OSMANLI TOPLUMUNDA TASAVVUF VE SÛFÎLER – Ali NAMLI

A+
A-

OSMANLI TOPLUMUNDA TASAVVUF VE SÛFÎLER

Doç. Dr. Ali NAMLI*

 

Osmanlı Devleti’nin kurulmasından önceki asırda Anadolu’da Evhadüddîn Kirmânî (ö. 635/1238), Muhyiddinsmanlı Devleti Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletinin devamı ve mirasçısı du­rumundadır. Selçuklu sultanları, vezirleri ve diğer devlet adamları Şiî Fâtımîlere karşı Sünnîliği destekledikleri gibi sûfîlere de saygı gösterdikleri, destek oldukları ve onları himaye ettikleri bilinmek­tedir. Selçuklular döneminde tasavvufun temel eser­leri yazılmış, büyük mutasavvıflar yetişmiş, tasavvuf tarîkatlar şeklinde müesseseleşmiştir. Osmanlı tasav­vufunun temelleri de büyük ölçüde Selçuklu döne­minde atılmıştır.

İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî (ö. 639/1241), Necmeddîn Dâye (ö. 654/1256), Hacı Bektâş Velî (ö. 669/1271 [?]), Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (ö. 672/1273), Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Fahreddîn Irâkî (ö. 688/1289), Müey-yidüddin Cendî (ö. 691/1292 [?]), Saîdüddin Fergânî (ö. 699/1300), Yûnus Emre (ö. 720/1320 [?]) gibi bü­yük mutasavvıfların faaliyet göstermesi tasavvufî ha­yatın ve düşüncenin canlılığının delilidir. Bütün bu mutasavvıflar Osmanlı tasavvufunu da etkilemişler ve şekillendirmişlerdir. Özellikle tasavvuf edebiyatı içerisinde en çok okunan, tartışılan ve üzerine şerh­ler yazılan metinlerden Fusûsu’l-Hikem ve diğer eseri el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin müellifi, sonradan vahdet-i vücûd diye isimlendirilecek düşünce sistemiyle İbnü’l-Arabî; Mesnevî’si ve Dîvân’ı ile aşk ve vecdi tasavvuf anlayışının merkezine oturtan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî; Türkistan ve Horasan tasavvufunu Anadolu’da temsil eden Hacı Bektaş Velî, Ahî Evran ve Yunus Emre gibi gönül erleri eserleri, görüşleri ve düşünce­leriyle Osmanlı tasavvufuna kaynaklık etmişlerdir.1

Selçuklu döneminde kuruluşunu tamamlayan fü-tüvvet teşkilatı Anadolu’da Ahîlik adını almış ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük rol üstlen­miştir. Osman Gazi ile yakın münasebetleri olan ve onu kızı ile evlendiren Şeyh Edebâli bir ahî şeyhi ve ahîlerin reisi idi. İlk Osmanlı padişahlarının ve vezir­lerinin çoğu ahî teşkilatına mensuptu. Orhan Gazi ise Ahîliğe ait “ihtiyârü’d-dîn” ünvanını almıştı. Teşki­lattan askerî güç olarak fetihler sırasında da faydala­nılıyordu. Orhan Gazi döneminde Anadolu’yu gezen İbn Battûta’nın yazdıklarından o dönemde Ahîliğin çok güçlü ve yaygın olduğu görülmektedir. I. Murad ise şed kuşanmış, dervişlere ve ahîlere çeşitli vakıf­lar yapmıştır.2

Âşıkpaşazâde’nin ahîlerle (ahîyân-ı Rûm) birlikte zikrettiği fütüvvetin seyfî kolunu oluşturan gâzîler (gâziyân-ı Rûm), kadınlar kolunu oluşturan bacı­lar (bâcıyân-ı Rûm) ve dervişlerden (abdâlân-ı Rûm) meydana gelen dînî-tasavvufî zümrelerin de kuru­luş döneminde önemli görevler üstlendikleri anlaşıl-maktadır.3 Horasan erenleri denilen “baba” ve “abdal” gibi unvanlarla anılan dervişlerden Abdal Kumral’ın Osman Gazi ile Abdal Mûsâ, Geyikli Baba ve Abdal Murad’ın Orhan Gazi ile Abdal Mehmed’in II. Murad ile münasebetleri olmuş ve gazâlara iştirak etmişler­dir. Osmanlı sultanları da dervişlerin hizmet ve faa­liyetlerini destekleyerek kendileri için zâviyeler yap­tırmış, köyler bağışlamışlardır.4

Orhan Gazi İznik’i fethettikten sonra kurulan ilk medresenin başına hem medrese geleneğinden gelen hem de Ekberî düşünceye mensup Füsûsu’l-Hikem şârihlerinden Davûd-i Kayserî’yi getirmiştir. İlk Osmanlı şeyhülislâmı kabul edilen Molla Fenârî de İznik medresesinde yetişmiş Ekberiyye mektebine mensup alimlerden birisidir. Babasından Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ını okumuş ve daha sonra bu eseri şerh etmiştir. Yine onun Miftâhu’l-Gayb’ı ve İbnü’l-Arabî’nin Füsûsu’ l-Hikem’ini okuttuğu bilinmektedir.5

İlerleyen asırlarda da devlet-tekke, tekke-medrese, zâhir-bâtın ehli arasındaki uyum ve ahengin genel ola­rak muhafaza edildiği söylenebilir. Elbette XVII. yüz­yılda ortaya çıkan Kadızâdeliler-Sivâsîler çekişmesi örneğinde görüldüğü gibi zaman zaman farklı taraf­lardan kaynaklanan sebeplerle denge ve düzenin ihlâl edildiği ve bozulduğu durumlar da eksik değildir.6

Osmanlı toplumunda yaygın olan başlıca tasavvufî ekoller, tarîkatlar, önemli temsilcileri ve başlıca faaliyetleri ise şu şekilde özetlenebilir:

Bektâşiyye tarîkatının pîri olan Hacı Bektaş-ı Velî (ö. 669/1271)’nin genellikle Yesevî dervişlerinden olduğu söylenir.7 XIII. yüzyılda Anadolu’ya gelip günümüzde kendi adıyla anılan Sulucakarahöyük’te yerleşmiştir. Tarihî ve menkıbevî kimliği, sünnî olup olmadığı ko­nusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hacı Bektaş’ı önemli kılan bir diğer husus da Osmanlı ordusunun esasını teşkil eden Yeniçeri Ocağı’nın kendisini pîr olarak kabul etmesi ve Bektâşiyye ile arasında oluşan organik bağdır. Kalenderîlik’le kısmen içli dışlı olan tarîkat özellikle Balım Sultan (ö. 922/1516 [?])’la bir­ likte Hurûfî ve Şiî unsurlar taşıyan bir mahiyet ka­ zandığından sünnî tarîkatlar dışında görülmüştür. 1826’da II. Mahmud tarafından yeniçeri ordusunun kaldırılması ile birlikte Bektâşî tekkeleri de kapatıl­mış ve faaliyetleri yasaklanmıştır.8

Mevlevîlik Mevlânâ Celâleddîn-i  Rûmî’ye (ö. 672/1273) nisbet edilir.  Tarîkat özellikle oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi zamanında yaygınlaşmış, kuruluşunu tamamlamış, Mevlânâ’nın          soyundan gelen ve “çelebi” denilen şeyhlerce varlığını sürdürmüştür. İdarecilerle kurulan iyi ilişkiler sayesinde beylikler döneminden itibaren Konya, Afyon, Kütahya, Karaman, Manisa, Amasya, Kırşehir ve Erzincan gibi merkezlerde mevlevîhaneler açılmıştır. Osmanlı topraklarında ilk mevlevîhane ise II. Murad devrinde Edirne’de kurulmuştur (829/1426). II. Baye-zid devrinde açılan Galata Mevlevîhanesi’ni daha sonra Yenikapı, Kasımpaşa ve Beşiktaş mevlevîhâneleri izle­miş, böylece Mevlevîlik açısından İstanbul Konya’dan sonra önemli bir merkez haline gelmiştir. Anadolu ve Balkanlar başta olmak üzere Osmanlıların hâkim olduğu veya etkisi altında bulunan bölgelerde pek çok mevlevîhane açılmıştır. Osmanlı padişahlarınca mevlevîhaneler hep desteklenmiş ve himaye görmüş, hatta III. Selim, II. Mahmud ve V. Mehmed bu tarîkate intisab etmişlerdir. Mevlevîlik mûsikî, edebiyat ve di­ğer klasik sanatların gelişmesinde de büyük hizmet­ler görmüştür.9

Rifâiyye İslâm dünyasında teşekkül edenBayrâmîlik Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kurul­muş, başta Ankara olmak üzere Anadolu ve Rumeli’de yayılmıştır. Hacı Bayram’ın silsilesi şeyhi Hamîdüddin Aksarayî (Somuncu Baba) aracılığı ile hem Halvetiyye’ye hem de Nakşibendiyye’ye ulaştığından her iki tarîkatın de özelliklerini taşır. Edirne’de II. Murad ile görüş­mesi ve mensuplarının vergiden muaf tutulması şöh­retini ve tarîkatının yaygınlığını artırmıştır. Fatih Sul­tan Mehmed’e saltanat kılıcını kuşatan ve İstanbul’un fethine bizzat iştirak eden Akşemseddin ile Şem-siyye ve Ömer Dede Sikkînî ile Melâmiyye kolu de­vam etmiştir. II. Bayezid’in Bayrâmiyye şeyhleri ile münasebetleri olduğu, yine aynı tarîkat şeyhlerinden Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin babası Şeyh Yavsî adına İstanbul’da bir tekke yaptırdığı bilinmektedir.10 ilk tarîkatlardan birisi olan Rifâiyye Seyyid Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1182)’ye nisbet edilir. Tarîkatın yayıldığı Irak, Hicaz, Yemen, Suriye ve Mısır gibi ülkeler XVI. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girmiştir Anadolu’da ilk olarak XIV. yüzyılın başlarında varlık göstermeye başlamış ve daha sonra Molla Fenârî tarafından temsil edilmiştir.

Amasya’da 836’da (1433) Rifâiyye adına bir tekke kurulduğu bilinmektedir. 1145’te (1732) Üsküdar’da kurulan Rifâî Âsitânesi’yle İstanbul’da, ku­rulan diğer tekkeler vasıtasıyla Anadolu ve Balkanlarda yaygınlaşmıştır. Sultan II. Abdülhamid’in Ahmed er-Rifâî neslinden Şeyh Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî (ö. 11209) adına Beşiktaş’ta bir tekke yaptırdığı ve kendisi ile ya­kın münasebetleri olduğu bilinmektedir.11

Kübreviyye tarîkatı Bursa’ya Yıldırım Bayezid za­manında Emir Sultan (Şemseddin Muhammed) ta­rafından getirilmiştir. Emir Sultan Yıldırım Baye­zid ile yakın münasebette bulunmuş ve kızı Hundi Fatma Hatun ile evlenmiştir. Gerek bu hususlarla ge­rekse Ulucami’nin açılışı ile ilgili birçok menkıbesi nakledilir. Yıldırım Bayezid gibi Çelebi Mehmed ve Murad’ın da Emir Sultan’a saygı gösterdikleri, se­fere giderken onun eliyle kılıç kuşanıp duasını aldık­ları, padişahlara kılıç kuşatma geleneğinin de onun II. Murad’a saltanat kılıcını kuşatmasıyla başladığı belir­tilmektedir. Emir Sultan yüzlerce müridiyle 1422’de II. Murad’ın İstanbul kuşatmasına da katılmış, as­keri gazâya teşvik etmiştir. Adına Bursa’da kurulan dergâh 1178’den (1764-65) sonra Celvetiyye’ye, 1810’da Nakşibendiyye’ye intikal etmiştir.12

Zeyniyye tarîkati Sühreverdiyye’nin bir kolu olup Zeynüddin el-Hâfî (ö. 838/1435) tarafından kurulmuş, onun halîfelerinden Merzifonlu Abdürrahîm-i Rûmî ve Abdüllatîf el-Kudsî tarafından Anadolu ve Rumeli’de yayılarak X V. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlıların en etkili tarîkatlarından biri haline gelmiştir. Abdüllatîf el-Kudsî’nin en meşhur hali­fesi İstanbul’da bir semte de adı verilen Şeyh Vefâ (ö. 896/1491)’dır. Zeyniyye’nin yayıldığı Suriye, Mısır ve Hicaz bölgeleri de XVI. yüzyılda Osmanlıların kont­rolü altına girmiştir. Tarîkat zamanla Anadolu’daki etkisini kaybetmiştir.13

Halvetiyye Ömer el-Halvetî’ye (ö. 800/1397 [?]) nisbet edilen İslâm dünyasının en yaygın tarîkatlarından birisidir. Anadolu’ya X V. yüzyılın başlarında Amas­yalı Pîr İlyas tarafından getirilmiştir. Halvetiyye’nin Osmanlı topraklarında esas yayılması tarîkatın pîr-i sânîsi ve merkez şahsiyeti Seyyid Yahyâ Şirvânî (ö. 869/1462)’nin halifeleri Muhammed Bahâeddin Erzincânî, Habib Karamânî ve Dede Ömer Rûşenî aracılığı ile olmuştur. Tarîkatın İstanbul’da yayıl­ması ise II. Bayezid devrinde Cemâl-i Halvetî vası­tası ile olmuş ve Koca Mustafa Paşa’daki dergâhında irşad ile meşgul olmuştur. Halvetiyye tarîkatı kol ve şubelerinin çokluğu ile tanınır. Tarîkatın dört ana kolundan Dede Ömer Rûşenî (ö. 892/1487) tara­fından kurulan Rûşeniyye’nin Demirtâşiyye, Gül-şeniyye, Sezâiyye ve Hâletiyye; Cemâl-i Halvetî (ö. 899/1494) tarafından kurulan Cemâliyye’nin Sün-büliyye, Şâbâniyye, Karabaşiyye ve Nasûhiyye; Yi­ğitbaşı Ahmed Şemseddin (ö. 910/1504) tarafından kurulan Ahmediyye’nin Ramazaniyye, Cerrahiyye, Uşşâkıyye, Mısriyye; Şemseddin Sivâsî (ö. 1006/1597) tarafından kurulan Şemsiyye’nin Sivâsiyye gibi alt kol ve şubeleri en başta zikredilebilir. II. Bayezid, Yavuz ve Kanûnî’den itibaren pek çok Osmanlı sultanının, devlet adamının, medrese mensuplarının ve askerle­rin Halvetiyye şeyhleri ile yakın ilişkileri olmuştur.14

Nakşibendiyye, Horasan, Mâverâünnehir ve Bu­hara civarında yaygın olan Hâcegân tarîkatının deva­mıdır. Adını Bahâeddin Nakşibend’den (ö. 791/1389) alır. Tarîkatın “kelimât-ı kudsiyye” adı verilen on bir temel esasından ilk sekizinin Abdülhâlık Gucdüvânî tarafından belirlendiği kabul edilir. Genellikle hafî zikre ve sohbet esasına önem veren, silsilesi Hz. Ebû Bekir’e ulaşan Nakşibendiyye şerîate ve Ehl-i Sünnet’e bağlılığı ile tanınmıştır. Amasya’da 807/1404’te kurulan ve şeyhliğini Bahâeddin Nakşibend’in halifelerinden Rukneddin Mahmud’un yaptığı tekke ile Anadolu’ya gelen Nakşibendiyye, Fatih Sultan Mehmed’in isteği ve desteği ile Aksaray semtinde kurulan Hindîler Tek­kesi ile İstanbul’a ulaşmıştır. Anadolu, İstanbul ve Bal­kanlarda yayılması ise Ubeydullah Ahrâr’ın halifele­rinden Simavlı Molla Abdullah İlâhî, onun halifesi Emir Ahmed Buhârî ve halifeleri sayesinde olmuş, medrese mensupları da bu tarîkata ilgi göstermiştir. XVI. yüzyıl alimlerinden Lâmiî Çelebi, Taşköprîzâde, Muslihuddin Mustafa, Mahmud Çelebi, Kavaklızâde Mehmed Efendi bunlardandır. Tarîkatın Müceddidiye kolu ilk olarak Murad Buhârî (ö. 1132/1720) tarafın­dan İstanbul’a getirilmiştir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (ö. 1242/1827) tarafından kurulan Hâlidiyye kolu sa­yesinde Nakşibendiyye İslâm dünyasında en yaygın tarîkatlardan biri haline geldi. İstanbul’da nüfuzla­rının ve sayılarının artmasından dolayı II. Mahmud tarafından Sivas’a gönderilseler (1828) de Bektâşî dergâhlarının kapatılmasından bir müddet sonra bu tekkelerin kendilerine verilmesiyle tekrar eski itibar­larını elde etmişlerdir.15

Kādiriyye Abdülkâdir Geylânî (ö. 561/1165-66)’ye nisbet edilir. Tarîkatı ilk defa Anadolu’ya getiren Hacı Bayram-ı Velînin damadı Eşrefoğlu Abdullah Rûmî (ö. 874/1469-70 [?])’dir. Medrese ilimlerini Bursa’da tah­sil ettikten sonra Ankara’ya gidip Hacı Bayram Velîye intisab etmiş, sülûkünü tamamladıktan sonra İznik’e halife tayin edilmişti. Ancak o bununla yetinmeyerek şeyhinin izniyle Hama’ya (Suriye) giderek Abdülkādir-i Geylânî’nin beşinci göbekten torunu Şeyh Hüseyin el-Hamevî’nin yanında çile çıkarıp Kādiriyye icazeti aldıktan sonra tekrar İznik’e dönmüş ve bir müddet sonra irşada başlamıştır. Eşrefiyye kolu Bursa ve çev­resinde yayılmıştır. Tarîkatı İstanbul’a getiren İsmail Rûmî (ö. 1041/1631) biri Bağdat’ta Kādirî Âsitânesi şeyhi ve Bağdat nakîbüleşrafı, Geylânî soyundan Feyzullah Efendi’den, diğeri Kāhire’deki Kādirî Şeyhûniyye Tek­kesi şeyhi Ahmed b. Mustafa Mısrî’den olmak üzere iki defa hilâfet icazeti almıştır. İstanbul Tophane’de kurduğu tekke merkez olmak üzere tarîkatı Anadolu ve Balkanlara yaymıştır. Padişah tarafından davet edil­diği Sultan Ahmed Camii’nin açılış merasiminde ken­disi tarafından Kādirî zikri icra edilmiştir.16

Şâzeliyye Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’ye (ö. 656/1258) tarafından kurulmuştur. Tarîkatın esas yayıldığı Ku­zey Afrika ülkeleri XVI. yüzyılın ilk yarısından iti­baren Osmanlı hâkimiyeti altına girmiştir. Şâzeliyye tarîkatı Anadolu’ya XVI. yüzyılın başlarında Ali b. Meymûn (ö. 917/1511) tarafından getirilmiş, ken­disi altı yıl Bursa’da kaldıktan sonra Suriye’ye dö­nerken yerine Sûfîzâde diye bilinen Şeyh Abdurrah-man (ö. 919/1513)’ı halife olarak bırakmıştır. Ancak bir müddet sonra tarîkatın izine rastlanmaz olmuş­tur. Silahdar Abdullah Ağa tarafından 1200 (1786)’de İstanbul’da yaptırılan Alibeyköy Şâzelî Dergâhından başka Unkapanı, Beşiktaş, Kabataş ve Çemberlitaş’ta Şâzelî dergâhları açılmış olsa da çoğu devam etmemiş­tir. Esas olarak Şâzeliyye II. Abdülhamid döneminde İstanbul’da Muhammed Zâfir el-Medenî (ö. 11203) ta­rafından temsil edilmiştir. II. Abdülhamid kendisine intisap etmiş, kendisi için Beşiktaş’ta Ertuğrul Tek­kesi olarak bilinen tekkeyi yaptırmış, zaman zaman burada Cuma selamlığına çıkmış ve cumadan sonra Şâzeliyye usûlüne göre icra edilen âyinlere katılmıştır.17

Celvetiyye Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1628) tarafından kurulmuştur. Silsilesinin Bayramiyye ve Halvetiyye’ye ulaşması ve mensuplarının bazı irtibatları sebebiyle bu tarîkatların bir kolu olarak da değerlen­dirilmiştir. Ancak âdâb-erkân ve mahiyetindeki fark­lılaşma dikkate alınarak ayrı bir tarîkat olarak kabul edilmesi daha doğru olacaktır. Nitekim önde gelen si­maları da Celvetiyye’yi diğerlerinden farklı, müstakil, hatta daha üstün bir tarîkat olarak tanıtırlar. İsmâil Hakkı Bursevî Celvetiyye’nin İbrâhim Zâhid Geylânî (ö. 700/1301) zamanında “hilâl”, Üftâde (ö. 988/1580) zamanında “ay”, Hüdâyî zamanında “dolunay” duru­muna geldiğini ifade eder.18 Hüdâyî halktan sultan­lara kadar geniş bir tesir halkası meydana getirmiş, III. Murad, I. Ahmed ve II. Osman gibi padişahlara yakın ilişkileri olmuş, onlara mektuplar yazmış, öğütler ver­miş, zaman zaman saraya davet edilmiş, orada sohbet­ler yapmış, I V. Murad’a saltanat kılıcını kuşatmıştır. Birçok devlet adamı ve alim de onun dergâhına de­vam etmiştir. Evliya Çelebi yedi padişahın Hüdâyî’nin elini öptüğünü, 170.000 müridin kendisine intisap et-t iğ i ni söyler.19 Celvetiyye özellikle İstanbul, Bursa, İz­mir, Balıkesir, Orta Anadolu ve Balkanlarda yayılmış; Selâmiyye, Hakkıyye, Fenâiyye ve Hâşimiyye gibi kol­ları oluşmuş, 1925’te tekkelerin kapatılmasına kadar fa­aliyetlerini sürdürmüştür.20

Sa‘diyye, Bedeviyye, Desûkıyye, Ticâniyye, Senûsiyye gibi tarîkatlar Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika ülke­lerinin Osmanlı idaresine geçmesiyle Osmanlıların ilgi alanına girmiştir. Zaman zaman bu tarîkatların İstanbul’da tekkelerine ve mensuplarına rastlanmış, sultanların desteğine mazhar olmuşlar, ancak diğer tarîkatlar gibi İstanbul, Anadolu ve Balkanlarda ya­yılma imkânı bulamamışlardır.

Sonuç olarak Osmanlı toplumunun devletin kuru­luşundan dağılmasına, padişahından halka, medrese ehli ulemasından ümmîsine kadar tasavvufa âşina ve tasavvufla hemhâl olduğu görülmektedir.

*Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

DİPNOTLAR

  1. Bu konu ile ilgili bir değerlendirme yazısı için Bkz. Türer, Osman, “Osmanlı’nın Temelindeki Manevi Harç: Kuruluş Döneminde Anadolu’da Tasavvuf”, Os­manlı Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999, IV, 375-383.
  2. Kazıcı, Ziya, “Ahilik”, DİA, I, 541.
  3. Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân, Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1332, s.
  4. Gündüz, İrfan, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, Seha Neşri­yat, İstanbul, 1984, s. 16-20; Öngören, Reşat, “Osmanlı Türkiyesi’nde Tarikatlar”, Ed. Semih Ceylan, Türkiyede Tarikatlar: Tarih ve Kültür, İSAM , İstanbul, 2015, s. 59-60.
  5. Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 42; Gündüz, a.g.e., s. 71-72, 79; Öngören, a.g.m., Türkiyede Tarikatlar, s. 56.
  6. Tekke mensuplarının devlet ve ulemâ ile yaşadıkları gerginliklere örnek olarak Bkz. Öngören, Reşat, “Osmanlılar-Tasavvuf ve Tarikatlar”, DİA, XXX, 546-547.
  7. Hacı Bektaş’ın Vefâiyye’ye mensup olduğuna dair iddialar için Bkz. To­sun, Necdet, “Yûnus Emre Rifâî, Hacı Bektaş Vefâî”, Tasavvuf, Yıl: 14, S. 31, s. 109-115.
  8. Ocak, Ahmet Yaşar, “Bektaşîlik”, DİA, V, 373-379; Ocak, “Bekta-şiyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 447-486.
  9. Tanrıkorur, Ş. Barihüda, “Mevleviyye”, DİA, XXIX, 468-475; Küçük, Sezai, “Mevleviyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 489-544.
  10. Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayrâm-ı Velî, TDV Yay., Ankara, 1994; Bayramoğlu, Fuat-Azamat, Nihat “Bayramiyye”, DİA, V, 269-273; Şahin, Haşim, “Bayramiyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 781-847.
  11. Tahralı, Mustafa, Ahmad al-Rifâî, sa vie, son oeuvre et sa tarîqua (doktora tezi), Sorbonne Nouvelle Paris III, Paris, 1973; Tahralı, “Rifâiyye”, DİA, XXXV, 99-103; Tahralı, “Rifâiyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 285-334.
  12. Algül, Hüseyin-Azamat, Nihat, “Emir Sultan”, DİA, XI, 146-148; Öngören, Reşat, a.g.m., Türkiyede Tarikatlar, s. 70-71.
  13. Öngören, Reşat, Tarihte Bir Aydın Tarikatı: Zeynîler, İnsan Yay., İs­tanbul, 2003; “Zeyniyye”, DİA, XLIV, 367-371; Öngören, “Zeyniyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 851-926.
  14. Uludağ, Süleyman, “Halvetiyye”, DİA, XV, 393-395; Ceyhan, Semih, “Halvetiyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 695-778.
  15. Tosun, Necdet, Bahâeddin Nakşibend: Hayatı Görüşleri Tarikatı, İn­san Yay., İstanbul, 2002; Şimşek, Halil İbrahim, Osmanlı’da Müceddidîlik: XII/XVIII. Yüzyıl, Sûf Yay., Ankara, 2004; Memiş, Abdurrahman, Hâlid-i Bağdâdî ve Anadoluda Hâlidîlik, Kitabevi Yay., İstanbul, 2000; Algar, Ha-mid-Tosun, Necdet, “Nakşibendiyye”, DİA, XXXII, 335-343; Tosun, Nec­det, “Nakşibendiyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 611-692.
  16. Gürer, Dilâver, Abdülkādir Geylânî: Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yay., İstanbul, 1999; Azamat, Nihat, “Kādiriyye”, DİA, XXIV, 131-136; Ça­kır, Adalet, “Kādiriyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 159-220.
  17. Güven, Mustafa Salim, Ebul-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye (doktora tezi), Marmara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1999; Güven, “Şâzeliyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 373-443; Özel, Ahmet Murat, “Şâzeliyye”, DİA, XXXVIII, 387-3120.
  18. Bursevî, İsmâil Hakkı, Kitâbü’s-Silsile, İstanbul, 1291, s. 108.
  19. Evliya Çelebi, Seyahatnâme, İkdam Matbaası, İstanbul, 1314, I, 479.
  20. Yılmaz, Hasan Kâmil, Azîz Mahmûd Hüdâyî: Hayatı, Eserleri, Tari­katı, Erkam Yay., İstanbul, 2011; Yılmaz, “Celvetiyye”, DİA, VII, 273-275; Yılmaz, “Celvetiyye”, Türkiyede Tarikatlar, s. 929-978.