği zamânında, henüz mevlevîliğe müntesib olmuş ve semâ çıkarmayı tâlim eden bir derviş bir rüyâ görür. Rüyâsında, tânesiz bir kap çorba görür. Ve rüyâsında çorbanın tânesiz oluşundan duyduğu üzüntü ve avcunun boşluğu ve kolunun sızısıyla muztarib bir şekilde uyanır. Bu rüyâyı Burhâneddin İlyâs Çelebi’ye tâbir ettirmek için ziyâret ettiğinde, Burhâneddin İlyâs Çelebi; “Semâ’ esnâsında vücûda çektirilen acı ile nefsin ayıplamasından rûha gıdâ hâsıl olmaz. Ortaya çıkan şey ancak çer-çöp nev’inden önemsiz şeylerdir. Rüyânda hissettiğin acı bu sebeptendir. Mürîdin terbiyesinden murâd şudur ki; semâ’ esnâsındaki devir, aşk değirmeni ve meşkin gücüdür. Rûhun gıdâsı da gönlün inceltilmesi ve onun ayıplanmasıyla mümkündür. Aksi hâlde, fikrin ve zikrin zorlanmasıyla olacak semâ’ da bu tânesiz un çorbası gibidir. Ne bir şey kazandırır, ne bir faydası olur” buyurarak rüyâyı tâbir etmiş ve “İlimsiz olan her amel; kuşkusuz tatsızdır. Böylece, ilm-i semâ’ın okunması gerekir ki, senin amelin pür-zevk ve safâ üzere ve kedersiz, zahmetsiz olsun” buyurarak dervişi tesellî etmiştir.1433

3) Çelebileri Rencîde Edenlerin Düçâr Oldukları Sıkıntılar

Tasavvuf târihinde, büyüklerin gönüllerin kıranların, onların nasîhatlerine riâyet etmeyenlerin düştükleri sıkıntılı durumlar, kişilerin bu nasîhatlere uymamaları ile irtibatlandırılmıştır ve birçok kaynakta nakledilmektedir. Mevlevî kaynaklarına mürâcaat ederek de çelebilere, mevlevî büyüklerine karşı gelenlerin ve nasîhatlerine kulak asmayanların düçâr oldukları sıkıntılardan misâller vermek mümkündür. Esâsen de Osmanlı Devleti’nden ve onun öncesinde Selçuklu Devleti’nden her kim mevleviyâna muhabbet duyup yardım ettiyse ya da mevlevî sikkesi giyerek Mevlevîliğe müntesib olduysa, saltanatının başında nusret,   ortasında   refâha   ulaştığı,   sonunda   ise   hayır-duâ   ile   yâd   edildiği;   ancak   her   kim mevleviyâna  muhâlefet  ederse de,  onların  da  mânevî  nimetlerden  hisseyâb  olamadıkları  ve isyânlara düçâr olarak saltanatlarına son verildiği rivâyet edilmektedir.1434

Mevlevîler arasında özellikle Ulu Ârif Çelebi zamân-ı meşîhatinde, mevlevîler aleyhinde bulunanlar, kötülük düşünenler birçok kez çeşitli felâketlere mâruz kaldıkları rivâyet edilmektedir. Hattâ, Mevlevîler arasında yanlış yapanlar hakkında “Seni Ulu Ârif Çelebi’ye havâle ediyorum ” 1435 sözü bir darb-ı mesel hâline gelmiştir ve hâlen kullanılmaktadır.

Eflâkî ise, Şemseddin Âbid Çelebi ile bulundukları bir seyâhat esnâsında şâhit olduğu bir vak’ayı şöyle nakletmektedir: Seyâhat ettikleri kişiler arasında bulunan Saîd isimli bir derviş seyâhat esnâsında Eflâkî’ye; “Eflâkî, hazır ol, senin de helvanı yiyeceğim. Ben Ârif’e bile karşı çıkmış bir kimseyim. Ârif’e mensûp olanlar da kim oluyor da bana karşı geliyor?” diyerek küstahlık etmiş, bunun üzerine Şemseddin Emir Âbid Çelebi; “Şimdi Ârif’e mensûp olanlardan biri de benim. Sana diyorum, senin ömründen üç gün kalmıştır, fazla değil. Senin helvanı Eflâkî pişirecek” buyurarak, derviş Saîd’i küstahlığı sebebiyle uyarmış. Şemseddin Emir Âbid Çelebi ve berâberindekiler Lâdik şehrine ulaştıklarında derviş Saîd hastalanarak üç gün sonunda vefat etmiş. Çelebi bunun üzerine son derece üzülerek; “Bunun techîz ve tekfîni yapmalı, helvasını pişirmeli. Uzun zaman bize hizmet etmiştir, fakat terbiyesizliğinden bizim yumuşaklığımıza güvenerek bir latîfe yapmak istediyse de, Allâh’ın gayreti harekete gelerek, bir kazâ okunun darbesini yedi. İnşallah îmânla gitmiştir” demiş ve “Hiç kimse velîlere yaptığı hizmetinin çokluğuna ve onların sohbetindeki yakınlığına güvenip övünmesin, edeb ve terbiye yolundan çıkmasın. Yoksa başını ve sırrını ele verir. Hakîkatin özü, şerîatin canı olan bu tarîkatte gāfil yaşamanın, Allâh’ın emirlerinden habersiz olmanın, hevâ ve hevesi serbest bırakmanın büyük tehlikesi vardır. Bundan Yaradan’a sığınırız” buyurmuş ve derviş Saîd’in başına gelenleri Eflâkî’ye ve mevlevîlere karşı koyduğu tavra bağlamıştır.1436

Yalnızca sıradan insanların değil, devlet adamları ve pâdişahların çeşitli sebeplerle uğradıkları sıkıntılar çelebileri rencîde etmeleriyla münâsebetlendirilmiştir. Nitekim, yine Şemseddin Âbid Çelebi, Anadolu Vâlisi tâyin edilen Timurtaş bin Çoban’ın elçiliğini kabul etmek  mecbûriyetinde kaldığında,  Konya’dan  ayrılırken  yaşadığı  gönül  kırıklığından  ötürü; “Biz    dönüp    gelinceye    kadar    bunlardan    kimse    kalmayacaktır”    serzenişinde    bulunmuş    ve    seyâhat dönüşünde Moğol temsilcilerinin Konya’yı terkederek Şam’a kaçtıklarını haber almıştır.1437

Şemseddin Âbid Çelebi, Tebriz’de bulunduğu bir sırada, Moğol karargâhında vezir Hoca Şemseddin Emir Muhammed’le görüşmesi esnâsında, vezîre dervişlerin giderilmesi gereken bâzı ihtiyaçlarından bahsettiğinde vezir Çelebi’yi başından savmış ve böbürlenme göstermiştir. Buna çok canı sıkılan Çelebi, Moğollar’dan yüz çevirerek Anadolu’ya geri dönmüştür. Bu kalp kırıklığının ardından Çelebi memleketine döndüğünde o memleketin ileri gelenlerinin birbirlerine düştükleri ve devletin zevâl bulduğu rivâyet edilmektedir.1438

Şemseddin Emir Âbid Çelebi’nin Ulu Ârif Çelebi gibi kayıtsız ve kalender bir kişiliği bulunduğunu nakleden kaynaklar, dış görünüşe önme vermediğini de belirtirler. Bıyıklarını uzun bırakan Çelebi, Konya Vâlisi olan Tâc-ı Kızıl’ın oğlu Zahîreddin’in kendisini uyararak; “Bu uzun bıyıklarını niçin kesmiyorsun, sen sipâhi şeyhi misin?” demesi üzerine; “Benim bıyıklarım uzundur, fakat senin de hırsından gözüne perde gelmiştir. Bu bıyığı kısaltmak kolaydır, ancak senin gözündeki hastalığın dermânı yoktur” buyurmuştur. Bu hâdisenin akabinde, üç gün sonra Zahîreddin’in ağzından aldığı bir ok yarasıyla öldüğü rivâyet edilmektedir.1439

Ebûbekir Çelebi’nin zamân-ı meşîhatinde, pâdişah IV. Murâd ile aralarında cereyân eden hâdisede önemli rol oynayan, Hz. Mevlânâ’nın türbesine çizmeleriyle girmek isteyen ve kabrin açılması husûsunda pâdişahı teşvik eden Kadızâde Mehmed Efendi ise (ö. 1045 h./1635 m.) İstanbul’a avdetinin akabinde sar’a hastalığına tutulmuş ve doktorların şifâ bulamadığı bu hastalık için Yenikapı Mevlevîhânesi postnişîni Doğānî Ahmed Dede’den duâ etmesini istemiştir. Doğānî Ahmed Dede ise bu talebi reddetmiştir.1440

Abdülhalim Çelebi’nin (ö. 10120 h./1680 m.) meşîhati esnâsında da, dönemin şeyhülislâmı Vânî Mehmed   Efendi’nin1441  (ö. 1096 h./1685 m.) teklîf, teşvîk ve fetvâsıyla, pâdişah IV. Mehmed   (ö.  1104  h./1693  m.) ve Sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa (ö.  1087  h./1676  m.) tarafından semâ’ ve devran yasaklanmıştır.1442 Sefîne’de semâ’ın yasaklanmasında rol oynayan isimlerin, bu yasağa yardımları nedeniyle birçok felâketlere uğradıklarından bahsedilir:1443 Semâ’ın yasaklanmasına fetvâ veren dönemin şeyhülislâmı Minkārîzâde’nin, 1444 semânın yasaklanmasına verilen fetvâyı imzâladığı tarafından felce mâruz kaldığı, üç gün içerisinde yatağa bağlandığı ve bu hastalığın 40 gün devam ettiği ve acılar içerisinde vefat ettiği; dönemin Sadrâzamı Fâzıl Ahmed Paşa’nın 1445 katıldığı seferlerde yenik düştüğü ve bu yenilgilerin ağırlığıyla hastalanarak öldüğü rivâyet edilir. Vânî Mehmed Efendi’nin semâ’ yasaklandığı dönemde müderris, daha sonraki dönemde şeyhülislâm olan dâmâdı Müftü Feyzullâh Efendi’nin 1446 kötü tâlihinin sebebini de bu olay içerisinde bulunmasına bağlamışlardır. Ayrıca Mustafa Sâkıb Dede, ilk dersini Vânî Mehmed Efendi’den alan ve daha sonra dâmâdı Müftü Feyzullah Efendi’nin de talebesi olan Sultan II. Mustafa’nın (ö. 1115 h./1703 m.) başarısızlığını, hal’ edilmesini, yaşadığı rahatsızları netîcesinde vefâtını Vânî Mehmed Efendi ve Feyzullah Efendi’nin talebesi olmasıyla irtibatlandırmıştır.1447

Semâ’ın 1077 h./1667 m. târihinde yasaklanmasından 18 sene sonra, özellikle Kara Mustafa Paşa’nın Viyana Kuşatması’ndan yenilgiyle dönmesinin ve pâdişahın çok sevdiği hocası Vânî Mehmed Efendi’nin tâlihsiz âkıbetinin akabinde1448 , pâdişah IV. Mehmed, rüyâsında   semâ’   eden    dervişleri   görmüş,    yüzlerini   görmek   murâd   ettiğinde   ise   yüzyüze gelmeleri mümkün olmamıştır. Pâdişah bu duruma çok üzülmüş ve rüyâsını tâbir etmesini
Belgrad  Mevlevîhânesi  Şeyhi  Adnî  Dede’den1449 ricâ  etmiştir.  Adnî  Dede  rüyâyı  “Ey   Hidîv! Basît-i nasfet sâbıkan men’-i mukābele, lâhikan mâni’-i mukābele olmuştur” diye tâbir ederek, pâdişahın semâzenlerin yüzlerini görememesini, semâyı yasaklamasına bağlamıştır. Bu tâbirden son derece etkilenen pâdişah, semâ ve devrânın serbest bırakılmasını emretmiş, ama yine dervişân beynindeki kırgınlığı giderememiştir. Saltanatının son demlerinde yaşadığı sıkıntılar ve tahttan indirilişinin sebebinin semâ ve devrânı yasaklaması olduğu rivâyet edilmektedir.1450

Mustafa Sâkıb Dede, başta Vânî Mehmed Efendi, şeyhülislamlar Minkārîzâde Yahyâ Efendi, Seyyid Feyzullâh Efendiler olmak üzere semâ’ ve devranın yasaklanmasında rol oynayanların ya da herhangi bir sebepten Allâh dostlarına, dervişâna kin besleyenlerin uğradıkları zilleti, yaşadıkları fecî sonları, وَلََ یَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلََّ بِأَهْلِهِ(Fâtır, 35/43) [Halbuki kişi kazdığı kuyuya önce kendisi düşer] âyetiyle delillendirmektedir. Dervişân ile uğraşan, onlara kin besleyen tâifelerin büyüklerinin, küçük gördükleri kimselerin ayakları altında kaldığını; bu tâifeler içindeki sıradan insanların ayaklarının tökezleyip, her yönden tekme yediklerini de belirtmiştir. Bununla birlikte, tarîkat büyükleri zâten kerâmetlerle nimetlendirilmişlerse de, tarîkatlerdeki en küçük muhibbin, ya da ehlullâha muhabbet besleyen kimselerin de Allâh katında muhterem addedildiğini kaydetmektedir.1451

II. Süleyman tahta geçtiği zaman, II. Viyana Kuşatması’nın telâfisi için bir sefer düzenlenmiştir.1452 II. Bostân Çelebi de berâberindeki kalabalık bir dervişân topluluğuyla Edirne’de kurulan karargâha vâsıl olduğunda; dervişânın çok kalabalık olduğu ve bu kalabalığın fitneye sebep olabileceğinden endîşe edildiği ileri sürülerek1453 Konya’ya avdet edip, Dergâh-ı Mevlânâ’da zafer için duâcı olmalarının her zâviyeden daha güvenli olduğu söylenmiştir. Bu sebeple gönlü kırılan ve derin bir hüzne kapılan Çelebi, Konya’ya avdet emiştir. Konya’ya avdetinde, zaman zaman yaşadığı sefer heyecânı ve avdete zorlanması hatırına gelse de kırgınlığı dâim olmamış ve “Bu kadirbilmez dostlar çok geçmeden düşmanların zulmüne müptelâ olurlar ve Hak ehlini def etmek için bâtılı cezp ederler” buyurmuştur. II. Viyana Kuşatması’nda kaybedilen Nemçe, Niş, Vidin, Üsküp ve Köstendil 1454 civârının tekrar Osmanlı topraklarına dâhil olduğu seferde, Çelebi ve berâberindekilerin sefere katılamamalarına sebep olanların, düşman elinde katledilerek fecî bir sona mâruz kaldıkları rivâyet edilmektedir. Bu sefer esnâsında, Çelebi’nin, birgün kuşluk vaktinde, hânelerinden sefer libâsıyla çıkıp, kılıcını da çekerek bahçede bulunan bir ağaca dört kez vurduğu rivâyet edilir. Dervişânınsa bu vak’ayı ve târihini bir kenara kaydettikleri, bir müddet sonra gelen zafer haberiyle aynı târihe denk geldiğinin görüldüğü rivâyet edilmektedir.1455

Sultan II. Ahmed’in kısa süreli saltanatının özellikle son demlerinde yaşadığı sıkıntı ve yenilgilerin sebebi olarak da II. Bostân Çelebi’ye yaptığı haksız muâmele gösterilmektedir.1456

Pâdişah II. Mustafa’nın da hocası olan ve “Vanî-i Sânî” olarak anılan Şeyhülislâm Seyyid Feyzullâh Efendi, II. Bostan Çelebi’nin zamân-ı meşîhatinde, önce devlet tarafından çelebilere tevcîh edilmiş olan “Kudüs Pâyesi”nin ref’ edilmesine fetvâ vermiş; daha sonra da çelebilerin devam ettiği özel okullar mesâbesindeki Sultan Veled Medresesi ve Karatay Medresesi’nin, çelebiler yedinden alınarak, ulemâya verilmesine sebep olmuştur. Çelebilere âid medreselere başka müderrislerin tâyin edilmesiyle revâ görülen bu eziyetler fazla uzun ömürlü olmamış; Sefîne’ye göre, aldıkları bu kararlar ve uyguladıkları sebebiyle, pâdişah ve devlet adamları siyâsî ve askerî birçok sıkıntıya mâruz kalmışlardır. Netîcede, çelebilere bunları revâ görenler çeşitli şekillerde ortadan kalkmış; çelebiler medreselerine kavuşmuştur. II. Bostân Çelebi ise, her ne vakit bir fitne hareketiyle yüz yüze gelse; “Bizim devletimiz Allah vergisidir. Hâşâ ki, zulmün elindeki bir avuç diken ve çer-çöp yüzünden yok olsun!” buyurarak tesellî bulmuştur.1457

Çelebilerin kendi aralarında da çeşitli vesîlelerle kırgınlıklar meydana gelmiştir. Bu kırgınlık ve huzursuzluklar da maddî-mânevî birçok netîce vermiştir. Nitekim, İbrâhim Paşa’nın Konya’yı işgâli esnâsında Mehmed Saîd Hemdem Çelebi’nin pâdişaha sığınmak için İstanbul’a gitmesini fırsat bilen İbrâhim Paşa, Mehmed Saîd Hemdem Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi’yi makam çelebisi îlan etmiştir. Ordunun çekilmesinin akabinde Konya’ya avdet eden Mehmed Saîd Hemdem Çelebi, oğlunu posttan indirerek vazîfesine devâm etmiştir. Ancak, İbrâhim Paşa emriyle posta geçen oğluna kırılan Mehmed Saîd Hemdem Çelebi’nin kırgınlığı sebebiyle oğlunun hayâtını mecnûn olarak tamamladığı rivâyet edilmektedir.1458

Karahisar çelebilerinden Dîvânî Mehmed Çelebi Bursa seyâhati esnâsında, Bursa’da Gelincik olarak bilinen bir çarşıdan geçerlerken, bâzı esnâfın lâ-kayd tavırlarıyla karşılaşmışlar. Bu tutum, Mehmed Çelebi’nin dervişânını hüzünlendirmiş. Vaziyeti Mehmed Çelebi’ye arzettiklerinde, Mehmed Çelebi; وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا وَإِذَا مَرُّوا بِال لَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا (Furkān, 25/63, 72) [Ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında “Selâm” derler, (geçerler). (O kullar), boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler] âyetleriyle karşılık vermiş. Esâsen de o çarşının esnâfından lâ-kayd tavır içerisinde Çelebi’yi karşılayanların bir müddet sonra, dil tutulması, felç, ağız çarpılması, ağız uyuşukluğu gibi çeşitle dertlere mübtelâ oldukları rivâyet edilir. Bu sıkıntıların edebsizce tavırlarının netîcesi olduğunu idrâk eden esnâf, bir müddet sonra çeşitli hediyelerle Mehmed Çelebi’nin huzûruna varıp yüz sürerek özür dilemişler ve Mehmed Çelebi de hatâlarını affetmiş. Mâruz kaldıkları sıkıntılardan kurtulan esnâf, sikke giyerek mevlevî dervişânı arasına katılmışlar.1459

Mehmed Çelebi’nin vefâtından sonra, türbesinden bâzı geceler ney ve kudüm sesleri geldiği işitilmekteymiş ve halktan meraklı bâzı kimseler aralarından birini seçerek izlemesi için türbeye göndermişler. Türbeye gelen bu şahıs, sandukalardan birini kendine siper edip, sandukada da bir delik açarak içeriyi gözlemeye başlamış. İçeride, Mehmed Çelebi ve ecdâdından bâzı büyüklerin semâ ettiklerini görmüş. Merâkı daha da artan kişi, bununla yetinmeyip daha fazlasını da görmek isteyince, sandukadan bir parmak gelip gözüne isâbetle gözünü kör etmiş. Gözleri kör olan bu meraklı kişinin, birkaç gün içerisinde öldüğü rivâyet edilmektedir.1460

Mehmed Çelebi’nin vefâtından sonra, Karahisar eşrâfından bir zât daha vefat ederek, hamûşâna defn edilmek arzu etmiş. Zâhiren herhangi bir sakınca görülmeyerek defn edilmesine müsâade edilmiş. Mevtânın defnedildiği gece, cesedin kabrin üzerine çıktığı ve kabirde herhangi bir kazılma emâresi görülmediği müşâhede edilmiş. Bu defa cesedin hamûşânın başka bir köşesine defnedilmesine karar verilmiş ve definden sonra, ertesi gün cesedin türbenin kapısına fırlatıldığına şâhid olunmuş. Bu meseledeki hikmeti anlayan ve Mehmed Çelebi’nin o zâtı kabir komşusu olarak kabul etmediğini idrâk eden Mehmed Çelebi’nin oğlu ve kendisinden sonra mevlevîhânenin postnişîni olan Hızır Şâh Çelebi, nâ-çâr, cesedin kabristana defnedilmesini tavsiye etmiş. Ancak, Hızır Şâh Çelebi’nin ve oğlu Şâh Muhammed Çelebi’nin bu elîm meselenin hüznüyle ve aynı âkıbete dûçâr olabilecekleri vehmiyle uzun müddet çilehânede inzivâya çekildikleri rivâyet edilmektedir.1461

Yine  Mehmed  Çelebi’nin  vefâtından  sonra  tertip  edilen  bir  mukābele  esnâsında  bir kendini bilmez, mutribânın Sultan Veled’e âid olan1462 ve niyaz mukābelesinde1463 okunan;

Ayağının tozunu sürme çeken gözüne
Nesne görür gözü kim vâlih u hayrân olur

beyitini alay etmek maksadıyla;

Ayağına görür görse bu mel’abeden gayrî

şeklinde okumuş; ve derhâl iki gözüne de perde inmiş. Günlerce sıkıntı çeken bu kimse, en sonunda çâreyi yine mevlevîhânede aramış. Yaptığı edebsizlikten tevbe ve istiğfâr ederek, Hızır Şâh Çelebi’nin ellerine sarılmış. Bu esnâda hatâsını itirâf ettiği şu beyiti de inşâd etmiştir:

Der-gâhının tozunu hor gören bî-basar
Bencileyin kör olup suhre-i şeytân olur

Hızır Şâh Çelebi bir mikdâr murâkabede bulunduktan sonra, “Sözlere ilâc, dîde yine ol âşıkānın hâk-i pây-ı tûtiyâ pâyeleridir” buyurarak, türbenin toprağından bir mikdâr alarak, gözlerine perde inen şahsın gözlerine sürme gibi çekmiş. Gözleri açılan şahıs, yaptığı edebsizlikten çok pişmân olup, mevlevîhânenin bendeleri arasına katılmış.1464

Buna benzer bir hâdise son dönemde de cereyân etmiştir:

Her ki bugün Veled’e inânuben yüz süre
Yoksul ise, bây olur; bây ise, Sultan olur

beyitin son satırını “Bây ise, Sultan olur; tilkiyse arslan olur” şeklinde okumak husûsunda çok ısrârcı olan mutribân heyetinden bir kimsenin “Tilki mi, arslan mı? Bây mı, Sultan mı?” münâkaşası esnâsında düşerek ayağını kırdığı ve bir daha mutrıbânda yer alamadığı nakletmektedir.1465

Karahisar çelebilerinden, Karahisar Mevlevîhânesi postnişîni Şâh Mehmed Çelebi de kendisine emânet edilen Evkāf-ı Celâliyye husûsunda son derece hassas davranmış; vakıf mallarından kendisini mes’ul addetmiştir. Vakıf mallarında haksızlık yapan kimsenin devlet büyüğü de olsa itâati haketmediğini vurgulayan Şâh Mehmed Çelebi’nin bu tutumundan ötürü Evkāf-ı Celâliye husûsunda en ufak bir hatâ ve haksızlık yapanların Şâh Mehmed Çelebi’nin gazâbıyla cezâlandırılacakları inancı yerleşmiştir.1466

Şâh Mehmed Çelebi’nin kızı Destinâ Hanım da müddet-i hayâtında dergâh işlerinde son derece titiz davranmıştır. Dönemin Karahisar vâlisi ise, çeşitli imtiyazlar sâhip Karahisar çelebilerine tanınan birtakım imtiyâzların hilâfına, çelebileri bâzı mes’ûliyete tâbi tutmak istemiştir. Bu sebepten Karahisar çelebilerine akla gelmeyen işkenceler uygulamıştır. Ancak bu eziyetin netîcesinde vâli büyük bir hastalığa mübtelâ olmuş; bu derdinden de ancak mahpuslar hapishânelerden kurtarıldıktan sonra kurtulabilmiştir.1467

Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi şeyhi Celâleddin Ergūn Çelebi’nin sandukası üzerinde, kendisine Şems Zâviyesi ziyâreti esnâsında hediye edilen ve vefâtının akabinde âlem-i gayba çekilen, ayrıca baş ağrısından muzdarib olanların şifâ buldukları bir külah bulunmaktadır. Ancak bu külahın şifâ bulmak maksadıyla değil de, merak netîcesinde kullanılmasının, kullanan kişinin aklını yitirmesine sebep olduğu da rivâyet edilmektedir.1468

Celâleddin Ergūn Çelebi’nin zamân-ı meşîhatinde, kendisinin ilimle iştigāl etmesi dedikodu malzemesi olmuş ve Celâleddin Ergūn Çelebi bu dedikodulardan âlem-i mânâda haberdâr olmuş. Dedi-koduyu çıkaranlar avlanmaya düşkün kimselermiş. Mevlevîhâne civârında avlanmaya niyetlendiklerinde ise olağanüstü hâdiselerle karşılaşarak, büyük bir mânevî mahkemenin kurulduğunu görmüşler ve avladıkları hayvanlar karşılığında cezâlandırılmışlar. Bu hâdise de Celâleddin Ergūn Çelebi sâdece mevlevîhânede bulunan dervişândan değil, mevlevîhâne civârındaki bütün canlılardan mes’ûl olduğunu gösterir mâhiyettedir.1469

Ayrıca, Kütahya’da Mevlevîliğin aleyhinde bulunup, Çelebi’nin hizmetlerine mâni olmak isteyip, hakkında dedikodu edenlerin ise, soylarının kesilerek ızdıraplı hastalıklara dûçâr olup, bunun netîcesinde de her birinin fecî şekilde can verdikleri rivâyet edilmektedir.1470

Bu durum, Celâleddin Ergūn Çelebi’nin vefâtından sonra uzun zamân devam etmiştir. Sefîne’de rivâyet edildiğine göre, halk büyük muhabbet beslediği Celâleddin Ergūn Çelebi’nin türbesinin yanından hürmetle, duâlar okuyarak geçmekteymiş. Ancak halkın bu teveccühü Kütahya’da bâzı çevreleri ve idârî erkânı rahatsız etmiş. Halkın bu tavrını, onların câhilliğine haml etmişler ve kendileri, onların tam aksi olarak büyük gurur ve çalımla türbenin yanından geçip gitmeye başlamışlar. Çok kısa bir zamân sonra ise, bu küstah tavırlarının karşılığı olarak her birinin vazîfelerinden azledildikleri haberleri gelmeye başlamış. Şehrin idârecilerinin başlarına gelenler, herkes için büyük bir ders olmuş. Mustafa Sâkıb Dede, kendi zamân-ı meşîhatinde dahi, Kütahya halkının Celâleddin Ergūn Çelebi’nin türbesinin Kütahya’da bulunmasını bir nimet addederek, türbe civârında duâ ederek dolaştıklarını ve edeble yanından geçtiklerini nakletmektedir. Bu meyânda başka bir misâl daha nakledilmektedir: 1077 h./1667 m. târihinde yasaklanan semâ’ın, 1095 h./1685 m. târihinde serbest bırakılmasıyla Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi’nde mesûd bir kalabalık toplanmıştır. Bu vaziyete   şâhid   olan,   Kütahya   halkından   İbrâhim   Kürdî   isminde   bir   müderris   talebeleriyle oradan geçerken; “Eğer emr-i siyâset yedimde olaydı, kadem-nihâde-i bâb-ı semâ’hâne olanların, şikest-i pâlarına hükm eder idim” demiş. Böyle söylemesinin üzerinden çok geçmeden, müderrisi, Kütahya hâricinde bir gezinti esnâsında, binmiş olduğu at, sert bir tekme ile üzerinden atmış ve fecî bir şekilde yere düşen müderrisin ayağı kırılarak topal kalmış. Bunun üzerine yaptığının farkına varan müderris; “Emr-i siyâset-i ma’neviyye onlarda imiş ki, bizler mazhar olduk” hatâsını   itirâf   etmiş.   Bir   daha   da   Hak   dostları   hakkında   sû-i   zanda   bulunmadığı   rivâyet edilmektedir.1471

Aynı şekilde Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi postnişîni Alâeddin Çelebi ve Muzafferüddin Çelebiler’in kabirlerinin de vefâtlarının akabinde hakārete uğramıştır. Ancak hakārette bulunanlar türlü dert ve belâlara düçâr olmuşlarken, hürmette kusur etmeyenlerin ise sıkıntıların kurtuldukları bilinmektedir. Hattâ, Kütahya eşrâfından bir zâtın oğlu da kabirlere hakārette bulunarak sandukalara değnekle vurmuş, ancak bu hareketi esnâsında sar’a illetine tutulmuş ve acılar içerisinde vefât etmiştir.1472

Mustafa Sâkıb Dede, Muzafferüddin Çelebi ve Alâeddin Çelebi ile aynı mahalde bulunan Müeyyed Çelebi’nin kabrinde şâhit olduğu bir olay aktarmaktadır: Mustafa Sâkıb Dede’nin zamân-ı meşîhatinde büyük-küçük herkesin ziyâretgâhı olan bu mübârek kabirler arasında, cüretkâr bir genç bir fâhişeyle nefsini tatmin ediyorken fâhişe kaskatı bir hâlde kalır ve bu durum genci çok pişman eder ve korkutur. O korku ve pişmanlık içerisinde mevlevîhâneye ve Mustafa Sâkıb Dede’ye sığınarak tevbe eden genç için Mustafa Sâkıb Dede murâkabe eylediğinde âlem-i mânâda Celâleddin Ergūn Çelebi’nin “O genç ölmedi, belki şuuru gitti” buyurduğuna şâhit olmuş ve gencin yanına geri döndüğünde de onu tevbe eder ve fâhişe kadının   iyileşmesi için adaklar adar vaziyette bulmuş. Müeyyed Çelebi’nin kabri yanına vardılarında da fâhişe olan kadının canlanmış olduğuna şâhit olunca, adaklarını yerine getirip, tevbelerini tutmuş; hattâ hacca giderek geriye kalan ömürlerini ibâdet üzere geçirmişler.1473

Antalya Mevlevîhânesi’nin ihyâsı maksadıyla I. Bostan Çelebi tarafından vazîfelendirilen Zincirşiken Muhammed Çelebi’nin dervişleriyle birlikte Antalya’ya gelişinin şehirdeki bâzı serseri takımını rahatsız etmesi netîcesinde, bu kişilerin toplanarak mevlevîhâneye saldırmaya hazırlanması esnâsında, saldırıya geçenlerin mevlevîhânenin etrâfının aşılmaz, yüksek burçlar ve hisarlarla çevrili olduğunu görmeleri tâifedekileri hayrete düşürmüştür. Gördükleri karşısında yine de kararlarından vazgeçmeyen serserilerin, başkanlarının önderliğinde plânlarında ısrarcı olmalarıyla, serseri çetesinin başkanına kesintisiz bir sara nöbeti gelmiş ve bu nöbet sonucunda vefat etmiştir. Bu en son vak’a bâzılarına tesir edip, teskin olmalarına yardımcı olmuştur. Ancak mukābele gecelerine, Mesnevî sohbetlerine bîgâne kalmalarıyla, serseri gürûhuna bir tâun illeti musallat olduğu; bâzıları mevlevîdervişânın nefesleri ve hayır-duâları sâyesinde şifâyâb olabildiği ve mukābele gecelerine, Mesnevî sohbetlerine dâhil oldukları rivâyet edilir.1474

Muhammed Çelebi, Antalya Mevlevîhânesi’ne postnişîn tâyin edildiği ilk zamanlarda, halktan bağnaz kimseler Muhammed Çelebi’yi bıyıklarının uzunluğu ve tavırları sebebiyle ta’n etmişlerdir. Ancak Sefîne’de bu kimselerin daha sonra Muhammed Çelebi’nin velâyetine şâhit olduklarını ve pişmanlıklarını arzettiklerini de rivâyet etmektedir. Bağnazlıklarında ısrâr eden, aralarında Teke beldesinin paşasının da bulunduğu bir grubunsa, birçok musîbete mâruz kaldığı; hattâ Paşa’nın bir mide rahatsızlığından muzdarip olarak ölüm döşeğine düştüğü anlatılmaktadır. Pişmanlığını beyân etmesiyle, Muhammed Çelebi’nin himmetiyle şifâ bularak, Hz. Mevlânâ Dergâhı’nın bendesi olan Paşa, Antalya’da Muhammed Çelebi hakkında bağnazca düşünenler için emsâl teşkil etmiştir.1475

Sefîne müellifi Mustafa Sâkıb Dede’nin postnişîni bulunduğu Kütahya Mevlevîhânesi’nin bulunduğu Kütahya’nın da Mustafa Sâkıb Dede’nin himmetiyle muhâfaza edildiği bilinmektedir. Nitekim, Kütahya’ya ne zaman halkın şikâyet ettiği, zorba bir vâli tâyin  edilse Mustafa Sâkıb Dede’nin himmetiyle azledilmiştir. Kütahya’ya vâli tâyin edilen Damgacı Ali Paşa ve Türk Ahmed Paşa’nın Mustafa Sâkıb Dede’nin himmetiyle Kütahya’dan uzaklaştırıldığını Mustafa Sâkıb Dede’nin oğlu Ahmed Hâlis Dede eserinde nakletmektedir.1476

 


1202 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 220

1203 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 100

1204 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 230-231

1205 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 604

1206 Hidâye, Burhâneddîn el-Merginânî’nin (ö. 593 h./1197 m.) Hanefî Fıkhı’na dâr eseridir. (bkz: Cengiz Kallek,“el-Hidâye”, DİA, 1998, c. XII, s. 471-473)

1207 el-Kuraşî, a.g.e., c. I, s. 314; Taşköprü-zâde, Mevzûâtu’l-Ulûm, c. I, s. 747

1208 Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, (haz: Mehmet Akkuş – Ali Yılmaz), Kitabevi, İstanbul, 2006, c. I, s. 389

1209 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 245; Yazıcı, a.g.m., s. 363

1210 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 196

1211 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 198

1212 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 123; Esrar Dede, Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye, s. 329

1213 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 254

1214 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 149-150

1215 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 189-1120

1216 Elgin, Necâti, “Dil ve Tarih Bakımıdan Çelebi ve Çelebilik”, Konya Halkevi, Konya, 1946, sy: 88, s. 14

1217 İzbudak, Tekke’den Meclis’e-Sıradışı Bir Çelebi’nin Anıarı, s. 18

1218 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 186-187

1219 Küçük, Sezâi, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, s. 60, 62

1220 İzbudak, Tekke’den Meclis’e-Sıradışı Bir Çelebi’nin Anıları, s. 123-124; Kara, a.g.m., c. 23, s. 504; Ergun, a.g.m., c. II, s. 671

1221 Uzluk, “Veled Çlebi”, s. 13

1222 Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s. 259

1223 Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 210-212

1224 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 241; Esrâr Dede, a.g.e., s. 163

1225 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 242

1226 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 60-61; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 217-218

1227 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 252; İhtifâlci Mehmed Ziyâ, Bursa’dan Konya’ya Seyâat, s. 275

1228 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 254

1229 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 256

1230 Doğan, Kütahya Ergūniye Mevlevîhânesi, s. 91

1231 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 153

1232 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 128

1233 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 128

1234 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, Süleymaniye Kütüphânesi, Fethi Sezâi Türkmen Bölümü, no: 81, vr: 6/b (terc: Vanlıoğlu, Mehmet, Ulu Ârif Çelebi ve Dîvân’ıı Tenkidli Metni)

Dîvân’da Ulu Ârif Çelebi’nin ramazan ayını tasvir ettiği bir diğer gazelinde de, ramazanın ümmetin mübârek bir ayı olduğu; içinde Kadir Gecesi’ni ve terâvih namazını barındıran bu ayı oruç, namaz ve iyiliklerde bulunarak bu ayı değerlendirmek gerektiği anlatılmakta ve Allâhu Teâlâ’nın “Oruç benim içindir” buyurarak orucun kendi katındaki ehemmiyetini gösterdiği belirtilmektedir.

(Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 13/b)

1235 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 49

1236 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 38

1237 İbn Mace, Fiten, 2

1238 Keşfü’l-Hafâ, II, s. 99

1239 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. IV, s. 119-122

1240 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s. 209-216

1241 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 142

1242 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 236

1243 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 19/a

1244 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 2/a

1245 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 16/a

1246 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 22/b

1247 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 27/b

1248 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 209

1249 Kuşeyrî, Abdülkerim, Risâle – Kuşeyrî Risâlesi, (haz: Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul, s. 253,

1250  وَكَانُوا ف۪يهِ مِنَ الزَّاهِد۪ينَ۟  (Yûsuf, 12/20) [Onlar zâten ona değer vermemişlerdi]

1251 إِنَّمَآ أَمْوَٰلُكُمْ وَأَوْلَٰدُكُمْ فِتْنَةٌ ۚ وَٱللَّهُ عِندَهُۥٓ أَجْرٌ عَظِيمٌ  (Tegābûn, 64/15) [Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihândır. Büyük mükâfât ise Allâh’ı yanıdadı]; وَاعْلَمُٓوا اَنَّـمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ۟ (Enfâl, 8/28) [Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihân sebebidir ve büyük mükâfât Allâh’ı katıdadır]; الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُور  (Âl-i İmrân, 3/185) [Dünyâ hayâtı aldatma metâından başka birşey değildir];

اَرَض۪يتُمْ بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا مِنَ الْاٰخِرَةِۚ فَمَا مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فِي الْاٰخِرَةِ اِلَّا قَل۪يلٌ (Tevbe, 9/38) [Dünyâ hayâtını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünyâ hayâtının faydası âhirete göre pek azdır]

1252 İbn Mâce, Zühd, 1

1253 Tirmizî, Zühd, 13

1254 İbn Mâce, Zühd, 1

1255 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. XI, s. 155-156;

1256 Rûmî, Mevlânâ Celâleddin, Mecâlîs-i Seb’a –Yedi Vaaz, (haz: Dilâver Gürer), Rûmî Yayınları, Konya, 2010, s. 142-143

1257 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. X, s. 53

1258 Sultan Veled, Maârif, (haz: Meliha Ülker Tarıkâhyâ Anbarcıoğlu), Ataç Yayınları, İstanbul, 2009, s. 245-246

1259 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. I, s. 412

1260 Sultan Veled, Maârif, s. 246

1261 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. II, s. 291

1262 Sultan Veled, Maârif, s. 152-153

1263 Sultan Veled, Maârif, s. 219

1264 Sultan Veled, Maârif, s. 87

1265 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 37/a

1266 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 24/a

1267 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 2/a

1268 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 8/b

1269 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 147

1270 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 151

1271 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 15/b

1272 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 6/a

1273 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 11/b

1274 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 4/a

1275 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 24/a

1276 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 3/b

1277 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 25/b

1278 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 141-142

1279 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, 150

1280 el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, c. III, s. 378; c. IV, s. 299; el-İsfehânî, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c. II, s. 300; el-Askalânî, İbn Hacer Ebû’l-Fazl, Lisânu’l-Mizân, c. VI, s. 274

1281 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 513

1282 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. IV, 398

1283 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 157-158

1284 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 28/b

1285 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 6-7

1286 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 253

1287 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 253

1288 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 253

1289 Mustafa Sâkıb Dede,a.g.e., c. I, s. 85

12120 Arpaguş, Mevlevîlik’te MâevîEğtim, s. 310, dpnt: 4

1291 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 103

1292 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 105

1293 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 204

1294 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 205

1295 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 206

1296 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 209

1297 Bişr-i Hâfî (ö. 243 h./857 m.): Bişr-i Hâfî’nin tasavvuf literatüründe, yolda bulduğu “besmele” yazılı bir kâğıdı îtinâ ile temizledikten sonra yanında bulundurduğu koku ile kokulandırıp bir duvarın kovuğunda muhâfaza etmesi ve rüyâsında duyduğu ilâhî bir sesin; “Ey Bişr! Sen ismimi güzel bir koku ile kokulandırdın. Ben de senin ismini dünyâ ve ahrette hoş bir koku ile kokulandıracağım” buyurması menkabesiyle şöhret bulmuştur. Aynı zamanda “Hâfî” (yalınayak) sıfatıyla da anılan Bişr-i Hâfî’nin bu lakabının birkaç sebeple olduğu tahmin edilmektedir. Hucvirî’ye göre müşâhede hâlinin kendisine hâkim olması sebebiyle ayağına hiçbir şey giymemiştir. Attâr’ın belirttiğine göre de, “O yeryüzünü size bir döşek kıldı” âyetine işaretle, “Allah tarafından döşenmiş bir yerde ayakkabı ile gezilmez” diyerek yalınayak gezmeyi tercih etmiştir. İbnü’l- Mülakkin’in verdiği bilgiye göre ise bir ayakkabı tamircisinin kendisine söylediği, “Ayakkabını tâmir ettirmek için insanlara ne çok sıkıntı veriyorsun!” ifâdesi üzerine ayakkabısını fırlatıp atmıştır. Kuşeyrî’de de, Bişr-i Hâfî’nin misâfir olduğu bir hânede kendisine, “İki para verip, kendine bir ayakkabı alsan ‘hâfî/yalınayak’ lakabından kurtulursun” dendiği aktarılmaktadır.

(Kuşeyrî a.g.e., s. 120; Kara, Mustafa, “Biş el-Hâfî”, DİA, c. VI, s. 221-222

1298 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 232-233

1299 Hadîs-i Şerîf; İsmâil Hakkı, Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, (haz: Ali Namlı, İmdat Yavaş), İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, c. I, s.4471300 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 273; c. VI, s. 419; Sultan Veled, Maârif, s. 176-177; 269-270

1301 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 155

1302 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 6-7; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 207; 222-223

1303 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 9-10; Esrâr Dede, a.g.e., s. 325-326

1304 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 10-11

1305 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 205

1306 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 205

1307 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 213

1308 Cebecioğlu, Ethem, “Mürşid”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2004

1309 فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا * قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُ شْدًا * (Kehf, 18/65-70) [Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş; yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Mûsâ ona: “Sana öğetilenden bana doğuyu bulmama yardı edecek bir bilgi öğetmen içn sana tâîolayı mı]

1310 قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا * وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا * قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا * قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا

( Tevbe, 18/67-70) [Dedi ki: Doğrusu sen benimle berâberliğe sabredemezsin. İçyüzünü kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin? Mûsâ: İnşallâh dedi, beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem. Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar, hiçbir şey hakkında bana soru sorma]

1311 قَالَ هَـٰذَا فِرَاقُ بَیۡنِی وَبَیۡنِكَۚ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأۡوِیلِ مَا لَمۡ تَسۡتَطِع عَّلَیۡهِ صَبۡرًا (Tevbe, 18/78) [Hızır şöyle dedi: İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim]

1312 Eflâkî, c. II, s. 7

1313 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 291, 293

1314 Sultan Veled, Maârif, s. 267-268

1315 Sultan Veled, Maârif, s. 63

1316 Sultan Veled, Maârif, s. 62

1317 Sultan Veled, Maârif, s. 242, 258

1318 Sultan Veled, İntihânâme-i Sultan Veled – Küpten Sızan Sırlar, (haz: Hülya Küçük), Ataç Yayınları, İstanbul, 2010, s. 167

1319Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 3/a

1320 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 146-147

1321 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. V, s. 1120-200

1322 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 164

1323 Buhârî, Rikāk, 38; İbn Mâce, Fiten, 16

1324 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 17, 54-55; Rifâî,    Kenân, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 274, 295-296

1325 Sultan Veled, İntihânâme-i Sultan Veled, s. 162

1326 Sefîne’de   de   defâatle rastladığımız ve hadîsi-i kudsî olduğu rivâyet edilen bu   ifâdenin   kaynağını   tesbit edemedik.

1327 Sultan Veled, İntihânâme-i Sultan Veled, s. 165

1328 Sultan Veled, İntihânâme-i Sultan Veled, s. 496-497

1329 Sultan Veled, İntihânâme-i Sultan Veled, s. 424

1330 Sultan Veled, İntihânâme-i Sultan Veled, s. 212-213

1331 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 51/b

1332 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 48/a

1333 Eflâkî,a.g.e., c. II, s. 328

1334 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 285

1335 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 339

1336 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 328

1337 Hadis olduğu belirtilen bu ifâdeye hiçbir kaynakta rastlayamadık.

1338 Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, c. IV, s. 427

1339 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 288- 289;

1340 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 547; Rifâî, Kenan, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 255

1341Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 43-44

1342 Abdülbâki Gölpınarlı ise, bu olayı Muhammed Çelebi’nin Melâmetine hamletmiş ve bu iddiâsını kanıtlamak için de Muhammed Çelebi’nin Antalya Mevlevîhânesi’ne postnişîn tâyin edildiği ilk zamanlarda, halktan bağnaz kimselerin Muhammed Çelebi’yi bıyıklarının uzunluğu ve tavırları sebebiyle ta’n ettiklerini nakletmiştir.
(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 227-228; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 205-206)

1343 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 230-231; İbn Arabî, Füsûsu’l-Hikem isimli eserinde, her peygambere bir “hikmet” verildiğini; nebî ve resûllere verilen bu “hikmet”lerin son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.)
şahsında toplandığını ve bunun da Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunun ispâtı olduğunu açıklamaktadır.
(Konuk, Ahmed Avnî, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, (haz: Mustafa Tahralı – Selçuk Eraydın), MÜİFAV Yayınları, İstanbul, c. I-II-III-IV)

1344 Meâlen; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1511, 1575. hadisler

1345 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 202

1346 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 202; Muhammed Ârif Çelebi’nin bu ifâdesini tasdîk eder mâhiyette şiirleri bulunmaktadır. Sefîne’de, Muhammed Ârif Çelebi’nin bir şiiri yer almaktadır:

Çıkmazdı dîde bâm-ı temâşâ-yı ibrete

Mahrem olaydı râz-ı şebistân-ı vahdete

Hâtır-nüvâz-ı âlem ü kadr-âşinâ gerek

Mâlik olan hizâne-i ikbâl ü devlete

Devr-i hoş-âmed-i feleke etmez i’timâd

Mağrûr olur mu âkıbet-endîş fırsata

Kendinde seyr eder dü cihânın acâyibin

Yek-bâr-ı çeşm olan ruh-ı mir’ât-ı hayrete

Uymaz firâz-ı suffe-ı zevk u safâ-yı halk

Lutf-i hevâda dâmen-i sahrâ-yı vahşete

Nâ-geh dü dest-i cür’etini yek kalem görür

Parmak basan hilâf-ı edeb harf-i hikmete

Vârın verir muâmele-i yek piyâleye

Düşmez fütâde-meşreb olan kayd-ı nekbete

Gerd-i nişân halka-i teslîm-i pîrdir

Âmâc olan bu arsada hep tîr-i hasrete

Dil-serd-i bezm-i ülfet-i ihvân-ı asr olup

Ârif çekildi gûşe-i bî-gerd ü külfete

1347 Aslında târih açısından böyle bir muhâvere mümkün görünmemektedir. Zirâ, olayda adı geçen Kādı Paşa 860 h./1455 m. târihinde dünyâya gelmiştir. Oysa, Zeynüddin Çelebi, 828 h./1424 m. târihinde yâni Kādı Paşa’nın doğumundan evvel vefat etmiştir. Ancak, aktarılan bilginin ehemmiyetine binâen olaya ve şahışlara sâdık kaldık.

1348 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 104

1349 Konuk,   Mesnevî-i   Şerîf   Şerhi,   c.   VI,   s.   1120;   c.   VIII,   s.   104-105;   Bursevî,   Kitâbü’n-Netîce,   c.   I,   s.   76; Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 424

1350 Ertuğrul, İsmail Fennî, Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabî, (haz: Mustafa Kara), İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 9

1351 Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİFAV Yayınları, İstanbul, 2001, s. 211

1352 Nasr, Seyyid Hüseyin, “Sûfîlik ve Mistik Arayışın Ebedîliği”, Tasavvufî Makaleler, (haz: Sadık Kılıç), İnsan Yayınları, İstanbul, 2002, s.32

1353 Eraydın, a.g.e., s.211

1354 Ertuğrul, a.g.e., s. 45

1355 Konuk, Ahmed Avnî, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi,  (haz: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), MÜİFAV Yayınları, İstanbul, 1997, c. III., s. 2120-291

1356 Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyan, (haz: Abdullah Sert, Ali Namlı, Ramazan Muslu…), Erkam Yayınları, İstanbul, 2013, c. XVII., s. 314

1357 Bursevî, Rûhu’l-Beyan, c. VII., s. 51

1358 Bursevî, Rûhu’l-Beyan, c. VII., s. 51-52

1359 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. IV. s. 53

1360 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. VI, s. 331

1361 Sultan Veled, Maârif, s. 41

1362 Sultan Veled, Maârif, s. 59

1363 Sultan Veled, Maârif, s. 174

1364 Eraydın, a.g.e., s. 240

1365 Ertuğrul, a.g.e., s.46

1366 Ertuğrul, a.g.e., s.46

1367 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 301; Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 435

1368 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. IV., s. 83

1369 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. IV., s. 83

1370 Ertuğrul, a.g.e., s. 47

1371 Ertuğrul, a.g.e., s. 47

1372 en-Nablûsî, Abdulganî, Âriflerin   Tevhîdi & Vahdet-i Vücûd Nedir?, (haz:   Ekrem  Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 108

1373 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 559-560; c. XIII, s. 278

1374 Sultan Veled, Maârif, s. 64, 68, 71, 284, 272

1375 Ertuğrul, a.g.e., s. 52

1376 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c.II, s. 9

1377Mevlânâ,   Celâleddîn   Rûmî,   Fîhi   mâ   Fih,   (terc:   Ahmed   Avnî   Konuk),   (yayına   haz:    Selçuk   Eraydın),   İz Yayıncılık, İstanbul, 1994, s.16

1378 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. II, s. 320

1379  Konuk, Ahmed Avnî, Tedbîrât-ı İlâhiye Terceme ve Şerhi, (haz: Mustafa Tahralı), İz Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 164

1380  Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiye Terceme ve Şerhi, s. 23

1381  Sultan Veled, Maârif, s. 84

1382  Mevlânâ, Fîhi mâ Fih, s. 105; Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 76; Mesnevî ’nin I. cildi, 1850. ve 3112. beyitlerinde C& J j* & # uJsjVl j ajUlA J & *&* (Rahman, 55/29) [Yerde ve göklerde olan herkes O’nu ister; O, her ân bir şe’ndedir] âyeti geçmektedir.

1383  Buhârî, Bedi’l-Hak, 1; Tevhîd, 22

1384 Konuk, Ahmed Avnî, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. II, s. 77-78

1385 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. II, s. 306

1386 Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiye Terceme ve Şerhi, s. 96

1387 Tirmizî, Tefsiru Sûre 57; Hanbel, II, 370

1388 Buhârî, Ta’bîr, 10; Müslim, Rüya, 10-13; Dârimî, Rüya, 4

1389 Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiye Terceme ve Şerhi, s. 329-330

13120 en-Nablûsî, a.g.e.,s. 107

1391 Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Terceme ve Şerhi, s. 329-330

1392 Mehmed Elif Efendi, el-Kelimetü’l-Mücmele fî Şerhi’t-Tuhfeti’l-Mürsele, (haz: Mustafa Tahralı), basılmamış daktilo istinsâhı

1393 Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn, Fîhi mâ Fîh, s. 69-70

1394 Hanbel, II, 200; Buhârî, Salât, 33, 39; Dârimî, Salât, 116

1395 Konuk, Füsûsu’l-Hikem Terceme ve Şerhi, c. III, s. 24-25

1396 Mehmed Elif Efendi, a.g.e., s. 83-84

1397 Müslim, Birr, 43

1398 en-Nablûsî, a.g.e., 103-104

1399 Mehmed Elif Efendi, a.g.e., s. 85-86

1400 en-Nablûsî, a.g.e., 102-103

1401 Tahralı,   Mustafa,   “İbn   Arabî’de   bir   Hadîs-i   Kudsînin   Yorumu”,   Nurlar   Hazinesi-Mişkâtü’l-Envâr,   (haz: Mehmet Demirci), İz Yayıncılık, İstanbul, 19120, s.22

1402 Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 163-164

1403 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 39/a

1404 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 19/b

1405 Sefîne’de olayla ilgili والحوادث موازین العقائد [Hâdiseler, inançların terâzileri, ölçüleridir] ifâdesi yer almaktadır. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 245)

1406 Dîvân-ı Ulu Ârif Efendi, vr: 13/b

1407 Emir Âlim Çelebi’den nakledilen bu ifâdeler, mevlevîliğin temel taşlarından olan semâ’ın felsefesini îzah eder mâhiyettedir. Ayrıca, Çelebi’nin sohbetinde mukābelenin bâzı husûsiyetlerini belirtmesi Emir Âlim Çelebi zamân-ı meşîhatinde mukābelenin sistemleşmeye başladığını göstermektedir.

1408 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 124-125

1409 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 126-127

1410 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 126

1411 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 128

1412 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 135

1413Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 178

1414 İzbudak, Tekke’den Meclis’e, s. 41

1415 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 245; Ali Enver, a.g.e., s. 104; Esrâr Dede, a.g.e., s. 250

1416 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 206-207

1417 Cebecioğlu, “Semâ’”

1418 Top, a.g.e., s. 78

1419 Tasavvufta semâ’ ve mûsikî ile ilgili tartışmalar için bkz: Kuşeyrî, Risâle – Kuşeyrî Risâlesi, s. 514-530; Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb – Hakîkat Bilgisi, (haz: Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1982, 556-567; Tûsî, Ebû Nasr Serrâc, el-Lümâ’, (haz: Hasan Kâmil Yılmaz), Altınoluk Yayınları, İstanbul, 1996, s. 261-2120

1420 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 189-1120; Sahîh Ahmed Dede’nin mevlevî mukābelesinin temelinin Hz. Mevlânâ’nın    semâ’ından     mülhem     olduğunu     iddiâ     eden     bu     rivâyetini     Abdülbâki     Gölpınarlı     kesinlikle reddetmektedir. Gölpınarlı’ya göre, Sahîh Ahmed Dede’nin bu rivâyeti tamâmen hayâl mahsûlüdür ve semâ’ı Hz. Mevlânâ’nın âdetiyle irtibâtlandırmak maksadı taşımaktadır. Bununla birlikte, Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamânlarında kaleme alınan ve onların zamân-ı meşîhatlerinde icrâ ettikleri semânın Hz. Mevlânâ’nın semâ’ıyla aynı olduğunu ve herhangi bir prensiple mukayyed bulunmadığını nakleden eserlerin nakillerinin daha isâbetli bulunduğunu beyân etmektedir. Bununla birlikte, mevleviyân beyninde meşhur iki rivâyet mukābelenin unsurlarının menşeini Hz. Mevlânâ olduğunu ispatlar mâhiyettedir. Bunlardan birincisi Hz. Şârih olarak bilinen Mesnevî şârihi İsmâil Rusûhî Ankaravî’nin mevlevî âdâb ve erkânından bahsettiği eseri Minhâcu’l-Fukarâ’da geçmektedir: “Hz. Mevlânâ bir gün semâ edip devr ederler idi ve fukarâ dahi etrâfında her biri devrân kılarlardı. Pes ol hazret devri koyup, ileri gelip selâm verdi. Ba’dehû devre âgâz eyledi. Bir mikdâr devirden sonra yine selâm verdi. Ve yine devre başladı. Ba’dehû yine selâm verdi. Pes ba’de hatmi’d-devr ve’s-semâ’ ol hazrete suâl eylediler ki; ‘Bugün şöyle bir amel kıldınız, sırrını bilmedik, i’lâm olunsa sırr-ı mahzdır’ dediler. Pes buyurdular ki; ‘Devr eylerken Hz. Risâletpenâh’ın ashâb-ı pür-intibâhla ervâh-ı şerîfeleri temessül eyledi. Evvel ki selâm ona idi. Ba’dehû devr-i sânîde Hz. Şeyh Attâr’ın ruhları temessül eyledi, selâm-ı sâni ona idi. Ba’dehû devr-i sâlisde Hz. Şeyh Hakîm Senâî’nin ruhları temessül eyledi, selâm-ı sâlis ona idi’ buyurdular.”

İkinci rivâyet de Aşçı İbrâhim Dede’nin anlatımıyla bizlere ulaşır: “Cümlenin mâlûmu olduğu üzere dört defâ semâ olunur. Istılâh-ı mevleviyânda buna dört selâm tâbir ederler ki, her biri çâr-yâr-ı güzîn (r.a.) efendilerimiz hazerâtının birisine râci ve âiddir. Nitekim, Hz. Ebûbekir (r.a.) efendimiz hazretleri Cenâb-ı Kibriyâ aşk u muhabbetine kâffe-i emlâkini tasadduk edip, ancak setr-i avret olacak kadar bir abâya bürünüp huzûr-i Hz. Risâletpenâh (s.a.v.) efendimiz hazretlerine yüz sürmek için Mescid-i Saâdet’e teşrif buyurmuşlar idi. Orada iken, Hz. Cibril (a.s.) efendimiz taraf-ı ilâhiyyeden teşrif buyurup, Cenâb-ı Risâletpenâh efendimiz hazretlerine vahy olundu ki; ‘Ebûbekir bizim rızâ-yı şerîfimiz için mâl u emlâkini fedâ ettiğinden, biz ondan râzı olduğumuzun tebşîriyle bizden selâm teblîğ buyurun. O da bizden râzı mıdır suâl edin!’ hitâbını Cenâb-ı Risâletpenâh efendimiz hazretleri Ebûbekir efendimize Cenâb-ı Hakk’ın selâmıyla berâber tebliğ buyurdukta, o ân ve sâatte Hz. Ebûbekir efendimiz zuhûr eden tecelliyât-ı ilâhiyyenin şevkinden kendisini zabt u rabta kādir olamayıp ihtiyârsız Mescid-i Saâdet’te ve huzûr-ı Cenâb-ı Peygamberî’de kıyâm edip; ‘Ene râdin! Ene râdin! Ene râdin!’ diye semâ buyurmuşlardır.” Esâsen, “semâ”ın sözlük anlamı olan “işitmek” ile münâsip bir mânâyı muhtevî bu menkıbe mevleviyân beyninde kabul görmüştür.

(Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2006, s. 87-88; Ankaravî, İsmâil Rusuhî,Minhâcu’l-Fukarâ, (haz: Dr. Sâfi Arpaguş), Vefâ Yayınları, İstanbul, 2008, s. 136; Aşçı İbrâhim Dede, Aşçı Dede’nin Hâtıraları, (haz: Mustafa Koç – Eyüp Tanrıverdi), Kitabevi, İstanbul, 2006, c. I, s. 308; Baykara, “Mevlevî Mukābelesi Nasıl Yapılırdı?”, s. 279)

1421 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 168-169

1422 Mevlevî tarîkinde, destâr yalnızca şeyh ve halîfeler tarafından sarılabilir. Eğer şeyh, seyyidse yâni Hz. Peygamber soyundan geliyorsa, yeşil; değilse beyaz destâr sarar. Halîfe ve çelebiler ise duhânî yâni son derecen koyu, siyaha yakın mor renkte destâr sarar. (Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s. 25)

1423 Mevlevî tarîkinde, siyah tennûre, “hizmet tennûresi” olarak isimlendirilir ve matbahda hizmet eden matbah canları siyah tennûre ile hizmet ederler. (Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s. 54)

1424 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 166

1425 Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, c. I, s. 410, 516; c. III, s. 161, 189; c. VII, s. 223-224; Mevlânâ, Fîhi mâ Fîh, s. 70

1426 Sultan Veled, Maârif, s. 18

1427 Sultan Veled, Maârif, s. 280-281

1428 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 134; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 383; Önder, a.g.e., s. 183-184; Arpaguş, Mevlevîlik’te Mânevî Eğitim, s. 89, 93, 241; Çelebi, Asaf Hâlet, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Hece Yayınları, Ankara, 2006, s. 143

1429 Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 100

1430 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 181

1431 Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s. 119-123

1432 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 201-202

1433 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 97

1434 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 37, 39

1435 Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s. 231

1436 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 381-382; Seyyid Fâzıl Mehmed Paşa,a.g.e., s. 110

1437 Eflâkî,a.g.e.,c. II, s. 370-371

1438 Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, c. II, s. 372

1439 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 380; Seyyid Fâzıl Mehmed Paşa, a.g.e., s. 110

1440 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 166-169; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 303, 307

1441 Şeyhülislâm Vânî Mehmed Efendi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Pazarbaşı, Erdoğan, Vânî Mehmed Efendi ve Arâisü’l-Kur’ân, Ankara, 1997; Pazarbaşı, Erdoğan, “Mehmed Efendi, Vânî”, DİA, c. XXVIII, 458- 459

1442 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 313; Ali Enver, a.g.e. s. 151-152; Esrâr Dede,a.g.e., s. 336-337; Târîhçe-i Aktâb, s. 9

1443Sâkıb Dede, semânın yasak olduğu zamanda, yasakçıların başlarına gelen tâlihsiz hâdiseleri ve yasağın kalmasını تٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا  (Haşr, 59/2)  [Allâh’ı azâbı onlara hesaplamadıları taraftan geldi] âyeti ve وَاِنَّ جُنْدَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ (Saffât, 37/173) [Ve elbette bizim mü ’min askerlerimiz muhakkak gâlip geleceklerdir] âyetiyle ifâdelendirmiştir. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 181)

1444 Minkārîzâde Yahyâ Efendi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: İpşirli, Mehmet, “Minkārîzâde Yahyâ Efendi”, DİA, c. XXX, s. 114-115

1445 Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’nın hayâtı ve katıldığı seferler için bkz: Özcan, Abdülkadir, “Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa”, DİA, c. XXVI, s. 260-262

1446 Müftü Feyzullâh Efendi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Tayşi, Mehmet Serhan, “Feyzullah Efendi,
Seyyid”, DİA, c. XII, 527-528

1447Sefîne’de, Sultan II. Mustafa’nın hal’ edilmesi فَقُطِـعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۜ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ (En’âm 6/45) [Artık o zulmeden kavmin kökü kesilmişti. Hamd, âlemlerin Rabb ’i olan Allâh ’adır] âyetiyle ifâdelendirilmiştir. (Mustafa Sâkıb Dede,a.g.e., c. I, s.179-180; Esrâr Dede, a.g.e., s. 335)

1448Kaynaklar, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yenilgiyle netîcelenen Viyana kuşatması için pâdişah IV. Mehmed’in taraftar olmadığını, ancak Kara Mustafa Paşa’nın, Vânî Mehmed Efendi vâsıtasıyla pâdişahı iknâ ettiği, ve Vânî Mehmed Efendi’nin halk içerisindeki vaazlarıyla halkı da iknâ etmeyi başardığını kaydetmektedirler. Seferin yenilgiyle netîcelenmesi, halkı galeyâna getirmiş, Vânî Mehmed Efendi’nin de bu hezîmetin müsebbibleri arasında sayılmasına sebep olmuştur. Pâdişah IV. Mehmed, halkı yatıştırmak için, yenilginin müsebbiblerinden sayılan, çok sevdiği hocası Vânî Mehmed Efendi’yi, daha önce birçok köyü kendisine temlik ettirdiği, Vânî Efendi’nin de imâret, mescid ve medrese inşâ ettirdiği Bursa-Kestel’e sürgüne göndermek mecbûriyetinde kalmıştır. (Pazarbaşı, Erdoğan, “Mehmed Efendi, Vânî”, DİA, c. XXVIII, s. 459)

1449Adnî Dede: Siroz’lu bir âileden, ulemâdan bir zâtın oğlu olan Adnî Dede’nin asıl ismi Receb’dir. Siroz Mevlevîhânesi şeyhi Ramazan Dede’nin mürîdânından olup, kendisinden külâh giymiştir. Ramazan Dede’nin vefâtı akîbinde de, Siroz Mevlevîhânesi postnişîni olmuştur. Daha sonra, yeniden inşâ edilen Belgrad Mevlevîhânesi’ne nakl edilmiştir. 1100 h./1688 m. târihinde vefat etmiştir. Nahl-i Tecellî isminde, Mesnevî-i Şerîf’in bazı beyitlerini yine beyitler yardımıyla şerheden ve Mesnevî’deki bazı esrâr ve remizleri açıklayan bir eseri, müretteb bir Dîvân’ı ve Şîrâzî’nin bir kasîdesini şerh ettiği bir eseri bulunmaktadır. Ali Enver, Semâ’hâne-i Edeb’de Adnî Dede’nin eserlerini tab’ etmeyi arzu ettiğini beyân etmektedir.

(Ali Enver, a.g.e., s. 158-159; Adnî Dede hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. II, s. 135-140)

1450 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 180

1451 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 187

1452 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 188

1453 Derviş topluluğunun çok kalabalık olmasının yanı sıra, askerî eğitim görmemiş olmaları; bu eğitimsizliğin de bir kargaşaya sebep olabileceğinden de endîşe edildiği dervişlerin orduya ilhâkına müsâade edilmediği kanaatini taşımaktayız.

1454Sefîne’de, bu seferde geri alınan merkezleri bu şekilde sıralamıştır. Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa komutasındaki bu seferde ayrıca, Şehirköyü (Pirot), Vidin, Pasarofça, Güvercinlik, Semendire ve en önemlisi Belgrad geri alınmış ve daha sonra Sava kıyısındaki Böğürdelen (Sabaç) Kalesi ile Tuna kıyısındaki Vidin, Fethülislâm, Hırsova kaleleri ve Tuna’aki adalar zaptedildi. (Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s.1120; Özcan, Abdülkadir, “Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa”, DİA, c. XXVI, s. 260-261)

1455 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 189-1120

1456 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 187-188

1457 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 189-1120

1458 Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 63

1459 Bu  vaziyet  karşısında,  Mehmed  Çelebi’nin  dervişlerinden  Derviş  Şeydâ’nın  (ö.  936  h./1530  m.)  şu  kıt’ayı inşâd ettiği rivâyet edilmektedir;

Eyleyin âyîne-i münkesire sû-i nazar
Çeşm-i zahmiyle yine kendin eder zîr u zeber
İnkisârıdır onun cevşen-i tîr-i enzâr
Gam değil olsa şikeste-dil erbâb-ı nazar

(Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 44)

1460 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 52

1461 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 53

1462 Sefîne’de, bu beyitin Bahâeddin Veled’e âid olduğunu kaydetmektedir. Burada “Bahâeddin Veled”le Mevlânâ’nın babası, Sultan Veled’in dedesi Muhammed Bahâeddin Veled’i mi, yoksa Sultan Veled’i mi kastettiği hakkında kesin bir bilgiye rastlayamadık. Ancak bu konuda rivâyetler muhteliftir. Nitekim, Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitin Sultan Veled’e atfedildiğini, ancak bu beyitin Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ya da Nev’î’ye âid olabileceğini iddiâ etmektedir. Ancak, şiirin Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled’de bulunduğunu da kaydetmektedir. Hâfız Hüseyin Top ise, bu şiirin Ahmed Eflâkî’ye âid olduğunu ve nazmen tercüme edildiğini belirtmektedir. (Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 471-472; Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s. 112; Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s. 127)

1463 Niyâz Mukâbelesi: Bâzı zamânlarda, şeyh, yâhud canlardan, muhiblerden ya da mukābeleye gelmiş âdâb ve erkânı bilen biri zevke gelip, mukābelenin biraz uzamasını talep ederse, bu niyâzını, “nezr-i Mevlânâ” sayısınca (9, 18 sayısı ve bunların katları) para yollayarak mutribâna iletir. Bu cemîle, dergâha âiddir. Ya dergâha sarfedilir, yâhut da dervişlere eşit olarak taksîm edilir. Bu niyâz, dördüncü selâm bitmeden mutrıba iletilir. Kudümzenbaşının kudümünün üzerine, niyâzla görüşülerek bırakılır. Niyâz gelince, dördüncü selâmda son peşrev çalınmaz; neyzenbaşı kısa bir segâh taksimi yapar ve “niyâz mukābelesi” başlar. Hz. Mevlânâ’nın;

ای عاشقان ای عاشقان من خاکرا گوهر کنم

ای مطربان ای مطربان دف شما پر زر کنم

[Ey âşıklar, ey âşıklar! Ben toprağı mücevher, inci hâline getiririm. Ey çalgıcılar, ey çalgıcılar! Deflerinizi altınla doldururum] beyitini muhtevî Hüseynî âyin okununca, şeyh, mutrıba bir “niyâz” gönderir. Bu niyâz, kudümzenbaşının kudümünün üzerine konur. Kudümzen, gönderileni görüşerek alır ve sağ yanına kor ve niyâz mukābelesi başlar. Niyâz mukābelesinde “niyâz âyini” denen âyin okunur. Güftesi iki parçadan müteşekkildir:

  1. kısım:

Şem’-i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâna düşürdüm
Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Hayfâ ki, yolumu vâdî-i hicrâna düşürdüm
Takrîr edemem derd-i derûnum elemim var
Mevlâ ’yı seversen beni söyletme gamım var

  1. kısım:

Dinle sözümü sana direm özge edâdır
Dervîş olana lâzım olan, aşk-ı Hüdâ ’dır
Âşıkın nesi vâr ise ma ’şûka fedâdır
Semâ safâ, câna şifâ, rûha gıdâdır

Ey sofu bizim sohbetimiz câna safâdır
Bir cur ’amızı nûş idegör derde devâdır

Hak ile ezel ettiğimizi ahde vefâdır
Semâ safâ, câna şifâ, rûha gıdâdır

Aşk ile gelin tâlib-i cûyende olalım
Sıdk ile safâlar sürelim zinde olalım
Hazret-i Mevlânâ ’ya gelin bende olalım
Semâ safâ, câna şifâ, rûha gıdâdır

(Gölpınarlı, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, s. 109-112; Top, a.g.e., s. 125-127)

1464 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 54

1465 Top, a.g.e., s. 127, dpnt: 1

1466 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 243-244

1467 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 252-253

1468 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c.I, s. 61-62

1469 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 65-66

1470 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 84-85, 93-94

1471 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s.94

1472 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 108, 111

1473 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 112

1474 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 226

1475 Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e., c. I, s. 227-228

1476 Ahmed Hâlis Dede, a.g.e., vr. 119-b

 

ETİKETLER:
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.