MAKAM ÇELEBİLERİ – 1) Sultan Veled

A+
A-

Betül SAYLAN*

MEVLEVÎLİK’TE ÇELEBİLİK MAKĀMI VE MAKAM ÇELEBİLERİ

 

B. MAKAM ÇELEBİLERİ

1) Sultan Veled (d. 623 h./1226 m. –   ö. 712 h./1312 m.)

a) Hayâtı:

Mevlânâ’nın büyük oğlu, Sultan Veled’in tam adı; “Mehmed (Muhammed) Bahâüddîn ibn Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled”dir. 65 25 Rebîulâhir 623/25 Nisan 1226 târihinde, Lârende (Karaman)’da dünyâya gelmiştir.66 Sultan Veled’in babası, Mevlânâ Celâleddin Rûmî; annesi ise Mevlânâ’nın hocalarından Hoca Şerâfeddin Lala-yı Semerkandî’nin kızı Gevher Hâtun’dur.67 Sultan Veled, kendi doğumunu; “Büyük babamı Sultan, Konya’ya dâvet ettikten bir yıl sonra Emir Mûsâ tekrar Lârende’ye dâvet etti. Babam hazretlerini evlendirdiler. Ben de orada dünyâya geldim” sözleriyle ifâde etmiştir.68

Sultan Veled adını dedesi, Sultanu’l-Ulemâ Muhammed Bahâüddîn Veled’den almaktadır. Dönemin teşrîfâtı icâbı, dedesi torununa “Veled Sultan” olarak hitâp ederlermiş.

“Sultan Veled” ifâdesinin buradan ortaya çıktığı kaynaklarda rivâyet edilmektedir. 69 Kaynaklar, Mevlânâ Âilesi’nin Hz. Ebûbekir soyundan geldiğinde hem fikirdirler.70

625 h./1228 m. senesinde Sultan Veled, henüz iki yaşında, kardeşi Alâeddîn de bir yaşında iken, anneleri Gevher Hâtun vefat etmiştir.71 Bunun üzerine iki kardeşin bakımlarını, Hoca Lala-yı Semerkandî’nin eşi ve “Kerrâ-yı Büzürg” olarak bilinen ve velâyetiyle ünlü72 anneanneleri üstlenmiştir.73 Alâeddîn Muhammed, Sultan Veled’in, Gevher Hâtun’dan 15 Cemâziyelâhir 624 h./2 Haziran 1227 târihinde doğan anne-bir kardeşidir.74 Bunun dışında, Mevlânâ’nın 625 h./1228 m.senesinde75 Kerrâ Hâtun’la olan evliliğinden, 627 h./1230 m. senesinde doğan Muhammed Muzafferüddîn Emir Âlim Çelebi76 ve 628 h./1231 m. senesinde doğan “Efendi Bûle”77 nâmıyla tanınan Melike Hâtun78 Sultan Veled’in kardeşleridir.79

Sultan Veled’in evliliğine gelince; Sultan Veled, 644 h./1246 m. senesi, cemâziyelevvel   ayının   başlarında,   Selâhaddîn   Zerkûbî’nin   10   yaşlarındayken   Mevlânâ’nın talebesi olup, ondan ders okuyan kızı Fâtıma Hâtun 80 ile, kendisi 21, Fâtıma Hâtun 14 yaşındayken evlenmiştir.81 Bu evlilikten ondört çocuğu doğduğu ancak üçünün hayâta devam edip, diğerlerinin küçük yaşlarda vefat ettikleri rivâyet edilir.82 655 h./1257 m. senesinde, Âbide Mutahhare83 ; 658 h./1260 m. senesinde Ârife Şeref;84  8 Zilka’de 670 h./6 Haziran 1272 târihinde de Celâleddîn Emir Ârif Çelebi85  dünyâya gelmiştir. Âbide Mutahhare Hâtun, 673 h./1275 m. senesinde Süleyman Şâh Germiyanî 86 ile evlenmiş ve bu evlilikten 675 h./1277 m. senesinde Çelebi Hızır Paşa ve 677 h./1279 m. senesinde Çelebi İlyâs Paşa 87  dünyâya gelmişlerdir. Ârife Şeref Hâtun ise, 676 h./1278 m. senesinde evlenmiş ve bu evlilikten 696 h./1297 m. senesinde de Emir Şâh 88 ve 698 h./1299 m. Senesinde Muzafferüddin Ahmed Paşa89  dünyâya gelmişti

679 h./1281 m. senesinde, Sultan Veled ağır bir hastalık dönemi geçirmiş ve başında bekleyen eşi Fâtıma Hâtun’la helâlleşmesi esnâsında Fâtıma Hâtun, Sultan Veled’i tesellî etmiş ve kendisinin Sultan Veled’den önce vefat edeceğini; Sultan Veled’in iki eşi daha olacağını;    birinden    bir,   diğerinden   iki    oğlu   olacağını    mânâ   âleminde    müşâhede    ettiğini söylemiştir.120 Bu hâdiseden bir sene sonra, 680 h./1282 m. senesi Zilhicce ayında Fâtıma Hâtun 50 yaşında vefat etmiştir.91 Fâtıma Hâtun’un vefâtının ardından Sultan Veled 681 h./1283 m. senesinde 58 yaşındayken Nusret Hâtun ile evlenmiştir. Bu evlilikten de 682 h./1284 m. senesinde Şemseddîn Emir Âbid Çelebi dünyâya gelmiştir.92 Sultan Veled’in diğer eşi Sünbüle Hâtun’dan da 686 h./1287 m. senesinde Selâhaddîn Emir Zâhid Çelebi93 ve 689 h./12120 m. senesinde Hüsâmeddîn Emir Abdülvâcid94 dünyâya gelmişlerdir.

Netîce olarak, Sultan Veled, hayâtı boyunca üç evlilik yapmış; bu evliliklerden Âbide Mutahhare, Ârife Şeref, Celâleddin Emir Ârif, Şemseddin Emir Âbid, Selâhaddin Emir Zâhid, Hüsâmeddin Emir Abdülvâcid adlarında altı çocuğu; Âbide Mutahhare Hâtun ile Süleyman Şâh Germiyanî95 evliliğinden Çelebi Hızır ve Çelebi İlyas; Ârife Şeref Hâtun’un evliliğinden Muzafferüddin Ahmed ve Emir Şâh; Celâleddin Emir Ârif Çelebi ile Devlet Hâtun’un evliliklerinden Emir Âlim, Emir Âdil ve Melike Hâtun; Şemseddin Emir Âbid’in evliliğinden Çelebi Muhammed, Çelebi Âmir Âlim ve Çelebi Şâh Melik; Hüsâmeddin Emir Abdülvâcid’in evliliğinden Ahmed Selçuk ve Cihân Melek adlarını taşıyan on iki torunu dünyâya gelmiştir. Selâhaddin Emir Zâhid Çelebi’nin zürriyet bırakmaksızın 734 h./1334 m. senesinde vefat etmiştir.96

Babası Mevlânâ ile Sultan Veled’in münâsebetlerine göz attığımızda Mevlânâ’nın Sultan Veled’in hem babası, hem hocası; Sultan Veled’in de Mevlânâ’nın her tür sırrına vâkıf olan sırdaşı olduğunu söyleyebiliriz. Mevlânâ, Sultan Veled’e olan muhabbetini, “Ey Bahâeddîn! Benim dünyâya gelişim, senin dünyâya gelişin içindi. Çünkü, benim bütün bu söylediğim sözler, benim sözlerimdir. Halbuki, sen benim eserimsin (fiilimsin)” 97 sözüyle ifâde etmiştir. Mevlânâ’nın çeşitli toplantılarda, kendine sorulan soru ve yorumların cevâbını Sultan Veled’den istemesi,98 onun ilmine güvendiğinin, aralarında iyi bir hoca-talebe ilişkisi olduğunu göstermektedir.

Kaynaklar, Mevlânâ’nın Sultan Veled’e muhabbetli davranmasının bir diğer sebebini; Sultan Veled’in anne-bir kardeşi olan Alâeddîn Muhammed’in99 Sultan Veled’den farklı bir yapıda olup, babası Mevlânâ’yı üzmüş olması olarak göstermektedirler. Zîrâ, Mevlânâ her iki oğluna da başlangıçta aynı şekilde muâmelede bulunmuş, tahsil hayatlarına önem vermiş, ikisini birlikte Haleb’e ve Şam’a ilim tahsîli için göndermişse100 de aynı netîceyi alamamış; Muhammed Alâeedîn, babasının Şemseddîn Tebrîzî’yle   101 olan münâsebetini     takdi edemeyerek, Şemseddîn Tebrîzî’nin öldürülmesi olayında âsîlerle birlikte bulunmuş102 ve 21 yaşındayken altı âsî arkadaşıyla berâber ölmüştür.103 Mevlânâ’nın, Muhammed Alâeddîn’in bu şekilde davranması sebebiyle onun sevgisini tamâmen kalbinden çıkardığı, cenâzesinde bulunmadığı ve bütün himmetini ve sevgisini Sultan Veled’e yönelttiği rivâyet edilmektedir.104 Mevlânâ’nın Sultan Veledile ilgili olarak medresenin duvarına;

بهاءالدین ما نيك بختست

خوش زیست و خوش می رود

[Bahâeddînimiz iyi bahtlıdır. Hoş yaşadı, hoş gidecektir] yazdığı rivâyet edilmektedir.. 105

Mevlânâ’nın, Sultan Veled’e ilmî hayatta güvendiği kadar, Sultan Veled’in babasını yanına teklifsizce, istediği vakit girebilen biri olması; Mevlânâ’nın Şemseddîn Tebrîzî ile altı ay süren halvetlerinde yanlarına yalnızca Selâhaddîn Zerkûbî ile Sultan Veled’den başkasının girememesi106; ŞemseddînTebrîzî’nin, Mevlânâ’yı sevenlerinin kıskançlığına dayanamayarak, Konya’yı terkedip Şam’a gitmesinin akabinde Şemseddîn Tebrîzî’nin hasretine dayanamayan Mevlânâ’nın, Şemseddîn Tebrîzî’ye elçi olarak oğlu Sultan Veled’i göndermesi107; Mevlânâ’nın, ölüm döşeğindeyken yanında son âna kadar Sultan Veled’in bulunması108; Mevlânâ’nın, oğlu Sultan Veled’i, Şemseddîn Tebrîzî’nin terbiyesine verdiği zaman, Sultan Veled’in ahlâkına son derece güvendiğini, Sultan Veled’in Kur’ân-ı Kerîm’de hoş görülmeyen davranışlardan ve ahlâksızlıklardan kaçındığını belirtmesi109, oğlunun ilmi kadar ahlâkına da güvendiğinin delîlidir. Sultan Veled, babasının ardından onun eserlerini yaklaşık kırk yıl boyunca mükemmelen açıklamış, onun yolundan gitmiş, Mevlânâ’nın halîfe ve öğrencilerine saygı göstermiş110, bir anlamda Mevlânâ’nın mîrâsına sâhip çıkmıştır.Bunlar, kaynaklarda Sultan Veled’in medhedilen husûsiyetlerindendir.

Mevlânâ’nın,   Sultan   Veled’e   söylediği   “Sen   yaratılış   ve   ahlâk  îtibâriyle   herkesten  çok   bana benzersin” 111  sözünün   aksine,   Sultan   Veled   ve   babası   Mevlânâ’nın   birbirine   benzemeyen özellikleri de bulunmaktadır: Nitekim, Mevlânâ’ya nazaran Sultan Veleddaha inatçı ve Mevlânâ’nın aksine daha sert karakterli olduğunu söyleyebiliriz. Sultan Veled’den rivâyet edilen bir olaya göre; Sultan Veled, bir gün bir binek üzerindeyken, Mevlânâ’ya itirâz edenler ve onu inkâr edenler hakkında, onları parça parça doğramak ve etlerini köpeklere dağıtmak fikrini    geçirmiş. Bunun üzerine Mevlânâ:  “Bahâeddîn!  Bu senin   kibir   ve azametin de yükseklik belâsındandır. Çünkü sen hayvana binmişsin, dostlar da yaya yürüyorlar. Şüphesiz bu yüksekliğin uğursuzluğundan aşağıda bulunanlara saldırıyorsun. Senin inkâr edenler, kibirli insanlarla ne işin var?” diyerek Sultan Veled’i îkāz etmiş ve “Senin inkâr edenleri kötü bir şekilde anman hoşuma gitmiyor. Çünkü onların hepsi Allâh’ın irâdetine tâbiîdirler. Bu huyun onlardan giderilmesi ve Allâh’ın fazîletiyle, onların senin istediğini gibi    olmaları umulur” şeklinde aleyhinde düşünenler   hakkında   duâda   bulunmuştur. 112 Sultan Veled’in inatçı karakteri konusunda da; Sultan Veled’in 654 h./1256 m. senesinde 30 yaşlarındayken (bir diğer rivâyete göre 20 yaşındayken), Mevlânâ’dan halvete girmek için izin istediği, Mevlânâ’nın bu konuda muhâlif tavır takınmasına rağmen Sultan Veled’i iknâ edemediği ve Sultan Veled’in 40 gün halvette kaldığı rivâyet edilir.113

Bunun dışında, fizîkî olarak Mevlânâ ile Sultan Veled’in birbirlerine benzedikleri, hattâ aralarındaki yaş farkına rağmen kardeş sanıldıkları rivâyet edilmektedir. 114 Ancak, Mevlânâ’nın solgun, sarı benizli olduğu rivâyet edilir. Oysa Sultan Veled’inse, canlı, kırmızı yüzlü olduğu rivâyetler arasındadır. Hattâ, bunun müzâkeresi yapıldığında Mevlânâ ve Sultan Veled’in talebeleri şu sonuca varmışlardır ki; “Mevlânâ, ezelden Hakk’ın cemâlinin âşıkı idi ve âşıklar solgun, sarı benizli olurlar. Sultan Veledise, doğuştan mâşuktur. Ve mâşukların renkleri canlı, yüzleri ve dudakları Yemen akîki renginde olur.” Bu cevap Sultan Veled’e iletildiğinde, Sultan Veled memnûniyetini belirtmiştir.115

Sultan Veled, kendinde mevcud bütün zâhir ve bâtın bilgilerinin kaynağını babası Mevlânâ olarak göstermektedir. 116 Bunun dışında da babasının hürmet ettiği, babasının mürşidi ve talebesi, arkadaşı olmuş kişilere karşı, babasına gösterdiği samîmiyeti, muhabbeti ve hürmeti göstermiştir. Bunlardan, aynı zamanda mürîdi de olduğu117 Şemseddîn Tebrîzî’ye karşı saygısından Şam’dan Konya’ya dönerlerken Şemseddîn Tebrîzî’nin üzengisi yanında, bir ay süren yolculuk boyunca yürümüş ve “Pâdişah at üstünde, kul at üstünde! Bu nasıl olur?” demiş, “Atlı olmak sana yakışır padişâhım; çünkü sen sevgilisin, bense âşığım. Sen gerçekten de efendisin, bense kulum… Benim   yaya   gitmem,   senin   ardında   başımı ayak yapıp koşmam   gerek” diyerek   bu   meşakkatli yolculuğu yaya olarak tamamlamıştır.118 Yine aynı zamanda kayınpederi olan Selâhaddîn Zerkûbî’ye ve altı yaşından îtibâren yanında yetiştiği, dedesinin, babasının ve Selâhaddîn Zerkûbî’nin şeyhi olan119 Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî’ye karşı son derece hürmet etmiştir. Mevlânâ’nın ölüm döşeğindeyken sorulan: “Mevlânâ’nın halîfeliğine kim yakışır ve buna kimi uygun buyurdular?” sorusuna Mevlânâ’nın:  “Hakk’ın  halîfesi,  zamânın Cüneyd’i,  bizim Çelebi Hüsâmeddînimiz’dir” cevâbını vermeleri ve bu soru-cevâbın üç defa tekrarlanması üzerine, Mevlânâ’nın talebeleri vefâtından sonra, Hüsâmeddîn Çelebi’nin halîfeliği Sultan Veled’e teklif etmesine karşılık120, Çelebi Hüsâmeddîn’in mürîdi olmak zorunda kalmışlardır.121 Bu durum karşısında, Sultan Veled de, Çelebi Hüsâmeddîn’in mürîdi olmuş, eşi Fâtıma Hâtun dahî Çelebi Hüsâmeddîn’in hilâfetine îtirâz edip, yerine Sultan Veled’in geçmesinin daha uygun olacağını savunmuştur. 122 Ancak Sultan Veled, on bir yıl boyunca Çelebi Hüsâmeddin’in hizmetinde bulunmuş, ona babasına gösterdiği hürmeti göstermiştir. 123 Hüsâmeddîn Çelebi’nin vefâtının ardından Sultan Veled, Şeyh Kerîmüddîn’e bağlandığını, yedi sene hizmetinde bulunduğunu, Şeyh Kerîmüddîn’in 691 h./1292 m. senesinde vefâtından sonra yerine geçtiğini bildirmektedir.124 Oysa ki kaynaklar, Mevlânâ’nın mürîdlerinin Sultan Veled’e gelerek Çelebi Hüsâmeddîn’in vefâtından sonra artık Sultan Veled’in bahânesinin kalmadığını, babasının makāmında Sultan Veled’i görmek istediklerini aktarmakta ve Sultan Veled’in de bu isteği olumlu karşılayarak posta geçmeyi kabul ettiğini ifâde etmektedir.125 Bu çelişkili durum şöyle îzah edilmektedir; Çelebi Hüsâmeddîn’in vefâtının ardından Sultan Veled, kendini rehbersiz, öndersiz, yalnız hissetmiş, kendini hilâfet makāmına geçmek için yeterli seviyede görmeyerek, halkın makāma geçmesi konusundaki ısrarları karşısında “resmî şeyh” olmuş, ancak “mânevî şeyh” olarak kendine Bektemüroğlu Kerîmüddîn’i seçmiştir. Ancak onun da yedi sene sonunda vefâtından sonra resmen şeyhlik makāmına oturmuştur.126 Nitekim,    kaynaklar    Sultan    Veled’in    makāma    geçme    senesini    683    h./1285    m.    Olarak gösterirler.127 Resmen postta bulunduğu 29 yıl içerisinde ve hayâtta bulunduğu 86 yıl128 zarfında Sultan Veled, Mevlânâ’nın yolunu şekillendirmeye çalışmış, etrâfında çok sayıda seveni ve mürîdi toplanmış, Mevlevîliği yaymak için çaba sarfetmiştir.

Vefâtından birkaç gün önce, büyük oğlu Ulu Ârif Çelebi olarak bilinen Celâleddin Feridun Ârif’i makāmına oturtmuş ve Mevlevîliğin 3. halîfesi îlân etmiştir.129 Sultan Veled, 10 Receb 712 Cuma gecesi130 (11 Kasım 1312, Cumartesi) vefat etmiştir. O gece şu beyti okuduğu rivâyet edilir:

این شب شب آنستکه بينم شادی

در یابم از خدایی خد آزآدی

[Bu gece neşe görme gecesidir. Allâh’dan âzâdlık bulma gecesidir]131

b) Tasavvufî Fikirleri ve Mevlevîliğe Hizmetleri

Mevlevîlik; Mevlânâ’nın ve Bahâeddin Veled’in terbiyesini almış oldukları Kübrevîlik’i; Mevlânâ’nın Şemseddîn Tebrîzî’den aldığı vecd ve coşkuyu; İbn Arabî’de kâmil mânâsını bulmuş olan vahdet-i vücûd temelli Ekberî geleneği bünyesinde barındırmaktadır.132

Kaynaklar, Mevlânâ’nın babası Muhammed Bahâeddîn Veled’in Necmüddîn Kübrâ’nın halîfelerinden olduğunu aktarmaktadırlar. 133 Muhammed Bahâeddîn Veled’in vefâtından sonra, halîfelerinden Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî, âlem-i mânâda Muhammed Bahâeddîn Veled tarafından Mevlânâ’nın irşâd ve terbiyesiyle görevlendirilmiş; bu görev üzerine Kayseri’den Konya’ya giden Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî tarafından Mevlânâ, dokuz sene boyunca eğitime tâbi tutulmuştur.134 Muhammed Bahâeddin Veled’in Kübrevî135 şeyhi olması göz önünde bulundurulursa, Mevlânâ’nın da Kübrevî terbiyesi aldığını söyleyebiliriz. Ancak Kübreviyye kaynakları, Mevlevîlik ve Kübrevîlik arasında bir ilişkiyi, Mevlânâ’nın babası Sultanu’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled’in Kübrevî halîfelerinden olduğunu kabul etmemekte; Bahâeddîn Veled’in tekkesi olan bir mürşidden ziyâde âlim vasfıyla toplumda tanındığından bahsetmekte; mârifet yönünü sınırlı çevresiyle paylaştığını vurgulamakta ve Mevlânâ’nın bâtınî eğitimini üzerine alan Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî’nin de eserlerinde Mevlevî büyüklerinden yeterince bahsetmemesi sebebiyle bu konuya temkinli yaklaşmaktadırlar.136

Mevlânâ’nın çocuklarının eğitimi konusunda fedâkâr ve ısrarcı tutumu özellikle Sultan Veled’i, hem babası Mevlânâ’nın nazarında hem de halk nazarında seçkin bir noktaya taşımıştır.

Mevlânâ’nın Sultan Veled’in ilmi kadar, ahlâkına da sonuna kadar güvendiğini, mânevî eğitimine önem verdiğini, Mevlânâ’nın Sultan Veled’i Şemseddîn Tebrîzî’ye mürîd yaptığı zaman söylediği; “Bahâaddîn’im haşhaş yemez ve asla livâtâ yapmaz; çünkü bu iki şey, Kerîm olan Allâh’ın    yanında    son    derece    yerilmiştir ”    137 ifâdelerinden   anlayabiliriz.   Mevlânâ’dan    önceki   ve sonraki dönemlerde, Mevlânâ’nın irşâdında bulunan bütün isimlere Sultan Veled’in hürmet ve bağlılığını eksik etmediği; kaynakların “Aktâb-ı Seb’a-i Mevleviyye”138 olarak isimlendirdiği, Sultan Veled’in de eserlerinde bahsettiği isimlere139 bir şehzâde gibi değil de, sâdık bir mürîd gibi    saygılı   davrandığı,   onların   “hâmil-i    ulûm-ı    maârif    ve    vâris-i    esrâr”ları   olduğu140, onların huzurlarında bir “ ayakçı nev-niyâz141” gibi hizmet ettiği rivâyet edilmektedir. 142

Ayrıca Mevlânâ’nın sağlığında, Mevlânâ’nın Sultan Veled’i Şemseddîn Tebrîzî’ye mürîd yaptığını bilmekteyiz. 143 Şemseddîn Tebrîzî’den ve Mevlânâ’dan sonra, Sultan Veled’in mânevî eğitimini sırasıyla, Salahaddîn Zerkûbî, Çelebi Hüsâmeddîn ve Bektemüroğlu Şeyh Kerîmüddîn (ö. 691 h./1292 m.) üstlenmişlerdir. Sultan Veled’in 654 h./1256 m. senesinde, 30 yaşlarındayken (bir diğer rivâyete göre 20 yaşındayken), Mevlânâ’dan halvete girmek için izin istediği, Mevlânâ’nın bu konuda muhâlif tavır takınmasına rağmen ve Sultan Veled’in 40 gün halvette kaldığı, 144 daha sonra birçok defâlar halvete çekildiği rivâyet edilir.   Mevlânâ’nın, Sultan Veled’in halvete çekilme isteği üzerine; “Bahâeddin! Muhammed’e mensup olanlar için (müslümanlar) için çile ve halvet yoktur. Bu bizim dinimizde bid’attir. Bu Mûsâ ve Îsâ (a.s.) şerîatinde vardır. Bizim yapacağımız bütün mücâhedeler yalnız çocuklarımızın ve dostlarımızın rahatı içindir. Halvete hiç ihtiyaç yoktur. Zahmet çekip, mübârek vücûdunu incitme” diyerek nasîhat etmiştir146 Bu nasihat, Mevlevîliğin “çile” anlayışıyla mutâbıktır. Zîrâ, Mevlevîlik’te “çile”; diğer yollardan farklılık göstermiş, tecrîdden ziyâde; belirli bir derviş topluluğuyla birlikte “sohbet” ve “hizmet” merkezli bir seyir izlemiştir. Her ne kadar, “çile” kavram olarak “meşakkat”, “sıkıntı” anlamlarını barındırsa da, Mevlevîlik’te “hizmet” ve “sohbet” esaslı bir mânevî eğitim benimsenmiştir. 147 Sultan Veled, eseri Maârif’te de “çile” ve “halvet” hakkında; “ Çile çıkarmak, enbiyânın âdeti değildir. Bu, bir bid’attir. Evet, dostlar fenâ olursa, onlardan kenâra çekilmek fenâ bir iş olmaz. Fakat iyi dostlardan uzaklaşmak cehâlettir. Çünkü ‘Cemâat rahmettir’ buyurmuştur. “Bu, diğer varlıklarda   da   görülüyor. Meselâ,   cansız bir nebât yalnız başına lâyıkıyla büyüyemez. Fakat   kırlarda kendi cinsinden olanlarla berâber daha kuvvetli yetişir. Su, az olunca akamaz; olduğu yerde kalır, kokar. Çoğalırsa bir dere hâline gelerek akar, gider. İşte böyle her şey kendi cinsiyle kuvvet bulur. Şu hâlde uzlet yabancılardan olur, dostlardan değil ” 148 sözleriyle Mevlevîliğin benimsediği “mânevî eğitimi” açıklamıştır.

Mevlevîlik ve tasavvuf târihinde Sultan Veled’in yeri, şahsî tasavvufî hayâtından ziyâde teşkîlâtçı kişiliği ile şekillendirdiği Mevlevîlik tarîki iledir. Mevlânâ, Şemseddîn Tebrîzî ile karşılaşmasından sonra, yaşadığı dönem içinde ortaya koyduğu, riyâzete dayalı olmayan, aşk ve cezbeye dayalı, mûsikî, semâ ve şiir ile yoğrulmuş tasavvuf anlayışını bir tarîkat tesis etmek maksadıyla yaşamamıştır. Ancak, kendisinden sonra, talebeleri tarafından ortaya koyduğu bu esaslar, prensip olarak benimsenmiş ve zaman içerisinde Mevlevîlik tarîki şekillenmiştir.149

Mevlevîliğin ilk teşkilatlanma tohumu, Hüsâmeddîn Çelebi tarafından, Mevlânâ’nın türbesinin inşâsıyla atılmıştır. Mevlânâ’nın türbesi, Çelebi Hüsâmeddîn döneminde, Sultan Veled’in Konya yöneticilerinden Allâmeddîn Kayser’i (ö. 683 h./1284 m.) teşvîkiyle inşâ edilmiştir.150 Hüsâmeddin Çelebi’nin türbenin hizmetlerini görmede; vakıfların gelirlerini, türbeye gelen hediyeleri taksim etmede son derece titiz davrandığı rivâyet edilir.151 Ayrıca, türbede Mesnevî okunmasını sağlamış, semâ merâsimleri tertib etmiştir.152 Bu merâsimlerin icrâsında görevli mesnevîhan, müezzin, hâfızların ihtiyaçları için kurulan, sistemli bir şekilde Çelebi Hüsâmeddin’in mütevellîliğinde işleyen vakıflar -ki türbeye ve dergâha tahsis edilen çok sayıdaki bu vakıflar daha sonra “Evkāf-ı Celâliyye – Celâliye Vakıfları” adıyla anılacaktır153– 684 h./1285 m. senesinde Çelebi Hüsâmeddin’in vefâtı ve 691 h./1292 m. senesinde Sultan Veled’in posta oturmasıyla Mevlânâ âilesinin kontrolüne geçmiştir.154 Bu vakıfların   kontrolün   tek   elde   toplanabilmesi,   siyâsî   otorite   ile   yakın   ilişkiyi   gerektirmiştir.

Sultan Veled bu samîmî ilişkilerin kurulmasında son derece başarılı olmuştur. 155 Mevlevîliğin, “Huzûr-ı Pîr”, “Kubbe-i Hadrâ”, “Ka’betü’l-Uşşâk” gibi isimlerle anılan bu merkezi, ilk dergâhı olmuştur. Sultan Veled zamânında, türbeye bitişik ilk semâhâne inşâ edilmiştir. 156  İbn Battuta Seyâhatnâme’sinde, Konya’daki “Şeyh Celâleddîn’in türbesinin yanında bulunan büyük dergâhda, gelen-giden misâfirlerin ve yolcuların karınları doyurulmaktadır” ifâdeleriyle Konya Mevlânâ Dergâhı’nın döneminin en mühim ve şumûllü, ictimâî kurumlarından biri olduğunu belirtir..157

Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddîn’in ve kaynaklarda pek bahsedilmeyen Bektemüroğlu Şeyh Kerîmüddîn’in ardından posta oturmasıyla, teşkîlâtçı kişiliği yardımıyla, Mevlevîliği tek elde toplamıştır. “Çelebilik” makāmını tesis ederek, şeyhlik konusunda çıkabilecek ihtilâfları önlemiştir.158 Mevlevîliği yaymak anlamında da, eseri İbtidâ-nâme’de ifâde ettikleri gibi159, mürîd sayısının çoğalması yolunda gayret sarfetmiştir ki Sultan Veled zamânında, Mevlevîliğe zamânın siyâsî isimlerinin de intisâb ettiklerini de görüyoruz.160 Anadolu’nun çeşitli yerlerine   halîfeler   göndermiştir. 161 (Şeyh SüleymanTürkmânî’yi Kırşehir’e; Hem Mevlânâ’nın, Muhammed Alâeddîn Amasya’ya;  Hüsâmeddin  Hüseyin  Erzincan’a   gönderilmiştir)162 Hem de Mevlânâ’yı ve Sultan Veled’i irşâd eden diğer isimlerin fikirlerinin ve şöhretlerinin yayılmasında etkili olmuştur. 96 yaşında vefat etmeden önce, ihvân ve muhibbânı büyük oğlu Ulu Ârif Çelebi’ye emânet etmek sûretiyle, kendisinden sonra zuhûr edebilecek post tartışmalarının önüne geçmiştir.163 Çelebi Hüsâmeddin döneminde başlayan mesnevîhanlıkı düzene sokmuş; Mesnevî okunurken tâkip edilecek nüshanın, Sultan Veled’in kontrolünden geçmiş olması, hem kontrolü tek elde bulundurmak açısından hem de Mesnevî’nin tahrîfâta uğramadan günümüze ulaşması yolunda mühim bir kural olarak işlemiştir. 164 Türbede Mesnevî okunacak zamânları, semâ merâsimlerini belli kāidelere bağlamıştır.165 Mevlevîlik târihinde ilk mesnevîhanın Sultan Veled olduğu bilinmektedir.166

Sultan Veled tarafından Mevlevîlik içerisinde gerçekleştirilen bir diğer düzenleme de “semâ merâsimleri”dir. Semâ, Sultan Veled zamân-ı meşîhatine kadar şekil ve formlardan âzâd, zaman ve mekânla mukayyed olmayan, vecd ve huşûnun coşkun bir tezâhürü olarak karşımıza çıkan semânın form kazanmaya başlaması, istikrar kazanması Sultan Veled zamân-ı meşîhatındadır.167 Semâ merâsimindeki “Devr-i Veledî” kısmı Sultan Veled tarafından ihdâs olunmuştur.168

Özetle söylemek gerekirse; Mevlânâ’dan sonra yerine geçen Çelebi Hüsâmeddin, Mevlânâ’yı sevenleri ve talebelerini bir arada tutmuş fakat bir tarîkat ortaya koymamıştır.169 Ancak Sultan Veled’in posta geçmesiyle tarîkatleşme faâliyetleri hayâta geçmiş; öncelikle Mesnevî’nin tahrîbâta uğramadan çoğaltılması konusunda titizlik göstermişler, kontrolü elden bırakmamışlardır. “Çelebilik” makāmının ihdâsıyla, hulefâ, mürîdân ve muhibbân arasında ihtilâfa sebebiyet vermemişlerdir. Matbahla ilgili, seyr ü sülûk ve semâ’a âit kurallar büyük ölçüde Sultan Veled tarafından ortaya konmuş; Konya hâricinde çeşitli yerlerde de mevlevîhâneler tesis edilmeye başlanmış;170 Sultan Veled’in hayâtının son senelerine doğru Mevlevîlik bir tarîkat olarak tasavvuf târihindeki yerini almıştır.171

c) Eserleri:

Sultan Veled’in eser kaleme almasındaki amaç; Dîvân, İbtidâ-nâme, Rebâb-nâme ve Maârif’de olduğu gibi “babasına benzemek” ve “dostlarının ısrârı”dır. İntihâ-nâme’de ise, “nasîhatlarla  insanlara  faydalı  olmak”tır. Bu  durumu  kendisi  şöyle ifâde  etmiştir:  “ Babam Hazret-i Mevlânâ, kardeşler, müridler ve âlemde bulunanlar arasında ‘Sen yaratılış ve huy bakımından insanların bana en fazla benzeyenisin’ mûcebince hil’at ve taç giydirerek beni seçti. Bu zayıf da o hazretin emrine uyup; ‘Allâh kimseye gücünün üstünde teklifte bulunmadı’173 muktezâsınca, gücü yettiği kadar, ‘Babasına en fazla benzeyen zulmetmemiştir’174 hükmüne uyup, o hazrete tâbi olmak, ona benzemek husûsunda çalıştı. Kendileri çeşitli vezinlerde dîvanlar meydana getirdiler, rubâîler düzdüler. Bu zayıf da ona uyup bir Dîvan meydana getirdi. Yanında dostlar, sevenler, uyanlar, “Değil mi ki (Allâh anılışını ululasın) Mevlânâ’ya uyup bir Dîvan meydana getirdin, Mesnevî’de de ona uymak gerek” diye dilekte bulundular. Bunun sonucu kendimi o hazrete benzetmek gayretiyle 6120 yılı Rebîulevvel ayının ilk günü bu mesnevîyi yazmaya başladım…”175

Sultan Veled’in eserlerini Farsça kaleme almakla berâber, eserlerinde Arapça, Türkçe ve Rumca’yı kullandığını görmekteyiz. Farsça yazmasının sebebi, Selçuklular’da resmî dilin önce Arapça, Sâhib Atâ Fahrüddîn Ali’den sonra Farsça olmasıdır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in resmî dili Türkçe îlân etmesinden 176 önce eserlerini kaleme almış olduğundan eserlerinde Türkçe yoğun değildir. Diğer yandan da eserlerinde farklı dilleri kullanıyor olmasını, hitâp ettiği halkla izâh edebiliriz. Yâni halka ulaşabilmek, Mevlevîliği yayabilmek amacıyla Arapça, Türkçe ve Rumca’yı eserlerinde kullanmıştır.177

Sultan Veled’in eserlerinin hepsi Maârif hâriç, manzumdur. Manzum eserler kaleme almasının sebebini de, Sultan Veled’in şiire yüklediği anlamda aramak gerekir. Zîrâ,SultanVeled’e göre; kendilerinden önce, Hak ile ayakta duran Allah dostu şâirlerin yazdıkları şiirler, Kur’ân’ın sırları, bir çeşit tefsirdirler. Onların hareket ve fiilleri Hak’tandır. Rüzgâr, gül bahçesi tarafından eserse güzel kokular, çöplük tarafından geliyorsa kötü kokular getirir.178 Bu nedenle Sultan Veled, manzum eserler ortaya koymayı önemsemiştir. Sultan Veled’in günümüze ulaşan eserleri:

Dîvan: Farsça (826 gazel, 32 kasîde, 9 kıt’a, 10 tercîibend, 23 musammât, 451 rubâî), Arapça (1’i Farsça-Arapça mülemmâ 9 gazel, 3 rubâî, Farsça 1 gazel içinde 3 beyit), Türkçe (1’i Farsça-Türkçe mülemmâ 15 gazel)  ve Rumca (21 beyit ve Farsça-Türkçe, Farsça-Arapça, Farsça-Rumca bir arada mülemmâ) şiirlerden oluşan eser, 13.335 beyittir. Gazellerin çoğu Mevlânâ’nın gazellerine nazîre olması amacıyla yazılmış, Mevlânâ örnek alınmıştır.179

Sultan Veled, Dîvan’ında ve diğer eserlerinde, hayâtının her alanında babasını örnek almakla berâber, eserlerinde kullandığı dil Mevlânâ’nın kadar süslü değildir. Sâde bir dili tercih etmiştir. Hattâ denilebilir ki, Sultan Veled’in Dîvan’ı, Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inin anlaşılması için kaleme alınmıştır. Bu durum, diğer eserleri için de geçerlidir. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin anlaşılması için Sultan Veled’in mesnevîleri kılavuz mâhiyetindedir.180

Sultan Veled, eserinde döneminin önemli şahısları ve olaylarına da yer vermiştir. Dîvan’da sözü edilen şahıslar ve olaylar Feridun Nâfiz Uzluk tarafından tasnif edilerek, hazırladığı Dîvan’ın “Sultan Veled’in Hayat ve Eserleri” bölümünde incelenmiştir.181

Feridun Nâfiz Uzluk tarafından 1941 yılında Ankara’da, Asgar-i Rabbânî tarafından da Tahran’da yayınlanmıştır. Eserdeki rubâîler Veyis Değirmençay tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek 1996 yılında182 yayınlanmıştır.183

İbtidâ-nâme (Veled-nâme): Sultan Veled’in en önemli eseri olarak tanımlanan İbtidâ-nâme, Sultan Veled’in üç mesnevîsinin (Mesneviyât-ı Velediyye:İbtidâ-nâme, Rebâb-nâme, İntihâ-nâme) ilkidir. Sultan Veled’in Mesnevî-i Veledî adını verdiği eser, “ibtidâ” kelimesiyle başlaması ve müellifin ilk eseri olması sebebiyle İbtidâ-nâme olarak şöhret bulmuştur. Eser, farklı tasniflerde; Veled-nâme, Mesnevî-i Veledî, Mesnevî-i İbtidâ-yı Veledî olarak geçer.184 Kitâb-ı Ma’nevî-i Şerîf ve Şerh-i Kıssahâ-yı Mesnevî ise, Süleymaniye Kütüphânesi, Hâlet Efendi Bölümü’nde kayıtlı bulunan İbtidânâme için kullanılan isimlerdir. 185 Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıbu’l-Ârifîn’in yazılı olan en önemli kaynağı bu eserdir. Sultan Veled, bu eseri, babası Mevlânâ ve diğer altı Mevlevî büyüğünü186 anlatmak ve tanıtmak için kaleme almıştır187 Eserin, amacına ulaştığını, Sultan Veled’in; “Mevlânâ’nın, Şemseddîn, Şeyh Selâhaddîn, Hüsâmeddîn gibi halîfeleri vardı, ama velâyet, ululuk, bilgilerdeki güçlülük bakımından şöhret olmamışlardı. Veled’in anlatışıyla Mevlânâ gibi meşhur oldular. Velâyetleri, ululukları pek büyüktü ama gizliydi; güneş gibi meydana çıktı” ifâdelerinden anlayabiliyoruz.188

Sultan Veled’in 6120 h./1291 m.senesinde kaleme almaya başladığı ve kendi ifâdesiyle; “Hicretin 6120 yılının evveli, Rebîulevvelinde başlayıp, 4 cemâziyelâhirde (4 Haziran 1291)”189 yâni 94 günde tamamladığı bu eser, manzummensur karışık bir düzene sâhiptir. Mukaddime hâriç, 165 konu başlığı ve 12007 beyit içermektedir. 76’sı Türkçe, 180’i Arapça, 23’ü Rumca’dır.1120 Konu başlıkları mensur olarak kaleme alınmıştır. Konu başlıklarının mensur kaleme alınması, esere ayrı bir akıcılık kazandırmıştır. Başlık altında manzum ifâde edilecek konuların özeti mâhiyetindeki bu mensur başlıklar, bir araya geldiklerinde küçük çapta bir eser oluşturacak mâhiyettedir. Eserin bir diğer özelliği de; Menâkıbu’l-Ârifîn ve Risâle-i Sipehsâlâr’da olduğu gibi olağanüstü olaylara fazla yer verilmemesidir.191

Eserin   yazılış   amacını   Sultan   Veled,   eserin   mukaddimesinde   şöyle   ifâde   etmiştir:

“Tanrı sırlarından bahseyleyen Mesnevî-i Veledî’nin yazılmasının sebebi odur ki; babam, üstâd ve şeyhim Mevlânâ Celâleddîn kendi Mesnevî’sinde geçmiş velîlerin kıssalarını anmış, onların kerâmetlerinden, makāmlarından beyân buyurmuştu. Maksadı da, onların kıssalarından, kendi kerâmet ve makāmını izhârdır. Şu velîler ki, onun hem-dil ve hem-demi idi; yâni, Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî, Şemseddîn Tebrîzî, Selâhaddîn Zerkûbî, Ahî Türkoğlu Çelebi Hüsâmeddîn’dir. Kendi hâlini, onların ahvâlini, mâzidekilerin kıssaları vâsıtasıyla eserine kaydeylemiştir. Lâkin, bâzılarında o buluş ve anlayış olmadığı için masdûka-i hâli anlayamaz ve onun maksadını bilemez. İşte bu mesnevîde Mevlânâ’nın, ve onun hem-demi ve musâhibi olanların kerâmetleri şerholunmuştur. Mütâlaa edenlere, dinleyenlere mâlum olsun ki, bu yazılanları hepsi Mevlânâ’nın musâhiblerinin ahvâlidir. Diğer bir hikmeti dahi şudur; Mevlâna’daki, geçmiş velîlerin kıssaları; bu mesnevîdeki kıssalar ise, bizim zamânımızda vâki olanlardır…    ” 192

Eser, Tahran’da Celâleddîn Hümâî tarafından, Sultan Veled’in soyu, hayâtı, eserleri, halîfeleri, Mevlânâ’nın hayâtı ve bâzı tasavvuf meseleleriyle ilgili detaylı bir mukaddime ilâvesiyle     yayınlanmıştır.     Bu     durum,     Mevlânâ     soyuna     mensup,     Feridun     Nâfiz     Uzluk tarafından; “Kitabı 128 sahifelik bir mukaddime ve îzah ile Celâl Hümâî adında bir zât hazırlamış, himmet eylemiştir. Ancak, mûmâ-ileyh bilmediği ve aklı ermediği şeyleri dahi mukaddimede yazmasa daha iyi eylemiş”   ifâdeleriyle   eleştirilmiştir. Türkiye’de de, Cemşit Karabeyoğlu   eser üzerinde bir olurdu 193 doktora tezi hazırlamıştır.194 Abdülbâki Gölpınarlı tarafından da 1975 yılında Türkçe’ye çevrilmiştir.195 Eser, Türkiye’de birçok kütüphânede yazma hâlinde kayıtlıdır. İbtidâ-nâme, 1988 yılında, Djamchid Mortazawi ve Eva de Vitray-Meyerovitch tarafından La Parole Secréte. L’enseigement du mâitre Sufi Rûmî (Sırlı Söz: Sûfî Şeyhi Rûmî’nin Öğretisi) adıyla Fransızca’ya; Fransızca tercüme de Norge Russo tarafından, La Parola Segreta, L’insegnamento del maestro Sûfî Rûmî  adıyla  İtalayanca’ya ve bâzı başka Avrupa  dillerine tercüme edilmiştir.196

İbtidâ-nâme’de yer alan, “Ölmeden önce ölünüz”197 hadîsinin şerhedildiği Türkçe şiirden aşağıdaki beyitleri misâl verebiliriz;

Bu hadîsi buyurdu Peygamber “Kangı kişi ki dirliğin ister

Kendüsünden gerek, kim ol öle Dirliğin ma’nisin ölüp bula”

Ölmeden tiz ölün ağun göğe Kim sizi ay ile güneş öğe

Ol kim öldü, ölümsüz ol kaldı Uçmağı bu cihânda nakd aldı

Kim ölürse bugün diri ola Ol kim ölmez, yarın yavuz ola

Dünyânın dirliği geçer kalmaz

Tanrı’dan kim diriyse ol ölmez

Gerçi dirlik ölümsüz ölmekdir Tanrı birle hemîşe olmakdır198

* Rebâb-nâme: SultanVeled’in seyr ü sülûkden bahseden eseridir. Mevlevî muhiblerinden birinin; “İbtidâ-nâme’yi Hakîm Senâî’nin İlâhî-nâme’si vezninde yazdınız. Halbuki, ihvân-ı bâ-safâ Mesnevî-i Şerîf veznine alışıktır. Bu vezinde de bir mesnevî yazsanız, veznen dahi hazret-i vâlidinize mutâbaat etmiş olursunuz” demesi üzerine Sultan Veled, bu mesnevîyi kaleme aldığını Rebâb-nâme’nin başında bildirir.199 Mesnevî’nin; بشنو از نی چون حکایت می کند [Neyden dinleyiniz, hikâyet ediyor…] beytiyle başlamasına nazîre olarak; بشنوید از ناله و بانگ رباب [Rebabın inleme sesini dinleyin] beytiyle başlar. 200 Beyit, “rebab” ile başladığından Rebâb-nâme adıyla anılmıştır. Oysa, Sultan Veled eserinden Mesnevî-i Mânevî olarak bahseder.201 Rebab da, ney gibi feryâd hâlindedir. Üzerindeki deri, kıllar, demir ve sap hepsi ayrı ayrı feryâd u figāndadır. Demek ki, “rebab”ın feryâdı “ney”inkinden fazladır.202

Eser, 105 sürhden203 ve 8000 beyitten oluşmaktadır. Her faslın başında, o fasılda yer alan bilgiler hakkında, basit bir Farsça’yla bilgi verilmiştir. Bu bölümlerde, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden, İbtidâ-nâme’dekinden daha fazla alıntı bulunmaktadır. Sultan Veled, bu bölümlerde babasından bahsederken, hürmetli ifâdeler kullanmıştır.204

162 Türkçe, 26 Rumca beyitten müteşekkil Rebâb-nâme’de,   Mesnevî’ye   nazaran teknik   konular   işlenmiş;   menâkıb  değil,   tevhid,   tasavvuf,  işârî  tefsir   ve   hadis   şerhlerinden örnekler bir araya getirilmiştir.205

Eserin sonunda ifâde edildiğine göre Rebâb-nâme, İbtidâ-nâme’den 10 sene sonra olarak, 700 h./1301 m. senesi Şaban/Nisan ayında kaleme alınmaya başlanmış ve 5 ay sonra, zilhicce/ağustos ayında tamamlanmıştır.206

Hakkında, Tolga Ocak (Sultan Veled’in Rebâb-nâme’si, Ankara, 1989) ve Veyis Değirmençay (Sultan Veledve Rebâb-nâme, Erzurum, 1996) tarafından iki doktora çalışması hazırlanan eser, Türkiye’de birçok kütüphânede yazma hâlinde kayıtlıdır. 207 Ayrıca, SÜMAM arşivinde, Hakkı Eroğlu tarafından hazırlanmış Osmanlıca bir tercümesi bulunmaktadır.208

* İntihâ-nâme: Sultan Veled, “hikmet ve mev’iza”nın zaman zaman tekrârının lüzûmunu önemsemesi sebebiyle bu eseri kaleme aldığını, diğer mesnevîlerindeki hikmetleri başka bir tarzda bu mesnevîsinde tekrârettiğini belirtmiştir. 209 Eserin, üçüncü mesnevîsi olmasını ve  “üç”ün “kemâl” basamaklarındakini önemini  Sultan  Veled şu ifâdelerle açıklamıştır: “Çün ki, iki defter tamâm oldu, mev’iza ve nasîhat nazm yoluyla dizildi. Eğer halk amel etmek istiyorsa, onlar kâfîdir. Hâmûşî âlemine girdim ve bâtın dünyâsıyla meşgul oldum. Fakat Tanrı’dan ilhâm geldi: ‘Mev’iza ve nasîhat söyle. Zîrâ, insanlara faydalı olan, nâsın hayırlısıdır.’ Tanrı’nın emrine uyarak, üçüncü defteri söylemeye başladım. Fakat üçüncü kemâldir ve kemâl üçüncüdedir. Namaz kılmak için abdest alırken her uzvu bir defa yıkamak câizdir. Eğer iki defa yıkanırsa, fazîlet ve sevâp iki kat olur. Eğer üç defa yıkanırsa, tamam ve kemâl olur. Yok, dört defa yıkanırsa, sevap olmaz…”  210

Bu eserde de, Rebâb-nâme ve İbtidânâme’deki usûl tâkip edilmiş ve fasılların başlarında, o fasılda işlenen konularla ilgili basit bir Farsça’yla kaleme alınmış, mensur bölümler konmuştur.211

8313 beyit, 120 sürhden oluşan eserde, Türkçe ve Rumca beyitler bulunmamaktadır. Bu eserle ilgili bir târih kaydı bulumamaktadır.212 İran’da, önce yalnızca birinci cildi basılmış olan eserin, günümüzde tamâmı basılmıştır. Hakkı Eroğlu tarafından 1942 yılında tamamlanmış İntihâ-nâme tercümesi, SÜMAM Arşivi’nde kayıtlı olup;213 bu tercüme, Hülya Küçük     tarafından  Küpten  Sızan  Sırlar  – İntihâ-nâme-i  Sultan  Veled  adıyla yayına hazırlanmıştır.214

* Maârif: “Maârif”, Arapça “el-ma’rife” kelimesinin çoğuludur. Istılâhî anlamda, “Sûfîlerin vehbî bilgileri”ne “ma’rifet” denir. Sûfî, sohbette kalbine doğan ince mânâları dile getirir, anlatır. Bu sözler, sohbet esnâsında ya da sonradan akılda kaldığı kadarıyla yazılarak kitap hâline getirilir ve bu eserler o sûfînin “maârif”i olarak anılır.215

Maârif, Sultan Veled’in mensur olarak kaleme aldığı tek eserdir. Uzun-kısa 56 fasıldan oluşur. Tevhid ve tasavvuf konulu birçok akîde, şerîate dâir birçok kāide bu fasıllarda, âyet ve hadislerle teyid edilerek; Mevlânâ’nın Mesnevî’sine başvurularak; yer yer şiir ve kıssalardan faydalanılarak işlenmiştir.216

Fasıllardaki bâzı ifâdelerden, Sultan Veled’in eserini, ihtiyâca binâen kaleme aldığı sonucunu  çıkarabiliyoruz. Zîrâ 44. fasıl,   “Tâcüddîn   el-Buhârî,    Hazret-i    Veled’den    şunu    sordu”217 ifâdesiyle başlamaktadır. Bu ifâde de, eserin belli bir zaman diliminde değil, zaman içerisinde ortaya çıktığını göstermektedir.

Eser, sâde bir dille, sanat kaygısından uzak kaleme alınmış218, referans gösterilen âyet ve hadis metinleri Arapça verilmiştir. Eserde dikkati çeken bir diğer özellik; bâzı ifâdelerin, belli sebeplerle tekrar ediliyor oluşudur. Sultan Veled, avâmın anlamakta zorlanacağı tasavvuf kavramlarından bahsederken yer yer “Akıllıya bir işâret yeter”, “Akıllılar bu azdan fazlasını, gāfiller ise fazladan azını anlar”, “İnsanlarla onların akılları miktârınca konuşun, kendi aklınız miktârınca değil” ifâdelerini kullanmıştır. Herkes tarafından anlaşılması mümkün olmayan konular içinse; “Kalem buraya geldi, ucu kırıldı”, “Bunun altında birçok sırlar vardır, fakat söylemeğe izin yoktur”, “Bu   söylediklerimiz ve söyleyeceklerimiz sizin ahvâlinizdir. Gerisi beyinlere sığmaz. Biz de söze getirmiyoruz”,

“Bunun şerhi uzundur; eğer söylense bunu aklılar kavrayamaz. Rehber ve vâkıf olanlara bu kadarı müfîddir”, “Şerhe ve beyâna bundan fazlası sığmaz” gibi ifâdeler kullanmıştır.219

Türkiye kütüphânelerinde birçok yazması bulunan eser, Meliha Ülker Anbarcıoğlu Tarıkâhya tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından defalarca basılmıştır. Son dönemde de Hülya Küçük tarafından, eserin Müezzin Kefevî ibn Mustafa Efendi tarafından hazırlanan Kitâbu’l-Hikemiyye adlı şerhi günümüz harfleriyle yayımlanmıştır.220

Eserin Türkçe tercümelerinin yanında, Eva de Vitray-Meyerovitch tarafından hazırlanmış Maitre et Disciple. Kitâb al-Maârif (Şeyh ve Mürîd. Kitâbü’l-Maârif) isimli Fransızca tercümesi ve Maestro Y Discipulo adıyla da İspanyolca’ya tercüme edilmiştir.221

*Manzûm en-Nâfi’ fî’l-Furû’: Kâtip Çelebi, eş-Şeyh el-İmâm Nâsıruddîn Ebi’l-Kāsım Muhammed bin Yûsuf el-Hüseynî es-Semerkandî el-Hanefî’ye (ö. 656/1258) âit en-Nâfî’ fî’l-Furû’ adlı eserin Sultan Veled tarafından manzum hâle getirildiğinden bahsetmektedir.222 Mevlânâ âilesine mensup Feridun Nâfiz Uzluk, bu konuda Mevlevî kaynaklarının sükût ettiğini, ancak Sultan Veled’in Hanefî fıkhına âit bir eseri manzum hâle getirdiğini bildiğini belirtir.223 Ayrıca, Sultan Veled’in bâzı Hanefî tabakātlarında zikredildiğini de göz önünde bulundurursak, eserin Sultan Veled’e âit olabileceği tezi kuvvetlenmiş olur.224

*   Manzûme-i Sıyâmiyye:    Sultan Veled’in otuz beyitten oluşan, oruçla ilgili bir kasîdesidir. Kasîde, Ahmet Remzi Akyürek tarafından Tuhfetü’s-Sâimîn adıyla şerhedilerek,225  Veled   Çelebi   İzbudak   ve   Kayseri    Îdâdîsi   Müdürü   Mehmed   Memdûh’un takrîzleriyle 1898’de İstanbul’da yayınlanmıştır.226

Yukarıda zikrettiklerimiz dışında, Türkiye’deki birçok kütüphânede Sultan Veled adıyla kayıtlı, Sultan Veled’e isnâd edilen birçok eser227 bulunmaktadır.

 


* MEVLÂNÂ ÂİLESİ VE MEVLEVÎLİK’TE ÇELEBİLİK MAKÂMI – SEFÎNE-İ NEFÎSE-İ MEVLEVİYÂN ÖRNEĞİ – Doktora Tezi

65 Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Konya, 2005, s. 41

66 Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârihi’l-Mevleviyye – Mevlevîlerin Târihi, (haz: Cem Zorlu), İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145; Değirmençay, Veyis, “Sultan Veled”, DİA, c. XXXVII, s. 521; Ahmed Remzi (Akyürek) Dede, Târîhçe-i Aktâb isimli manzum eserinde Sultan Veled için şu mısrâları kaydetmiştir;

Dahî Sultan Veled ferzend-i âlem
Cihâna geldi dindi hayr-ı makdem
Mübârek cum’a vakt-i firûz
Rebî’-i sâni bist pencümin rûz
Yiğirmi üçle şeş sâd sâl içinde
Toğub ol mûmun ikbâl içinde
(Ahmed Remzî, Târîhçe-i Aktâb, Dımaşk, 1334, s. 3-4)

67 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 145

68 Eflâkî, Ahmed, Menâkıbu’l-Ârifîn – Âriflerin Menkîbeleri, (haz: Tahsin Yazıcı), MEB Yayınları, İstanbul, 1989, c. I, s. 332

69 Günümüzde çoğu zaman soyadı olarak kullanılan “Hatipoğulları”, “Çavuşoğulları” gibi ifâdelerin, önceleri “Evlâd-ı Müderris”, “Veled-i Hatîb”, “Kasîdeci-zâde” şeklinde kullanılması hakkında bkz: Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târîhiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, Hüdayi Efendi böl. no: 1159, s. 814

70 Mevlânâ âilesinin Ebûbekir soyundan olmaları ile ilgili olarak bkz: Eflâkî, a.g.e. c. I, s. 1, 2, 26, 293, c. II, s. 223, 238, 455; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 58; Ahmed-i Sipehsâlâr, Terceme-i Risâle-i Sipehsâlâr – be- Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâvendigâr, (terc: Midhad Bahârî Hüsâmî), İstanbul, 1331, s. 15-16; Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avni Konuk), 1331, s. 15; Hoca-zâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ’dan Silsile-i Meşâyıh-ı Mevleviyye, 1318, s. 6; el-Kuraşî, Abdülkādir b. Ebi’l-Vefâ,el-Cevâhiru’l-Mudiyye fî Tabakāti’l-Hanefiyye, Kahire, c. I,s. 313; Taşköprü-zâde Ahmed Efendi, Mevzûâtu’l-Ulûm, (çev: Kemâleddin Mehmed Efendi), İkdam Matbaası, Dersaâdet, 1313, c. I, s. 747 (Eserlerde geçen soy kütüğü bazı farklılıklarla şu şekildedir: Hz. Ebûbekir → Abdurrahman b. Ebûbekir → Hammâd b. Abdurrahman → Mutahhir → Müseyyib → Sâbit → Mevdûd → Mahmûd → Ahmed Hatibî → Hüseyin Hatîbî → Muhammed Bahâeddîn Veled. Ancak bu zincir ve Mevlânâ âilesinin Hz. Ebûbekir neslinden geldiği tezi, Abdülbâki Gölpınarlı tarafından, özellikle Sultan Veled’in eserlerinde, Mevlânâ’nın ve Sultan Veled’in kabir kitâbelerinde bu şekilde ibâreler bulunmaması; kendilerine yazılmış medhiyelerde bu konuda bir îmâ olmaması sebebiyle hiçbir şekilde kabul edilmemektedir. Bkz: Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ Celâleddîn, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1951, s. 34-38)

71 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 147

72 Eflâkî, a.g.e.,c. II, s. 99, 231

73 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 147; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 230

74 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 145

75 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 148

76 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 148

77 Mevlânâ’nın kızı Melike Hâtun, halk arasında “Hüdâvendigârzâde”, “efendizâde” anlamındaki “Efendi Bûle” ya da “ Efendipula” olarak tanınmıştır. (Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 385)

78 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 151

79 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 385

80 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 159

81 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 167; Eflâkî, a.g.e., c. II, s.135

82 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 191

83 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 177

84 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 180

85 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 191

86 Eflâkî’de, Mutahhare Hâtun’un kiminle evlendiğine dâir bir bilgi bulunmamakla berâber, Sahîh Ahmed Dede’de, Mutahhare Hâtun’un 673 h./1275 m. senesinde, 18 yaşındayken Germiyanoğlu Süleyman Şâh ile evlendiği belirtilmiştir. Ancak, bâzı târihçiler Mutahhare Hâtun’un evlendiği zâtın aradaki zaman farkından ötürü Germiyanoğlu Süleyman Şâh değil de (Zira, Süleyman Şâh, târih kaynaklarına göre, 789 h./1387 m. senesinde vefat etmiştir. Mutahhare Hâtun’un 18 yaşındayken kendisiyle evlendiği varsayıldığında aralarında 120 yıl kadar bir yaş farkı ortaya çıkmaktadır) Germiyanlı Savcı Bey oğlu Umur Bey’le evlenmiş olmasının mümkün olduğu kanâatini taşımaktadırlar. Germiyanoğulları’nın silsilelerinde de, Umur Bey’in kızı, Germiyanoğlu Süleyman Şâh’ın eşi olarak gösterilmektedir. Bu izdivâcdan da, Germiyanoğulları’nın son hükümdârı II. Yâkub Çelebi dünyâya gelmiştir. Mutahhare Hanım’ın Umur Bey’le evlendiği varsayıldığında da, Mutahhare Hanım ve Umur Bey’in kızları Süleyman Şâh’ın zevcesi bulunmakta ve Mutahhare Hanım da, II. Yâkub Çelebi’nin anneannesi olmaktadır. Biz çalışmamız boyunca, Sefîne’nin verdiği mâlumâta sâdık kalarak, Mutahhare Hanım’ın Germiyanoğlu Süleyman Şâh ile evlenmiş olduğunu esas aldık. (ayrıntılı bilgi için bkz: Uzunçarşılıoğlu, İsmâil Hakkı, Kütahya Şehri, Devlet Matbaası, İstanbul, 1932, s. 51; Daşdemir, Latif, “Afyonkarahisar’da Mevlevîlik”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, (haz: Yusuf İlgar), AKÜY, Afyon, 2002, s. 180-181; İlgar, Yusuf, “Afyonkarahisar Mevlevîhânesi Postnişînleri ve Mevlevî Meşhurları”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, (haz: Yusuf İlgar), AKÜY, Afyon, 2002, s. 271- 272)

87 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 196-197; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 387

88 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 205; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 387

89 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 206; Eflâkî,a.g.e., c. II, s. 300

120 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 198; Eflâkî,a.g.e., c. II, s. 227

91 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 198

92 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 199

93 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 202

94 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 203; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 228

95 Bir diğer rivâyete göre Germiyanlı Savcı Bey oğlu Umur Bey ile evliliğinden (ayrıntılı bilgi için bkz: İlgar, Yusuf, “Karahisar-ı Sâhib/Sultan Dîvânî Mevlevîhânesi”, Anadolu’nun Kilidi Afyon, s. 231-257; Eravcı, Mustafa, “Afyonkarahisar Mevlevîhânesi”, Sultan Dîvânî ve Afyonkarahisar’da Mevlevîlik, (haz: Yusuf İlgar), AKÜY, Afyon, 2002, s. 205

96 Eflâkî, “Şecere Cetveli”, (haz: Tahsin Yazıcı), a.g.e., c. II, s. XLVIII; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 385-388

97 بهاءالدین آمدن من درین عالم جهت ظهور تو بود چه این سخنان من قول منست و تو فعل منی ifâdesi, Hz. Mevlânâ’dan sonra Hz. Mevlânâ’nın fikir ve muhabbetinin, Sultan Veled sâyesinde, Mevlevîlik bünyesinde Hz. Mevlânâ’nın ef’âli olarak zuhûr edeceğine ve Mevlevîliğin teşekkülüne işâret etmektedir.

98 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 201-202

99 Alâeddin Muhammed Çelebi: Sultan Veled’in anne-bir kardeşi olan Alâeddin Muhammed Çelebi, 15 Cemâziyelâhir 624 h./2 Haziran 1227 m. târihinde Lârende/Karaman’da dünyâya gelmiştir. Ağabeyi Sultan Veled 2, kendisi 1 yaşındayken, annesi Hoca Şerâfeddin Lala-yı Semerkandî’nin kızı Gevher Hâtun 19 yaşında vefat etmiştir. Ağabeyi ve Alâeddin Muhammed Çelebi’nin terbiyelerini anneanneleri Kerrâ-yı Büzürg Hâtun üstlenmiştir. Gençlik zamânlarında, ağabeyi Sultan Veled ile birlikte Şam’a ilim tahsîli için gitmiştir. Kaynaklar, Hz. Mevlânâ’nı her iki evlâdının yetişmesi aynı imkânları sağladığını, ancak Alâeddin Muhammed Çelebi’nin وَأَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللََِّّ یُؤْتِيهِ مَنْ یَشَاءُ وَاللََُّّ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (Hadîd, 57/29) [Lütuf bütünüyle Allâh’ın elindedir. Onu dilediğine bahşeder. Allâh büyük lütuf sâhibidir] âyeti gereğince, birtakım yanlış münâsebetler netîcesinde, Şems’e muhâlif davranıp, onun Hz. Mevlânâ’nın yanından uzaklaştırılması hâdisesinde bulunduğu ve bu hâdise netîcesinde altı arkadaşıyla birlikte öldüğü rivâyet edilmektedir. Nitekim, Sultan Veled 7, Alâeddin Muhammed Çelebi 5 yaşındayken, bir mecliste, Hz. Mevlânâ’nın sağ yanında Sultan Veled, sol yanında ise Alâeddin Muhammed Çelebi oturmakta imişler. Bu esnâda meclise gayb âleminde birtakım kimseler gelerek Sultan Veled’i alıp götürmüşler. Bir müddet sonra da geri getirerek; “Bu genç, Baba Veled’in neslinin devamı için insanlara lâzımdır” demişler ve Alâeddin Muhammed Çelebi’yi götürmüşler. Mecliste bulunanlar, Sultan Veled’in götürülmesinde şaşkınlığını gizleyemeyen Hz. Mevlânâ’nın, Alâeddin Muhammed Çelebi’nin götürülmesi karşısında sessiz kalmasının hikmetini Hz. Mevlânâ’dan suâl ettiklerinde Hz. Mevlânâ; “Bahâaeddin’i bizim neslimizin devamı için bir müddet dünyâda saklayacaklar,. Fakat Alâeddin’i çok tutmayacak, yakında götürecekler” buyurmuştur. Buna benzer bir diğer hâdise, Çelebi Hüsâmeddin tarafından aktarılmaktadır: Çelebi Hüsâmeddin, Hz. Mevlânâ’nın sağlığında, hergün Bahâeddin Veled ve Selâhaddin Zerkûbî’nin kabirlerini ziyâret edermiş. Birgün yine kabir ziyâreti esnâsında duâsını bitirip çıkacağı sırada, geri dönmüş ve türbeye bir nazar atmış; “Hayır, onu götürmek doğru değildir” diyerek bağırmış ve bir an gülümseyerek türbeden çıkmıştır. Etrâfındakiler bunun hikmetini suâl ettiğinde; “Ben gayb âleminden azap meleklerinin geldiklerini ve Alâeddin’in ellerini-ayaklarını ağır zincirlerle bağlayıp götürmek istediklerini gördüm. O, beni görünce ağladı, sızladı. Onun bu hâli benim yüreğimi yaktı. Hüdâvendigâr Hazretleri’nden ve onun sayısız nimetlerinden utandım. Bağırdım ve şefâat ettim. Melekler de benim şefâatimi kabul edip, onu bıraktılar. Bu Alâeddin, Mevlânâ’nın oğlu ve Sultan Veled’in anne-bir kardeşi idi. Allâh’ın takdîri îcâbı babasına isyân edip, onun hakkını gözetmedi. Mevlânâ Şems-i Tebrîzî’ye karşı mücâdeleye girişti. Nihâyet âsîlerle berâber oldu. Alâeddin’i onların azdırıdığını ve bu işi yaptırdıklarını söylediler. Bunun üzerine Mevlânâ Hazretleri ondan incinip, onun sevgisini mübârek kalbinden çıkarmıştı. Sultan Veled’den başkasına babalık inâyet-i nazarıyla bakmazdı. Öldüğü gün, cenâzesinde bulunmadı, namazını kılmadı. Bu değişmeyi ancak Allâh bilir” cevâbını vermiştir. Alâeddin Muhammed’in sûret-i vefâtı kaynaklarda yer almamakla berâber, Alâeddin Muhammed, 645 h./1247 m. târihinde, 21 yaşındayken vefat etmiştir.
Ancak Eflâkî’de rivâyet edilen başka bir hâdise de Alâeddin Muhammed Çelebi’nin evlendiğini ve evlatlarının da Kırşehir taraflarında hayâtlarını devam ettirdiğini göstermektedir. Nitekim, Ulu Ârif Çelebi, zamân-ı meşîhatinde, Kırşehirli Alâeddin Hişâvend isminde bir zât ile büyük bir tartışmaya girmiştir. Alâeddin Hişâvend isimli bu zât, kendisinin de çelebiyândan bulunduğunu iddiâ etmiş ve “Ben de Hüdâvendigâr’ın neslindenim. Bana niçin yabancı nazarıyla bakıyorsun? Bana niçin kıymet vermiyorsun? Bir babanın kabahati nedeniyle oğluna riâyetsizlikte bulunmak doğru değildir” demiştir. Bunun üzerine de Ulu Ârif Çelebi’nin; “Senin Mevlânâ Hazretleriyle hiçbir ilgin yoktur. Senin bu hânedânla olan ilgin, vücûddan kesilip atılan ölü bir uzvun bedenle münâsebeti gibidir. Senin dalın, o kutlu ağaçtan kesilip atılmıştır. Sizin hakkınızda; قَالَ یَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ
عَمَلٌ غَيْرُ صَالِ ح (Hûd, 11/46) [Allâh buyurdu ki: Ey Nûh! O aslâ senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir] âyetinin okumuştur. Bunun üzerine Alâeddin Hışâvend, “Sen kimsin ki, bana bilgi satıyor ve kendini benden üstün tutuyorsun?” demiş, Ulu Ârif Çelebi de; “Ben Mevlânâ’nın kılıcıyım” buyurmuştur. Alâeddin Hışâvend ise; “Hayır sen kılıç değil, uğursuz bir aslansın” demiştir. Ulu Ârif Çelebi de; “Hayır, ben üçüncü aslanım” buyurarak çelebiler arasındaki yerini beyân etmiştir. Bu hâdise ise bize, Alâeddin Muhammed Çelebi’nin Konya’dan başka bir memlekette hayâtını devam ettirdiğini gösterebilir. Esâsen Abdülbâki Gölpınarlı da, herhangi bir kaynak göstermeksizin Alâeddin Muhammed Çelebi’nin kendini bildiğinden beri babası ve ağabeyine muârız bir tavır içerisinde bulunduğunu ve Eflâkî’nin de Alâeddin Muhammed Çelebi’ye hırsızlıkla suçladığını, aynı zamânda Çelebi Hüsâmeddin ile de münâsebetlerinin müsbet olmadığını belirtmektedir. Ayrıca, Alâeddin Muhammed Çelebi’nin Mevlânâ’nın türbesindeki kabir taşında müderrisleri için kullanılan “es-sadr” ifâdesinin bulunması, Alâeddin Muhammed Çelebi’nin bir müddet müderrislik vazîfesinde bulunduğunu göstermektedir. (Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 145, 153, 170; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 180-181, 214-215, 312-313, 385; Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 93)

100 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 230

101 Şemseddîn Tebrîzî: Asıl adı; Muhammed b. Ali b. Melikdâd olan Şems-i Tebrîzî 1186 (582 h.) senesinde Tebriz’de doğmuştur. Kaynaklarda, “Şems”, “Şemseddîn”, “Şems-i Tebrîzî”, “Şemsü’l-Hak ve’d-dîn”, “Şems-i Perende” olarak isimlendirilen Şemseddîn Tebrîzî’nin tam bir medrese tahsîli görmediği konusunda kaynaklar hemfikirdir. “Yüksek mânevî kābiliyetler”i hâiz bulunan Şemseddîn Tebrîzî’nin, Tebriz yakınlarında bir tekkede şeyh olan, sepet örerek maîşetini temin eden, mürîdânına hırka giydirmeyen, fütüvvet ve melâmet ehli bir zât olan Tebrizli Şeyh Ebû Bekr-i Selebâf’a müntesib olduğu bilinmektedir. Sipehsâlâr, Şems’i “kendini halktan gizleyen, kerâmetlere îtibar etmeyen, sürekli mücâhede hâlinde bulunan, medrese ve tekkelerden ziyâde kervansaraylarda konaklayan, sırlarla dolu bir derviş” olarak tanıtır.

(Ahmed-i Sipehsâlâr, Terceme-i Sipehsâlâr be-Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâvendigâr, (haz: Midhat Bahârî Hüsâmî), s. 164-165; Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avnî Konuk), s. 116-117)

Şemseddin Tebrîzî ise meşrebini eseri Makālât’ta şeyhi Ebûbekir Selebâf’ın hırka giydiren bir mürşid olmaması, dolayısıyla Ebûbekir Selebâf’ın hâlifesi olmadığı üzerinden anlatır. “Hırka giyme”nin “sohbette bulunmak” olduğunu; Mevlânâ’nın sohbetinde bulunduğu gibi, rüyâda Hz. Peygamber’in sohbetinde de bulunduğunu ifâde ederek, kendini bir çeşit “Üveysî-meşreb”olarak tanıtır. Şems, şeyhi Ebû Bekr-i Selebâf’ın yanından ayılmasından sonra, “abdal ve kutubların sohbetlerinde bulunmak, gerçek dostu bulmak ve mânevî feyizlere mazhar olmak” amacıyla geniş bir coğrafyayı dolaşarak, Bağdat, Şam, Haleb, Kayseri, Aksaray, Sivas, Erzurum ve Erzincan’da bulunmuş; Bağdat ve Kayseri’de Evhâdüddîn-i Kirmânî ve Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî, Şam’da Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve devrinin birçok âlim, sûfî ve filozofuyla görüşmüştür. Şemseddîn Tebrîzî, eserinde, görüştüğü bu kişileri tavırlarının hilâfına imtihân ettiğini, ancak hiçbirinin kendisini tatmin edemediğini, uyguladığı imtihânlarda başarızlığa uğradıklarını ve cedelle vakit geçirdiklerini ifâde etmiş; Şam’da görüştüğü Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’den -bâzı noktalarda eleştirmekle ve aralarında meşreb farklılığı olduğunu belirtmekle berâber- övgüyle ve dostlukla bahsetmiştir. Şems, Makālât’ında, “Beni velîlerinle tanıştır” diye duâ ettiğinden bahseder. Bunun üzerine rüyâsında kendisine “Seni bir velîye yoldaş edelim” denir. Şems, o velînin nerde olduğunu sorduğunda, Anadolu’da olduğu cevâbını aldığını; ancak henüz tanışma vaktinin gelmediğinin kendisine bildirildiğini kaydeder. Kaynaklarda, Şemseddin Tebrîzî ve Mevlâna’nın ilk nerede ve ne zaman karşılaştıkları, aralarında geçen ilk diyaloğun nasıl olduğu konusunda farklı rivâyetler vardır. Şemseddîn Tebrîzî, daha önce karşılaştığı isimlere yaptığı gibi Mevlânâ’yı da “Hızır-Mûsâ Kıssası” benzeri birtakım imtihânlardan geçirmiş ve “mânevî istidâd” ve “yüksek irfân”ını yeterli bulunca da aralarındaki muhabbet başlamıştır. Sultan Veled, Şems-Mevlânâ münâsebetinin seyri ile ilgili olarak İbtidâ-nâme’de; Şems’ten önce Mevlânâ’da zühd ve takvânın baskın olduğuna; içinde babasına, hocalarına ve oğlu Sultan Veled’e beslediği aşkın Şems’le buluşmasıyla kemâle erdiğine ve Mevlânâ’nın “insan-ı Mâşuk” mertebesine eriştiğine işâret eder. İbtidâ-nâme’de ve İntihâ-nâme’de Mevlânâ’nın Şems’den önce, gece-gündüz ilim, ibâdet, zühd ve takvâ ile uğraşan, ve bu yolla belli makāmlara erişen bir zâhid olduğunu; Şems’le karşılaşmasıyla onda biriken aşkın meydana çıkıp kemâle erdiğini anlatır. (Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 48-50, 249-250; Sultan Veled, İntihâ-nâme, (haz: Hülya Küçük), Ataç Yayınları, İstanbul, 2010, s. 416-417)

Ankaravî, Mevlânâ’nın, “üstâd” iken, Şems’i tanıdıktan sonra, okumaya yeni başlamış biri gibi, “aşk”ın O’na yeni bir ilim olarak göründüğünü söyler.

Mevlevî kaynakları, Mevlânâ-Şems ilişkisini, “mürid-mürşid” münâsebetinde değerlendirmişler ve aralarında bir “mürid-mürşid” münâsebeti olmadığı noktasında mutâbık kalmışlardır. Zîrâ, Şemseddin Tebrizî Mevlevî silsilelerinde zikredilmez ve Mevlânâ’nın “seyr ü sülûk”daki rehberleri Sultanu’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled ve Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî’dir. Şemseddîn Tebrîzî ise, Mevlânâ’nın sohbet arkadaşıdır. (Silsile-i Hilâfet-i Mevleviyye için bkz: Mustafa Sâkıb Dede, a.g.e.,c. I, s. 122-123; Silsile-nâme-i Evlâd u Ahfâd-ı Mevlânâ, (haz: Veled Çelebi İzbudak-Feridun Nâfiz Uzluk), SÜMAM no: 131; Konuk, Ahmed Avni, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, (haz: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), Kitabevi, İstanbul, 2006, c. I, s. 93) Büyük bir âlim olan Mevlânâ’nın Şems’in sohbetinden talebelerini ihmâl etmesi sebebiyle Konya halkının tepki göstermesi üzerine Şemseddin Tebrîzî ansızın Konya’yı terk etmiştir. Nereye gittiği konusunda rivâyetler muhteliftir. Bâzı kaynaklar Şam’a, bâzı kaynaklar Tebriz’e gittiği üzerinde dururlar. Bu gaybûbet netîcesinde Mevlânâ’nın 20 kişilik bir grubu Şems’i getirmeleri için göndermiş, kendisi de defâlarca mektuplar yazarak dönmesi için ricâlarda bulunmuştur. Bu ayrılıktaki hikmeti Şemseddin Tebrîzî; Mevlânâ’ya karşı münâfıklık etmemek için kaybolduğu; o zamâna değin Mevlânâ’nın Şems’in hep “cemâl” yanını müşâhede ettiği; şimdi kendisinden ayrılıp Mevlânâ’ya “celâl” yönünü göstererek, Mevlânâ’nın Şems’te hem cemâli hem de celâli müşâhede etmesini sağladığı şeklinde açıklar. Şems’in bulunup, Mevlânâ ile kavuşmasından sonra, Mevlânâ Şems’i evlâtlığı olan Kimyâ Hâtun ile evlendirir. Evlenmelerinden kısa bir süre sonra Kimyâ Hâtun vefat eder. Şemseddin Tebrîzî, bu defâ tamâmen ortadan kaybolur ve Mevlânâ’yı derin bir hüzne boğar. Şems’in ikinci defâ kaybolmasından sonra Mevlânâ birkaç defâ Şam’a Şems’i aramak amacıyla gittiği rivâyet edilir. Konya’da bulunmadığı bu süre zarfında yerine Hüsâmeddin Çelebi’yi bırakmıştır.
Şemseddin Tebrîzî’nin âkıbeti hakkında da farklı rivâyetler vardır. Bâzı rivâyetler (Eflâkî’de geçmektedir), Şems’in katledildiği, geriye cesedi de dâhil birkaç damla kandan başka bir şey kalmadığı şeklindedir. Bâzı rivâyetler de (Ulu Ârif Çelebi ve annesi Fâtıma Hâtun’dan rivâyetle Eflâkî’de geçmekte) Şems’in katledilip, cesedinin kuyuya atıldığı; Sultan Veled’e bir gece rüyâsında Şems’in kendisi tarafından hangi kuyuda olduğunun haber verildiği; Sultan Veled’in cesedi kuyudan çıkararak gizlice defnettiği yolundadır. Bâzı kaynaklar da, Şems’in katlini değil de, gaybûbetini daha gerçekçi bulurlar. Nitekim, Mevlevî kaynaklarında da Şems’in öldürülmesi ya da eceliyle ölmesi; kabrinin yeri ve Mevlânâ’nın burayı ziyâret etmesiyle ilgili bilgi bulunmamaktadır. Anadolu’nun ve İran-Pakistan gibi dünyânın birçok yerinde Şems’e türbe ve makāmlar izâfe edilmesi de bu durumu destekler mâhiyettedir.

(Şemseddîn Tebrîzî hakkında bilgi için bkz: Eflâkî, a.g.e., c.II, s. 35-120; Ahmed-i Sipehsâlâr, Terceme-i Sipehsâlâr be-Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâvendigâr, (haz: Midhat Bahârî Hüsâmî), s. 164-180; Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avnî Konuk), s. 116-125; Gençosman, Mehmed Nuri, “Giriş”, Makālât, (haz: Mehmed Nuri Gençosman), Ataç Yayınları, İstanbul, 2006, s. 7-30; Sultan Veled, İbtidâ-nâme, (çev: Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara, 1976; Ceyhan, Semih, “Nûr-ı Muhammedî Güneşi Hz. Şems”, Şems: Güneşle Aydınlananlar, Nefes Yayınları, İstanbul, 2010, s. 1-24)

102 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 214-215, 180, 385

103 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 214-215; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 170; Küçük, Hülya, “Sultan Veled ve Maârif Adlı Eseri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, s. 19, Ankara, 2007, s. 429

104 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 180

105 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 199; Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târîhiyyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 814; Muallim Naci, Osmanlı Şâirleri, (haz: Cemal Kurnaz), MEB Yayınları, İstanbul, 1995, s. 32

106 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 108; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 169

107 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 112-113

108 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 11

109 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 52

110 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 198; Muallim Naci, a.g.e., s. 32

111 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 197; Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târîhiyyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 814

112 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 211; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 180

113 Eflâkî, a.g.e. c. II, s. 204; Sahîh Ahmed Dede’ye göre ise, Sultan Veled, babası Mevlânâ’nın izniyle halvete
çekilmiştir. (Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 177)

114 Uzluk, Feridun Nâfiz, “Sultan Veled’in Hayat ve Eserleri”, Dîvân-ı Sultan Veled, (haz: Feridun Nâfiz Uzluk),
Uzluk Basımevi, Ankara, 1941, s. 4

115 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 224

116 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 226

117 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 52

118 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 198; Sultan Veled, İbtidâ-nâme, (haz: Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara, 1976, s. 59;
Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târîhiyyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 815

119 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e.,s. 151-153; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 198

120 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.155-156

121 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 8

122 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 186

123 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 198

124 Değirmençay, a.g.m., c. XXXVII, s. 521

125 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 163

126 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. XIX, 163; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 200; Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1953, s. 31-33; Küçük, Hülya, a.g.e., s. 52-53

127 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 82

128 Sipehsâlâr Risâlesi’ne göre 96 yıl yaşamıştır. (bkz: Ahmed-i Sipehsâlâr, Terceme-i Risâle-i Sipehsâlâr – be- Menâkıb-ı Hazret-i Hüdâvendigâr, s. 204; Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî –
Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avni Konuk), s. 140

129 Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avni Konuk), s. 142; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 211

130 Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avni Konuk), s. 142; Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 278; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 210; Hüseyin Vassâf, a.g.e., c. I, s. 389; Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 819; Ahmed Remzi Dede, Sultan Veled’in vefâtını şu kıt’a ile kaydeder:

Sürüp seksen dokuz yıl ömr-i kâmil
Yediyüz onikide oldu nakil
Şeb-i âşir idi mâh-ı Receb’den
Hırâmân oldu bu dâr-ı nâibden
(Târîhçe-i Aktâb, s. 5)

131 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 278; Muallim Nâci, a.g.e., s. 32

132 Arpaguş, Sâfi, Mevlevîlik’te Mânevî Eğitim, Vefâ Yayınları, İstanbul, 2009, s. 67

133 Hocazâde Ahmed Hilmi, a.g.e., s. 6

134 Hocazâde Ahmed Hilmi, a.g.e., s. 12-14

135 Kübreviyye: Necmeddîn Kübrâ (ö. 580 h./1184 m.) tarafından kurulmuş, Orta Asya kökenli üç büyük tarîkattan (Yeseviyye, Hâcegân, Kübreviyye) biridir.

136 Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn Kübrâ ve Kübrevîlik, Yayınlanmamış doktora tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2009, s. 177-180

137 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 52

138 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 814

139 Sultanu’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî, Şemseddîn Tebrîzî, Selâhaddîn Zerkûbî, Hüsâmeddîn Çelebi, Bektemüroğlu Kerîmüddîn

140 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 814

141 Ayakçı nev-niyâz: Mevlevîlik’te matbah vazîfelerinin ilklerindendir. Çileye yeni oyunmuş nev-niyâz ilk olarak ayakçı olarak hizmet görür ve matbahdaki getir-götür işlerine bakar. Herkesi iş buyurabileceği ayakçının temel vazîfeleri; ortalığı süpürmek ve abdesthâneyi temizlemek, matbaha odun taşımak, odunları yarmak ve istif etmektir. Kendisinden sonra bir nev-niyâz gelene kadar ayakçı bu vazîfeyi devam ettirir. Kendisinden sonra bir nev-niyâz geldiğinde ayakçıya kābiliyetine göre başka bir vazîfe verilir. Ayakçılık vazîfesi genellikle onsekiz gün devam eder. Ancak bu müddet sona erdiğinde ayakçı nev-niyâzı tennûre giymesine müsâade edilir. (Arpaguş, a.g.e., s. 150-151)

142 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 815

143 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 52, 198

144 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 204; Sahîh Ahmed Dede’den edindiğimiz bilgilere göre ise, Sultan Veled babası Mevlânâ’nın izniyle halvete çekilmiştir. (Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 177)

145 Tarıkâhyâ, Meliha, “Önsöz”, Maârif, (haz: Meliha Ülker Tarıkahya Anbarcıoğlu), Ataç Yayınları, İstanbul, 2009, s. X-XI

146 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 204

147 Arpaguş, a.g.e., s. 77-79

148 Sultan Veled, Maârif, (haz: Meliha Ülker Tarıkâhya Anbarcıoğlu), Ataç Yayınları, İstanbul, 2009, s. 266; Küçük, Hülya, a.g.e., s.126-129

149 Küçük, Sezâi, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, s. 26

150 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 203; Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 24-25; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 27

151 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 1120

152 Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 1120

153 İzbudak, Veled Çelebi, Tekke’den Meclis’e-Sıradışı Bir Çelebi’nin Anıları, (haz: Yakup Şafak, Yusuf Öz), Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 22; Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 27

154 Işın, Ekrem, “Mevlevîliğin Tarihsel Temelleri: Sultan Veled ve Çelebilik Makāmının Kuruluşu”, III. Uluslararası Mevlânâ Kongresi, Konya, 2004, s. 95

155 Sultan Veled’in döneminin siyâsîleriyle kurduğu samîmî münâsebetler için bkz: Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 222, 228; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 208

156 Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 28

157 İbn Battûta Tancî, Ebû Abdullah Muhammed, Rıhletü İbn Battûta – İbn Battûta Seyâhatnâmesi, (haz: A. Sait Aykut), c. I, 413, YKY, İstanbul, 2000

158 Küçük, Hülya, a.g.e., s. 77

159 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 165

160 Abışga Noyin’in mürîdliği hakkında bkz: Eflâkî, a.g.e., c. II, s. 228

161 Önder, Mehmet, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 173

162 Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 29; Önder, a.g.e., s. 173

163 Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn Rûmî – Sipehsâlâr Tercemesi, (haz: Ahmed Avni Konuk), s. 142; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 211; Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 819

164 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 816

165 Önder,a.g.e., 173

166 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 815

167 Uludağ, Süleyman, İslâm Açısından Mûsikî ve Semâ, Mârifet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 369

168 Baykara, Rusûhî, “Mevlevî Mukābelesi Nasıl Yapılırdı?”, Tasavvuf Kitabı, Kitabevi, İstanbul, 2003, s. 279- 280; Arpaguş, Mevlevîlik’te Mânevî Eğitim, s. 257

169 Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 29

170 Mehmed Veled Çelebi, Konya Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyesinden Mevlânâ ile Ricâli, s. 816

171 Küçük, Sezâi, a.g.e., s. 29; Önder, Mevlânâ ve Mevlevîlik, s. 173

172 Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 55

173 لََ یُكَلِّفُ اللََُّّ نَفْسًا إِلََّ وُ (Bakara, 2/286) [Allâh her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar]

174 من اشبه اباه فما ظلم [(Güzel ahlâkta) babasına benzeyen zulmetmez] bkz: Yılmaz, Mehmet, Kültürümüzde Arapça ve Farsça Asıllı Vecîzeler Sözlüğü, Sütun Yayınları, İstanbul, 2008, c. II, s. 631

175 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 2; Kastamonu Mebûsu Veled Çelebi, Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1341, s. 4, Süleymaniye Kütüphânesi, Sâmi Benli böl. no: 257, 106-107

176 Karamanoğulları, 15 Mayıs 1277 târihinde Konya’yı işgāl ettiklerinde, Karamanoğlu Mehmed Bey; “Bundan sonra Dîvan’da, dergâh, bârgâhda, meclisde ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır” karârını almış, ancak uygulamada birtakım sıkıntılar yaşanmıştır. Zîrâ, Farsça devam eden bütün devlet işlerinin bir anda Türkçe’ye çevrilmesi sıkıntı doğuracağından uygulaması yapılamamıştır. Beylikler düzeyinde, Türkçe’nin ilk defa resmî dil olarak kullanılmaya başlanması Osmanlılar’a âiddir. (bkz: Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993, s. 562, dpnt: 7)

177 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri” s. 43; Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 54

178 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 31; Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 54

179 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 41; Değirmençay, “Sultan Veled”, c. XXXVII, s. 521

180 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 42

181 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 43-88

182 Bkz: Sultan Veled, Rubâîler, (haz: Veyis Değirmençay), Erzurum, 1996

183 Değirmençay, a.g.e., c. XXXVII, s. 521

184 Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 59

185 Süleymaniye Kütüphânesi, Hâlet Efendi Böl., no: 238

186 Eserde geçen yedi Mevlevî büyüğü: Sultanu’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî, Şemseddîn Tebrîzî, Selâhaddîn Zerkûbî, Hüsâmeddîn Çelebi, Bektemüroğlu Kerîmüddîn

187 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 31; Kastamonu Mebûsu Veled Çelebi, Dîvân-ı Türkî-i sultan Veled, s. 108

188 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 199

189 Kastamonu Mebûsu Veled Çelebi, Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled, s. 107-108

1120 Değirmençay, “Sultan Veled”, DİA, c. XXXVII, s. 521

191 Küçük, Hülya, a.g.e., s. 60

192 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 1-2; Kastamonu Mebûsu Veled Çelebi, Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled, 106-107

193 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 34

194 Bkz: Djamchid Garabeiglou, Sultan Veled: Hayatı, Eserleri ve Masnavî-i Valadî’nin Tenkidli Metni, dr. tezi, İstanbul Üni. Edebiyat Fak. Fars Filolojisi, 1977

195 Bkz: Sultan Veled, İbtidâ-nâme, (haz: Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara, 1976

196 Küçük, Hülya, a.g.e., s. 61

197 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. II, s. 291

198 Mansuroğlu, Mecdud, Sultan Veled’in Türkçe Manzûmeleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1958, s. 10

199 Muhammed Bahâüddîn b. Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled, Rebâb-nâme, Süleymaniye Kütüphânesi, Hâlet Efendi böl. no: 44, v. 3/a, 3/b

200 Muhammed Bahâüddîn b. Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled, Rebâb-nâme, v. 4/b

201 Muhammed Bahâüddîn b. Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled, Rebâb-nâme, v. 4/b

202 Muhammed Bahâüddîn b. Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled, Rebâb-nâme, v. 4/b

203 Sürh: El yazması kitapların bâb veya fasıl başlıklarının kırmızı mürekkep ile yazılması sebebiyle “başlık” anlamında kullanılmıştır. (Pala, “Sürh”, s. 429)

204 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 35-36; Küçük, Hülya, a.g.e., s. 62

205 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 36; Küçük, Hülya, a.g.e., s. 63

206 Kastamonu Mebûsu Veled Çelebi, Dîvan-ı Türkî-i Sultan Veled, s. 108; Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 36; Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 62

207 Küçük, Hülya, a.g.e., s. 63

208 Bkz: SÜMAM Uzluk Arşivi, no: Y99

209 Muhammed Bahâüddîn b. Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled, İntihâ-nâme, Süleymaniye Kütüphânesi, Nâfiz Paşa böl., no: 485, v. 1/a

210 Muhammed Bahâüddîn b. Mevlânâ Celâleddîn Sultan Veled, İntihâ-nâme, v. 1/b

211 Kastamonu Mebûsu Veled Çelebi, Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled, s. 108;

212 Uzluk, “Sultan Veled’in Hayât ve Eserleri”, s. 38; Küçük, Hülya, Sultan Veled ve Maârif’i, s. 64

213 Bkz: SÜMAM Uzluk Arşivi, no: 103; Küçük, Hülya, a.g.e., s. 64

214 Sultan Veled, Küpten Sızan Sırlar – İntihâ-nâme-i Sultan Veled, (haz: Hülya Küçük), Ataç Yayınları, İstanbul, 2010

215 Gölpınarlı, Abdülbâki, “Maârif”, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1977; Cebecioğlu, Ethem, “Maârif”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü

216 Tarıkâhya, “Önsöz”, s. XXXII

217 Sultan Veled, Maârif, (haz: Meliha Ülker Tarıkâhya Anbarcıoğlu), Ataç Yayınları, İstanbul, 2009, s. 260

218 Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 51

219 Küçük, Hülya, “Hakk’ın Sırrını Fâş Etmeyen Sûfîler: Sultan Veled Örneği”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sy: 18, Ankara, 2007, s. 93-94

220 Bkz: Hülya Küçük, Sultan Veled ve Maârif’i, Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Konya, 2005; Çalışmalarımız esnâsında, Süleymaniye Kütüphânesi Fâtih Bölümü’nde, Kitâb fî’t-Tasavvuf başlığı altında
Sultan Veled’in Maârif eseriyle karşılaştık. Bkz: Süleymaniye Kütüphânesi, Fâtih böl. no: 2642

221 Küçük, Hülya, a.g.e., s. 73

222 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, (çev: Rüştü Balcı), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2007, c. IV, s. 1536

223 Uzluk, a.g.m., s. 39

224 Bkz: el-Kuraşî, Abdülkādir b. Ebi’l-Vefâ, el-Cevâhiru’l-Mudiyye fî Tabakāti’l-Hanefiyye, Kahire, c. I,s. 313; Taşköprüzâde Ahmed Efendi, Mevzûâtu’l-Ulûm, (çev: Kemâleddin Mehmed Efendi), İkdam Matbaası,
Dersaâdet, 1313, c. I, s. 747

225 Vassâf, Hüseyin, Remzî-nâme, (haz: Yakup Şafak), Tekin Kitabevi, Konya, 2006, s. 32; Olgun, Tahir, Mevlevî Çilesi, (haz: Gülgûn Yazıcı, Cemal Kurnaz), Vefâ Yayınları, İstanbul, 2008, s. 20, 104

226 Küçük,Hülya, a.g.e., s. 73

227 Örn: Tırâş-nâme, Aşk-nâme, Risâle-i İ’tikād…

ETİKETLER:
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.