Hizmet -II

A+
A-

Hizmet – II

İnanç dünyamızda niyetin çok önemli yere sahip olduğunu görüyoruz. Niyetlerimize göre yaptığımız işler sınıflandırılır, bir değer kazanır veya kıymeti olmayan boş işler olarak ayrılır. Niyet, kastımızı ele veren, böylelikle kendi ayarımızı ve kalitemizi gösteren alâmetimiz oluverir. Herhangi bir fiilin, işin, bizim kullandığımız literatürdeki hizmet vasfını alabilmesi için muhakkak temelinde hizmete uygun bir niyet olması icabeder. Niyetin ilmihâl kitaplarındaki tarifinin pratik olarak başka bir tarifi, âdet ile ibadeti ayıran unsurdur. Şâyet biz hizmet kavramından bahsediyorsak, bundaki en önemli faktörün niyet olduğunu gözardı etmemek gerekir. Anlaşılan o ki, hizmet ulviyyetini (veya yapılan hizmetin yüceliği), bu niyetin ulviyetiyle mümkündür. Bunu da kısaca ifade etmek istersek hâlis niyetle bizler bu ulviyete erişmiş oluruz. Aksi hâlde her ne kadar güzel hizmetlerle meşgul gibi gözüksek ile hizmetten ve bu hizmetin en büyük bereketi olan rızadan asla nasibimiz olmayacaktır. Bu hizmetin bidayetinde (başlangıcında) lâzım olan şarttır. Kaba çizgilerle bu kavramı ihâta etmeye çalışırsak hizmetin nihâyetteki şartı da kişinin rızayı tahsil edebileceği hizmetle meşgul olmasıdır. Bunda da isabet edebilmek için istişâre, taleb etmeme (ille de ben yapacağım diye hizmeti isteme), taleb edilene de razı olmak şartı vardır. Tasavvuf yolunda anlatılan bu edeb şekline riâyet, hep tavsiye olunagelmiştir. Mânen ve maddeten kazançlı olan kişiler bu edebe riâyet edenlerdir. Bir hadis-i şerifde, iki cihan serveri Efendimiz (SAV); Allah Teâlâ âhiretten (mânâdan ve manevî ecirden) hiç nasibi olmayanlarla da dinini yüceltebilir (dinine hizmet ettirebilir) buyurmaktadır. İşte tasavvufta bahsedilen hizmet-niyet ilişkisi ve bunu müteâkib hâller bu hadis-i şerifle ehemmiyetini daha belirgin bir şekilde gösterir. Zâhirde çok çok büyük hizmetler niyetin küçüklüğü ve sefıhliğinden hiçbir kıymet ifade etme’zken; sadece Allah’ın cemâli arzusuyla ve niyetiyle yapılan çok küçücük hizmetler, karşılığında kişiyi çok yüksek makamlara derecâta nâil kılar. Bu sebepten, seyr- ü sülûka giren kişinin ahvâli ve hizmetleri sâir kimselerin hizmetlerinden çok farklı bir durum arzeder, zira bu fark, idrak etmekten doğar.

Şöyle bir düşünelim; Allah Teâlâ’ya en yakın kullar kimlerdir? Hemen içinden biz ne bilelim, Allah bilir diye geçirenler olabilir. Âmennâ. Orası öyle de, fakat Allah’ın bildirdikleri de var. Cenâb-ı Hakk’ın beyânına göre O’na en yakın kullar peygamberlerdir. Hakk’ın elçileri olması hasebiyle, bunu aklen de kabul etmek müşkül değildir. Yine zâhiren bakıldığında peygamberlerin başta Efendimiz (S.A.V.) olmak üzere insanlar arasında diğer insanlar gibi olduklarını, her birinin bir meslekle uğraştığını, ibadette ve taatte orta yol üzere olduklarını görmekteyiz. Peygamberler için; onlar Allah Teâlâ hakkında ve onun rızası hakkında en isâbetli malumâta, tefekküre ve neticede idrâke sahib olan zatlardır, denildiğinde buna hiçbir kimsenin itirazı olamaz. Demek ki insanı Hazret-i İnsan yapan faktör idrak boyutudur. Yoksa gerek Ümmet-i Muhammed gerekse diğer peygamberlerin ümmetlerinden zâhiren çok ibadet eden, taatte bulunan zühd sahihleri vardır. Amma hiçbir zaman peygamberlerin ulvî derecelerine – idrakte onlar gibi olamadıklarından – ermeleri mümkün değildir. Mevzû uzayıp gidiyor.

Hizmetin şekillerini anlatmaktansa hizmet için lâzım olan niyeti anlatmak çok daha elzem olduğu için bu konuya uzunca yer ayırdık.

Müşahhas (somut) bazı örneklerle hizmet mevzuuna revnak verelim. Tasavvuf kültüründe bilhassa bu kültürün müesseseleşmiş hâlinde ‘hizmetnişin’ tabiriyle karşılaşırız. Bu lâkab tasavvuf eğitiminin bir nevi mektepleri olan âsitane veya tekkelerde kullanılagelmektedir. Hizmetnişin; hizmette dâim olan, o hizmete hasrolunmuş, hizmetle meşgul olan zat demektir. İrşad postunda oturan zâta; Postnişin, yardımcılarına; Sertarik, Pişkadem, Aşçı Dede (çelebi veya sertabbâh), Zâkirbaşı, İmam, Meydancı, Nakib gibi isimler verilen bu hizmetnişin sistemi, ruhunu Hazret-i Peygamber Efendimizin (SA.V.) tatbikatından almaktadır. İki Cihan Serveri (S.A.V.) Efendimizde; Benden evvel gönderilen nebilere, peygamberlere  hâdimler havâriler verilmiştir. Bana dahi Allah Teâlâ – hepsinden fazla olarak – ondört hizmetli vermiştir, mealine gelen sözleriyle, ehl-i tarîkin bu husustaki ictihadlarına rehber olmuşlardır. Yukarıda beyan ettiğimiz hizmetnişinlere ilâve olarak Türbedar, Sâkî, Çerağcı, Pazara, Ferraş, Asadar, Paşmakçı veya Kapucu hizmetnişinliklerini sayabiliriz. Eskiden âsitane ve tekkelerde (dergâhlarda) bu vazifeler, zuhurat veya emr-i manevî ile, bazen de tarikin kudemâsı (ileri gelenleri) ve Şeyh Efendinin istişâresiyle olurmuş. Bu zevat gözüken zâhiri işlerinin yanında mânevî sahada ihvâna ve mürşidine hizmetle hatta himmetle meşgul olurlar imiş. Daha evvel de bahsi geçtiği gibi Postnişin Efendinin en önemli lâkabı, Hâdimü’l Fukaradır. Yani Allah yoluna masivayı terk ederek giren fukaranın ve salihlerin hizmetçisi… Hizmetnişinlerin hepsinin bağlı olduğu bu en büyük hizmete sahib olan zâtın lâkabı bu ise, şâir hizmetnişinlerin nasıl hâlis bir niyette oldukları veya olmaları gerektiği her hâlde anlaşılır. Böylesine önemli bir sahada muhakkak nefis ve şeytan da fesat payını almak isteyecektir. Şeytan ve nefis insanı Allah’a yaklaştıran amelleri bozmak üzere ihtisaslaşmış kuvvelerdir. Bu sebepten dervişlik yolunda zahiren yukarıya çıkmak, hizmet için değil de hizmetnişin olmak için yani makam ve mevki sahibi olmak için gayret etmek fesadı ve fitnesi tabiatıyla mevcuttur. Aynı günümüzdeki makam ve mevki sahiplerini gören cahil kimselerin o işlerin zorluğunu ve gerektirdiği donanımı bilmeden bu kimselere özenmesi gibi. Seyr- ü sülukta da henüz hamlıktan geçememiş boş rüyalara aldanan bazı kimseler hep makam ve mevki ve önde olma derdindedir. Ariflerin tembihatına göre, bu ham dervişler bilmezler ki hizmetler ve hizmetnişinlik bulundukları cemiyetin nizam ve intizâmı içindir. Allah Teâlâ’ya yakınlık kapısı herkese ihlâsları derecesinde ardına kadar açıktır. Tut ki hizmet aldı. Maksat bu mudur? Gaye kurbiyyettir. Kurbiyyet; yakınlıktır. Bu hâli şuna benzetiyorlar. Askeriyede bazı rütbeler dağıtılır. Yaşa göre, hizmete göre. Veya kabiliyete göre. Bu, o ocağın o cemiyetin nizam ve intizâmı, tertibi içindir. Bir kimse diyebilir mi ki, paşa bir onbaşıdan daha çok vatanını sever ve canını bu yolda sarfeder, zira paşalık daha büyük rütbedir. Onbaşılık ona göre küçüktür. Bu iddia nasıl ki mesnetsiz, akıl ve fikirden uzaktır, aynı bunun gibi dervişlik yolunda da Allah ve Resulünü çok sevmek ve bu yolda fedakârlık etmek rütbe ile değildir. Nevniyaz olan (yeni derviş olan) bir kişi kendisinden evvel gelen birçok zattan daha yakîn olabilir Allah’ın rızasına. Sultan’ül Âşıkin Yunus Ümmî’nin dediği gibi.

Kapında kul var sultandan içerü

Yani, sultanların kapısında öyle kullar vardır ki, onlar sultan hâlli kimselerdir, bilinmez. Bu sebepten meşâyih dervişlerini hep bu kurbiyyet merkezinde tutarak irşad etmeye gayret etmiştir. Bu irşaddan nasibdar olanlar bu merkezde nasibini alanlardır. Diğerleri bir zaman sonra aynı denizin kendisine uyum sağlamayanı seneler sonra bile olsa kıyıya sahile atması gibi kendiliğinden tarikden düşer, Allah muhafaza tardolunurlar. Zahiren o cemiyette cesed hâlinde bulunsalar dahi…

Tasavvuf tarihinin kaydettiği hizmet sahasındaki bir başka yanlışlık da kendilerine hizmet nasib olanların kibir ve ucubla hemhal olmasıdır. Bu sebepten yani kendi altında bulunanları küçük görüp üstündekilerle kendisini kıyas etme hastalığından dolayı birçok tüten ocak sönmüş, veyahut adam insan yetiştiremez hâle gelmiş, iç çekişmelere sahne olarak varlıklarını yitirmişlerdir.

Maalesef birçok feyiz mektebi fitnelerin kurbanı olmuştur. Hizmette kendi varlığını ve varını terk etmek mühim meselelerdendir. Ârif-i billâh olan zatlar bir kişinin seyr-ü sülûkda ilerlediğinin en bariz alâmetinin; O kişi hizmet aldıkça vazifesi arttırıldıkça hiçliğini ve yokluğunu daha iyi anlamak, mahviyetle ve mülâyemetle muamele etmek, olduğunu beyan ederler. Ve bunu şu misalle açıklarlar; kişi dünyadan güneşe baktığında, kendisini büyük, dünyasını büyük görür, elini gözüne siper ettiğinde güneşin ziyasını kesebilir. Fakat o kişinin yükseldiğini, güneşe daha çok yaklaştığını hatta dünya semaından çıkıp güneşe seyahat ettiğini tahayyül edin. Bu durumda dünyanın ne kadar küçük olduğunu, kendisinin güneşe nispetle zerre bile olmadığını, bu muazzam güce yaklaştıkça fark eder. Seyr-ü sülûkda ilerleyenin hâli de böyledir. Bir kişi bu hâli yaşıyorsa muhakkak feyizle yolunda ilerliyor demektir, her ne kadar esması ilerlemese bile… Hazret-i Pir Cerrahî (K.S.) türbesinde, kendi hüsn-i hattıyla yazılmış bir levha vardır. Hattatların yazdıkları yazının altına imza atmaları hat sanatının geleneğindendir. İmzada geçen ifade en az yazı kadar güzel bir ifadedir. İmza kısmında şu yazar: Ketebehu türabü akdâmi’l mesâkîn el-fakîr Muhammed Nureddin. Mânâsını açmaya muktedir değiliz. Ama kısaca mealini şöylece arzedebiliriz; Bu hattı yazan Allah yolunda giden miskinlerin ayağının tozu toprağı fakir Muhammed Nureddin’dir. Bu gök kubbe, bu atlas sedir, bu yerküre böyle muhabbetle ve mahviyetle hizmet eden nurdan simaları barındırmış ve şahidlik etmiştir.

Hizmet ihlâsla kâim, buna binaen muhabbetle dâimdir. Hizmet, bu hâliyle erbâbında tiryakilik etkisi yapar. Bir noktadan sonra artık hizmetten alacağı neticeden ecirden hatta hizmetin sahasından bihaber olacak derecede kişide bir zevk-ı mânevî zâhir olurmuş. Haddi zâtında böylesi hizmet aşkının kâmil mü’minin hasletlerinden olduğunu Cenâb-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’inde veciz olarak beyan etmektedir. Bu nevi tiryakilere hedefi yine Hakk Celle göstermektedir. Meselâ İnşirah suresinin son iki âyeti, satırlarda anlatmaya çalıştığımız mânâyı özetlemiştir. Bu iki âyette mealen; ‘herhangi bir hizmeti taati bitirdiğinde neticeye erdirdiğinde hemen diğer bir hizmet için davran. Tekrar yorulasıya yeni bir hizmete gayret et, başla… Ve bunu yaparken de bundan evvel de sonra da (başında niyetin ve devamında hizmetin) hep rağbetin kastın Rabbin olsun. Başında da sonunda da yönelişin daima Rabbine olsun.” buyurarak hizmetin evvelini ve ahirini tamamıyla cem etmiş (toplamış) olmuyor mu… Bir üstadın tefsiriyle hizmet etmekten usanmadığın gibi hizmetin karşılığında gördüğün hamlıklar halkın eza ve cefası seni yıldırmasın. Hizmette daim ol. Bu canı bu teni bu yolda ifna et. Ve bunu yaparken de rağbet ettiğin şey Rabbinden gayrisi olmasın. Ne başka bir alayiş, ne bir göz süzme ne de başkalarının iltifatı seni bu rağbetten alıkoymasın.

Hülâsa bu âleme gidiş gelişten garaz Cenâb-ı Hakk’in rızâsını, muhabbetini hatta kurbiyyetini kazanmaktır vesselam. Bunu en kestirme yolla bize sağlayan hizmettir. Azı çoğu, şusu busu değil, kendi kâbiliyetimiz nisbetinde bir şekilde hizmetle bu rızâyı kesbetmek hatta cem etmek icabediyor. Yazımızın ilk bölümünü bir kıssa ile sırlamıştık. İkinci kısmı da yakın tarihimizden bir kıssa naklederek tamamlayalım. Fatih Camii’nin en büyük dersiâmlarından biri olan Pala Bıyık Hocaefendi sohbet ederken veya ders verirken arada bir dalar, içini çeker; Heey hey dermiş. Talebeleri ikide bir bunun sebebini sorsalar da hazret; Bir müsait vakitte anlatırım, der hep tehir edermiş. Yine talebelerle, hocaefendilerle beraber bulundukları sohbet ortamında artık neşesi mi geldi yoksa vakti mi geldi bilinmez, bu hâlinin sebebini anlatmaya başlamış:

Biz medresenin son senelerini okuyan üç arkadaştık. Anadolu’ya cere çıkmak üzere (bir nevi staj) yola koyulduk.

Gideceğimiz yerler birbirine yakın olduğundan beraberce seyahat ediyorduk. Bir yere gelmiştik ki şimdi adını bile hatırlamıyorum, çok şiddetli yağmur başladı. Biz üç kafadar hemen yakınımızda olan mağara gibi bir kayalığın altına sığındık. Bu esnada aynı bizim gibi yağmurdan kaçan bir çoban sığındığımız yere geldi. Kendi aramızda konuşuyor medreseden arkadaşlardan bazen hatıralarımızdan bahis açarak kâh gülüyor kâh dertleniyorduk. İşte bu anda beklenmedik bir şey oldu. Bu gelen çoban bize ikna edici bir edâ ile dedi ki ; Sizler anladığım kadarıyla ilim, irfan görmüş kimselersiniz. Ben ümmî bir adamım. Lâkin büyüklerimden duyduğuma göre yağmur Allah’ın rahmetine işârettir ve bu esnada edilen dualar kabul edilir. Haydi gelin hepimiz birer istekte niyazda bulunalım. Hep beraberce dualarımıza amin diyelim. Belki eşref saatine denk gelir de Allah dualarımızı kabul eder, dedi. Biz arkadaşlarla birbirimize baktık. Bu teklif hoşumuza gitmişti. En sağda bulunan arkadaşımıza; Haydi senden başlayalım, duanı et, biz de amin diyelim, dedik. Arkadaşım ellerini açtı; Ya Rabbi, biliyorsun ben çok fakirlik çektim, yokluk gördüm. Ben öyle zengin öyle zengin olayım ki malımın haddini hesabını bilmeyim, dedi. Hepimiz amin dedik. Sonra sıra yanımdakine geldi. O da, Ya rabbi, ben ya şeyhülislam olayım ya da kadılara kadılık edecek derecede mevki sahibi olayım, dedi. Tebessüm ederek hepimiz amin dedik. Sıra bana geldi. Ben de; Ya Rabbi, beni ilimde öyle ilerlet ki civarımda ilmi neşreden kişi ben olayım. Üstadlar hocalar dahi ilmimden istifâde etsin.

Eh o zamanlar gençlik de var tabi, böyle sözler zuhur ediyor. Orada bulunanlar da amin dedi.Meraklı bakışlarla çobana döndük. Bakalım ne diyecek diye beklerken, çoban gözyaşlarıyla elini açtı; Ya Rabbi, bu âciz kulunu razı olduğun hizmetlerle işlerle meşgul et, ömrünü böyle harcedip gitsin, dedi. Bizde amin dedik.

Şimdi siz bana bakıyorsunuz; Hoca efendi biz sana ne sorduk sen ne anlatıyorsun. İşte şimdi geldik sadede. Zenginlik isteyen arkadaşımın duası kabul oldu. Çok zengin oldu. Diğer arkadaşım falanca zattır. Bildiğiniz gibi neredeyse şeyhülislam olacaktı. Yani onun duası da kabul oldu.

Eh, fakiri de görüyorsunuz. Elhamdülillah bize tahsis edilen bu kürsüden yedisinden yetmişine herkese yetişmeye çalışıyoruz. Esas mesele ne biliyor musunuz? Aklıma o çoban geliyor.

Hepimizin duası kabul olduğuna göre onunki de kabul oldu. Bunu hatırlarım da içime bir ateş düşer, hayıflanırım ve düşünmekten kendimi alamam. Acaba o ümmî çoban Allah Teâlâ’nın hangi râzı olduğu işlerle meşgul, Cenâb-ı Hakk onu hangi güzel hizmetlerle rızıklandırdı. Heeey hey! İşi sen biliyormuşsun, biz bilemedik.

Cenâb-ı Hakk bizi râzı olduğu hizmetlerle rızıklandırsın. Cümle hizmet edenler de kâim ve dâim olsun

Amin.

Keşkül Dergisi 6. Sayı’dan alınmıştır.