Ateşe Atılan Bebek

A+
A-

Ateşe Atılan Bebek

YEKİ ZENİ BA TIFL AVERED AN CÜHUD

PİŞ-İ AN BÜT V’ATEŞ ENDER ŞULE BUD

Yahudi Şahı bir kadını kucağında bebeğiyle beraber putun önüne getirdi. Yaktırdığı ateş alevlenmişti.

Zalim ve sapkın bir Yahudi Şahı gücünü insanlara kabul ettirmek, onları inançlardan döndürmek maksadıyla çok büyük bir ateş yaktırmıştı. Yaktırdığı  ateşin yanına diktiği puta secde etmelerini istiyordu. Emrine itaat etmeyenleri ateşin içine atmakla korkutuyordu. Ateşin yanına getirilenlerin arasında kucağında bebeğiyle bir kadın vardı.

Burada; Yahudi Şahı, insanın içindeki nefs-i emmaresini, kadın, insanî tabiatı, çocuk ise yükselmeye ve gelişmeye müsait aklı simgelemektedir.

TIFL EZ U BİSTED DER ATEŞ DER FİKEND

ZEN BİTERSİD Ü DİL EZ İMAN BİKEND

Bebeği kadınından aldı, ateşin içine attı, kadının dehşetinden kalbi parçalandı, imanı zarar gördü

Zalim ve inatçı Şahın yaptığı çocuğu putun önünde secdeye zorlamak için değildi. Çocuk secdenin ne olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü. Asıl amacı, oraya toplanmış diğer insanların üzerine korku ve dehşet salmaktı. Zaten korku içinde bekleşen kalabalık bir bebeğin ateşe atılışını görünce kâlplerindeki korku, bütün korku sınırlarını zorlayacak derecede arttı.

İnsanın nefsi de böyledir. İnsanı korkutur. Ümitlendirir. Dehşete düşürür. İsteğini gerçekleştirebilmek için her çareye başvurur. Bazen insan nefsinin istediği şeyi yapmazsa bütün hayatı bir ateşe atılmışçasına acı içinde kalacağından korkar. Dehşet içinde bütün gücüyle onu yapmaya çabalar. İstediği olmazsa akla gelmeyecek derecede işkence çekeceğini düşünür. Bu korkuya düşen insan aynı zamanda nefsinin istediği şeyi yapınca duyacağı lezzetin, tadın, zevkin keyfin ümidine kaptırır kendini. Nefsin verdiği bu korku ve ümit insanı nefsine kul köle yapar. Nefsine kul köle olan insan; acıların korkusu tat ve lezzetlerin ümidi içine sıkışır kalır. Böylece sapkınlığa yoldaşlık macerası başlamış olur.

Hikayede geçen, ateşe atılan bebeğin annesine acıyı tercih etmesi, korkmaması için söylediği şeyler aklın insana, nefsine uymaması için söylediklerine benzemektedir. Nefsine uymayarak, nefsin verdiği korkulara aldırmayarak, ibadet, taat ve iman dairesinde kalabilmek için her türlü acıya ve ızdıraba katlanmanın aslında asıl tat ve lezzet olduğunu söylemektedir. Bunu başarabilenler, bir anlık gafletlerinden, düştükleri korkudan, o korku yüzünden kâlplerine gelen iman zafiyetinden pişman olurlar, görünüşte acı ama gerçekte tat ve lezzet olan hakkı tercih ederek ebedi saadete nail olurlar.

HAST TA O SECDE ARED PİŞ-İ BÜT

BANGZED AN TIFL İNNİ LEM EMUT

Bebeğin ateşe atıldığını gören anne korkusundan dehşete düştü, puta secde etmeye yöneldi. Bebek ateşin içinden avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı “Anne ben ölmedim!”

Kadın korkusundan ne yapacağını bilemeyecek bir hâle düşmüştü. İmanını terk edip puta secde etmeye yönelmişti.

Nefis de tıpkı böyle fakirliği, dünya nimetlerinden el etek çekmeyi, edebi, adaleti zor gösterir. Tahammül edilemeyecek tıpkı ateşe atılmak gibi acı ve ıstırap verecek bir meşakkat zannettirir. Ama akıl nefsin bu korkutmasına kapılmamayı öğütler. Tam aksine Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uymanın asıl saadet olduğunu nefsin çektiği tarafın acının kaynağı olduğu uyarısında bulunur. “Sakın!” diye seslenir insana “Sakın nefsin verdiği korkulara aldırma, onlar gerçek değil bir yanılsamadır. Onun korkuttuğu şey gerçekte mutluluk kaynağıdır, ebedi hayatı bulabilmenin yoludur.”

ENDERA EY MADER İNCA MEN HOŞEM

GERÇİ DER SÛRET MİYAN-İ ATEŞEM

Anneciğim! Gel! Ateşin içine, ben ateşin ortasındayım gibi görünüyorum ama burada mutluyum, rahatım.

Akıl şöyle demektedir; “Benim dünya hayatının çeşitli dert ve meşakkat ile acı içinde kıvranıp durduğumu görerek sakın yanılgıya düşme. Böyle bir korkuya kaptırma kendini. Nefsin güzel gibi gösterdiği her şey gerçek acı, kötü ve zorluk gibi gösterdiği gerçek mutluluktur. O sana sürekli dünya hayatının geçici zevk ve sefasını onların peşinden koşmanı söyler. Buna zorlar seni. Dünya hayatının geçici zevk ve sefasından, bağımlısı olduğun keyif veren şeylerden uzaklaşırsan acı içinde kıvranacağını, onlarsız olamayacağın korkusunu yerleştirir gönlüne. Oysa asıl saadet onun acı dediği, zor dediği, yaparsan bütün dünya zevklerden mahrum kalırsın dediği şeylerdedir. İbadetlerdedir. İyiliklerdedir. Hayırlı işlerdedir. Nefsinin istediğini yapman, o ateşin kenarında dikilen puta tapman gibidir.

ÇEŞM BENDEST ATEŞ EZ BEHR-İ HACİB

RAHMETEST İN SERBER AVERDE ZİCİB

Ateş gözbağı gibi görünür ama gerçekte gayb âlemine yükselmeyi sağlayan rahmettir.

Bunu görebilmek için gerçeği görecek gözü olmak gerekir. Herkes ateşlerin arkasındaki gül bahçelerini göremez. Sadece işin dışından bakar işte ateş der, içinin farkında değildir.

ENDERA MADER BİBİN BÜRHÂN-I HAK

TA BİBİNİ İŞRET-İ HASAN-I HAK

Anneciğim! Gel! Yanıma, ateşin içine gel de Allah’ın has kullarının buradaki neşe ve mutluluğunu gör.

Ey içinde yaşadığı şartlara kendini kaptırmış olan! Etrafında olup bitenlere, sebeplere ve sonuçlara, acılara ve mutluluklara kendini bu derecede vermen doğru değil. Maddi âlemin kendi şartları seni onun dışına çıkmayacak derecede hapsetmesin. Her şeyi görünen sebeplerin elle tutulan sonuçların içinde düşünmeye başlarsan asıl büyük gerçeği kaçırırsın. Geniş düşünemez, aklını ve akletme yeteneğini sınırlamış olursun. Maddi olarak bela, sıkıntı, meşakkat, acı ve ıstırap gibi görünen şeyleri gönüllü olarak tercih edersen, mesela az yer, az uyur, az konuşur, uzlete çekilir, ibadetlere daha çok zaman ayırırsan sana manevi âlemin pencereleri açılır. Orada göreceğin güzellikler, zevk ve sefa öylesine büyüktür ki asıl acının maddi alemin, dar ve kısıtlı bir âlemin içinde yaşamak olduğunu anlarsın.

ENDERA ESRÂR-I İBRAHİM BİBİN

K’A DERATEŞ YAFT SERV Ü YASEMÎN

Gel! Yanıma, ateşin içine gel! Burada İbrahim’in esrarını göreceksin. Burada İbrahim’in nasıl ateşte gül ve yasemin bulduğunu göreceksin.

Nemrut bir puta tapıcıydı. Hazreti İbrahim’in onu Alemlerin Rabbine imana davet etmesine sinirlenmiş, Hazreti İbrahim’i cezalandırmaya karar vermişti. Gücünü gösterecek, etrafına kendisinin en büyük olduğunu ispat edecek çok büyük bir ateş yaktırdı. Ateş o kadar büyüktü ki, üzerinden geçen güvercinler havadayken pişip içine düşüyordu. Hazreti İbrahim’i atmak için yaklaşmaları mümkün olmayacak derecede büyük bir ateşti. Mancınığı icat ettiler. Mancınıkla Hazreti İbrahim’i o büyük ateşin içine fırlattılar. Kurtulmasının mümkün olmadığına kendilerini inandırmışlardı. Ama ateş bir gül bahçesine dönüşmüştü. İçinde şırıl şırıl dereler akan, derelerin içinde göz alıcı balıkların oynaştığı, çevresi rengârenk çiçeklerle bezeli bir bahçe olmuştu. Hazreti İbrahim o bahçenin ortasında son derecede mutlu ve rahattı. Çünkü ateşe yakma gücünü veren sonsuz kudret yine aynı ateşe “Ey ateş! İbrahim için güvenli bir serinlik ol!” diye emretmişti. İnkârcılar ateşin yakma gücünü bizatihi kendisinden olduğu yanılgısı içindeydiler. O yüzden ateşe yakma gücünü veren asıl kudret sahibini göremiyorlardı. Ona teslim olana, yardımı ondan isteyene, onun için ateşe girmeyi göze alana ateşin ne zararı olabilir ki? Ateşe girenler orada İbrahim’in ateşin içinde bulduğu gül ve yasemini bulurlar.

MERG MİDİDEM GEH-İ ZÂTEN Zİ TU

SAHT HAVFEM BUD ÜFTADEM Zİ TU

Ey annem! Ben senden varoldum, senden ayrılıp bu dünyaya gelirken de korkmuştum.

İnsanın tabiatında mevcudu korumak güdüsü vardır. Bu yüzden bir durumdan diğerine geçerken hep korkar. Durumun değişmesi yerine hep aynı kalmasını tercih eder. Bu yüzden anne karnının karanlığı bile bilmediği bir dünyadan daha güvenli gelir. Orayı tercih eder. Gideceği dünyaya çıkmaktan korkar. Oysa o dünya bulunduğu yere göre ne kadar geniş, ne kadar aydınlık, ne kadar süslü, ne kadar çok nimetlerle ve güzelliklerle doludur. Bunu bilebilmesi için dünyayı görmesi oraya çıkması şarttır. Anne karnının karanlığında dünyanın nasıl olduğu ne kadar anlatılırsa anlatılsın anlaşılmaz. Çünkü insanın bilgisi bildiği şeylerle ölçerek oluşur. Tıpkı bunun gibi, bu dünyadan diğer hayata geçiş de insanları hep korkutur. İnsan bilemediği o âleme gitmektense burada kalmayı tercih eder. Halbuki manevi âleme nispetle burası, dar, karanlık, pis, noksan ve yetersizdir. Manevi âlemin sonsuz genişliğini, nurunu, her türlü kötülük, hastalık, noksanlık, acizlik ve pislikten arınmış oluşunu ancak oraya geçince idrak edebilecektir.

İnsan sürekli yükselme, ilerleme (terakki) kabiliyeti ile yaratılmıştır. Bunu gerçekleştiremeyenler sürekli geri gitme ve bozulma (tedenni) içinde olurlar.

ÇÜN BİZADEM RESTEM EZ ZİNDAN-İ TENG

DER CİHÂNİ HOŞ HEVAY-İ HOB RENG

Senden doğmak, dar bir zindandan kurtulup, hoş havalı güzel renkli bu cihana gelmek idi.

Bu ateşin içinde de öyleyim. O zalim hükümdarların yaşadığı, büyük ateşler yakıp insanları putlara secde etmeye zorladıkları âlemden kurtulup manevi âleme geçtim.

MEN CİHÂN RA ÇÜN RAHIM DİDEM KÜNUN

ÇÜN DERİN ATEŞ BİDİDEM AN SÜKUN

Ateş içinde öyle bir sükunet ve genişlik buldum ki dünyanın ana rahmi gibi dar ve karanlık olduğunu gördüm.

Ama dünyada iken böyle olduğunu bilemezdim. Çünkü dünyada tabiata ve sebeplere kelepçelenmiştim. Bu bağ benim hikmeti görecek kabiliyetimi köreltmişti. Ateşe atılmakla hikmetleri görecek kabiliyetim keskinleşti. Manevi âlemin saadet ve mutluluğuna şahit oldum. Beni bu mertebeye dünya hayatı içinde acı ve keder zannedilen şeyler yükseltti.

ENDERİN ATEŞ BİDİDEM ÂLEMİ

ZERRE ZERRE ENDER O İSA DEMİ

Bu ateşin içinde nasıl bir âlem var, ne İsa nefesliler dolu bir bilsen

Manevi âlemin her bir zerresi İsa nefesli iktidar sahipleriyle dolu. Onlar öyle insanlardır ki, nefesleri şifa bahşeder, duaları makbul, nazarları feyiz ve bereket kaynağıdır. Tıpkı Hazreti İsa’nın ölüleri dirilten mucize nefesi gibi ölmüş çoraklaşmış kalpleri yeniden diriltir, hastalıklı gönülleri şifa buldururlar. Böyle dirayetli insanlar dünya hayatında da vardır; ancak onları gönül ehli olanlar bilir ve tanır. Dış görünüşleri diğer insanlara benzer ama akıl ruh ve ferasetleri ruhanî alem ile dost ve yakındır. Onlar nadanların, ahmakların gözünden uzakta olduklarından onlar tarafından gerçek değil, hayal zannedilirler.

YEK CİHÂN-I NİST ŞEKL Ü HEST ZÂT

VAN CİHÂN-I HEST ŞEKL Bİ SEBAT

Bu manevî âlemin dünyada şekli biçimi yok, ancak tadanlar bilebilir, maddî âlemin şekli biçimi de bir karar gitmez, değişkendir.

Manevî âlem algılanamaz olmasına rağmen vardır ve yücedir. Maddî âlem algılanabiliyor ve var olmasına rağmen hakikatte fanidir.

ENDERA MADER Bİ HAKK-İ MADERİ

BİN Kİ İN AZER NEDÂRED AZERİ

Annelik hakkı için gel bu ateşin içine! Gel bu ateşin yakmadığını göreceksin!

Akıl eğer manevî lezzetleri tadabilmişse o lezzetlere götüren ibadetin, ibadetlere uygun yaşamanın tat ve lezzetlerden vazgeçmek olduğunu zannedenlere durumun böyle olmadığını öğütler. Bu konuda çaba harcamanın nefsin istediği gibi eza ve eziyet olmadığını, korkuya gerek olmadığını, gerçekte saadetin gül bahçesine  giriş olduğunu söyler.

ENDERA MADER Kİ İKBAL AMEDEST

ENDERA MADER MEDİH DEVLET Zİ DEST

Gel ateşin içine! Devlet sırası geldi, gelmezsen bu devleti elinden kaçıracaksın.

Hayat (idbar ile ikbal) düşüş ve yükseliş arasında gezinen bir kırık çizgi gibidir. Sürekli bir hâl üzere değil, değişken bir akış içindedir. İkbal sırası geldiğinde idbarın da sırasının geleceğini unutmamak gerekir. Ateşe atılmayı düşüş ve yok oluş zannetmeyin.  Tam aksine ikbal sırasının gelişidir zulme uğramak. Hadi sen de gel ateşin içine devlet sırası bize geldi. Bu sırayı kaçırma sakın.

KUDRET-İ AN SEG BEDİDİ ENDERA

TA BİNİ KUDRET Ü LAFZ-I HUDA

O köpeğin neye gücünün yeteceğini gördük, gel ateşin içine de Allah’ın kudretini görelim.

Kudret-i Rabbaniyenin karşısında güç gösterisinde bulunan putlar, Nemrutlar, nefs-i emmareler, tağutlar ve benzerlerinin neler yapabileceğini gördük. Yapabileceklerinin son sınırı zavallı bir bebeği tutup ateşe atmaktır. Buna karşılık sonsuz kudret sahibinin neye kadir olduğunu görmek için ateşin içine gelin. Onların saldığı korkunun hiçbir anlamının olmadığını, acı diye gösterdiklerinin aslında zevk ve sefa olduğunu görelim.

MEN Zİ RAHMET Mİ KÜŞÂNEM PAY-İ TU

KEZ TARAB HOD NİSTEM PERVAY-İ TU

Bu davetim sana duyduğum merhametten dolayıdır, yoksa burada öyle bir saadet içindeyim ki hiçbir şeye ihtiyacım da yok, hiçbir şeyden pervam da yok.

Allah’ın nimetine erenlerin diğer insanları o nimete çağırmaları, onlara duydukları herhangi bir ihtiyaçtan dolayı değildir. Onlar bu davetlerinin karşılığında ne ücret isterler, ne de herhangi bir menfaatleri vardır. Tek sebep kendilerinin erdikleri nimetlerden diğer insanlarında yararlanmalarıdır. İnsanlara duydukları merhamet ve şefkatten dolayı yanlarına çağırırlar.

ENDERA VÜ DİGER AN RA HEM Bİ HÂN

K’ENDER ATEŞ ŞÂH BİNHADEST HÂN

Ey annem! Gel yanıma, ateşin içine gel! Diğer insanları da seninle beraber çağır, bu ateşin içinde gerçek Şah’ın kurduğu ziyafet sofrası var.

Dünya hayatı içinde şah olanların kurduğu sofralar gibi değil. Bu sofra şahların şahı, gerçekten şah olan âlemlerin Rabbinin kurduğu ziyafet sofrasıdır. Gelirsen ateşin içine kendini bir ziyafetin ortasında bulacaksın. Yer bir kişilik değil. Kim gelirse gelsin, kaç kişi olursa olsun yer var. Herkesi çağır, beraber gelin bu sonsuz nimetlerle dolu sofraya.

ENDER AYİD EY MÜSELMENAN HEME

GAYRİ AZB-İ DİN AZABEST AN HEME

Ey Müslümanlar! Hepiniz birden bu ateşin içindeki sofraya gelin!  Diz lezzetinden başka ne varsa azap ve hüsrandır.

Sizi korkutanların  verdiği vesveselere aldırmayın. O korkuları atın içinizden. Onların sizi korkuttuğu şey aslında nimetin, tadın ve lezzetin ta kendisidir. Bu sonsuz ve ebedi saadete ulaşabilmek için hepiniz birden gelin ateşin içine.

ENDER AYİD EY HEME PERVANE VAR

ENDERİN BEHRE Kİ DÂRED SAD BAHAR

Ey hakikat sevgisini içinde taşıyanlar! Hepiniz pervaneler gibi ateşe gelin! Gelin bu tarafa ki bulacağınız nasibiniz yüzlerce bahara değer.

İçinde hakikat sevgisi taşımak insana en çok gerekli özelliktir. Gerçeği bilmek, gerçeği bulmak için her şeyden vazgeçebilecek kadar tutku içinde olanlar ancak hakikate ulaşabilirler. Bunu göze alamayanlar hayatlarını bir yalana bir hayale mahkum ederler. Hakikat sevgisi insanın kendini feda edecek derecede olmalı. Pervaneler; ışığa duydukları tutkuyla kendilerini feda ederler ya, işte onun gibi olmalı. Siz de pervanelerin hakikat ışığına ulaşabilmek için kendilerini ateşe attığı gibi bu ateşin içine gelin. Burada bulacağınız hakikat, veya burada var olan hakikatten sizin hissenize düşecek olanı, hakikatten nasibiniz dışarıda bulacağınız yüzlerce bahara denktir.

BANG MİZED DER MİYAN-İ AN GÜRUH

PÜR HEMİŞED CÂN-I HÂLKAN EZ ŞÜKUH

Bebeğin ortalarında bu haykırışı çevredeki topluluğun içini heybet ve heyecanla doldurdu.

Akıl istidadını manevi hakikatlere ulaşacak şekilde geliştirebilirse ulaştığı hakikatleri diğer insanlara anlatacak, onları manevi âleme davet edecektir. Bu daveti muhatabını ikna edici deliller ve örneklerle yapacaktır. Manevi hakikatlere ulaşan aklın aşk ve muhabbet ile yaptığı daveti duyanlar ve dinleyenler kendilerini o aşkın içinde bulacaklar böylece manevî âleme doğru yönelmeye başlayacaklardır. Bu yöneliş onları sonsuz ve ebedi nimetlere erdirecek, saadet ve huzurun gülzarına girdirecektir.

HÂLK HODRA BADEZAN Bİ HİŞTEM

Mİ FİKENDEND ENDER ATEŞ MERD Ü ZEN

Halkın arasında kim varsa  kadın erkek hepsi birden kendilerini ateşe atmaya başladılar.

Bİ MÜVEKKİL Bİ KEŞİŞ EZ AŞK-I DOST

ZANKİ ŞİRİN KERDEN-İ HER TELH EZOST

Hiç kimse onlar çekiştirmeksizin bu insanlar sadece dostun aşkıyla kendilerini ateşe bırakıverdiler; çünkü Allah dost olunca her acıyı tatlı edecektir.

Pervasızca ateşe atılmalarının sebebi; ateşin, kendine yakma gücü veren sonsuz kudret sahibinin emrine tabi olduğunu, onun emri olursa yakamayacağını bilmeleriydi. Hakk’ın emri geldiğinde ateşin harareti aşıklara gül bahçesi olur. Rabbanî irade tecelli edince acılar tada, kederler sevince, üzüntüler neşeye, gamlar huzura ve mutluluğa dönüşür.

TA ÇÜNAN ŞÜD AN AVANAN HÂLKRA

MEN’ Mİ KERDEND K’ATEŞ DER MEYA

Halkın kendini ateşe atması öylesine büyüdü ki, zalim şahın adamları onların ateşe atlamasını engellemeye çalıştılar.

Mani olamadılar ama mani olmaya çalıştılar. Aşka düşmüş bir insanı kimin engellemeye gücü yetebilir ki? Aşkla ayağa kalkan önüne çıkarılan engelleri coşkun akan bir sel gibi yıkıp geçecektir. Zalim şahın adamları da ateşe atmakla korkutmak üzere zorla oraya getirdikleri insanların hiçbir korku duymaksızın kendilerini ateşin içine atmaya başlamaları karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu sefer onları kendilerini ateşe atmalarına engel olmaya çabaladılar.

AN YEHUDİ ŞÜD SİYEH RUY Ü HACİL

ŞÜD PEŞİMAN ZİN SEBEB BİMAR DİL

O zalim şahın yüzü karardı, utanç içinde kaldı, pişman oldu, ayıplanmış ve aşağılanmıştı, gönül hastalığına yakalandı.

Nefis ve şeytanı böyle hasta ve dermansız bırakmak, yüzünü utanç içinde aşağıya eğdirebilmek için onun korku salmaya çalıştığı şeye; meselâ fakirliğe, meselâ acı ve ıstıraba, meselâ, mahrumiyete gönüllü talip olmak yetecektir.

MEKR-İ ŞEYTAN HEM DERA PİPİÇİD ŞÜKR

DİV HEM HOD RA SİYEH RU DİD ŞÜKR

Şükürler olsun, şeytanın hilesi kendi ayağına dolaştı, şükürler olsun şeytan kendi yüzünün kara çıktığını gördü.

Hilekarlar, gaddarlar, zalimler sonunda mahcup ve sayısız belalara düşmüş olur. Kâlbini Allah’a bağlayanlar ise hep sonsuz nimetlere ererler. Mazlumlara düşen Allah’a olan güvenlerini asla bozmamak, kurtuluşa erdiklerinde şükrü unutmamaktır.

ANÇİ MİMALİD DER RUY-İ KESAN

CEM’ ŞÜD DER ÇEHRE-İ AN NAKES

Zalim Şahın müminlerin yüzüne sürmeye çalıştığı kara, kendi uğursuz suratına çalınmış oldu.

Şahın puta secde etmezlerse ateşe atmakla tehdit ettiği günahsız insanlara İlahî yardım ulaşınca niyet ettiği kötülük kendine döndü. Yenilen o oldu. Mahcup olan, ayıplanan, aczi ortaya çıkan, yüzü kararan kendisi oldu. Haksız yere kötülük yapmaya niyet eden herkesin başına gelecek olan budur. Sonunda yapmaya kalkıştığı kötülük kendi başına kalacaktır.

AN Kİ Mİ DERRİD CAME HÂLK ÇİST

ŞÜD DERİDE AN-I O İŞÂN DÜRÜST

Kim halkın elbisesini yırtmaya kalkışırsa elbisesi yırtılan kendisi olur, dürüstler ise ebediyen mutludurlar.

Zulüm ve fesadın vahim sonuçları onu yapana döner. Bu dünya kurulduğundan beri geçerli olan bir kaidedir.

İnsanlara kötülük yapmaya cesaret eden zalimler, insanların din ve namus elbiselerini yırtmaya teşebbüs eden gaddarlar tarih boyunca bu arzularının nihayetinde kendilerine döndüğünü görmüşlerdir. Yırtılan kendi fikir ve namus elbiseleri olmuştur. Parçalanan kendi rahat ve huzurları, yok olan kendi güvenlikleri olmuştur. Hem dünyada hem ukbada Allah’ın lûtfundan ve merhametinden mahrum kalanlar zalimler ve gaddarlardır. Zulüm, tecavüz ve fesadın bütün kötü sonuçları onu yapana döner. Dünya kurulduğundan beri geçerli kural budur. Böyleleri hem uhrevi cezaya hem bütün beşeri hukuk sistemlerinde cezaya çarptırılacakları sabit iken yine nefislerine ve şeytanlarına boyun eğerek bunlara teşebbüs ediyorlarsa yaptıklarına ahmaklık ve aptallıktan, alçaklık ve eblehlikten başka isim bulmak zordur.