İBADETLER GAYE DEĞİL ARAÇTIR

A+
A-

 

İBADETLER GAYE DEĞİL ARAÇTIR

Tasavvufta “salât-ı daimi” diye bir tabir vardır. Nedir salât-ı daim; kendi nefeslerimizi alış verişimize dikkat edelim. İçe doğru çekiş, dışa doğru veriş. Bu belirli bir ritimde yapılıyor insan vücudunda. Bu ritmi hızlandırırsanız, o nefesinizin hızla alınıp verildiğini görürsünüz. Bu nefesi daha da hızlandırırsanız nefesin bir yerde donduğunu görürsünüz. Şimdi burada nefes alınıyor mu, veriliyor mu? Alınıp verildiğini takdir edemiyorsunuz. Aslında hem alınıp hem veriliyor. Donma anı. İbadetlere belirli vakitler veriliyor. Deniliyor ki sabah gel, öğle gel, ikindi, akşam, yatsı gel. Günde beş vakit buluşacağız seninle. Sonra git işine gücüne bak. Modern hayata hiç uygun değil aslında baktığımızda. Beş vakit namaz, tıpkı nefes gibi, geliyorsunuz gidiyorsunuz, tekrar dışarı. İşte o salât-ı daime ermek için önce o beş görüşmeyi gerçekleştiriyorsunuz. O dört beş kerelik görüşmeyi gerçekleştirenler, onu artık öyle bir hale getiriyorlar ki o nefesin donması gibi namaz dışı namaz içi onlara hep aynı haller oluyor. İşte ona salât-ı daim deniyor. Onlara hiç gitme yok, gelme de yok tabii ki. Onlar orada, namazda. Biz namazın dışına çıkıyoruz arada bir. Camiden dışarı çıkıyoruz, sonra tekrar geliyoruz. Nefes alıyoruz geliyoruz.

DAİMİ NAMAZDA OLANLAR VARDIR

Salat-ı daimi sırrına erenler ise, sürekli o makamda kalır. Bu makamlar gerçekten yüce makamlardan, bu makama eren kimsede ibadetin fiziki hareketleri sâkıt olur mu? Olmaz! Fiziki hareketlerle başlanılır, manasına erilir, fiziki hareketlerde incelmeler oluşur, başlangıçta çok dikkat vardır fiziki hareketlere. Sonra tadil-i erkanda bazı gevşemeler oluşur. Ama fiziki hareket beden devam ettiği sürece bedenin bir aksiyonu, bedene ait bir amel olduğu için devam etmek zorundadır. Uygulamada da bunun aksini görmüyoruz.

Hz. Peygamber, Hz. Ali, İbni Arabî, Hacı Bektaş-ı Veli ne kadar büyük zat geldiyse, salât-ı daimiyi o hareketler içerisinde yakaladıklarını söylüyorlar. Dıştan baktığımız zaman benim namazıma benziyor hareket olarak ama içten bambaşka bir namaz onlarınki. Bir ok saplandığı zaman Hz. Ali’ye namaza durduğunda çıkarılıyor. Bizde ise, geleneksel ilimlerde ise, namaza tapar hale geliniyor, namaz bir gaye oluyor. Namaz bir gaye değil. Namaz bir araçtır, ama sadece namazla olmaz. Öyle olsaydı Allah Kur’an-ı Kerim’de “yazıklar olsun o namaz kılanlara” demezdi, bakınız namaz kılıyor neticede, iyi ya da kötü ama Allah “yuh olsun” diyor. Neden? “O namaz ki onları şundan bundan alı koymaz” . Demek ki burada gaye değil namaz. Gaye olsa Allah’ımız derdi ki: “Namaz kıl, nasıl kılarsan kıl” Öyle demiyor, hayır. Namaz seni bir şeylerden alı koymalı. Namaz kılıp sen hala zulüm ediyorsan yuh olsun sana, diyor. Onun için namaz kıldım, cennet benimdir, diye düşünmek büyük hata ve edep dışı bir düşünce tarzıdır. Sufîler şöyle bir kıssa naklederler: Bir büyük zahit vefat eder, Cebrail (a.s.) onu alır, Allah’ın huzuruna götürecek, Cemal görüşmesi gerçekleşecek. Biraz gecikince sûfi “Ben namaza gidiyorum” der… Cemalle görüşeceksin sen burada namaz mı olur? Orada dahi ben namaza gidiyorum der. Çünkü namazda erdiği sırrın, Hâk Tela’nın kendisi olduğunu bilmiyor, namazın kendisine tapıyor. Onun için namaza tapanlar diye bir tabir vardır, bir de namaz kılanlar; namazda Allah’a tapanlar vardır; onların tadı bambaşkadır. Namazda kendilerinden geçer onlar.

NAMAZ MASKELERİ ATMAYI ÖĞRETİR

Hâfız-ı Şirazî der ki: “Ey Hafız seccadeyi şaraba bulamadan hakiki namazı bulamazsın; namazın Rabbini bulamazsın” Seccade kuru bir mekândır, onu sen aşk ateşiyle şaraba batır, demek istiyor. Sarhoşluk terminolojisi İslam tasavvufunun çok sevdiği bir terminolojidir, bunu çok sık kullanır. Bir şeyi ifade etme zorunluluğundan yaparlar bunu. “Biz sarhoş olduğumuzda üzüm daha yaratılmamıştı”, der sûfîler. Onların sarhoşluğu başka bir sarhoşluktur yani. Gerçekten o da meyhanede sarhoş olana benzer. Bir meyhane, bir saki, bir şarap vardır. İçiyor, üst üste, kendinden geçiyor. Eskiden sarhoşluğun bile bir edebi varmış. Melek gibi olurmuş sarhoşlar. Sabah giderken gaddar olan adam, biraz aklını parlatınca eve gelince akşam salâvat getire getire dönermiş. Bizim bir tanıdığımız vardı; sarhoş olduğunda daha dindar olurdu. Neden? Fiziki kayıtlardan kopuyor. Devlet memuruydu, kaymakamlık sekreteriydi. Pırıl pırıl bir takım elbiseler giyen, pazar günleri bile kravatını çıkartmayan muntazam bir devlet memuru. Akşam Karagümrük tabiriyle “Yaradana yan bakıyor” dedikleri vaziyette evine gelirdi. Bu zat daha sonra emekli oldu, hacca gitti, çok güzel bir şekilde vefat etti, Allah rahmet eylesin diyelim. Burada bazı şeyleri meşrulaştırmak değil maksat. Terminolojinin birbirine benzerliğini vurgulamak istiyorum. Sarhoş olan kayıtlardan kurtulur. Biz maskeler kullanıyoruz. Beni şöyle görsünler, ben profesörüm. Bunların hepsi kayıt. Çıplak hakikattir önemli olan. Bunlar kayıtlar. Üzerime giydiğim her bir şey bana ağırlık veriyor. Sarhoşluk insanı bir takım kayıtlardan kurtarıyor. Sûfî de ilahi aşkla sarhoş olmuş bir insandır. O açıdan önemlidir. Buna sekre hali denir sekrin ardından da sahv hali gelir. Sarhoş olur önce, sonra artık sarhoş olmaktan da geçilir. Gerçek erenler o makamda olanlardır onlar artık yalpalamazlar. Onlar daimi sarhoşturlar, istikamet üzere giderler. Yine de sarhoş ifadeleri hoşumuza gitse de, mutlak kemâl o sarhoşlukta değildir. Çünkü sarhoşun dilinin intizamı yoktur, a yerine b der, düzen alt üst olur. Asıl olan sarhoşlukla gelen ebedi uyanıklık halidir. Her şeyi unutup Allah’ı hatırlama makamından her nefes Allah’ımızı hatırlama/ zikretme makamına geçiştir bu.

YALNIZ ALLAH VARDI HÂLÂ DA ÖYLE

“Hatırlama”yı konuşmadan önce “unutma”yı konuşmak gerekir. Biz “unutma”yı bugün nerofizyolojik bir olay olarak, beynin bunaması şeklinde anlıyoruz. Değişik unutma şekilleri vardır. Şüphesiz beyindeki bazı kimyasal süreçlerin azalmasına bağlı olarak da unutma gerçekleşir. Sûfîlerin kastettiği ontolojik anlamdaki “unutma” ise farklıdır. Tasavvuf düşüncesi der ki: “Yalnız Allah vardı ve Allah’la beraber hiçbir şey yoktu”, Sûfîler hala da öyledir derler. Allah vardı Allah’la beraber hiçbir şey yoktu ve O’nun hüsnünden, cemalinden hilkat, yaratılış yaratıldı, bu yaradılışla beraber O, insana kendi ruhundan üfledi ve bir emanet verdi. O emanet o zarfın içine girmek sûretiyle beden âlemine, fizik âleme merhale merhale inerken, her bir inişinde oyalandığı yerlerin süsleri ilgisini çektiği için dikkati, asli anlamından başka yerlere kaydı. Dikkat kayması neticesinde arızi olarak o ruh perdelendi. İşte sûfîlere göre unutmanın kaynağı bu perdelerdir. Hatırlamak bir dersi çalışmak gibi değildir tasavvufta. Şu kitapları okuyayım da yeniden hatırlayayım; Öyle değil. Var ama sende perdelenmiş. Kaldır perdeyi hatırlayacaksın. Ben sizi yarattığım zaman buyuruyor Rabbimiz, tek tek herkese sorduğumda “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”, herkes “bela” demek sûretiyle o şeyin içerisine girmiş bulunuyor… Demek ki herkes tanıyor O’nu (c.c.) Herkes O’nu gördü. Şu anki merhalemiz, o “görme”yi yeniden hatırlamaya çalışmak. Tıpkı çocukluk zamanımızda bir şehri görmüşüz de şu an hatırlayamıyormuşuz gibi. Oradan bir müzik çalar, oradan bir koku gelir, oradan bir şeyler bazı şeyleri hatırlatır. Bazen biz çocuktuk, üç yaşındaydık, beş yaşındaydık, hatırlayamıyoruz ama birisi gelir bazı ipuçları verir, hatırla oğlum bak şöyle bir şey olmuştu hani. Zihni zorlamak sûretiyle hatırlamaya çalışırız. Aynı onun gibi. Biz O’nunlaydık. Ancak araya giren perdelerle uzaklaştığımızı zannediyoruz. İşte tasavvuf yavaş yavaş bu perdelerin kaldırılması sûretiyle o ontolojik hatırlanmayı tavsiye ediyor. O’nu unutmak bu manada. Yoksa o ontolojik anlamda O’nu unutmak, inkâr etmek anlamına gelmiyor. O var. Her yerde var. Uzaklaştığımız için hatırlayamıyoruz. Zat bizi unutmaz. Unutan biziz. Eşyanın hakikatini unutunca ayın göğün yıldızların toprağın ateşin havanın suyun da kıymet-i harbiyyesi kalmadı.

DOLUNAY GÜNLERİ ORUÇ TUTULUR

İnsanın bedeni bir anneden bir babadan bu fizik âlem içerisinde meydana geldiğinde, fizik bedeninde 4 unsur vardır; yani insan bir inşaatsa o inşaat malzemelerinin içerisinde 4 tane unsur var. İnsanda toprak var, insanda ateş var, insanda hava var, insanda su var. Bunların karışımından meydana geliyoruz. Âlemde her şey etkileşim ağı içerisinde. Bu âlem içerisinde her bir şey tesir alıyor, tesir veriyor. Hiçbir şey donuk değil. Bir etkileşim ağı içerisinde. Mesela bir çiçeği düşünelim: Ben ona karbondioksit veriyorum o bana oksijen veriyor. Bir ilişkimiz var onunla. Bütün eşya ile aramızda böyle bir bağ var. Bu ilişkiler ağını iyi bilmek lazım fizik âlemde. Allah âlemde felekleri, gezegenleri âşıklar akşamları çıksın yıldızlar altında dolaşsın diye yaratmış değil. Bir fiziği vardır bu işin. Âlemde her bir şey diğer bir şeylere etki eder. Yeryüzündeki suların idaresini aya havale etmiştir Cenâb-ı Allah. Bu, şirk demek değildir. Ay bütün sıvılardan sorumludur. Dolunay zamanlarında su seviyesi yükselmekte, dolunay olmadığı zamanlarda su seviyesi düşmekte. Bitkilerin uç noktalarına suyun yürümesi dolunay zamanlarında olur. Onun için herbalistler, yani bitkiyle tedavi yapanlar, bir bitkiyi toplamayı önemserler. Günün belirli saatinde, ayın belirli gününde toplanmış olmasını tercih ederler. İnsan vücudunun %70’i su ise ayla bizim bir etkileşimimiz vardır. Biz dolunay zamanlarında, en hırçın en kızgın, kan tepeme vurdu dediğiniz zamanlar oluyor. Bu, istatistik olarak kriminoloji dairesi tarafından Amerika’da ispatlanmış, kavgaların dövüşlerin, trafik kazalarının en fazla olduğu dönemler dolunay zamanları. Çünkü kan beyne sıçradığı dönemler. Hz. Peygamber (s.a.v.) der ki, nafile oruçların içerisinde “Her ayın 14-15-16’sı oruç tutunuz”. Niye 17 18 19 demiyor mesela? Peygamber (s.a.v) burada gizli astroloji kullanıyor.

ASTROLOJİ İSLAM’DA DA VARDIR FAKAT HARAMDIR

Ateş unsuru, toprak unsuru, bunların hepsiyle irtibat kurabiliriz. Bir bedenden bebek dünyaya geldiğinde, çıkar çıkmaz içine ilk çektiği nefesle yeryüzü taksimetresi başlıyor çalışmaya. Bakalım kaç km gidecek, ücretini ona göre ödeyecek sonra. Başlangıcı, içine çektiği ilk nefes anı. Onun için batıda elinde kronometre öyle dururlar. Bebek çıktı, çıktı, daha nefes almadı içine, onu çalıştırmazlar. Nefesi ilk çekti ardından ağlayacak çocuk. O nefesi içine aldığı anda hayırlı olsun dünya hayatı başladı. O nefesi ilk çektiği anda, imkânımız olsa gökyüzünde hareket etmekte olan tüm gezegenler, ay burada, derken mars şurada, hepsi hareket halinde, hangi toprak parçasında doğduysa orada o noktada o an için filmi durdurun, artık dünya dönmüyor, güneş hareket etmiyor, her şeyi dondurduğunuzu düşünün ve alın elinize o donmuş fotoğrafı, orada ay bir yerde, güneş bir yerde, Satürn bir yerde, birbirlerine açı içerisinde. Yaklaşık bir saniye sonra, hareket edecek olsa bu şekil değişecek. Bu fotoğrafta doğan bebeğin, aynı zamanda yeryüzünde kullanacağı bedenin, bazı özellikleri belirleniyor. Dolayısıyla, bu manada astroloji İslam’da da vardır, tasavvufta da vardır. Ama İslam’da astroloji yasaktır. Astrolojiyi talim etmek, astrolojiyi bilmek değil yasaklanan. Benim mesela, ilahiyat profesörüyüm ama astrolog diplomam var. Biliyorum. Yasak olan bilmek değil, tatbik etmek. Neden yasak? Şimdi ona baktık, ona baktık, “a bunlar birbiriyle uyuşamazlar!” Uyuşamazlar, evlenmişler, “ayıralım hadi”, veya “ben şimdi sokağa çıkacağım, dur bakayım eşref saatim mi, uygun saat mi değil mi?” desek, âlem birbirine girer. Bir ilim cahillerin ve simsarların eline geçerse, dünyanın düzeni altüst olur. Bugün bu ilim çığırından çıkmıştır. Verdikleri ilaçlarla çocuğunun doğumunu geciktirmeye kadar vardırıyorlar işi. “falanca burçtan doğmasın o burç çok kötü, hayatta para kazanamaz vs diye öbür burca transfer etmeye çalışıyor çocuğu. Takdire müdahale ettiğin zaman başka sıkıntılar çıkıyor. Hiçbir burç mükemmel değildir. Hiçbir burç mutlak kötü değildir. Gazete kupürlerinden okuyarak “sen şu burçsun, o burçların hepsi yalancı olurmuş zaten” demekten ibaret değil bu ilim.

PEYGAMBERLERİN BURCU OLMAZ

Buradaki esas mühim nokta şudur: Burçlar yalnız fizik âleme tesir edebilirler. Fiziği geçmiş insanlara burçlar değil, onlar burçlara tesir ederler. Onun için bazı arkadaşlarımız diyorlar ki “ Peygamber Efendimiz nisan ayında doğmuştur onun için benim burcumdandır”… Bu çok hatalı bir bakış açısı. Peygamberlerin burcu olmaz. Peygamberler bütün burçların özelliklerini üzerlerinde cem’ etmişlerdir. Tek bir burcu olmaz Peygamberlerin. Onlar fiziğe tesir eden kimselerdir. Bazı ham sofular “hocam İslam’da astroloji haramdır”, diyorlar. Doğru. Ben de öyle söylüyorum bir şeyin haram olması, kullanılmayacak kılınması onun olmadığı anlamına gelmez. Hayır, astroloji vardır. İslam’da büyü de haramdır. Yapan da yaptıran da cehennemdedir. Ama büyü vardır. İslam büyü yoktur demiyor ki ontolojik olarak. Böyle bir ilim dalı vardır. Ama onun tatbik edilmesi haramdır. Çok büyük mesuliyetleri var çünkü. Büyüyle bir şeyler elde edersin ama o faturayı ödemek çok zordur. Büyü, nizam-ı âleme müdahale etmektir. Âleme müdahale edilmez. Âlemde sakatı da seveceğiz, astrolojik olarak yıldızı düşük olanları da seveceğiz. Şimdi gen bilimde belirli bir ırkı üstün kılmaya çalışıyorlar; hiç sakat kalmayacak, ideal bir erkek tipi olacak, gözler şöyle kaşlar böyle olacak. Bu yaratılıştaki ihtişamı görmeyenlerin sapkınlıklarını ilim zannetmesidir. Bu âlemin her şeye ihtiyacı var. Zayıfı, uzunu, kısası, güzeli, çirkini; hepsinin bir yaratılış sebebi var. Şimdi şöyle düşünelim; astroloji bir din olsa, herkes astrolojiye inansa, herkes çocuğunu istediği burçta doğurmaya çalışsa tek tip insanlar oluşur; âlemde denge bozulur. Dengenin bozulmaması lazım, her bir burç diğer bir burca muhtaç. Bu devran, yüce yaratıcısı tarafından böyle tasarlanmış. Bunda görünmez hikmetler, hesapsız ibretler var.

ŞEYTANA DA İHTİYAÇ VAR

Bir arif, bir hikmet ehli, astrolojiyle ilim olarak ilgilenebilir ancak tatbikatı yasaktır. Eğitim anlamında kullanabilir, Ehlini ıyalini daha iyi tanımak anlamında istifade edilebilir. Çocuğun zayıf tarafları şöyle, kuvvetli tarafları böyle diye hesap edip düzenlemeler yapılabilir. Bir çocuğumun yapısı şöyle, bir çocuğumun böyle, şuna şu konularda fazla yüklenmeyeyim çünkü kapasitesi o yönde değil, öbürküsünün şu tarafı daha iyi demek sûretiyle, bir personel çalıştırırken tanımak açısından, bir yakınınızı tanımak açısından, faydalıdır. Fıtratlarına göre davranırsınız, onda olmayacak bir şeyi talep etmezsiniz. Ama bunun haricinde kalkıp hayatı astrolojiye göre tanzim etmeye çalışırsak, bilmediğimiz bereket kaynaklarını tıkamış oluruz. Çünkü âlemde her zaman bazı düzen dışı bereket kaynakları vardır. Senin sakat gördüğün yerden neler çıkar. Senin olmaz dediğin yerden neler çıkar. “Biz geceden gündüzü çıkardık” diyor Rabbimiz. Şerden, bir el gelir o şerre, ona şöyle bir dokunur, o şer birden hayır haline gelir. Ama bu şerri öldürürsen onun ileride hayr haline gelmesine de mani olmuş olursun. Dolayısıyla bu âlemde şer de hayır da olacaktır, beraber devam edecekler. Onun için imansızlık, imanın kalitesini belirler. Dolayısıyla şeytana da ihtiyaç var bu âlemde. Leyl Sûresinde “İllebtigae vechi Rabbiyel a’lâ ve lesevfe yerdâ” buyrulur. Bu sır, Allah’ı zikrede zikrede Allah’ımızın bizi zikrettiği makama gelindiğinde hasıl olan bir rıza makamına tekabül eder.

Yeni Dünya Dergisi Temmuz 2011