ORUCUN MUHASEBESİ

A+
A-

Hocam Samiha Ayverdi’nin Milli Kültür Meselelerimiz ve Maârif Davamız, adlı kitabından bu alıntının Bayram için takdire şayan olacağı inancıyla paylaşıyorum. Bu vesile ile de cümlenizin Bayramınızı tebrik ediyor Rabbimden hayırlar niyaz ediyorum.

Allah’ın insanlara, ”Yap, yapma!” dediği hiçbir emri yoktur ki, beşerin maddesi ve mânâsı için faydalı olmasın. İşte oruç da bunlardan başlıcasıdır. Senede bir ay olsun, bünyeyi tehdit eden tokluğa karşı, açlık kılıcıyla muharebeye girişmenin inkâr götürmez faydaları vardır. Uzviyette biriken ve kıl damarlarında yerleşen zararlı maddeleri defeylemek ve hiçbir ilacın atamayacağı zehirleri söküp çıkarmak, ancak perhize verilmiş bir kudrettir.

Fakat, İslâm’daki emirler, asla tek taraflı olmamış ve kılıcın taksim kabul etmez iki yüzü gibi, birbirinden ayrılmaz bir bütünlük arz etmiştir. Onun için de bedenin faydalandığı bir keyfiyetten ruhun da nasibini alması mukadderdir. Mesela, vücut, topraktan yaratıldığı halde, oruç vaktinde bedene toprağa ait herhangi bir şey girmemekle vücut, bir tasfiye ameliyesine tâbi olurken, bu onun bir nevi ruha yaklaşması, ruhlaşması da olmuş olur. Şöyle ki, açlık kalesi içinde uzvî ve maddî nafakasından ümit kesen insanoğlu, başka ümit kapıları, mânevî gıda yolları aramak, iç bünyesini besleyip, onu dış dünyanın zevklerinden ayırmada adeta kendi kendinin gözcülüğünü ve nöbetçiliğini yapar. Bu uyanıklık ise, iç ve dış kuvvetler arasında, bir muvâzenenin (dengenin) doğmasına ve bir hesaplaşmanın gelişmesine zemin hazırlar. Öyle ki; el, ayak, ağız, göz ve vücudun hemen bütün uzuvları tetikte, yasaklardan ve suçlardan kaçınmak yarışında, böylece de beşerî hırsların hücumuna karşı siperlenmiş haldedir. Vücutta kalp ne ise, mânevî bünye içinde de îman odur. Nasıl ki, gözler, kulaklar ve diğer bütün dış tabiat uzuvları, kalbin hayatî ve tanzim edici (düzenleyici) faaliyetinden, bilerek, bilmeyerek faydalanırsa, iç tabiat da, îmânın mayalayıcı ve nizamlayıcı rehberliğinden, yine bilerek, bilmeyerek bir düzen ve karara bağlanır. İyi insan, kötü insan tefriki (ayrımı) de işte, bir kimsenin mânevî formasyon kazanıp kazanmamış olmasının, îmânın lehimleyici ve yumuşatıcı sıcaklığından faydalanıp faydalanmamış bulunmasının alnına vurmuş olduğu bir damgadır.

İşte bunun içindir ki, orucun fizyolojik faydalarıyla atbaşı giden moral cephesi, ferdî ve içtimaî hayatın bir çeşit emniyet supabı ve mânevî sigortasıdır.

İnsanlığın kader ufkunu meşalelendirmiş olan İslâm, onun için amel kısmını “sâlih amel, kalp ameli” diye üstün seviyeye yükselterek onu kuru kalıplar olmaktan çıkarıp ihlâs ve şuurla değerlendirmiştir.

Kalp ameli ne demektir? Uyanık gönülle Hakk’a dönük ve her yapılan işi sırf Allah rızâsı için yapıp, amelini şahsî bir talep, bir korku, bir ümit, hülâsa herhangi bir menfaat ile kirletmemektir… Onun için, bütün bir sene sofu görünmek yahut sevap kazanmak veya cezâdan kaçınmak için oruç tutmaktan, farz olan Ramazan ayını; hulûsla, yürek yanığı, aşk ve şevkle geçirmek elbette yeğdir. Esasen her şey, hep o şevki, o aşkı bulmak için değil midir? Bu anlayışla, değerlenmemiş bir hayata ise, can çekişmekten başka ne denebilir?

İnsanoğlunun egosu elinden hürriyetini kurtarması, kendi kendinin esâretinden sıyrılacak bir kemâl ve cemâl durağına ulaşması, böylece de hayvanî ve nefsanî kuvvetleriyle çarpışıp onları yenmesi ve bendelikten azatlığa erişebilmesi, bir cenk ve cihat manzarasının ta kendisidir. Onun için de, bir irâde ve ruh terbiyecisi olan oruç, bir yandan mukavemeti ve tahammül kudretini artırırken, açlık elemini duymak hususunda zenginle fakiri birleştirmek, öfke ve gazap ateşi üstüne sabır suyu dökmek gibi günlük hayatın basamaklarına kadar kolaylıkla iner. Lokman Hekim, oğluna nasihat ederken, ne güzel söylemiştir: “Bir kimse çok yemek yerse, dünya ve tabiat karanlığından kurtulmaz, aklı çerâğı mârifet nuruyla aydınlanmaz ve kalbi aynası ise, gaflet ve kesâfet paslarından temizlenmez…”

Ancak, bu arınmış insanlardır ki rehberdirler; önden gidici ve uyarıcıdırlar. Kendilerinde olan temizliği ve îmânı kitleye de nakletmekle, cemiyetin mayasını tutar, yüzünü güldürürler. Öyle ki, cezâ müeyyidelerinin bekçilik edemediği, kanunun pençeleyip durduramadığı beşer ihtiraslarına, kanun vâzı’larından daha isabet ve kudretle bekçilik ederler…

Ama ibâdeti, Allah’la kul arasında bir sır, bir ilâhî nimet bilmeden, idraksiz bir otomatizm havası içinde yerine getirenler için, orucun bir külfet olacağı tabiîdir. Halbuki ibâdetten maksat, kendini bilme yolunun üstündeki dikenleri kaldırmak, bizi bize yabancı, hatta düşman kılan kibirleri, gururları, gösterişleri, riyâları temizlemektir. Bunlar olmadıktan sonra, sabahlara kadar tespih çekip namaz kılmaktan, üç ayları tutmaktan ne fayda!.. Şunu düşünmeli ki zamanı gelip, vücuttan düşecek, ihtiyarlayıp takâti kesilecek, hâli, dermanı kalmayacak olan insan, belki de günün birinde, o ibâdetleri yapamayacaktır. Halbuki uzun yıllar süren oruçlardan, namazlardan maksat ne idi? Kendini bilmek, kendi kendisinin hâkim ve emîri olmak değil mi idi?

Onun için, tahkik ehli indinde oruç, üç ayrı derecede mütalaa edilmiştir: Halkın orucu, kendini yemekten, içmekten ve diğer haramlardan korumak. Bir üst derecenin orucu; eli, ayağı, göz ve kulağı ile, bütün uzuvlarını maddî olduğu kadar mânevî yasaklardan da sakınıp, Allah’tan gelen kahrı ve lütfu birlemek, her yerde Hakk’ı görerek, cümle mahlûkata muhabbet eylemektir. Daha bir üst derecenin orucu ise, Allah’tan gayrı her şeyden perhiz etmek, nefsin hevâ ve hevesinden geçip, Hak muhabbeti lezzetini bulmaktır.