Mesnevi’deki hikâyelerin kaynakları – Selçuk Çıkla – Sibel Üst

A+
A-

Mesnevi’deki hikâyelerin kaynakları ve Mevlâna’nın hikâyeler üzerindeki tasarrufları

Selçuk Çıkla – Sibel Üst

Mesnevî bir nazım şekli olarak Arap, Fars ve Türk şairlerinin uzun bir olay örgüsü gerektiren anlatılarında en çok tercih ettikleri form olmuştur. Bu formun Türk edebiyatının en ünlü klâsik eserine de ad olduğu görülür. Bu eser Mevlâna’nın Mesnevî‘sidir.*** Uzun anlatılar için tercih edilen bu nazım şekli, Mevlâna’nın eserinde yüzlerce kısa hikâye aracılığıyla uzun bir anlatıya dönüşmüştür. “Bu kısa hikâyeler arasında, görünüşte bir birlik yoktur. Ama temelde, hepsi aynı gayeye müteveccih muhteva taşımaktadır.”1

1207’de Orta Asya’nın Belh şehrinde doğan Mevlâna Celâleddin kendisine Rûmî lakabının verileceği Anadolu’ya Moğol istilası sebebiyle ailece göç etmiştir. 1212-1213 yıllarında olduğu düşünülen bu göç sırasında Sultânü’l-ulemâ (âlimlerin sultanı) olan babası, Feridüddin-i Attar (1158-1230)’ın Nişabur’daki evinde misafir olur. Mevlâna bu evde rüyasında nur yüzlü bir pîrin, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdiğini görür. “Rüyasını anlattığında babası; ‘Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işarettir.’ der. O anda orada hazır bulunan Feridüddin-i Attar da ‘Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgul olursunuz.’ diyerek Mevlâna Celaleddin’e Mantıku’t-Tayr’ı hediye eder.”2 Bazı kaynaklarda Attar’ın, Mevlâna’ya Mantıku’t-Tayr’ı değil, Esrarnâme’sinin bir nüshasını hediye ettiği belirtilir.3 Böylece Mevlâna ilk tesiri Attar’dan ve onun eserlerinden almış olur.

Mevlâna doğuda ve batıda bütün zamanların en çok tanınan mutasavvıf şahsiyetidir. Her ne kadar Mevlâna, Attar’dan çok fazla etkilendiyse de bir zaman sonra hem sanatı hem de ünüyle Doğu’da ve Batı’da ondan daha fazla tanınır olmuştur. Bir araştırmacı Attar ve Mevlâna arasındaki bu ilişkiden hareketle şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmıştır: “Attar’dan yarım yüzyıl ya da daha fazla bir süre sonra, onun mesnevileri, Celâleddîn Belhî’nin Mesnevî’sinin doğusuyla birlikte cazibesini ve görkemini kaybetti. Her ne kadar Şeyh Şebusterî gibi ünlü arifler, Attar’ın şairliğini, şiir ve şairlik mesleğinden berî tutarak yücelttiler ve ondan çağların şairi diye söz ettilerse de, çağlar sonra Mevlâna’nın Mesnevî’si üstünlüğünü kabul ettirdi. Mevlâna Mesnevî’si, Attar’ın derdini, heyecanını ve ıstırabını, daha güçlü bir ahenkle, daha güzel ifadelerle ve daha mantıkî bir şekilde yazıya döktü.”4

Mevlâna’nın “Hakk’a dair her ne söyledimse hepsini Attar’dan öğrendim.”, “Biz henüz sokağın köşesine yeni varmıştık ki Attar daha o zaman aşkın yedi şehrini dolaşmıştı.”, “Kelimeleri baldan tatlı olan Rum’un önderiyim. Fakat ben bile konuşurken Attar’ın yalnızca hizmetkârı olduğumu düşünüyorum.”5 ifadeleri onun Attar’dan ne kadar etkilendiğini açıkça gösterir. Bu etkilenmenin bir göstergesi de Mevlâna’nın Mantıku’t-Tayrve İlâhînâme’deki bazı hikâyeleri Mesnevîâe kullanmış olmasıdır. Bu hikâyelerden biri metinler arasındaki farkları gö(ste]rebilmek amacıyla aşağıda verilmiştir:

Bir Adam, Azrail ve Sülayman Peygamber

Vaktaki can yakıcı Azrail, bir gün Süleyman peygamberin huzuruna girdi. Orada bir gencin oturmakta olduğunu gördü. Ona bir göz atınca şaşırıp kaldı. Genç de onun bu bakışından perişan bir hâle geldi.

Süleyman’a (a.s.),

“Aman! Bulutlara emret de beni hemencecik buradan uzaklaştırsınlar. Ölüm korkusundan öldüm bittim.” dedi.

Süleyman, buluta o genci Fars’tan alıp Hindistan’a götürmesini emretti.

Bu olayın üstünden bir gün geçince Azrail tekrar Süleyman’ın (a.s.) yanına geldi.

Süleyman (a.s.), ona dedi ki:

“Ey kılıçsız kan döken! Neden o gence şiddetlice baktın?”

Azrail şöyle cevap verdi:

“O sırada bana Allah katından bir buyruk gelmişti; ‘Onu üç günlük bir yerde, Hindistan’da bul ve ansızın canını al!’ denmişti. Onu burada görünce şaşırdım. Buradan üç günlük yola hemencecik nasıl gider dedim. Bulut, onu Hindistan’a götürünce ben de gittim, orada canını aldım.”

Ey dost! Bu hikâye, sana bir ibret olmalıdır. Zira ezelî hükümden kurtulmanın imkânının olmadığını anlatır. Mukadder olan bir şeye tedbirin ne faydası olabilir? Ezelî takdire göre sen, bir noktanın içindesin. Bunu böylece bil! Bu noktaya iyi bak, şaşı olma!

(İlâhiname6,124-125)

Azrail’in Bakışından Korkan Adamın Hikâyesi

• Saf bir kişi, bir kuşluk vakti, koşa koşa Hz. Süleyman’ın adalet sarayına sığındı.

• Yüzü gamdan, korkudan sararmış, iki dudağı mosmor kesilmişti. Hz. Süleyman, ona; “Efendi! Sana ne oldu?” diye sordu.

• Adam; “Azrail, bana öyle öfkeli, öyle kin güder bir gözle baktı ki…” dedi.

• Hazreti Süleyman; “Peki.” dedi. “Sen, şimdi benden ne istiyorsun? Onu söyle!” Adam; “Ey canları koruyan büyük varlık! Rüzgâra emret de…

• Beni buradan Hindistan’a götürsün; belki kulunuz, oraya gidince canını kurtarmış olur.”

• Hazreti Süleyman rüzgâra emretti. Rüzgâr da o adamı aldı, hemen deniz üstünden uçurarak Hindistan’ın iç taraflarında bir yere götürdü.

• Ertesi gün dîvân kurulmuştu. Herkes, Süleyman’ın huzuruna gelmişti. Hazreti Süleyman Azrail’e dedi ki:

• “Senin korkundan bana gelip sığınan o Müslümana, onu canından, malından, evinden, barkından ayırmak, avare etmek için mi öyle öfkeli baktın?”

• Azrail dedi ki: “Ben ona öfkeli bakmadım. Ben onu, yol üstünde gördüm de, şaşırdım kaldım, bu sebeple ona, şaşkın şaşkın baktım.

• Çünkü, Cenâb-ı Hakk bana ‘Onun canını, bugün Hindistan’da al.’ diye buyurmuştu.

• Şaşırdım da, kendi kendime dedim ki: ‘Bu adamın yüzlerce kanadı bile olsa, onun bugün Hindistan’a varabilmesi çok uzak, çok zor’.”

• Ey yoksulluktan, ilâhî takdirden korkan ve ihtiraslarına kapılan kişi; sen, bütün dünya işlerini buna kıyas et, gözünü aç da, hakîkati gör.

• Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne de olmayacak şey! Kimden neyi kapıyoruz? Neyi kaçırıyoruz? Allah’tan mı? Ne de büyük günah…

(Mesnevi Hikâyeleri 7,42)

Bu iki hikâye arasındaki benzerlik ve farklılıklar için şunlar söylenebilir:

a) En başta binlerce yıldır dilden dile dolaşarak veya metinden metne aktarılarak bugüne ulaşan bütün sözlü ve yazılı eserler üzerinde, anlatıcı ve yazıcılar tarafından az veya çok tasarrufta bulunulduğu görülür.

b) Mevlâna da Pançatantra, Kathasaritsagara, Kelile ve Dimne gibi Hint kaynaklarından veya Attar’ın eserlerinden aldığı masal ve hikâyeler üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunmuştur. Mevlâna Attar’dan aldığı hikâyelerde Hint masalları üzerinde yaptığı değişiklikler kadar kapsamlı bir değişiklik yapmamıştır. Korhan Kaya’nın ifadesiyle “Mevlâna’nın Hint masallarını aktarış biçimi, İslâm inancıyla kaplanmış ve oldukça uzatılmış durumdadır. Bunların orijinallikleri hemen hemen kaybedilmiştir.”8 Mevlâna’nın Hint masalları üzerinde yaptığı değişikliklerin bir örneği aşağıda “Üç Balığın Hikâyesi” metinlerinde açıkça görülmektedir. Diğer taraftan yukarıdaki metinlere bakıldığında ise Mevlâna’nın tasarrufunun Hint masalları üzerindeki tasarrufu kadar kapsamlı olmadığı görülecektir. Bunun temel sebebi her iki şairin de aynı inanç ve düşünce dünyasına sahip olmasıdır.

c) Mevlâna, Feridüddin-i Attar’ın İlâhiname’sinden alınan yukarıdaki metinde birtakım ekleme ve çıkartmalar yapmıştır muhakkak. Ancak bunlar öze hitap eden değişiklikler değil, daha çok anlatımla ilgili değişikliklerdir. Söz gelişi doğunun tasavvuf? hikâye anlatıcılarının hikâye içinde veya hikâye sonunda kendi görüşlerini aktarmaları en bilinen yollardan biridir. Bu iki metinde de şairler hikâye sonunda hikâyedeki olay örgüsü ile uyumlu düşüncelerini iletmişlerdir.

d) Mevlâna’nın metninin anlatım olarak daha canlı olduğu görülmektedir. Bu, özellikle metne eklenen sıfatlar ve zarflar, birde aynı duygu ve düşünceyi anlatan cümlelerin daha uzun olarak aktarılması ile sağlanmıştır.

* * *

Bugün bilinen en eski hikâye, masal ve fablların, çok sonraki çağlarda üretilen metinlerden bir kısmında aynen veya değiştirilmiş şekilleriyle yer aldığı görülür. Söz gelişi en eski Hint masal kitabı olan Pançatantra’daki bazı masalların Kelile ve Dimne ile Mesnevî’de, Mesnevideki bazı hikâyelerin ise Bahâristan’da yer aldığı görülmektedir. Saim Sakaoğlu Pançatantra’daki bir fablın Kelile ve Dimne, Ezop ve Mesnevideki şekillerini değişimleri ile birlikte ele almıştır. Sakaoğlu’nun tespitlerine göre Molla Câmî’nin Bahâristan’ındaki “Tavus Kuşu ile Karga Hikâyesi” Lâmiî ve oğlu Abdullah’ın birlikte yazdıkları Mecmuatü’l-Letâifte, ayrıca Pançatantra’daki “Aslan Postuna Bürünen Eşek Hikâyesi” de Ezop, Tutînâme ve La Fontaine’de yer almaktadır.9

Mesnevideki birçok hikâye ve masalın Hint kökenli olduğu bilinmektedir. Meselâ Mevlâna’nın, Mesnevî’sindeki birçok masal ve hikâyeyi Kelile ve Dimne’den aldığı görülür. Kelile ve Dimne’de anlatılan “Üç Balığın Hikâyesi” bunlardan biridir. Bu masal Mahabharata Destanı, Pançatantra ve Hitopadeşa’da da geçmektedir.

Mevlâna, Hint kaynaklarından aldığı bu hikâye ve masalları iki yoldan (sözlü anlatımlar veya yazılı metinler) biri aracılığıyla öğrenmiştir muhakkak ki. Onun Kelile ve Dimne’yi bizzat okumuş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Mevlâna’nın Kelile ve Dimne’den aldığı masalların olay örgüsünün özüne fazla müdahale etmeden, onları tasavvuf anlayışının çeşitli cephelerini yansıtacak biçimde değiştirdiği, metinlere eklemeler yaptığı görülür. Söz gelişi aşağıda “Üç Balık Masalı” olarak da adlandırılan, Pançatantra’dan Kelile ve Dimne’ye, oradan da Mesnevî’ye ve Hitopadeşa’ya geçmiş olan masalın Kelile ve Dimne ile Mesnevî varyantları aşağıdaki gibidir:

Üç Balığın Hikâyesi

“Denilir ki; insanlar üç (türlü)dür: Biri dirayetli, biri daha dirayetli, biri de âciz. Dirayetli olanlardan biri o kimsedir ki basına bir iş gelince telâşa düşmez, korkusundan kalbi fırlamaz, ondan çıkış yolunu (temin edeceğini) umduğu hile ve çaresini bulmaktan geri kalmaz. Bundan daha dirayetli olan önceden davranan ve hazırlık sahibi olan kimsedir, öyle ki musibetle karşılaşacağını vukuundan önce bilir, onu gerektiği kadar büyütür, çaresini arayıp bulur; sanki musibet kendisine gelmiş gibi; böylece hastalığı ona mübtelâ olmadan önce kökünden kazır, hadiseyi vukuundan önce defeder. Âcize gelince, o tereddüd, temenni ve oyalanma içinde olur, nihayet helake maruz kalır. Bunun misallerinden biri üç balık hikâyesidir.

Arslan:

– O nasıldı?

– Naklederler ki içinde üç balık yaşayan bir göl varmış: Biri akıllı, biri daha akıllı, biri de âciz. Bu nerde ise kimsenin yaklaşamayacağı yüksek bir yerde imiş, yakınında da akan bir nehir varmış. Öyle tesadüf etti ki o nehrin yanından iki avcı geçmiş, aralarında ağlarıyla göle dönüp içindeki balıkları avlamak üzere sözleşmişler, balıklarda onların söylediklerini işitmiş. Balıkların en akıllısı avcıların sözlerini işitince işkillenmiş, korkmuş ve hiçbir tarafa gitmeden (bakmadan] suyun nehirden göle girdiği yerden çıkıp gitmiş. Akıllı balık, avcılar gelinceye kadar yerinde kalmış, onları görüp de ne yapmak istediklerini anlayınca suyun girdiği yerden çıkmak üzere gitmiş, bir de ne görsün, avcılar orayı kapamış. Bu vaziyette kendi kendine şöyle demiş: «İhmal ettim, işte ihmalin neticesi budur. Acaba bu halden kurtulmanın çaresi nedir? Gerçi acele ve telâş tedbirinin faide verdiği pek azdır, fakat akıllı kimse düşüncenin getireceği faydalardan ümid kesmez, hiçbir halde me’yııs olmaz, düşünmeyi ve gayret sarfetmeyi elden bırakmaz. Sonra balık ölmüş gibi görünerek suyun üzerine çıkmış, bazan sırtı üzerine, bazan karnı üzerine dönmüş. Avcılar onu alarak nehirle göl arasındaki yere koymuşlar. Balık nehre atlıyarak kurtulmuş. Âciz ve ahmak balığa gelince şuraya gitmiş, buraya gitmiş, nihayet avlanmış.”

[Kelile ve Dimne10, 201-203)

Üç Balığın Hâlleri ve Sonları

• A inatçı! Bu, içinde üç balık bulunan gölcüğün hikâyesine benzer. Kelile’de okumuşsundur ama o kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın tâ içidir.

• Birkaç balık avcısı, bir gölün yanından geçtiler ve orada balıkları gördüler.

• Balıkçılar, ağ getirmek için koştular. Balıkların akılları başlarında idi, işi anladılar.

• içlerinden akıllı olanı yolu tuttu, o güç, zor aşılır yolu ister istemez aştı.

• Kendi kendine dedi ki: “Bunlarla danışmayayım; muhakkak ki bunlar, gücümü kuvvetimi gevşetirler, beni zayıf düşürürler.

• Bunların boğazlarına düşkün olmaları, yem yiyecek sevgisi, tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet eder.”

• Danışacaksan bir diri ile danış ki, seni de diriltsin; ama böyle bir diri nerede?

• O akıllı balık kendi kendine dedi ki: “Arkadaşlara danışmadan, onların fikirlerini almadan, denize bir yol bulayım.”

• O çekingen balık, göğsünü ayak edindi de, o tehlikeli duraktan nûr denizine kadar gitti.****

• Ardına köpek düşmüş olan ceylan gibi. O ceylân, can korkusundan bedeninde tek bir damar, birazcık güç kaldıkça koşar durur.

• O balık, gölden yüzdü gitti. Uzak bir yola, geniş bir yola düştü, denizin yolunu tuttu.

• Çok zahmetler çekti fakat, sonunda eminlik yurduna, selâmet diyarına kavuştu.

• Kendini uçsuz bucaksız denize attı. O, öyle bir denizdi ki, onun kenar ve kıyısını bu gözle görmeye imkân yoktu.

• Derken, balıkçılar ağı getirdiler. Yarım akıllı balık bunu gördü, ağzının tadı kaçtı.

• “Eyvah!” dedi. “Ben fırsatı kaçırdım; nasıl oldu da akıllı arkadaşa yoldaş olmadım!

• O, ansızın gidiverdi, ama o gidince benim de hızla ardına düşüp gitmem gerekirdi.

• O iyi arkadaş denize kavuştu, gamdan kurtuldu; bense, öyle iyi bir dostu kay-bettim!

• Ama, şu anda onu düşünmeyi bırakayım da, kendi kendime bir çare bulayım. Ben, şimdi kendimi ölü göstereyim!

• Suyun üstüne çıkayım; karnımı yukarı döndürüp sırtımı suya çevireyim de öyle durayım!

• Su üstünde saman çöpü nasıl akar giderse, ben de öyle akıp gideyim; yüzme bilen balık gibi yüzmeyeyim!

• Kendimi ölmüş göstererek suya bırakıvereyim; ölümden önce ölmek, azaptan emin olmaktır!”

• Balık dediği gibi yaptı-, sanki ölmüş gibi kamını yukarıya çevirdi. Su, onu bazan aşağıya alıyordu, bazan da yukarıya atıyordu.

• Tutmak isteyenlerin hepsi de hayıflanıyorlardı; “Yazık!” diyorlardı. “En iyi balık ölmüş!”

• Onların hayıflarını duyan balık ise seviniyor; “Oyunum işe yaradı; kılıçtan kurtuldum!” diyordu.

• Usta bir balıkçı onu tuttu; “Tüh, yazıklar olsun; ölmüş!” diye onu yere itti.

• Balık; sıçraya sıçraya gitti, gizlice kendini suya attı. 0 ahmak balıkçı ise, orada bocalayıp duruyordu.

• O aptal balık, canını kurtarabilmek için sağa sola sıçrıyordu.

• Derken, balıkçılar ağ attılar; balık ağ içinde kaldı. Böylece ahmaklık, onu ateşin üstüne attı.

• Ateş üstünde, bir tavanın içinde ahmaklığı yüzünden yanmaya, kızarmaya mecbur oldu. Allah’a ve O’nun peygamberlerinin getirdiği dine inanmayanlarda, ahmaklıklarından, cehennemde böyle olacaklardır!

• O, yakıp kavuran ateşin harareti ile yanıp yakılırken akıl ona; “Sana bir haberci ve hâlden korkutucu gelmedi mi?” diyordu.

• Ahmak balık; o işkencenin, o belânın içinde, âhirette kâfirlerin diyecekleri gibi, “Evet, geldi!” diyordu.

• Yine o balık diyordu ki: “Bu boyun kıran mihnetten, bu işkenceden, yâni tava içinde kızarmak azabından kurtulsam,

• Denizden başka bir yeri yurt edinmem; gölde, gölcükte yurt tutmam!

• Uçsuz bucaksız olan nûr denizini ararım, esenliğe ulaşırım; orada ebedî olarak sağlıkla, selâmetle ömür sürerim.”

[Mesnevî Hikâyeleriu, 376-377)

Kelile ve Dimne ile Mesnevî’deki bu masal karşılaştırıldığında şu noktaların dikkati çektiği görülecektir:

a) Mevlâna’nın “Kelile’de okumuşsundur.” sözünden Kelile ve Dimne’yi gördüğü ve okuduğu anlaşılıyor.

b) Mevlâna “O kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın ta içidir.” ifadesiyle masalın Kelile’deki şeklini sade, basit bulduğunu, oysaki kendisinin bu masalı cana işleyecek, ruhları harekete geçirecek, insana insanlığını veya Müslümanlığını hatırlatacak bir öze sahip olduğunu anlatmak istiyor.

c) Gerçekten de Kelile ve Dimne’deki masalın sadece olay aktarımı şeklinde yansıtıldığı görülür. Yani Beydaba üç balığın halleri ve düştükleri durumu anlatır ve geçer; üç balığın düştükleri durumla ilgili nasihatvarî bir tavır takınmaz. Belki onun bu yöndeki tavrını olay örgüsünden önceki cümlelerde aramak gerekir. Oysaki Mevlâna, uyarıcı düşüncelerini olay örgüsünün içine ve sonuna yerleştirmiştir.

d) Beydaba böyle bir olayı hükümdarların dirayetli, ileri görüşlü olmaları gerektiği yolundaki bir anlatım üzerine bina etmiş, Mevlâna ise olayı dinî, tasavvufî bir alana çekerek, görüşlerini balıkların halleri üzerinden aktarmıştır.

e) Mevlâna Mesnevî’sinde hikâye anlatmaktaki maksadını şöyle izah etmiştir: “Maksadım sizlere hikâye anlatmak değil, kıssadan hissedir.”12 Mevlâna’nın bu yolu tercih etmesinin sebebi geniş halk kesimleri tarafından anlaşılır olmak istemesidir. Bu hikâyede de onun Müslüman halka anlayacağı dilden hitap etme, onları uyarma isteğinin yansımalarını görürüz.

Son Söz

Bugüne kadar Mesnevi’de yer alan hikâyeleri derleyip toplayanlar içinde en titiz çalışmayı Şefik Can yapmıştır. Mesnevî Hikâyeleri 13 adındaki bu çalışmaya göre Mesnevî’de toplam 254 hikâye yer almaktadır. Bu hikâyelerin çok farklı kaynaklardan alındığı görülmektedir. Söz gelişi bir cariyenin eşekle sevişmesi hikâyesi Lâtin şairi Apuleius’un Altın Eşek adlı kitabından alınmıştır. Yine Mesnevi’deki bazı masalların eski Hint kaynaklarından biri olan Kathasaritsagara’da yer aldığı bilinmektedir. Diğer taraftan Mevlâna, Kur’an’dan ve İslâm tarihinden de birçok kıssa nakletmiştir. Ne var ki 254 hikâyenin hangilerinin Pançatantra, Kathasaritsagara, Kelile ve Dimne, Mantıku’t-tayr, İlâhiname, Kur’an-ı Kerim, İslâm tarihi veya bir başka kaynaktan alındığını tespit etmek için çok kapsamlı ve titiz bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

DİPNOTLAR

* Selçuk Çıkla, Yard. Doç. Dr., Erzincan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

**  Sibel Üst, Arş. Gör., Erzincan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

*** Aslı Farsça olan ve 24.700 beyitten oluşan altı ciltlik Mesnevî’nin birçok tercüme ve şerhi yapılmıştır. Şerhler arasında Sem’i Şem’ullah, İsmail Ankaravî, İsmail Hakkı Bursevî, Sarı Abdullah b. Seyyid Muhammed b. Abdullah istanbullu, Abdülbaki Gölpınarlı, Tahirü’l-Mevlevi, Ahmet Avni Konuk; tercümeler arasında da Nahifî Süleyman, Şakir Muhammed. Abdülbaki Gölpınarlı, Tahirü’l-Mevlevî, Feyzullah Sacit Ülkü, O. Mevlevi, Abdullah Öztemiz Hacıtâhiroğlu, Velet Çelebi İzbudak. Feyzi Halıcı ve Ahmet Avni Konuk’un çalışmaları vardır.

Mesnevî’nin eski harfli tercümeleri arasında en eskisi Nahifî 11645-1730}’nin Terceme-i Mesnevî-i Şerifidir. Bu tercüme Amil Çelebioğlu tarafından Mesnevî-i Şerif: Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifî Tercümesi adıyla 1967’de yayınlanmıştır.

1 Gönül Ayan, “Mesnevi ve Kısa Hikâyecilik”, 5. Milli Mevlâna Kongresi-Bildiriler, 3-4 Mayıs 1991, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya.

2 Feridü’d-din Attâr, Mantıku’t-Tayr (Kuşların Diliyle), çev. Mustafa Çiçekler, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2006, arka kapak yazısı.

3 Abdülhüseyin Zerrinkûb, Simurg’un Kanat Sesi-Attar’ın Hayatı, Düşünceleri ve Eserleri, Anka Yayınları, İstanbul 2002, s. 39.

4 Abdülhüseyin Zerrinkûb, age, s. 25.

5 Mojdeh Bayat-Mohammed Ali Jamnia, Sufi Diyarından Hikâyeler, çev. Saliha Deniz, insan Yayınları, istanbul 2001, s. 49-50.

6 Ferîdüddin Attâr, ilâhiname, çev. Serkan Özburun, Semerkand Yayınları, istanbul 2004.

7 Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mesnevî Hikâyeleri, Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Yayınları, istanbul 2003.

8 Korhan Kaya, Hint-Türk-Avrupa Masalları, imge Kitabevi Yayınları, Ankara 2001, s. 91.

9 Saim Sakaoğlu, “Mesnevî’deki Hikâyelerin Kaynakları ve Tesirleri”, 1. Millî Mevlâna Kongresi-Tebliğler, Selçuk Üniversitesi Yayınları. Konya 1985, s. 105-113.

10 Beydeba-Abdullah b. el-Mukaffa, Kelile ve Dimne [Tercüme ve Metini I, çev. Hayreddin Karaman-Bekir Topaloğlu, Nesil Yayınları, istanbul 19120.

**** Beyitte geçen tehlikeli durak yeri; hevâ ve hevesle, kötülüklerle, haksızlıklarla dolu dünyadır. Nûr denizi ise; vahdet denizini, Hakk ve hakikat denizini göstermektedir.

11 Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mesnevî Hikâyeleri, Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003.

12 Nihat Keklik, “Mevlânâ’da Metafor Yoluyla Felsefe”, 1. Millî Mevlâna Kongresi-Tebliğler, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1986, s. 45.

13 Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mesnevî Hikâyeleri, Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003.

Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı