Zevkten dört köşe – 2

A+
A-

Zevkten dört köşe – 2.Bölüm

İkindi biter bitmez başlıyor tavaf. Bulunduğumuz yerden az geri çekilip tekrar diz çöküyoruz. Bir süre gözlerini kapatıp tefekküre dalıyor ehl-i beytin manasını açan zat. Uzun suskunluk sürecinde kendimizi dinliyoruz. Hafifçe fısıldıyor:

– Oku!…

– Ne okuyayım?..

– İkindiden sonra okunacak olanı!

Beş vaktin peşine okunması ehlince önerilen sureler var. Dünya meşgalesi içinde çoğu kere ihmal ettiğim bir disiplini hatırlatıyor. Sabahın peşine YASİN, Öğlenin peşine FETİH, Akşamın peşine VAKIA, Yatsının peşine MÜLK sureleri… İkindi neydi? Buldum, NEBE’ Suresi. Hafif sesle Nebe’ Suresine başlıyorum. Okuma tamamlanınca;

– Sadece kıraat etmek değil okumak, biliyorsun değil mi?

– Evet.

– Kıraati düzgün ve ahenkli olmak tabi ki çok güzel. Ama gönül ister ki; bir harfi gırtlaktan çıkarmaya harcanan emek işaret edilen manayı anlamaya da verilse! Keşke lafzı hafızaya almak için verilen yıllar; ayetleri şuurda sezmeye de ayrılsa!..

– Allah Sisteminde keşke yok ama. Demek ki olması gereken buydu. Böyle gelişti.

Bu çıkışıma biraz bozuluyor. Ayıp ettim galiba. Bakalım ne diyecek?

– Geneli konuşmuyoruz. Oluşu konuşmuyoruz. Seni konuşuyoruz seninle.

– Evet, uzun yıllar verdim dediklerine. Bir o kadar da manayı anlamaya eğilirim bi iznillah. Geç mi kaldım yoksa?

– Geç diye bir şey yok. Fark ettiğin an; başlar zaman! Fark ettiğinde geçmişe takılma, anı yaşayarak ileriye bak!

Yerinden doğruluyor:

– Kabe’nin ikinci vechini konuşacağız

– Yani Fatıma Annemizi.

– Evet ama şimdi değil.

İçimi derin bir hüzün kaplıyor. Yoksa bırakıp gidecek mi?.. Gelecek yıl bu vakitler konuşalım demez inşallah.

– Sen şimdi ikinci kata çık. Oradan tavafı seyre doyum olmaz. Ben de az sonra gelirim.

– Ama bu kalabalıkta nasıl buluşacağız, n’olur beraber çıkalım.

– Merak etme. Seni bulurum ben. Çık ve Hatimin; Hicr-i İsmail’in tam karşısına otur, bekle.

Peki, deyip ayrılıyorum. Ya gelmezse tereddütü hiç gelmiyor aklıma. Böylesi bir zat sözünü tutacak elbet. Burada vehme, burada tereddüde, burada kaygıya yer yok! Burası eminlik mahalli. Dünyada buradan daha emin yer mi var?

Merdivenlerden, safları yara yara çıkıyorum ikinci kata. Buradan Kâbe nasıl görünecek diye merak ederken ilk görüşte yaşadığım gene oluyor. Sanki hiç uzaklaşmamışım ondan, sanki hiç yukarı çıkmamışım, sanki Kâbe de benimle yukarı çıkmış gibi aynı azamet, aynı heybet ve aynı yakınlık. Bir süre aşağıda akan tavaf selini seyre dalıyorum. Bir yandan da gözüm etrafı süzüyor. Onu görebilir miyim diye.

HATİM; KABE’DEN, FATIMA; EFENDİMİZDEN!

– Geldim, neler seyrettin bakalım?

Birden yanı başımda beliriyor. Birlikte ikinci katın korkuluklarına dirseklerimizi dayayarak 2. vechi seyre başlıyoruz. Fatıma anneyi anlatıyor:

– Efendimiz (sav) Onunla ilgili şöyle buyurmuş: “Fâtıma benden bir parçadır, O’nu seven beni sever, O’na düşmanlık eden, onu üzmüş olan beni üzmüş olur.”

– O halde Fatıma’yı sevmek imanın şartı gibi.

– Gibisi fazla! Ama Fatıma’yı sevmek; sadece şahsını sevmekle sınırlı değil. Onunla bize açılanı bilmek ve sevmek lazım. Manayı sevmekten ne anlıyorsun?

– Sevmek; sevdiğinle bir olmak, sevdiğini yaşamak, sevdiğini ta içinde duymak demek. Onun temsil ettiği manayı yaşamak; nefes alışında, kalp atışında, düşüncende, hayalinde, oturup kalkmanda hep o olmak demek.

– O zaman düşün bakalım, neler çıkacak gönlünden?

Kabe’yi seyrederken gözüm, Mescid-i Haram’ın etrafını çevreleyen ve her biri birer çirkinlik abidesi olarak Kabe’ye abanırcasına sıralanmış beş yıldızlı otellere, saraylara dalıyor. Manzarayı hüzün ve öfke karışımı duygularla izlerken kulağımı çekip başımı öne doğrultuyor:

– Kabe’ye bak! Hala dışarıdasın! Vahdet ocağına geldin, hala Kesrettesin!

– Ama, ama bu manzara çok kötü; diyecek oluyorum, kesiyor:

– Hani olması gerekenden bahsediyordun. Hani keşke yok diye bilgiçlik satıyordun. Kızdırma insanı da cepheni dön Kabe’ye. Gözünle, kulağınla, gönlünle, her şeyinle yönel Ona!

Kabe’ye dönüyorum. Tüm dikkatim onda. Altınoluk, Hatim ve Hatim içinde namaz eda edenleri seyrederken uyarıyor:

– Bütün kuvvelerinle hakikate yönelmedikçe oku- ya- maz- sın! Kıblen tek olacak. El işte, göz oynaşta olursa hava alırsın. Kovulursun huzurdan.

Allah korusun diyor ve nefesimi tutarak yöneliyorum Kabe’ye.

– Bu cenah Fatıma cenahı dedik. Bak bu tarafta Hatim var. Yarım ay gibi. Müminler orada salat etmek için birbirini çiğniyor. Hatim yada Hicr-i İsmail… İşte önümüzde. Neler düşünürsün?..

– Burada Hacer annemizin kabri olduğunu duydum. İsmail (as)in kabri de burada imiş. Bir hanım ve oğlunun tavaf içine alınması, Kabe’nin içinde sayılması muhteşem gelir bana.

– Sıradan bir hanım değil, bir Nebinin zevcesi, bir Nebinin annesi!.. Sıradan bir oğul değil Beytullahın işçisi, Teslimiyet zirvesi!..

– Evet.

– Hacer’i, İsmail’i, Haccın batınını ileride konuşuruz bol bol. Şimdi konumuz ehl-i beyt. Fatıma diyorduk. Hatimden devam.

– Hatim bana mi’racı hatırlatıyor. “Kabe Kavseyn” geçer Kur’anda. İki yay arası mesafe denir. Yay gibi Hatim. Bir yakınlık sembolü. Yukarıda Altınoluk o yayı çeken ok sanki. İkisinin altında salat; mirac sırrı gibi…

– Devam et.

– Burada namaz eda edenler, sanki Altınoluktan akan Rahmette arınıyor, Hatimin iki ucu arasında mirac ediyor.

– Bu konuda sahabe sözlerini, hadisleri biliyor gibisin.

– Yooo inan bilmiyorum, şimdi baktım da gönlümden bunlar akıverdi.

Elini omzuma atıyor. Uzun uzun yaaaa, yaaa diye söyleniyor.

– Şimdi anladın mı; niçin tüm hücrelerinle Kabe’ye yönel dedim?..

– Bağışla ama ben alaka kuramadım.

– Hep şartlanmışsınız sizler. İlim kitapta yazar, ders okulda okunur diye. Şimdi bir şey oldu burada. Hiç okumadan, sadece yönelişinle gerçeği sezdin!..

– Affına sığınıyorum ama biraz açıklar mısın?

Ayağa kalkıyor. Ve kollarını omuz hizasında açarak  Kabe’ye doğru tekbir alıyor: ALLAHU EKBER ALLAHU EKBER. LA İLAHE İLLALLAHU VALLAHU EKBER.ALLAHU EKBER VE LİLLAHİL HAMD.

Ona katılıyorum. Defalarca tekbir alıyoruz. Sonra salavat getiriyoruz: ALLAHUMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMEDİNİN NEBİYYİN ÜMMİYYİN VE ALA ALİHİ VE SAHBİHİ VE SELLİM..

İçinde demetlenen hüzün bulutları gözlerinden şebnemler sızdırırken aheste aheste açıklıyor ne olduğunu:

– Efendimiz (sav) mi’rac edecekleri gece Kabe’ye geldiler. Hatimin iki ucu arasına durup salat ettiler. Sonra yan üstü yatarak Hatimde tefekküre, tezekküre daldılar. İşte o zaman Cebrail (as) kalbini açtı Alemlerin Efendisinin ve yıkadı zemzemle.

– Demek burada bir İnşirah daha yaşadı Rasülullah.

– Evet, o inşirahtan sonra da İsra gerçekleşti ve Mescid-i Aksa’ya yol aldılar. Sahabenin ileri gelenleri bunu bildikleri için fırsat buldukça burada namaz eda ederlerdi. Efendimiz sevgili zevceleri Aişe annemize buyurmuşlardı; “Beytullaha girmek istiyorsan burada salat et. Zira burası onun parçasıdır. Senin kavmin Kabe’yi inşa ederken inşaatı kısa tutup onu hariç bıraktılar. Orası atam İbrahim’in duvarıdır”

– Hatimde namaz kılan Kabe’de kılmış gibi oluyorsa, Hatim Kabe’dense Fatıma’yı fark eden de Rasülullah’ı yaşayacak bir ölçüde diyebilir miyiz?

Susuyor. Aslında konuşuyorum, bir şeyler buluyorum zannetsem de konuşturan hep bu zat. Düşündüklerini benden açığa çıkarttırıyor. Resmen beynimi- kalbimi kullanıyor. Bir ara yüzüne bakacak oluyorum. Çıkışıyor:

– Duruşunu bozma! Kabe’ye bakacaksın! Hem ne kendine ne bana pay çıkar, ikimizi de söyleten O! Beyinlerin, kalplerin sahibi O!.. Devam et, konuş!

Aklıma geleni söylesem mi? Bazen çok uç şeyler gelir aklıma, bunlar sır kapsamında ise kınanmaktan korkarım doğrusu.

– Sınırsızlığın kapısı bura! Mekan içinde mekansızlığın, zaman içinde zamansızlığın, kayıt içinde kayıtsızlığın yaşandığı yer Kabe! Fenanın Bekaya açıldığı yer. Korkma, aç içindekini!

– Hatime baktım da, sanki bu şişkin çıkıntı hamile bir kadını andırıyor.

Bozuldu mu diye göz ucuyla süzüyorum. Hafif bir tebessüm yayılıyor esmer çehresine. Göz ederek devam, diye işaret ediyor:

– Kabe; simsiyah örtüsü ile Mescid-i Haram’ın orta yerinde. Mahrem yerde, sırların merkezindeyiz. Rahman ve Rahim birlikteliği ile zuhura çıkış oluyor. Besmele çekebilmek; Rahman ve Rahimi okuyabilmekle mümkün!

– Sonra?..

– Ön yüzde Ali; Rahman sembolü. Bu yüzde Fatıma; Rahim sembolü. İkisinin izdivacı ile B Sırrı zuhura çıkıyor. Ve ikisinden çağlara akıyor Risalet şelalesi.

– Altınoluktan dökülen yağmur gibi değil mi? Altın silsileden, temiz soydan devam ediyor Muhammedi Muhabbet…

– Evet.

– Yani Hatim aynı zamanda esmanın daimi bir zuhurla ef’ale çıkışını, kesilmeyen akışı ilham ediyor değil mi?

– Eyvallah.

VAHDET ÜLKESİ

Altınoluka dikkatle bakıyoruz.

– Ne yana dönük bu Altınoluk?..

Sevinçle atılıyorum:

– Bizim ülkemize, Türkiye’ye dönük! Önceleri ağaç yada demirdenmiş. Osmanlı ecdadım ona son şeklini vermiş, altından yapmış.

– Altınoluk Türkiye’yi işaret ediyor. Hatim de o yönde. Haydi dökül bakalım…

Irkı ve milliyeti ile övünme konumuna düşmekten Allah’a sığınırım. Hele böylesi bir yerde bunu yapmak, doğrusu çok yanlış olur. Ama her hak sahibinin de hakkını vermek gerek. Ülkemi, ülkemde zuhur edeni seviyorum:

– Türkiye doğu ile batının orta yerinde. Ne doğuya ne batıya nispeti olmayan zeytin ağacından çıkan bir yağdan tutuşturulur der ya  Kur’an!

– Ne imiş tutuşan?.

– Nur Suresi 35. ayet canım. Allah’ın Nuru anlatılırken böyle bir tasvir var!

– Evet.

– Benim ülkemin doğuya da batıya da nispeti yok. Ortada, Vahdet halinde. Yada Sıratı Müstakim gibi orta yolda diyelim.

– Eee nolmuş yani?..

– Sülale-i Rasülden çok gönül ehli var ülkemde. Zengin bir Nebevi mirasa sahibiz. İslami ilimleri yaymada, Muhammedi aşkı tatmada çoğu İslam ülkesinden öndeyiz biz. İslam bir başka yaşanır, bir başka hissedilir benim ülkemde.

– Nasibiniz bol olsun ehli beytin gönlünden. Feyziniz hep çağlasın ol mübarek nesilden!

Bu duaya yürekten amin diyorum. İkindi güneşi tepelerin ardına doğru çekilirken Kabe’nin gölgesi düşüyor üstümüze. Yanımıza genç bir çift geliyor. Çekik gözlü, fidan gibi delikanlılar. Hanımın elleri kınalı, beyefendinin de halinden belli yeni evli oldukları. Malezya ve Endonezya’da hoş bir adet var. Evlenenlerin mihri Hac veya Umre oluyormuş. Gelinle damadı görünce tekrar Ali ve Fatıma’ya dönüyorum.

CEBRAİL NİKAH KIYMIŞ!

– Ali ve Fatıma’nın nikahını konuşmadık. O nikahta bana ilginç gelen bir yön var!

– Neymiş söyle bakalım.

– Efendimiz ikisinin nikahını kıymadan önce semavatta Cebrail (as) kıymış nikahlarını. Mukarreb Melekler, Gayb Ehli akın akın gelmiş o düğüne. Bilemediğimiz, göremediğimiz boyutlarda dillere destan bir düğün, muhteşem bir seyran olmuş. Ama hem o alemde hem bu alemde nikahlanmaları, arzdaki nikahtan önce Cebrail’in nikahı, düşünülesi geliyor bana. Bunu nasıl anlamalı?..

Derinlere dalıyor gözleri. Uzun uzun süzüyor aşağıda durmaksızın dönen insan selini. Ve hafifçe dudaklarını aralarken sanki bu konuyu konuşmak istemezcesine, isteksizce soruyor:

– Eee, bunu nasıl düşünüyorsun?..

Doğrusu içime doğanı açıp açmakta tereddütlüyüm. Onun birden içe kapanması ve durgunlaşması da etkiledi beni. Ama gene de çıktığı kadarı ile birkaç cümle edeyim:

– B sırı ile Besmeleyi okumak; Rahman ve Rahim boyutlarını kendimizde birleştirmek, dengeli olarak açığa çıkarmakla mümkün.

– Evet.

– Ali; İlim ve Kudreti ile Rahman boyutu dersek; Fatıma; Aşk ve Gönlüyle Rahim timsali. Bu izdivaç; B sırrı ile okunanı açığa çıkarıyor da nesillere devrediyor ilim ve muhabbet.

– Tamam da sözü getireceğin yer neresi?..

– Yani diyorum ki hepimiz ya Rahman yada Rahimden birini ağırlıkla taşıyarak doğuyoruz. Bir yarımız bizde ama öteki yarıyı tamamlamak bir başka mahal ile mümkün!..

– Birazı doğru, birazı yanlış!

– Doğrusu?

– Her iki boyut da var bizde. Ama perdeler biriyle yaşamaya mahkum ediyor. Perdeyi açan, öteki boyutunu tanıyor, ama o boyut dışarıda değil gene bizde. Şimdi devam et.

– Eyvallah. Diyeceğim o ki; B sırrının zuhur edeceği bazı mahaller; bazı üst bilinçler, daha onlar birbirini bu alemde tanımazdan önce, Rabbani bir el tarafından, nikahlanırcasına birleştiriliyor. Cebrail’in nikah kıymasını böyle anladım. Buna misaller verebilirim…

Birden sözümü kesiyor:

– Sus!.. Sakın konuşma!… Ağzını açma!..

Müthiş Celallendi. Hiç bu kadar çıkışacağını ummamıştım. Kolumdan tutup;

– Yürü, aşağı iniyoruz, diyor.

Neye uğradığımı anlamıyorum. Merdivenlerde soruyorum:

– Bir kusur mu ettim? Niye bu kadar Celal?..

Az daha sakin ama gene tonu yüksek bir sesle:

– Sus!.. Sözün bittiği yerler var. Söz bitti. Öteye bir adım daha atarsan yanarsın! Ne diyordu Aşkın Sultanı Mevlana? “Sırrın gönlünde kalsın! Sırrın gönlünde kalırsa maksuduna çabuk varırsın!”

Susuyorum. İkindi harareti yerini akşam serinliğine bırakırken tekrar tavafa katılıyoruz.

İSİMDEN MÜSEMMAYI KUŞANMAK

Tavafın son şavtını tamamlayıp Hacer-i Evsedi de öptükten sonra bu defa Hacer-i Esved köşesine doğru dönerek safta yerimizi alıyoruz. Akşam ezanına 5-10 dakika kaldı. Hz. Fatıma’nın muhtelif isimleri olduğunu zikrederek;

– Hatırında kaldığı kadarı ile isimlerini söyle bakalım, diyor.

– En başta Fatıma. Sonra Betül- Azra- Tahire- Zehra- Marziye- Eşrefünnisa- Seyyidetünnisa isimlerini hatırlıyorum.

– Manaları ne?

Mana deyince elbette sözlük anlamından öte, içsel bazı anlamlar istiyor. Sözlük anlamını basamak yapıp tefekkür binasına çıkmaya çabalıyorum.

– Fatıma; Fa-Ta-Me kökünden. Fatame; kesen, ayıran, iki şeyin arasını açan, kendini beri tutan demek. En basit anlamı da çocuğun sütten kesilmesi.

Bu anlamı bir hadisle destekliyor:

– “Kızımı Fâtıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri cehennemden uzak tutacağı gerçeğidir.” Buyurdu Efendimiz! Demek Fatıma olmak; şeriat dairesine aykırı hallerden uzak kalmak, günah ve haramla arasına set çekmek, kendini nefsin şeytani ataklarından uzak tutmakmış. Sütten kesilmek de, manen rüştünü ispat edip kendi ayakları üstünde duracak cesareti temsil ediyor. Fatıma zaten öyle! Diğer isimler?..

– Betül; erkekten uzak kalan kadın demek.

– Ama Fatıma evli.

– O zaman bunun cinsiyetten öte anlamları olmalı.

– Konu erkekten yada kadından uzaklıktan öte; duygu ve düşüncelerini nefsaniyetin, şehvetin yönlendirmesine izin vermemek! Bu da epey bir yürek ister.

– Evet. Azra; kirden arınmış manasına. Hayatını incelerken dikkatimi çekti; Fatıma annemiz; hayız ve nifastan beri imiş. Bunları hiç yaşamamış. Hikmeti ne ola?..

– Derin… Söze gelmez… Geç öteki isme..

– Zehra; çiçek gibi, gül yüzlü demek. Efendimiz onu pek severmiş, okşarmış, koklarmış da “Fatıma’yı gördükçe miracımı ve cennet hurilerini hatırlarım “dermiş. Seyyidetünnisa, Eşrefünnisa buyurması da onu cennet hanımlarının reisi, efendisi olarak saymasından.

– Tahire ve Zekiye?

– Bunlar da hem dış hem iç dünyası arınmış, temiz demek. Yani hem çevre ile hem kendisiyle barışık. Gönlünde sükûneti bulmuş demek.

– Kesret Vahdet dengesini kendinde kurmuş diyebilir miyiz?

– Eyvallah…

Akşam ezanı başladığında namaz için saflar beliriyor ve tavafa yavaş yavaş sona eriyor. Ezan ve kamet arasında:

– Marziyeyi de söyle sonra namaza duralım.

– Oldukça üst nefs boyutu. Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse demek.

– Haydi Raziyeyi az bir şey anlarız. Hepsini hoş görüyor, her şeyi hak biliyorsak razıyızdır. Allah’ın bizden razı olduğunu nasıl anlarız?..

Ağır bir soru. Ne desem bilmem ki…

– Bilmiyorum, nasıl anlarız?

– Hafızanın bir köşesine at, elbet cevabı çıkar bir gün.

Namaza duruyoruz. Manzara öyle hoş ki! Herkes aynı noktaya yöneliyor. Karşı saftakilerin yüzü bize bakıyor. “Kabe’yi alıver aradan, insan insana secde eder! İnsan; insandaki halife sırrına secde eder” sözü de hayli ibretli…

Akşamın farzı biter bitmez tavaf tekrar başlıyor aynı heyecanla. Yanındaki bidondan bana zemzem doldurup veriyor:

– İç, Kabe’nin zevkiyle iftarı unuttuk. Aç orucunu.

Sahi ezanla açabileceğimiz halde unutmuşuz iftarı. Zemzem içiyorum kana kana. İki de hurma, yetti işte. Bulunduğumuz yerde çok güç duruyoruz.

– Hatime girelim, orada salat edelim, diyor.

– Ama görmüyor musun polis salmıyor, nasıl geçeriz?..

– Gel sen, elbette görüyorum, kör değilim.

Peşinden güç adımlarla yaklaşıyorum Hatime. O gelince polis açıyor bariyeri, içeri geçiyoruz. Konuşulanlardan sonra burada salat! Gönlüm kanatlanıyor sanki.

Birinci rekâtı tamamlamışız ki yağmur çiseliyor. İkinci rekâtın sonuna doğru, ka’deye oturduğumuzda başımıza dökülen sularla irkiliyoruz. Altınoluktan rahmet akıyor. İnsanlar kenara kaçışırken o yerinden kıpırdamıyor. İyiden iyiye ıslanıyoruz.

Az sonra o kalkınca ben de peşinden kalkıyorum. Revaklı, kapalı kısma doğru yürürken hoş bir şey söylüyor:

– Az önce demiştin, Altınoluktan akan rahmetle yıkanmak. Hatimde mi’rac yaşamak!

– Evet dedim!

– Herkes, The Secret peşinden koşa dursun, sen “Ameller niyete göredir” “ Kulumun zannı üzereyim” hadislerini bir kere daha düşün olmaz mı?..