ALLAH’TAN GELEN HER ŞEY TAKDİR-İ İLAHİDİR

A+
A-

Kul, kulluğunu idrak ederse: “Nefs-i emmare” olan “Benlik” ve “Ego” makamında yavaş yavaş tekâmül edip, önce “Levvame”ye, yani kendi hatalarını görmeye; sonra “Mülhime”ye, ibadet ve Allah’ın büyüklüğünü idrak etmeye, fakat gene de bazı şeyleri kendinden bilmeye; sonra da hakikate yönelik “Nefs-i nâtıka” ya, yani “Konuşan nefis” hâline gelen, “Nefs-i mutmainne”ye doğru tekâmül eder.

İşte nefs-i mutmainne idrakinde varlığa, “Kul” adı verilir. Artık o, kendi hiçliğini ve yokluğunu bilmiş ve aslında “Var olan”ın yalnız Allah olduğunu idrak etmiş ve tamamen Allah’a teslim olmuş vaziyettedir. Ara sıra hata yapsa da, sonuçta başına gelenlerin Allah’tan geldiğini idrak eder. Kendi hatasının mesuliyetini Allah’a yüklemez, hâşâ bu şeytanın işidir. Fakat her yerden tecellî edenin, güç ve kudretin Allah tarafından olduğunu bilir. Bu biliş de onu, hatasının mesuliyetini taşımaya sevk eder. Çünkü yapış şekli ona aittir ama mânâsının da büyüklüğünü idrake ve kendindeki Allah’ın isminin zuhurundan başka bir varlık olmadığını idrake yöneltir. Bu bakış açısına “Teslimiyet” denir. İnsan burada “Hakiki varlık” olan Allah’a, “Gölge varlık” olan kendisini rapteder. O zaman da mutlu olur, çünkü gölgeler, hakikate raptoldukları sürece mutlu olurlar.

Bunun oluşabilmesi için, kulun Allah’la irtibatının artması lazım. Bu da iki şekilde olur;

1.Cezbe-i Hüdâ: Yani ya mürşidin bir sözü yahut Allah sevgililerinin kitaplarının onu uyarışı. En mühimi Kur’an’ın ifadesi, insanı cezbe hâline geçirir ve onun büyüklüğü karşısında kendi varlığından geçer.

2.Sille-i Hüdâ: Yani sıkıntı ve bela anında, kul kendinde bir kuvvet-i kudret olmadığını idrak ederek Allah’a sığınır ve teslim olur. Çünkü artık acısını geçirme gücünün kendinde olmadığını idrak etmiştir.

Akıl burada nefs-i nâtıkaya teslim olur, yani konuşan nefis “Akıl hâli” ne geçer. Cüzî akıl kendinden vazgeçip, küllî akla raptolur. Bu durumda kul artık kendi varlığından arınmış, “Ölmeden önce ölme” seviyesine yükselmiştir. Onun her hareketi konuşur; kulağı güzel sözleri duyar, vazifesini yapar; ağzından çıkan her söz kendine ait değildir, kendindeki hakikate aittir; oturuşu, kalkışı, hareket edişi, insanlara faydası hepsi Allah’ın lütfuyla olur. İşte ona “Konuşan nefis” denir. Bu teslimiyet insanı Allah’a taşıyan en büyük güçtür.

Teslimiyet, tefviz, rızâ, sabır ve tevekkül; bunların hepsi aynı mânâdır. Bu mânâ; kendi acz ve ihtiyacını ve hakikat güneşine karşı bir “Hiç”ten ibaret olduğunu idrak edip, kuvvetiyle her şerdeki zuhûru “Cenab-ı Hak” bilmektir. “Lâ ilâhe illallah” ın hakikati de budur. Bunu bilmeyen ise, her türlü menfaatler peşinde, beyhude yere kendilerini zorluğa, zahmete ve yorgunluğa, savaşa atmaktadır. Ne mutlu bir kimseye ki, bu hasletleri kendinde barındırır. İşte bugün insanların içindeki sıkıntılar, olaylara müdahale etme isteğinden geçer. Onlar yapan ve yaptıranın Allah olduğunu unuttukları için, birlik ve beraberlikten ayrılırlar. Eğer kuvvet-i kudretin Allah’a ait olduğunu idrak ederlerse, hiçbir şeye itiraz etmeme sanatını elde ederler.

Hazreti  İbrahim sıkıntı ve bela anındaki ateşin, Allah’ından geldiğini bildiği için, o sıkıntı ve belada Allah’ına sığınma zevkini yaşadı. “İsmail” gibi olan nefsi kesilmeye râzı oldu, o yüzden de İbrahim’in teslimiyeti en üst seviyede oldu. Onun için de ona “İlk Müslüman” denildi, çünkü “Teslimiyet” İslam ve Müslümanlık, yani “Selâm” ve “Selâmet” demektir. İnsan, cennetin kapıcısının “Rıdvan” olduğunu, yani teslim olanların en büyüğü olduğunu idrak ederse; hadiseler karşısında itirazı terk ettiği zaman cennete olacağını bilir. İşte bu hâl, insanın içindeki acıyı geçirmese bile, Allah’tan geldiğini bildiği zaman, dışından teslimiyetin verdiği huzur kalbine yerleşir; kalp, ondaki huzurla itminan olur. Böyle insanlarda önce “Şükür” derecesi zuhûr eder, yani hadiselerde sevgiliyi görmenin rahatlığı ve kalpte sonsuz huzurun getirdiği bir hâl ile herkese de huzuru yayar. Onun için de artık ateşi gül bahçesine çevirmiştir, itirazsızdır. Bu da bir takdiri ilahidir.

Bizler olan bitene rıza gösteririz. Herşey Allah’tan deriz. Takdiri değiştiremeyeceğimize göre, takdirin içindeki hakikate yönelir ve oradan alacağı dersi alırız. Dünyanın, bu küçücük dünyadan ibaret olmadığını, hadiselerin devamlı değiştiğini, her şeyin değişime uğradığını idrak ederek, boşuna hiçbir hadiseye takılıp kalmamayı hal haline geçiririz. Onun için de daima pozitif olmalıyız, böyle insanların enerjisi daima etrafa zevk ve huzur dağıtır. Biz de böyle müsbet olursak çevremizdekilere mutluluk ve huzur veririz vesselam.