8000 – 8754

A+
A-

8000, Balık nasıl denizle diriyse sen de benimle dirisin: nasıl oluyor da bu sırdan haberin yok’?

Sana verdiğim yaşayışa bir bak; o benim, gerçekte bendendir o,

Gözlerim aç da kör bir halde oturma: tatlı suyu iç, acı suyu içme,

Acı su göze ziyan verir; aşkın tatlı suyuyla coş – köpür de,

Can gözün aydın olsun; ateş sana gül bahçesi kesilsin,

Seni her yana süren benim; kasıklarım, bineğinden hiç ayrılmamakta,

Atın, bacaklarının altında; sense her yana, atım nerde diye koşmadasın,

Nerde sözü perde oluyor sana; yoksa Allah, güneş gibi meydanda,

A yolcu, hayâlden geç de ulaşacağın yere var, ulaş,

Düşünceden, vehimden başka birşey, yola perde olamaz: ama bilmeyen kişi,

perdeyi kalınlaştırdıkça kalınlaştırır: arttırdıkça arttırır,

 

8010, Aşk erleriyle oturur – kalkarsan can gibi içini – özünü görürsün,

Ondan sonra kiminle oturursan otur, Hak’tan başka kimseyi görmezsin,

Aşağılık kişide de apaçık onu görürsün, yüce kişide de; kimi gizli seyredersin onu, kimi apaçık,

Hiç bir müşkilin kalmaz: çünkü ecelden önce kurban olur gidersin,

Nereye yüz tutarsan onu görürsün; sırları, perdesiz seyredersin,

Saman çöpüne de baksan gözün – gönlün Allah’yla dolar, dağa – bele de baksan,

Bu âlemde rahmet denizi olursun: melekler, Adem’e baş eğdikleri gibi sana da baş eğerler,

Bütün âleme emîr olur, hâkim, naip kesilir, vezîr olursun,

Herkes,  senin mâdeninden aşk definesini elde etmek için karşında, canla-başla secdeye kapanır,

Herkesin bilgisi, mertebesi artar: kapalı kapıları tümden açılır,

 

8020, Herkes senden ders alır; herkes, harfsiz, yapraksız okur,

Adlara ait bilgiler sence bilinince herkes de senin yüzünden anlaşılır, bilinir,

Kadrin – kıymetin, gökten de yüce olduğundandır ki melekler, şimdi sana secde eder – dururlar,

Bilgide, Allah’dan çekinmekte en ileri olduğun için meleğe de fetva verirsin, ruha da,

Hak yoluna kılavuz olur, yol gösterirsin; herkese inciler saçarsın,

A sevilen güzel, bu hususta benden güzel bir hikâye duy, gerçekçe dinle:

Birisine babasından altın, mal – mülk, çeşit – çeşit kumaşlar kalmıştı,

Hepsini de bir temiz yedi,  sildi-süpürdü, müflis oldu, ağlamakta, gözyaşı döküp durmaktaydı,

Allah’dan gece – gündüz, yanıp yakılarak, zahmetsiz bir define elde etmeyi istemeye başladı,

Rüyasında bir hatif, ey arayan dedi ona, Mısır’a koş,

 

8030, Ona, definenin bulunduğu mahalleyi, yeri bildirdi; orda dedi, muradına erersin,

Adam, gizli defineyi elde etmek ümidiyle Bağdad’dan kalktı, Mısır’a doğru yola düştü,

Müflis, çaresiz bir halde Mısır’a vardı: bir dilim ekmekle hatırını soran bile yoktu,

Utanç da istemesine engel oluyordu; açlıkla erimeye başlamıştı,

Açlığı haddi aşınca, bu perişanlık niceye bir dedi;

Geceleyin,  gece  hırsızı  gibi  dışarıya  çıkayım   ,bakayım; belki neliksiz-niteliksiz Allah birşey verir bana,

Dışarıya adım atar – atmaz ansızın bekçi yakaladı onu,

Sopasını vurarak kimsin sen, gizleme, tez söyle bana dedi,

Adam, Allah için bir soluk bırak da bu sırrı söyliyeyim dedi,

Bekçi onu bırakınca, hiçbir şeyi gizlemeden hâlini bir – bir anlattı ona,

 

8040,   Bekçi,   ama  da  eşekmişsin  de  o   aıya  yüzünden  böyle  birşeyi  aramaya koyulmuşsun dedi;

Ben, buna benzer binlerce rüya gördüm: Bağdad’da bir define var,

Filân mahallede, feşman evde dediler; o yemle tuzağa tutulmadım,

Sen   pek   ahmakmışsın  ki   budalalığından   bir  rüyaya  inanıp   bunca  yolu tepmişsin,

Adam, bekçinin bu sözlerini duyunca definenin belirtisini anladı, bulunduğu yeri öğrendi,

O define dedi, benim evimdeymiş, ne diye ahmakçasına bu kadar zahmeti çekeyim,

Ama senden uzak olan herşeyi iyice biliyorsun, hepsinden de haberin var,

Mısır’dan Bağdad’a döndü; defineyi evinde bulup sevindi,

Senin definen de senin evindedir ama onu aramakta çevik davranmadm,

Şaşkınca her yana yüz tutuyorsun da gözünü kendine çeviremiyorsun,

Bedenin ev, define de Allah nuru; nuru kendinde ara, başka taraflarda değil,

 

8050, Allah sana, senden de yakın; hem de bil ki boynundaki şahdamarından da yakın,

Rahman, bundan dolayı Kur’ân’da, «Biz ona» buyurdu, «Ondan da yakınız,»

Sana,  senden de yakındır o,  ama sen gaflettesin de ondan bir koku bile alamıyorsun,

Ama   sana   uzak   olanı   biliyor,   yazılmış   levihteki   yazıyı   okur   gibi   onu okuyorsun,

İşlerin hep aksine de o yüzden başın kahırla tersine dönmüş,

A ümitsiz kişi, güneşten daha fazla meydanda olan, sana gizli kalıyor,

Ankaadan daha gizli olansa, serçe kuşu gibi apaçık görünmede sana,

Eşek  gibi  kendinden  haberin  yok;   hangisi  melek,  hangisi  hayvan,  nerden bileceksin?

Sana faydası olmayanı bildin; bilgiyi kavradın;

 

8060,  Fayda vereni, gerekli olanıysa bellemedin; sana baht verecek, seni devlete ulaştıracak herşeye yabancısın, onlardan haberin bile yok; ömrünü sıkıntıyla tüketip durmadasın,

Can bilgisi var ya, hani beden onunla diri; dâima taze, güzel, parıl – parıl parlamakta;

Önce onu tanıyıp bilmek gerek; Hak, canı niçin yarattı?

Nerden geldi, nereye giyor? Sonunda ne olacak, ne hâle gelecek?

Allah’a makbul mü, yoksa iki âlemde de onun tapısından sürülmüş mü’?

Yüzü ak mı, yoksa zift gibi kara mı? Sevapla mı dopdolu, suçla mı?

Yok olup gidecek mi, yoksa ölümsüz mü? Korunmuş mu, âsi mi; bunları bilmiyorsun,

Ölüm, haşir, sırat, huri, cennetler; bunlar nedir, nasıl şeylerdir?

Bunları bilmek insana gerektir; çünkü din, bu çeşit bilgiyle artar;

 

8070, Düşünceye, kıyâsa, nakil ve rivayete dayanan bilgiyle değil, apaçık anlayışa, keşfe, görüşe dayanan bilgiyle ilerler,

Aklı başında olan, bu çeşit bilgiyi arar; gaflette olandan başkası, bu bilgiden başka bilgi araştırır,

Bundan  başka  bilgi,   gerçekten  de   sapıklıktır;   o   bilgiden  ele  geçen,   bir bezentidir ancak,

Zahiri bilgi, birkaç günlüktür; hiçbir can, onunla arınmaz,

Canı olmayan her bilgi, kumaş gibi, altın gibi yok olur – gider,

Bu çeşit bilgiyi arttırmaya çabalıyorsun da sana gerekli olanı elde etmede tembelsin,

CLX

İnsanı herşeyden fazla aldatan şey, kendinin aslını bilmek, yaratıcısını tanımak hususundaki gafletidir; buda meydandadır ki «Hak, güneşten daha da fazla meydandadır,» Şimdi, insan, güneşten daha fazla meydanda olan ve kendine herşeyden daha yakın bulunandan kördür, gaflettedir de kendisine uzak olan, elde edilmesi güç bulunan çeşitli bilgileri kıldan kıla beller, onunla uğraşır durur, Bunu anlatış ve «Rableri katında başları eğiktir» âyetini tefsir

Sen, hani o şehzadeye benziyorsun; onun ahvâlini, hikâyeyi dinle de anla,

Babası, onun, bilgilerde ileri olmasını istedi de üstadları topladı, ona bilgi öğretmeleri için onları memur etti,

Genç, yıllarca, o bilgilerle uğraştı; bütün bilgileri elde etti,

Hünerlere sahip oldu; bilgin kesildi, yüceldi, şöhreti âlemi tuttu,

 

8080, Babası, imtihan için onu yalnızca sarayına çağırdı,

Altın bir yüzüğü avucuna aldı, ona avucumdaki nedir, söyle dedi,

Şehzade,   içi  boş,  yuvarlak  dedi;  ama henüz üstat olmamıştı,  ne  olduğu kendisinde gizli kaldı,

Ama gene de, bir üstâd oldum, benden gizli birşey yok; tam üstüne bastım dedi;

Yeşil renkli, ölçülü bir halka, avucunun içindeki o,

Padişah, doğru söylüyorsun; bu bilgide iyice mehâretin var,

Ne dediysen doğru söyledin; gizli inciyi apaçık deldin,

Söylediğin belirtiler doğru; hünerinde ustasın;

Ama belirle, açık söyle; çekinmeden de bakalım, elimdeki ne dedi,

Şehzade, olsa – olsa dedi; kalbur olmalı, Padişah, a bilgiden haberdâr olan dedi;

 

8090, Belirtileri bilgiyle bildin; bir – bir, hepsini de anladın;

Ama aklın şuna şu kadarcığına ermedi mi ki kalbur avııca sığmaz,

Bu âlemin ehli de, küçük olsun, büyük olsun, kötü – iyi, zengin, yoksul,

Hepsi, gizli bilgilerle üstâd oldular; hattâ herbiri, kendinden bir bilgi de îcâd etti;

Ama faydalarla dopdolu olan, elde edilmesi en kolay bulunan bilgiden hepsi de habersiz; eşek gibi adetâ,

Farz olan bilgiyi hiçbiri bilmiyor, yolsuz – belsiz yerde at sürüp duruyor;

Onsuz,   bedenin   kötü   bahta   düşeceği,   tümden   kahra,   mihnete,   zorluğa düşeceğini bilmiyor,

Boyuna dermandan apayrı, dertle dopdolu bilginin çevresinde dolanıyorlar,

Hâsılı  hepsinin de  işi ters;  sırra dönmesi gereken  başları,  kahırla geriye dönmüş,

Kur’ân’da hükümler sürülmekte; «Başları eğik» diyor Hak;

 

8100, Sonra da ardından, «Rablerinin katında» buyuruyor; bunun sırrını Hak’tan bir iyice ara,

Allah’yladır onlar; ama kötülükten,   bilgisizlikten, körlükten Hak’tan başkasına bakarlar,

Onunladır onlar da, gene ondan gaflettedirler; canla – başla ondan başkasına meylederler,

Onun için başları aşağıya eğiktir dedi; çünkü yansız-yöresiz tapıdan yana – yöreye gidip dururlar,

Yağ gibi suya karılmış; sonra da kızgın bir hâlde suyun üstüne çıkmış,

Canla hem ateşe ot kesilip yanmada, hem ateşin kızgınlığından kavranmada,

Çünkü o zeytinyağı ateşe lâyıktı; onun evi, saraycığı ateş oldu,

Ateşten ayrı ama bak da gör, nasıl da kaderin hükmüyle ateşe eş – dost olmuş,

Suyun böğründeydi, ateş yedi onu; çünkü ezelden suya yabancıydı,

Sanki su Hak’dır da kötüler yağ; bu yüzden de onların yurtları cehennem oldu,

 

8110, Gülle lâle suyla dirilir, ikiside suyla gelişil; boy atar güler,

Tiken de gülle arkadaştır, ona dosttur ama, gerçekte, gül bahçesinden uzaktır,

Tiken gülle yoldaştır ama gül koklamr,   kokusu cana tesir eder; tikense ateşe atılır, yanar – gider,

İşte halk da, kendisini helak edecek yana gider; hepsinin de candan – gönülden, meyli o yanadır,

İşlerine yaramayacak yana atılırlar; soluktan soluğa bu husustaki hızları da artar – durur,

Herbiri, o bilgide bilgin kesilir; herbiri, uyulacak, izi izlenecek kişi hâline kor kendini,

Bu çeşit kişi, kıldan kıla, onun sırrını bilir, görüp anlar; anlamak için de çabasını, birse, yüz kat arttırır,

Biri, kendini felsefeye verir, hünerde İbn-i Sına olmaya çalışır,

Öbürü kendini yıldız bilgisine verir; biri yazıya, öteki riyaziyeye düşer,

Biri fıkıh, hilaf ve tefsirle uğraşır; biri remil bilgisine, öbürü hendeseye, öteki de rüya yorma bilgisine sarılır,

 

8120,  Ne  söyleyeyim ben; bu fenler, hatsiz, hesapsızdır;  bense Hakk’ın çevgeni önünde bir topum,

Ayağımı direrim, derken, ok gibi, ama yaysız, göğün, esirin öte yanma uçarım,

Sizinle, sizin ayağınıza uyup gitmem, size acıyışımdandır,

Aşk yolundan haber almamız için lütfetmişim de size yoldaş olmuşum hani,

Yoksa  siz,   nerden  benim  cinsimden  olacaksınız?   Ben  tüm  ruhum,   sizse bedensiniz,

Bu söz yeter artık; o hayran olduğum yerde seyrân edeyim,

A  aşağılık  kişiler,  siz  istemiyorsunuz;  mevki,  rütbe peşine düşmüşsünüz; alçaklara bağlanmışsınız,

Sizi bıraktım, padişahın yanma vardım; çünkü bu yolda çok tembelsiniz siz,

Padişahın   huzurunda   oluşum,   yüzlerce   bayramdır   bana;   onun   nurundan, yeniden yeniye gözler, görüşler ihsan edilir bana,

Her soluğum bir tecellîye kavuşur, bir başka seyre düşer; her solukta, cennette yepyeni bir yere varırım,

 

8130, Padişaha yaraşır bir meclis kurulmuştur; her yanda, elinde kadeh, bir huri durmadadır,

Ordaki   sarhoşluğun   mahmurluğu, sersemliği   yoktur;   orda   kış   gelmez yüzbinlerce bahar vardır,

Orda zahmetsizce defineler elde edilir; sessiz, beşsiz aşk lavlası oynar can,

Balıklara en iyi yer, denizdir; balıklara taht da denizdir, saray da deniz,

Onların denizden ayrılmaları ölümdür; onların, kendilerim   göstermeye kalkışmaları küfrün ta kendisidir,

Onların konuşup görüşmeleri, hep denize dâirdir, arayışları, hep denize aittir,

Evliya,   sanki  balıklardır,  Hak’sa  deniz;  onların yerleri  – yurtları  dâima denizdir,

Onlar bu yana, senin için gelirler; yoksa denizsiz nasıl esenleşebilirler?

Maksatları, seni bu zindandan can âlemine alıp götürmektir,

Bu meşakkatlarla dopdolu cehennemden kurtulmanı, nimetlerle dolu cennete kavuşmanı isterler,

 

8140, Bağışlarıyla gamın neş’e olur; keremlerıyle nekesliğin cömertlik kesilir,

Onların nuru, görür bir hâle getirir seni; Mesîh gibi gök damında gezersin,

Öğütlerini kabul edersen kurtulursun; etmezsen tortu gibi dipte kalakalırsın,

Eşekliğinden, onların ilim şekerlerini yemezsen ne ziyan eder ki onlar?

Onlardan çekinir, kaçarsan, sen uzak kalırsın, sen gözyaşları dökersin,

Hattâ onlara, senin gibi perperîşaıı kişiyi bırakmak, daha da yeğdir,

Alıcı   doğan  gibi   oraya  bütün  doğanları   toplayıp   avlanmaya  girişmeleri, kaabiliyeti olanların avlanmaları daha yerindedir,

Bunu iyice bil ki Allah’ın has eri, iki âlemde de meramına ermiştir, sevinç içindedir,

Zenginin de elinden tutan odur, yoksulun da; zehire panzehirdir derde derman, yaraya melhem,

Onu ister kabul etsinler, ister etmesinler bundan ona ne bir hayır gelir, ne bir şer,

 

8150, O, kendi başına hoştur, rahat – esendir; pâluze gibi yağlı – ballıdır,

Dünyâda hiç kimseye muhtaç değildir; aksine varlık âlemi de ona muhtaçtır, mekân âlemi de,

Suçlular, onun yüzünden azad olurlar; mahremler, onun yüzünden muratlarına erişirler,

CLXI

Ona ve soyuna esenlik, Mustafâ, Velîler, benim vârislerimdir; kıyamet günü şefaatçidir onlar diye haber vermiştir: «İnsanlara onlar şefaat ederler, Toplumun içinde şeyh, ümmeti içindeki peygambere benzer buyrulmuştur,

Sultan Mahmut, bir gece tebdil gezerken ovada bir bölük halka rastladı,

Hepsi de hırsızdı, yol kesendi; hepsi de düzenlerle dopdoluydu,

Padişaha, bahane arama, kimsin, haber ver, söyle dediler,

Padişah, ben de sizlerden biriyim dedi; sizin gibi benim de bu işte hünerim var,

Onların biri, sizin herbiriniz, sanatını, hünerini söylesin dedi,

İçlerinden bin, a düzenbaz dostlar dedi, benim kulağımda bir özellik vardır;

Köpek ne der, neden o yana doğru havlayıp koşar, onu bilirim,

 

8160, Öbürü, kolumda bir özellik vardır dedi; yüzlerce kuvvetli de olsa dıvarları delerim,

Öbürü de, benim dedi, hünerim burnıımdadır; toprağı koklarım, altın nerdedir, anlarım,

Öbürüyse  benim hünerim  elimdedir  dedi; aşağıdan en yüce yere kemend atarım,

Öteki de gözümdedir benim hünerim dedi; geceleyin kimi görürsem,

Gündüzün de o kimdir: padişah mıdır, bekçi mi, şahne mi, tanırım,

Padişah, benim de hünerim, sakalımdadır dedi: biri tutulur, güce düşerse,

Sakalımı oynattım mı, hemencecik onu öldürülmekten kurtarırım,

Hepsi de, sen dedi, bizim kutbumuzsun; çünkü herkesi sen kurtarıyorsun dedi,

Ondan sonra hepsi de koşarak, padişahın sarayına doğru gitti,

Derken sağ yandan bir köpek havladı: sesten anlayan, bu köpek dedi, padişah bizimle diyor,

 

8170, Öbürü toprağı kokladı: amanın dedi, padişahın haznesi bu toprağın altında,

Öbürü, saray pek yüceydi ama kemendi attı, saraya tutturdu,

Dıvar delen, hazneyi deldi; altın, atlas, mal – mülk, ne varsa dışarıya çıkardılar,

Herbiri dilediğini aldı; aldıklarını gizlediler,

Padişah, yerlerini gördü; gizlice onlardan ayrıldı,

Sabahleyin kalkıp tahtına oturdu; hırsızların hallerini, haznenin soyulduğunu haber verdi,

Zaptiyeye, filan yere tez varın, hemen gidin;

Orda kim varsa hepsini tutun, ellerini bağlayın, özürlerini dinlemeyin buyurdu,

Hemen  gidip  hepsini  yakaladılar;   elleri  bağlı   olarak  padişahın  huzuruna getirdiler,

Geceleyin kimi görürsem gündüzün de yüzünden tanırım onu diyen,

 

8180, Padişahı tahtında görüp tanıdı, dün gece bizimle beraber iş gören bu değil miydi dedi;

Hani hünerim sakalımda demişti: işte bu; bu sıkıntıya onun yüzünden düştük,

Sonra yüzünü padişaha döndürdü de, padişahım dedi, biz ne dediysek hepsini de yaptık;

Sakalım oynatma zamanı geldi – çattı; hadi, lütfet de bizi bu belâdan kurtar,

Padişah, cömertliğiyle lütfetti, vaadinden hiç de dönmedi, onları azad etti,

Hattâ üstelik o sânı yüce padişah, onlara mal da, elbise de bağışladı,

Padişah Hak’tır, insan suretinde görünmüştür sanki; ondan ne hayır gizlidir, ne şer,

Biz ne yapıyorsak, ne işteysek bizimledir, herbirimiz, ister yüce olalım, ister aşağılık; ona; iyiden – kötüden, çok – az, herşeyimizi bilir,

Yorumsuz olarak «O sizinledir» âyetini duy, anla da dedi – kodudan geç – gitsin,

 

8190, Halk, o hırsızlara benzer; iyice bil bunu, hepsinin de birer hüneri var,

O hünerleri saymaya kalkışsam sözlerim pek uzar,

Ama o hünerler, hiç kimsenin elini tutamaz; hiç kimsenin işi, onlarla başa çıkamaz,

Lâkin o keskin görüşlü seçilmiş er gibi gözünde hüneri olan,

Geceleyin o padişahı görüp gündüzün Ay gibi yüzünü tanıyan yok mu;

Hani onun görüşü hepsini de kurtardı, sürü gibi hor olan o arıkları halâs etti;

Onun gibi Hakk’ı gören, balçıktan yoğrulmuş bedeninde onu seçen kişi,

Geceye  benzeyen  dünyâda,  insan  sûretindedir  ama görür,  Hak tecellîsine mazhar olur;

Balçık bedeninden arınarak görüp canı – gönlü, onun aşkını seçince de,

Mahşer günü, herkesin yaptığının karşılığı verileceği gün, orda, ondan başka kimse, Hakk’ı tanıyamaz,

 

8200, Muhammed gibi o da şefaatçi olur, âsîleri, o yardan, o belden kurtarır,

O gün, herkesin elini tutar, ateşte yanıp tütmelerini reva görmez,

Herkesi cehennemden kurtarır: nimetler sarayına götürüp oturtur,

Muhtaçlar, onun yüzünden zengin olurlar; hepsi gök gibi yücelir,

Ateştir onlar, ama hepsi de nur olur; şeytanlardır ama, hurinin bile gıpta edeceği hâle dönerler,

Bu sözüm, anlayabileceğiniz kadardır; yoksa onun halini açsam, açıklasam,

Cihan halkına neler bağışladığını söylesem, dile getirsem, dinleyen çileden çıkar, deli – dîvâne olur,

O, herkesi kendi gibi yüceltir, nefıy «La» sından alır, «îllâ» ya ulaştırır,

Hepsi de mutlak hâkim kesilir; hepsinin de hükmü, Hak gibi yürür,

Hâsılı anlaşıldı ki asıl olan gözdür; halkın işi onunla yürür – gider,

 

8210, Kimin kılavuzu göz olursa, odur cihanda beğenilmiş olan,

Ne mutlu onun eteğine yapışana, aşkla onun öğüdünü kabul edene;

Ona candan uyana; bir soluk bile onunla geçen vakti iki âleme de vermeyene;

Boyuna canla – gönülle onu gözleyene; böylece de her solukta onun bağışlarına erene,

Ona heves etmek, hevesleri öldürür; can kuşu, bu hevesle kafesleri kırar,

Böyle kişi, «La» hançeriyle ağyarın başlarını keser, perdesiz – örtüsüz «İllâ» ya yol alır,

Her heves, sana perdedir; onu yutmadıkça nerden kurtaracaksın başını?

Dünya saltanatını, tacını – tahtını, Edhem gibi terket de âhiret saltanatına yüz tut,

CLXII

Bu anlama dâir öğüdü pekiştirmek için, Allah rahmet etsin Edhem oğlu İbrahim’in hikâyesini tanık getiriş,

Bir gece İbrahim, tahtının üstünde nâz-ii naîm içinde uyurken

Ansızın damdan bir ses, bir nâra, bir ayak sesi geldi kulağına,

 

8220, Hey diye bağırdı, kimsiniz, bu vakitte damda ne işiniz var?

Bekçi   mısınız,   hırsız   mı;   burasının   saray   olduğunu   bilmiyor   musunuz, kimsiniz?

Sen istersen bilme; onlar meleklerdi; kendilerini insan şeklinde gösterdiler,

Padişah onlara, ne arıyorsunuz; damımın üstünde ne geziniyorsunuz dedi,

Hepsi birden, yitirdiğimiz deveyi arıyoruz, onun peşindeyiz dedi,

Padişah bu sözü duyunca güldü de a ham, pis aptallar dedi,

Kim damda deve arar; hiç akıllı adam, böyle bir söz söyler mi?

Onlar da hep birden, bunca daha da şaşılacak şey dediler, padişahlık tahtında, bunca debdebe, tantana içinde,

Allah’a kavuşmayı istemektesin; hiç kimse, böyle bir mevki de bu çeşit isteği duymamıştır,

Hiç kimse, hevâ ve heves perdesinin ardındayken eşsiz Allah’dan bir koku alamamıştır,

 

8230, Hiç kimse, ateşin dibinde, cehennem alevlerinin arasında, cennetten bir nîmet yeyememiştir,

Değil mi ki dünyâ saltanatı perdedir, o perdede nerden âhiret görünecek sana?

Kuyunun dibinde bağ – bahçe arıyorsun; doğru dinle, eğri yolda koşuyorsun sen,

Böylesine ateşte nur arıyorsun; şeytanların safında huri bulmayı umuyorsun,

Bu dilek eğridir, vazgeç bundan; cana yönel, bedenden çık da,

Aradığına kavuş; o bahçede gül gibi gelişip açıl

İşte bu oldu; bu sözü işitir – işitmez padişahlığı bıraktı, yoksulluğu seçti,

Hemencecik halktan gizlendi; altın sırmalı elbiseyi abayla değişti,

Deli gibi dağın, ovanın yolunu tuttu; o şaraptan esridı, kendinden geçti,

Halkın gözünden gizlendi ama zümrüdüankaa gibi de âlemde meşhur oldu,

 

8240, Hak, birkaç günlük saltanata, karşılık ona iki dünyânın da padişahlığını verdi,

Ölümlü dünyâdan kurtuldu, ebedilik sarayında dirilik elde etti,

Kalp akça karşılığı peşin altına nail oldu; herkes, böylesine bir kâra erişemez,

Aldanma yurdunun saltanatına, tacına – tahtına karşılık Hak, ebedî saltanatı takdir etti ona,

Geçici yalan padişahlıktan kurtuldu, gerçek padişahlığa erişti,

Asıl gerçek padişah şimdi odur; çünkü Mecnun gibi bu deliliğe tutulmuştur,

Akıl ona bir bağdı, ayak bağı hem de; öylesine bağı çözdü koparıp attı,

Hatırından dünyâ gamı gitti; gönlü şad oldu, âhiret zevkiyle sevindi,

Gök gibi âlemin çevresinde dönmeye koyuldu; her solukta yüzlerce yem âlem seyretmeye  başladı,

Gece – gündüz her yanı gezip dolaştı: on yıl sonra o Hak huylu padişah,

 

8250, Ansızın deniz kıyısına geliverdi; bir soluk dinlenmek için oturdu,

Abasını çıkarıp yamamaya, dikmeye koyuldu; bir yandan da aşktan ateş gibi yanmadaydı,

Derken tesadüf bu ya, pâdişâhın kölelerinden bir bey geldi; onu görüp,

A sultânım dedi, ne için padişahlığı bıraktın da bu hâle düştün?

Atlası, ibrişim libasları bedeninden sıyırıp attın da böyle köhne bir abaya burundun,

Öylesine tacı – tahtı, devleti – bahtı, saltanatı, öylesine ululuğu, devleti,

Neden bıraktın da her yanda yoksul gibi dönüp dolaşmaya başladın:neden yaptın bunu, söyler misin?

Padişah hemencecik iğnesini denize atı verdi,

Balıklara, tez iğnemi getirin diye bağırdı, buyruk verdi,

O anda denizden yüzbinlerce balık, buyruğuna uyup baş gösterdi,

 

8260, Herbirinin ağzında bir altın iğne vardı; getirdiler, al diye padişahın önüne bıraktılar,

Padişah  ,yüzünü  beye  çevirdi  de  dedi  ki:   Bu  padişahlık  mı  daha  iyi,  o padişahlık mı?

Bey, hemen padişaha karşı yere kapandı da ey Allah haslarının haslarının da hası dedi;

Edepten dışarı sözler ettim ama şimdi utançtan kalakaldım,

Kerem et de kulun özrünü kabul et; işin iç yüzünden haberim yoktu,

Şu hâlde, buyruklarıyla göğün döndüğü erleri yermek yaraşmaz,

Gerçeklik, canına yoldaşsa, îmânının güçlenmesini istiyorsan,

Allah erine karşı, yoksul, padişaha karşı nasıl davranırsa öyle davran, edebini koru,

Onları kendinle kıyaslama; yolları – yordamları aşk olanları hor görme,

Onların önünde düş ki kalkasın, ondan sonra da dudaklarından şekerler, ballar dökülsün,

 

8270, Yürü, varlığından öl de onların sayesinde bey ol; Allah için olsun, Allah için, bu işi geciktirme;

İstemesen de ecel öldürür seni; ondan sonra da Allah’a kavuşamazsın,

İşini ölümden önce başar; yoksa ecel, kökünden söker, atar seni,

Bedeni, cana pek sıkı bağlamışlardır; kolayca ayırmak mümkün değildir,

İkisini birbirine iyice eklemişler, onları bağdaştırmışlardır; amıca, hani iki kâğıdı birbirine yapıştırırlar ya, öyle işte,

Kolay sanma da azar – azar, yavaş – yavaş birbirinden ayır onları,

Yavaş – yavaş onları şimdi ayırmazsan, derdine deva bulamazsın,

Ölüm meleği saldırdı mı, bir organını bile sağlam bırakmaz,

Bedeni candan ayırdı mı, varlığın, adam – akıllı yıkılır – gider,

Canla gönül de beden gibi yıkılır; cehenneme, azaba ot olur, yem kesilir,

 

8280, Şu ömrü, canı bedenden azad edesin diye mühlet olarak verdi sana,

Bütün Kur’ân, bu hâli anlatır; evliyanın sözleri de hep budur,

Sana onları ayırmanın yolunu, apaçık, hem de bir – bir gösterdiler,

Sen o buyrukları tutarsan, şüphe yok ki can, bedenden ayrılır,

Yüzünü Allah’a tuttun da başkasından çevirdin mi, anlam bakımından o yana gitmeye başlarsın,

Yavaş – yavaş Allah huylarıyla huylanırsın; yan – yön âleminden yansızlık – yönsüzlük âlemine yönelirsin,

Geçici- âleme alışkanlığını bırakır, Allah’dan gayriyi, başını tıraş eder gibi keser – gidersin,

İbâdetle dincelirsin; ibâdetle binlerce murâdını elde edersin,

Huyun, halkın huyunun aksi olur; ömrün, Allah’a harcanır,

Allah râzılığından başka birşey aramazsın; Allah’dan başkasına koşup gitmezsin,

 

8290, Halk, Allah’ı anıştan usanır; yeyip içmeye, yatıp uyumaya koyulur,

Bu dünyâ sözlerini duydular mı, usançtan kurtulur, dirilir,

Bunların aksine, Allah’ı dileyene, dünyâdan bahsediş, büyük bir sıkıntı verir,

Dünyâ dedi – kodusundan utanır; sözlerden de nefret eder, dünyâdan da,

Ama öbür âleme ait sözlere kulağını açar; o sözleri canla dinler,

Balıklara yaşayış, denizdendir; topraktan olanlarsa toprakta biterler, toprakta gelişirler,

Balıkların kıblesi denizdir; topraktakilerin Kâ’besi dağ, ova,

Gecelerle gündüzler, birbirlerine zıddırlar; bunu isteyen, onu istemez,

Dünyâ ehli, cehenneme gider; âhiret ehli, nimetler sarayına,

Hak ehliyse Hakk’a kavuşur; çünkü ezelden de Hakk’ındı onlar,

 

8300, Herbirinin durağı, kendine lâyık olan duraktır; herkese verilen karşılık, huyuna uygun olandır,

Her işe, o işe lâyık bir karşılık vardır; cefa ehline nasıl olur da vefa gösterilir?

Acınmışlara rahmet gelir; taşlanmışlaravsa lanet yönelir,

Zâlime nerden rahmet gelecek ; Onun lâyığı mihnettir ancak,

Ne ekersen, ancak onu biçer, devşirirsın; ne söylersen, onun cevabını işitirsin,

CLXIII

Alem, bir dağa, insanların işleri, sözleriyse seslerin geri gelen, duyulan yankılarına benzer; kötüye kötü ses gelir; iyiye iyi ses, «Gerçekten de biz, en iyi işte bulunanın ecrini yitirmeyiz,»

İnsanlara verilen şu karşılığı, sesler gibi say; hani bağırıp çağırınca yankılanır, geri gelir,

Ses kuvvetiyle bağırınca, yankısı da kuvvetli gelir sana,

Arslanın kükreyişi, dağdan o – kükreyişe lâyık bir yankıyla gelir,

Tilkinin sesiyse, a iyi arkadaş, ona uygun bir yankı yapar,

Şu işler de, hani her halde bizden meydana gelmede, tıpkı seslere benzer,

 

8310, Yaptığımız iş, pek büyükse, Allah’dan karşılığı da pek büyüktür,

Ortaysa, karşılığı da orta; azsa, karşılığı da az,

Kötülüğü de böyle bil de kendine gel; kötülüğe az seğirt,

Allah, cenneti iyi amellerden kurdu; cehennemi de çirkin işlerden yoğurdu,

İkisinin de aslı sensin, iyi dikkat et; hayrından o doğdu, şerrinden de bu,

Bu sebepledir ki cennette dal da, ağaç da insan gibi diridir, söz söyler,

Çünkü dipdiri ibâdetlerden, hayırlı işlerden düzülüp   koşulmuştur; mü’minlerin soluklarından kurulup yüceltilmiştir

Taşı, kerpici, ibâdettendir, Allah’ı anıştandır; kapısı, damı, coşkunluktan, iyi düşüncedendir,

Hâsılı cennet, diridir, onun kapısı da söz söyler, damı da,

Sen de ziyankâr olmayı istemiyorsan ömrünü Allah’ı anmakla geçir,

 

8320, Niceye bir havana uyacak, nefsine zebûn olacaksın; niceye bir cehennemde şad olacak gönlün?

Sonunda uyanınca gamlanıp çok bağırır, feryâd edersin;

Zâlimler gibi mahşerde elini dişler – durursun; amel defterlerinin dağıldığı gün amansız korkuya düşersin,

Ama o zaman feryadın fayda etmez; çünkü burda ne derdin vardı, ne ağlayıp inliyordun,

Tohumun biteceği yerde, bilgisizliğinden tohum ekmedin,

Ekseydin birine yüzbin devşirirdin; bakırın, onun kimyâsıyla altın olurdu,

Tohum bitmeyecek yere ne diye ekmeye kalkışırsın; eline ne geçecek ki?

Tohum ekmeye iyice sarılmışsın ama öylesine ekmekten ne devşirebileceksin ki?

Bilgisizliğinden yel ölçüyor, poyraz biçiyorsun; bari şarap iç de esenleş,

Aşk şarabını erlerden iste; ululuğu, büyükiüğü padişahtan dile,

 

8330,   Şarap  kaynağı,  Allah  velîsidir zatı;  onun gölgesi,  âlemde,  devlet kuşunun gölgesine benzer,

Yalnız onu, duygu gözüyle görme; onu kendin gibi, sıradan bir insan sayma,

O, o kadar lâtiftir ki, meleklerden bile gizlidir; o, diri gönüllere, diri canlara candır,

Allah sırrıdır o, sırsa gizlidir; onun ne durağı vardır, ne adı – sanı, ne de belirtisi

Neye parmak basarsan, o padişaha sırtını döndürmüş olursun,

Aklın – fikrin sende oldukça ondan uzaksın; kendini sarhoş sayma, mahmursun sen,

Yürü, kendinden yok ol da onu gör; çünkü sen hem cansın, hem her dînin nurusun,

Varlığın – benliğin perdedir; yoksa sevgili, dilindeki söz gibi seninledir,

Erlere   akıl   –   fikir,   akılsızlıkta,   fikirsizliktedir;   onlar,   sevgiliyi   gözsüz, görmüşlerdir,

Âşıkların perdesi, akıllı – fikirli oluştur; kucaklaşmaya, kavuşup buluşmaya engel, akıl – fikirdir,

 

8340, Görüşün eğri de o yüzden benliktesin, sevgilinin güzelim yüzünden haberin bile yok,

Şarab içmemişsin de o yüzden aklın başında; kendine bağlısın, sevgiliye değil,

Buluşmaya kaabiliyeti  olan,  yok olup gitmiş,  ondan bir iz,  bir eser bile kalmamıştır,

Onun yüzünü görünce kendisinden geçmiştir; gönlü, tavşan gibi av olup gitmiştir,

Öyle bir avcı beye av olmuş, onun bakışının kılıcıyla yaralanmıştır,

Kim âşık değilse hayvandır; beden bakımından diri olsa bile cansızdır o

Aşksız cana can deme; o, bedenin buğusuyla oynar ancak,

Bedeni durdukça hareket eder; bedeni öldü müydü ondan hayat umma,

Bu dünyâ yaşayışı birkaç gündür; kendini bu yaşayıştan tez kurtar da,

Bu yaşayıştan başka bir yaşayış bul; çünkü bu yaşayış, o yaşayışa karşı ölümdür,

 

8350, O yaşayış, lâtîf, ebedî, geçmişten de, gelecekten de kurtulmuş bir yaşayıştır,

Geçmiş, içinde bulunduğumuz, gelecek zaman, ecele dek, bu cihanın hâlidir;

O – bu, bedenler âlemindedir; yoksa orda ne suret vardır, ne ad – san,

Ard da yoktur, ön de; sol da yoktur, sağ da,,, ne üst vardır, ne alt, ne şüphe vardır, ne inanç,

Sarhoş, kendinden geçmiş, şaşırıp kalmış bir hâlde ruh âlemlerinde seyrân et,

Bu sıfatlardan arındın mı, göklerin hepsi de ayağına baş kor,

Ondan sonra ne âlemler seyredersin; Hakk’ın neliksiz – niteliksiz tecellîsini apaçık görürsün,

Yokluktan kurtulur, varlık Kafdağı’na varırsın da ankaa gibi, kuşların padişahı olursun,

İyiyi de parça – buçuğun görürsün, kötüyü de; kendini, sayısız tüm olarak seyredersin,

Cüz’i akıl, önünde hor bir hâle gelir; artık işin – gücün tüm akılladır çünkü,

 

8360, İki dünyâyı da bir tek inci görürsün; gerçekte ne hayır görürsün artık, ne şer,

Biri iki görmek, şaşılıktır; bir görense velî olur,

CLXIV

Bire inananlar, bir bilenler neye baksalar bir görürler

Bu sayı, bedenden meydana gelir; soluktan soluğa bedene yardım, sayıdandır,

Çünkü beden, dört unsurdan karılınıştır; sınıkları onaran yaratıcı, bedeni bunlardan halketmiştir,

Beden, altı yönede, beş duyguyla bağlanmıştır;  dıştan altın gibi görünür,içteyse bakırdır sanki,

Değil mi ki sayılardan, zıtlardan doğdu, gönlü nerden birlikten sevinecek’?

O yüzden de hep kendine bakar; ona bir, iki – üç görünür,

Hani a saf kişi, sarı camdan bakarsın da bütün dünyâyı,

Sarı görürsün; iyiler de sapsarı görünür sana, kötüler de,

Sana âlemi sarı gösteren camdır; yoksa orda ne sarı vardır, ne gök,

 

8370, Bedenini de bir cam, bir ayna say; sen boyuna ona bakıyorsun,

Hâsılı sen, sayıdan başka birşey görmüyorsun; kimi, küfürdesin, kimi dinde,

Kimi ikrardasın, kimi inkârda; kimi işte – güçtesin, kimi işsiz güçsüzsün,

Bir adam sence gerçek; bir adamsa münkir, zındık ,

Sayıya bağlanmış  olan bu  bedenden  kurtulmadıkça birlik dünyâsına ayak basamazsın,

Yokluk âlemi, sayılardan dışarıdır; vasfı da zıtlardan tertemizdir118,

O âlem, ruhlarda Allah’ın sırrıdır; hayâtın da aslıdır, genişliklerin de,

O, olgunluk hâlinde, akıl ermez bir âlemdir; vasfı da dillere, dudaklara sığmaz,

Ulaşanlar bile onu idrâkten âcizdir; hepsi de onun fakında kuşlara benzer,

Rasûl, âlemde onunla övündü; Allah’ın peygamberleri de bu yoldaydılar,

 

8380, Yokun – yokluğun harfi okunamaz; bilgisi akıllarla anlaşılamaz,

İlmi de, akılları da yok edeni anlar da o âlemin bağında – bahçesinde gezer,

Ağyar için oranın havasına yol yoktur; ulular ulusundan başkasını göreni bırak,

O birliğe ağyar nasıl sığabilir; öylesine nurda karanlık nasıl olabilir?

Ondan başkası karanlık, oysa tamâmiyle nur; gündüzün karanlık geceyi kim görmüştür?

İsterse hepsi kuş olsun, balık olsun, onun tuzlasında tuz olur gider,

Aşağılık kişiler gibi aşağıların peşine düşme; canla – başla yokluğun, yoksulun çevresinde dön – dolaş,

O yoksulların sayesinde padişah olur, bey kesilirsin; aşağılık kişilerle düşer –

kalkarsan aşağılık bir hâle düşer, hor – hakıyr olursun,

Sonunda neyi arıyorsan o olursun: bedenin peşine düşüp koşma cansan,

Bedenin, varlığın, yolun perdesidir: hani Ay’ın görünmesine engel olan bulut gibi,

 

8390, Perde bedendir; yoksa gönül alan sevgili, boyuna seninle düşüp kalkmaktadır,dostundur senin,

Haraketin de boyuna ondandır, duruşun da, Hak’tan başka ne içte kimse var, ne dışta,

Sen, onun elinde – avucunda bir zar gibisin: her kapıda, her yörede seninle oynar – durur,

Kimi üst eder seni, kimi alt: kimi isteyen hâline sokar seni, kimi istenen,

Kimi aşağılara atar seni, kimi yücelere; kimi alçaltır seni, kimi yüceltir,

Bir lâhza bile elinden çıkmazsın; her zaman onun yüzünden bir başka hâldesin,

Hak, böylesine ortadadır da senin haberin yok; yoksa adam değilsin de eşek misin sen?

Aşağı âlem de o, yukarı âlem de; bu kadar apaçık meydanda da o yüzden gizli,

Zâtı, sıfatlardan bilirler: sıfattan da zâtın yazısını okurlar,

Göster bakalım; Allah’ın sıfatları nelerdir? İyiden, kötüden, yerden, gökten,

 

8400, Aşağıdan, yukarıdan, önden, arddan, soldan, sağdan hiçbir şey yoktur ki onun  sıfatlarına mazhar olmasın, herne görüyorsan hepsi de sıfatlarını izhâr eder,

Tamâmiyle yok  olan  da,  bir «şey»  diye adlandırılan  varlıklar da hayâle, şüpheye yer yok ki onun sıfatlarıdır,

Nereye yüz çevirsen, onun yüzünü görürsün: bütün âlemi onun kokusu tutmuştur,

Ondan  ayrılmak,  hiçbir  suretle  mümkün,  değildir:  peki,  öyleyse  senin bu çarpınıp çırpınman niçin?

O senin avucunun içinde; seninse haberin yok da aptallıktan her yana bakıp durmadasın,

Kamış   gibi heran   o şekerle dolusun:   su önünde,   ama   neyliyeyim   ki susamamışsın sen,

A sapık, susamaya bak; Allah’dan dâima bunu iste,

A konuk, değil mi ki aç değilsin, ekmekten, kebaptan ne tad alacaksın’,’

Var – git, canla – gönülle aşk arayagör: yoksa sevgili ortada, ayan – beyan görünüyor,

Çünkü onun güzelim yüzünü aşksız görmeye imkân yoktur ey arayıcı,

 

8410, Aşk, gözdür Hakk’ı gören kişiye; aşk bezentidir mezhebe, dîne,

Aşk,  karanlık gecede  meş’aleye  benzer;  kimde  o  meş’ale  varsa,  o görür sevgilinin yüzünü,

Aşk, can kuşuna koldur – kanattır; aşk, gökyüzüne merdivendir,

Bütün varlık bedendir, aşksa can gibi: cansızlar bile onunla yürür – giderler,

Her şey aşkla var olmuştur; yoksa aşksız hepsi de yoktu,

A yiğit, kim âşıksa o, karanlıklarda Ayın ondördü gibi parıl – parıl parlar,

Bizim zevkimize, neş’emize sâhib olmayan, kutluluğumuza nasıl erer?

Aşkı olmayan akıl, donmuştur, cansızdır; aksa bile gerçekte durmaktadır o,

Erlerin seyirleri, seyranları, bedenleriyle, ebedîlik âleminde, ruhlar göğündedır,

A arayan, sen aşkı ara; o yakındır sana, buyruğu da üstündür onun,

 

8420, Aşkın heyecanı, iki gözü de açar; esrıdin mi de senden, ayrılığı giderir,

Hak aşıkı, güneş gibi parlar, doğar, aydınlatır âlemi; onun gününe ne yarın vardır, ne dün,

Hak âşıkı, nurlar mâdenidir; yer yüzünde sırlar kaynağıdır o,

Hak âşıkı, tek başına gezer – tozar: sevgilinin yüzünden başka birşey ne görür, ne anlar,

Hak âşıkı, boyuna hayrandır; onun ruhu, sevgilinin şarabıyla sarhoştur,

Hak âşıkı, boyuna âh eder: o, aşkta boğulup gitmiştir,

Hak âşıkı, ölüyü diriltir; ruhu nereye gittiyse orda, nereye geldiyse o yerde ölü, hayâta

kavuşur,

Hak âşıkı, tek binicidir, yarışı o kazanır; ama başkaları onu havasına uymuş, koşup duruyor

sanır,

Hak âşıkı, ruhlara şarap sunar, onları sarhoş eder; ruhu, bedenlerin elinden kurtarır,

Hak âşıkının nuru, balkır – durur; kılıç gibi parlar, keser,

 

8430, Hak âşıkı, gözleri açar; münkirlerle hayırlı kişileri ayırd eder, gösterir,

Hak âşıkı, Allah’la kaaimdir; yakınlık mertebesinde dâima Allah’ladır,

Hak âşıkınm arşı yücedir; Hak gibi hükmünü yürütür, buyruğunu sürer,

Hak âşıkı olgundur, vefalıdır; ama onu sevmeyene de cefa eder,

Hak âşıkı,  varlığın özüdür – özetidir:  onun varlığı, bütün varlığın sırrının aslıdır,

Odur  kalan,   ondan başkası  yok  olur  – gider;  odur en  yüce,  başkalarıysa aşağılıktır,

Hak âşıkı ,Rahman emîridir; âşıktan başkasıysa, şeytana tutsaktır,

Ama herkes, nerden aşka erecek? Her yaya, nerden Damaşk’a varacak?

Hakk’a ulaşıncaya dek, bu yolda karanlıktan, nurlardan çok perdeler var,

CLXV

Ona ve soyuna Allah’ın salâtı, Mustafâ, «Gerçekten de Allah’ın, nurdan ve zulmetten yetmişbin perdesi var; onları bir açsa, zâtının lem’aları, onu gören herkesi yakardı» buyurmuştur; bu hadîsi anlatış,

Yarısı nur, yarısı karanlık; bunlardan kim geçtiyse yüzlerce devlete ulaştı,

 

8440, Gökyüzünün de kutbu oldu, yeryüzünün de; iki âlemde de uludur, seçilmiştir o,

Karanlıklar perdeleri,  bedenin vasfıdır;  çünkü beden, kibirle,  kinle, ben’le, biz’le dopdoludur,

Cansa, nur perdeleriyle vasfedilmiştir; insan, onlardan da geçti mi, ulaşır artık,

Her bölük, bir perdenin ardında kalmıştır; varlığını o perdeye rehin etmiştir,

Çünkü o perde, onlara büyük görünmüştür; her bölük, bir perdeyi kendine mâbûd edinmiştir,

Hepsi pervane gibi, perdeyse sanki mum; o ortada, hepsi de onun çevresine toplanmış,

Sen ileriye yürü, perdenin ardında kalma; an – duru olduysan, tortudan geç,

Nurlar perdesine varıncaya dek çok çalışman gerek,

Oraya varınca da durma, oturma; Kelîm gibi ondan da geç,

Isa gibi göğe at sür de server ol, meleklere bey kesil,

 

8450, Muhammed gibi iki dünyâdan da geç de Rahmân’ın cemâline mazhar ol,

O, hiçbir gözün görmediğini gördü; âşıkların yolunu aştı,

Hiçbir kimse onun makaamına erişmedi, o makamda tek olarak yalnız o vardı,

Geri kalanlar, ondan başkaları, hep onun harmanının çevresindedir; biri, bir define, bir hazîne

elde etmiştir; öbürü o hazîneden bir pay,

Hepsinden, tamâmiyle geçersen, iki cihan da candan kul – köle olur sana,

Velîler, senden faydalanırlar; hepsi de ayağının altında can verir,

Nurunla onları diriltmeni, onlara ebedî bir hayat vermeni isterler,

Bir zerreyi, gökte güneşe çevirirsin, küçücük bir yıldızı Ay yaparsın,

Lütuf, cömertlik mâdeni olursun; bütün varlığın özü – özeti kesilirsin,

Hepsi fanı olur, sen kalırsın; iki âlemde de buyruk yürütürsün,

 

8460, Tertemiz zâtın, Hak’la daimi olur; devletin, Hak gibi daimî olur,

Beden testinden ruh, coşa – köpüre su gibi akar da akar;

Yaşayışa esas olan,  sonunda herkese kurtuluş  ihsanına kaynak bulunan o denize ulaşır,

Ondan  sonra  da  katren,  derya  kesilir;  aşağıya  da  aldırış  etmez olursun, yukarıya da,

Zâtının vasfı, varlık âlemi olur: bütün var olanlar, senden cömertliğe erer,

 

8470, Ölmedikçe bunu elde edemezsin: bedeni terket de tümden can ol,

Bedenin gücünün azalması, canın güç kazanmasıdır: nankörlüğü bırakmak, îman nûrundandır,

Ecelden önce ölmek, Hak katında dereceni arttırır senin,

CLXVI

Allah’ın salâtı ona ve soyuna, Mustafâ, «Ölmeden önce ölün» buyurdu,

Peygamber, bu hadîsi buyurdu: Kim diri kalmasını isterse,

Onun, kendi varlığından ölmesi, ölerek diriliğin anlamını bulması gerek,

Ölmeden tez ölün, göğe ağın da Ay’la güneş sizi övsün,

Ölen kişi, ölümsüz kaldı: bu dünyâda cenneti, peşin olarak aldı,

Kim ölürse bugün, diri olur o, ölmeyense yarın yaman bir hâle düşer,

Dünyânın diriliği kalmaz, geçer: Allah lûtfuyla diri olansa ölmez,

Gerçek yaşayış, ölmektir: dâima Allah’yla olmaktır,

 

8480, Bu dünya sevgisini boşlamaktır: aşk ateşiyle boyuna pişmektir,

Kendisinden kötülükleri gidermektir: bunu yapmayan kişi, ne kadar da uzaktır,

İyice bil ki ölmenin anlamı budur: Nefsini öldür de murdar olma, kurban ol,

Kendinden kötülüğü sür; gerçek olmayan herşeyden vazgeç,

Sarp bir iştir, bunu yapabilir misin: yalnızca bu yola gidebilir misin?

Varlığınla ulu olamazsın; gözsüz olarak o Ay yüze bakamazsın,

Yol almış, varıp ulaşmış, canını Hak nuruna karmış kişiyi istede,

O, seni ulu Hakk’a ulaştırsın: korkulu köprüden kolayca geçirsin,

Gerçeklikle onun eteğini sımsıkı tut da o, seni Allah’a dek götürsün,

Tikeni bırak, gülünü al; hepsinden vazgeç, bana gel,

 

8490, Ben o yola iyi bir kılavuzum: sen benim sütümü iç; sütüm ağızdır benim,

Gözlerini ben açayım da bir iyice gör:  başkalarıyle ne vakte dek uğraşıp duracaksın?

Dünyâda ne varsa sana bildireyim: seni tümden Hak’la doldurayım,

Hızır’ın su içip nefsini biçerek diri kaldığı denizden sana, içireyim de kurtul: onun gibi Allah  yolunu bul,

Yeri bırakıp göğe ağ; karanlık yere nur gibi in,

Rahmetinle geceyi gündüz et; kudretinle gündüzü geceye çevir,

Sen neyi hükmedersen o olsun; az bile gelirse, katında bol olsun,

Onun eteğini tut, ondan ayrılma; kendini görme; sen – ben diye söz etme,

Kendini, benliğini unut, onu bil; kendini yitir, onu bul,

 

8500, Dünyayı kendinden sürersen o âlemde bin âlem görürsün,

O denizde ne balıklar vardır; Allah sana o sudan içirirse,

Denizin içindeki balıkları görür, onlarla haşir – neşir olursun,

Sen de o denizde balık kesilirsin; ne istersen hemen elde edersin,

O denizde, ölüm nedir, görmezsin, ne var diye sormazsın, hepsini seyredersin,

Ordaki sözler, olanı yerinde, nasılsa öylece görmektir; göz gördükten sonra sormak da ne?

Orda dilsiz – ağızsız sular içilir; o yeşillikte kanatsız uçulur,

Cennette nur yenir, nur içilir; cennetteki zevk, huriler yüzündendir,

Cennetin tohumu namaz, yerleri, evleri niyaz olmuştur,

Ordaki kuşlar, zikirden doğmuştur; hepsi de dâima kışı – yazı orda geçirir

 

8510, Allah’ı anış, cennette kuş olup uçar; Allah’ı anan kişi, bahtlı kişidir,

Kim bu tohumu ektiyse fazla – fazla, kat –  kat devşirir; cennette sevinçli bir halde oturur,

Dînini arttır da diri kal; küfrünü arttırma; ite dönersin,

Gerçeklik, îman, canların canıdır; kişi, bu nurla Müslümandır,

Aşkı çok ve güçlü olmayanın gerçekliği, pınar gibi kaynamaz,

Gerçeklik suyu az olunca kurur – gider; çok değildir ki deniz gibi her yanı bürüsün,

Allah’dan yardım görseydi, yağmur yağınca biter – yeşerirdi,

Gönlünden gerçeklik bağı – bahçesi bitseydi kökü, önceden kurumazdı,

Kâfir olan nefsini o, önceden kesip biçti; çünkü nefis o, Allah’a varmadan yolunu vurmaya kalktı,

Ama o diri er, Allah’a can verdi de nefis, Allah yolunu urmadan onu tümden tepeledi,

 

8520, Bunu kim yaptıysa korkusu kalmadı; cennete girdi, şarabı içti; böyle bil bunu,

O şarabı içti ki tertemizdir o şarap; ondan iç ki nurun ta kendisidir o şarap,

Bedenden geç ki canını bilesin; can gözünü aç ki canlılardan olasın,

Allah der ki: Bana gelirsen, gönlün neyi dilerse elde edersin,

Kendini bırak, bana sarıl; kendini unut, beni bul,

Ben ki Allah’ım, senin kimin – kimsen olayım; birine bin vereyim,

Hangi damla bu denize gelirse kendinden kurtulur, deniz olur

Önce ikiydi; ama damla, deniz oldu mu, bir olur – gider,

Yürüyüp, akıp denize gelmeyen damla, aşkla kaynayıp deniz olamaz,

Bil ki güneş, yel, onu yer – gider; birazcık bile yaşlığı kalmaz,

 

8530, Yer de yel gibi onu emer; deniz o damlayı ne vakit sorar ki?

Birşey kalmayınca kimi sorsunlar: yok olan şeyi nasıl görsünler,

Şehir vardır da onun için sen, o şehirde oturursun: ne dilersen orda bulursun,

Kendini bil ki Allah’ı bilesin; ölmeyesin, ebedî diri kalasın,

Senin varlığın Allah kudretidir, onu senden uzak sanma: senden ayrı değil, kör kalma,

Beden   candan   diridir;   cansa  Allah’dan;   dâimi  diri  Allah’a  kavuşmayı canından iste,

Gerçi Hak, yoktan, yokluktan, bir solukta yüzlerce âlem yaratır, buna gücü

İbâdet etmesen de sana yüce mertebe bağışlar; kadından aşağı bile olsan seni er yapar,

Suçunu   ibâdetten  yeğ  kılar:   mücâhede  etmesen  de   Ledün  bilgisini   sana bağışlar,

En aşağılık köleyi Cemşîd, en hor zerreyi güneş eder,

 

8540, Cehennemi cennete döndürür; Kâ’be’yi ateş tapınağından beter bir hâle kor,

Allah’ın kudreti pek büyüktür: iki âlem de onun okluğunda bir oktan ibarettir,

Onun işi, sırrı dile sığmaz; ben az sözü yeter bulayım da sözü tüketeyim,

Türk dilini tam bilseydim sözle bütün bunları gösterir, söylerdim,

Halka sözle bildirirdim: onlar da yarınki günü, gözle görürlerdi,

Ama isterseniz farsça söyleyeyim de siz de bizim bulduğumuz kimseyi bulun,

Türkçe, rumca söylemeyi bırak; çünkü o terimlerden yoksunsun,

Ama farsça, arapça söyle: çünkü o iki dilde de hoş bir halde at koşturmadasın,

Sır, söze bile sığmıyor; akıl terazisi nerden tartacak onu?

Biri, sırrı harfle sözle anlatabilseydi, dağı da yel, saman çöpü gibi titretirdi,

 

8550, Harf, testiye benzer, sırsa deryadır sanki; deniz, testiye sığar mı hiç?

Nasıl olurda o deniz,  şu tuluma sığar İşte onun içindir ki söz söyleyen,

Allah’ın vasfında âciz oldu, dilsiz oldu,

Farsçadan, arapçadan da geç; çünkü Hakk’ı dille vasfetmeye kalkışmak, oyuna girişmektir adetâ,

Ona ait sözü yüz dille söylesem, onu, onun sözünü gene de dille anlatamam,

Lüleden akan sudan deniz bilinebilir mi? Güneş, zerreden anlaşılabilir mi?

Meğer ki o, dilsiz olarak, yolu – izi olmayan bir yoldan gizlice sana söylesin,

O zaman, kaynak nasıl topraktan coşarsa, senden de söz coşar: o coşuşla çevikleşirsin,

Bilgisi de gönlünden akar; onun lûtfuyla, letâfetiyle bedenin de akar – gider,

Onu can gözü görür, ten gözü değil; iş, can işidir, bedenden geç,

Hak sırrını dedi – koduda arama; o sırra erince de sus; söyleme,

 

8560, Sarftan, nahivden vazgeç de mahvolmak yoluyla ona kavuşmaya bak,

Kalem buraya erişti de kırıldı; ev onun yüzünden yıkıldı; kapı paramparça oldu,

Ne ön kaldı, ne ard, ne üst kaldı, ne alt; ne sol, ne sağ var, ne kuru var, ne yaş,

Soyunduk,   çırçıplağız,   hiçbir   şeyimiz   yok;   bırak   bizi,   hiç   kesilenle   hiç becelleşme,

Herşeyi terkettik, su kesildik; belirtisi bile görünmeyen şarapla yıkıldık – gittik,

Önünde bir şekil gibi görünüyoruz ama iyi bak, ne suretimiz var, ne şeklimiz,

Hayvan, tuzlaya düşünce tuz olur gider; orda görünen şekil, hayvan değildir artık,

A bilen kişi, o, tümden tuz olur; onda tuzdan başka hiçbir şey kalmaz,

Onu kazana atarsan şekli, sureti erir – gider,

Böylece de tam olarak anlaşılır ki onun şekli – sureti yokmuş, tümden tıızmuş o,

 

8570, Benim bu kitabım, o tuzlaya benzer; tümden anlamdır; Kur’ân’ın sırrıdır,

Kim canla buna gönül verirse o, Kur’ân’ın anlamında mahvolur – gider,

Onda eriyen, onunla akar – gider; ırmağa düşen katre gibi hani,

Nereye akarsa ırmak, o da onunla akar; gül de ondan biter, gelişir, açılır, fesleğen de, lâle de,

O eriyişle sen de onun aynı olursun; onun aşk denizinde bir dalga kesilirsin,

Suretten kurtulur, anlamın ta kendisi olursun; artık suretlere bakmazsın, onlara önem vermezsin,

Hattâ suretler, seninle buluşmaktan kaçarlar; hepsi de senin nurundan çekinirler,

Çünkü ateş, nurla söner; isterse o ateş binlerce yığının tutuşmasından meydana gelmiş olsun,

A inancı tam olan, lütfet de bunu işit; cehennem, mü’mine apaçık seslenir;

Allah için olsun der, tez geç üstümden; gerçeklik nuruyla sönüp yok olmayayım,

 

8580,  Ateş,  mü’minlerin  nurundan  söner;   nüm  da gene  can  nuru  alır,  kendine kavuşturur,

Bil ki suretleri yıktın mı, Ay gibi, güneş gibi karanlığa düşman oldun,

Mesnevi, görünüşte harflerden meydana gelmiş bir surettir; su gibi, kabın içine girmiş, sana kapla  sunulmuştur,

Ama o,  suretlere âfet kesilmiştir;  mekânsızlık âleminin bilgisine hem güç olmuştur, hem gıda,

Mesnevi,  suretlerden  ayrıdır,  mânâ  âlemindendir;  Mesnevi  güneştir,  başka kitaplarsa yıldız,

Güneş, nur saçtı mı bütün’yıldızlar görünmez olur,

Çünkü can üstündür, bedense ona alt olmuştur; ama her ikisi de istenen, özlenen denizde mahvolup gitmiştir,

Söz, bu şiirlere sığmaz; sır, bunlardan utanç duyar,

Tiken, gül bahçesinin yoldaşıdır, ikisinin de durağı, yurdu birdir ama,

Tikende gülün güzelliği yoktur; gül bahçesi tikenden anlaşılmaz,

 

8590, Ama ne çare var, sen söyle; söz tikeni o gül bahçesinden de ayrılmıyor işte,

Duygunun zevk alması, zihinlerin tad duyması için o anlam, ağızdan sözsüz çıkmıyor,

O kadarı anlaşılıyor ki bu tiken, ezelden beri gül bahçesiyle berâbermiş,

Bunu anlamak, yaratanı, sanatından, yaratılanlardan anlamak gibi yardımcı oluyor bize,

Parıl – parıl parlayan bir nur olan bu sözü ara, anlamaya bak; çünkü arayan, tezce aradığını bulur,

Bu Mesnevi, tamâmiyle öğüttür; kim bu bağla bağlanırsa, ona eştir, dosttur,

CLXVII

Mesnevi – han Sırâceddin, bir gece, rüyasında, sırrı kutlu olsun, Celebi Hüsameddîn’i, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’nın kutlu, tertemiz türbesinin baş ucunda, ayakta duruyor gördü; elinde de bu Mesnevi vardı; güzel ve yüce bir sesle, tam bir zevkle okuyor, bu şiiri, mübalağalarla övüp anlatıyordu, Sonra yüzünü Sırâceddin’e dönüp bu Mesnevî’yi dedi, bundan sonra benim okuduğum gibi okumalısın, O sırada kendisi de bunu vasfeden bâzı beyitler okumuştu, Uyanınca o beyitleri unuttuğunu anladı; yalnız şu bir beyit hatırında kalmıştı :
Kimde göz varsa, görüş varsa bunu görmüştür:
Bu nazmın üstüne hiçbir nazım olamaz,
Bu beyit de aynı vezinde olduğu için teberrük yoluyla beyitlerin arasına yazıldı,

O seçilmiş mürîd, Mesnevi – hânımız Sırâceddin, rüyasında gördü,

Küçüklüğünden beri temizdi, zahitti: dindardı, muvahhitti, ibâdet ehliydi,

Başkaları gibi kaba sofu değildi; irfandan dâima nasibi vardı,

O gerçek er, evliyaya âşıktı, yokluk yolunda bilen, anlayan kuvvetli bir erdi,

 

8600, Hakk’ın Husâm’ı, o yüce padişah, türbenin baş ucunda ayakta duruyordu,

Veled’in Mesnevî’sini eline almıştı: onun beyitlerinden hoş bir hâle gelmiş, esrimişti,

Bir toplulukta onu halka okumakta, coşmakta, zevklenmekteydi,

Ondan sonra yüzünü ona döndürüp dedi ki: Bu günden böyle, açık – gizli,

Bunu benim gibi oku, bu sözle din yolunu aç,

Derken bu zevkle, kendi karihasından bal gibi, şeker gibi tatlı, güzel beyitler söyledi,

Sırâceddin, uykudan uyanınca, o hatsiz – hesapsız, o pek çok beyitten,

Hatırında yalnız bir beyit kalmıştı, öbürlerim unutmuştu,

O beyit de şudur; iyice dinle de o yoldan, o duraktan koku al:

«Kimde göz varsa, görüş varsa bunu görmüştür:  Bu nazmın üstüne hiçbir nazım olamaz,»

 

8610, Hem söz, hem hâl eri olan öyle bir padişah, öyle bir Abdal’ın serveri,

Nazmımız hakkında böyle buyurduktan sonra; ki bu sözün üstüne kimse bir söz söyleyemez;

Artık hayâlden, zandan, vehimden geç de gözünü aç, böylece de güzelce anla;

Bu kitap, o denizden ne incilerdir, nasıl inciler, a arayan, bunlardan başka bir inci arama,

Bu incilerin biri, ikiyüz cihâna değer; ne mutlu bunları elde etmek için candan çalışana:

Bu nazmı gece – gündüz okuyana, böylece de bu sözlerle Rabb’in tapısına erene,

Çünkü bu, arayana kılavuzdur: mâkânsızhk âlemini gösterir,

Gönül yüzünü görmeleri için yolcuları, durağa götürür,

Ey Veled, Mesnevî’n kılavuz oldu da adın, o yüzden, göğün yücesine ağdı,

Herkesi göğe çeker, ağdırır, şeytanı bile huriye, meleğe döndürür,

 

8620, Onun yüzünden şeytan huriye döner; salt karanlık, baştan başa nur kesilir,

Gücünü bu sözden tanı: bunu, hiç kimse kıyasla anlayamaz,

Meğer  ki   Allah,   söyleyip  dinleyişin   ötesinde,   lûtfuyla,  keremiyle  bir  yol göstere de,

Sonu olmayan âlemde onu, kendine çeke;

Gök gibi, yer gibi binlercesi, o güneşe karşı hor – hakıyr bir zerredir hani, onu, o âleme götüre,

Yoksa o âlem, ne anlatılabilir, ne vasfa sığar: akıldan da dışarıdır, vehimden de, şüpheden de,

O âlemin sırrını dil yoluyla arama; ararsan onu bilemezsin,

Ayak, buraya bastı mı, yürümekten kaldı demektir; neliksiz – niteliksiz âlemle ayaksız yürünür,

Ezelden hürlerden olan kişi, bu sırların kokusunu duyar,

Kimin bu kitapla Cinsiyeti yoksa ,bil ki o, iki âlemde de hayvandır,

 

8630, Eşekliğinden buna heves etmez de bu anlamlardan uzak kalır, mahrum olur,

Bir hayvandır ki ota düşkündür; sonunda da ot gibi telef olur gider,

Pislik gibi nefret edilir ondan; temiz kişiler kâtında tiksinilen bir kişidir o,

Sonunda köpekçesine ölür; eşek gibi balçığa kakılır – kalır,

İsterse kardeş olsun, oğul olsun, değil mi ki bu aşka düşmemiş:

Bence şeytan gibidir onlar, gazebe uğramışlardır; ayıplı eşek gibi hordur, sürülmüşlerdir onlar,

Benden nasiplen lanettir: ölümleri en iyi nimettir onların bence,

Benim yakınım,  benim gibi olandır:  nimetler, keremler sahibine kavuşmak isteyendir,

Onun ünsiyeti, kendisiyle değil,

Allah’yladır; onun gözü kendinde değil, Allah’a kavuşmaktadır,

Canla – gönülle arayışa düşmüştür; balçıktan tiksinir, kaçar,

 

8640, Arayışta nefsi, gönül sahibinin ayak bastığı toprağa kurban eder,

Boyuna ölüme doğru yürür – gider: her solukta ölümden azıklar, bağışlar gelir ona,

Yoklukta   varlık   bulur,   yaşayış bulur:   hattâ   onun   hayâtı,   ölümün   ta kendisindendir,

Ölüm,   yokluk,   ona   Allah’ı   anıştır,   namazdır;   ölümü   yüzünden   ona, Allah’dan bağışlar gelir,

Varlıktan  kaçar da  sarhoşluğu, kendinden geçişi yüzünden  ebedî olarak kararsız bir hâle düşer,

Yokluğu canla – başla yurd edinir; bu sığınakta tehlikeden kurtulur,

Her ne söylerse Hak’tan söyler; Hakk’a canla – gönülle koşar

Onun katında dünyadan bahsedilemez; sözü, ancak can âlemine dâirdir,

Ağzından hikmet ve ilim doğar; yeri – yurdu, dâima Allah aşkıdır,

Gönlü, hikmetler kaynağıdır; tertemiz canı, Hak nîmetlerini saçar – döker,

 

8650, Sözü de, hâli de Ma’rûf gibi yücedir; cihanın müşkülen, ona apaçıktır,

İyi de, kötü de ona görünür, gizli kalmaz; ne söylerse, gördüğünü söyler,

Sözü birisinden, bir kitaptan aktarma olmadığı gibi kıyas yoluyla da değildir; işi, aslından temele oturmuştur,

Dünyâ karanlıklarında muma benzer, anlatır, bildirirken can bağışlar,

Bu âlemde Hak mazharıdır; kendisine uyulur; Âdem gibi halîfedir,

Kim   bu   çeşitse,   odur  benim   yakınım;   odur  derdimin  dermanı,   yaramın melhemi,

Gönül derdine dermandır sanki; boyuna Tann’ya kavuşmayı diler o,

İki gözüm, onun ayağının bastığı topraktır; o, erkeğin rûhununda kıblesidır, kadının ruhunun da,

Ne mutlu o kişiye ki dervişler için bütün yakınlarını terkeder,

 

8660, Söylenmesi gereken ne varsa söyledim; birçok seçilmiş inciler deldim,

Sen tümden inanırsan Hak yolunu sana gösteririm de gidersin,

Yalnız nefsini öldürmeye iyice niyetlen de acıdan da kurtul – gitsin, ekşiden de,

Bir bak hele, nefis ne yüzden çullanmış sana; gör de düzenleri açıkça anlaşılsın sence,

O, hüküm yürütmekte, sense hükmüne girmişsin: kendisi gibi seni de mahrum etmiş,

O, buyruk sahibi olmuş, sen tutsağa dönmüşsün; seni zincirsiz o yana, bu yana sürüyüp durmada,

Böylesine paha biçilmez bir ömrü, o alçağın uğruna yitirip gidiyorsun,

O lanetlenmiş, gıdadan güçlenir: kes gıdasını, önüne kan dök onun,

Açlıkla gıdâlandır onu, ekmekle değil: çünkü bu derdin dermanı odur,

Onu   dünyâ   lezzetinden   mahrum   edersen   âhiret   tadlarından   yüzlercesine kavuşursun,

 

8670, Hiçbir suretle murâdını verme onun, dileğine kavuşturma onu; boyuna gamdan, eziyetten başka birşey verme ona,

Onun gıdasını mihnetten ,meşakkattan düz – koş da yalvarıp yakararak namaza koyulsun,

Aç kal: işin sonunda, birçok nimetlerle doyarsın,

Bu nıeyvayı az ye de âhirette Tuba ağacının meyvaları çok – çok sunulsun sana,

Varını – yoğunu, malını – mülkünü terkedersen, kıyamet gününde yüzlerce misli verilir,

Yemeden-içmeden, uykudan vazgeç,uyanık dur da sonunda o yüzü göresin, o kavuşmaya eresin,

Allah gıdasını açlıkta ara da geriye döndüğün vakit gözü tok dönesin,

Şu ince yolda dikkatli yürü de gerçekleyişte tek kişi ol,

Yola riyâzatsız adım atma da peygamberler gibi yücel,

Mustafa, açlığın ta kendisi, yüce kişilere yemektir buyurdu:

 

8680, Gerçek erin bedeni, onunla dirilir; boyuna meleklere yoldaş olur, eş kesilir,

Avcılar, doğanı, köpeği aç tutarlar, yiyeceklerini, içeceklerini az verirler,

Açlıkla avlar tutup avcıya getirmelerim sağlarlar,

Avlanmayı aç ister; avlanmaya girişir; üst olur; avını avlar,

Tok köpek, nerden av avlayacak? Tokluğu, ona bir bağ olur,

Tokluk onu avlanmaktan bağlar, arslanlık gösteremez,

Sen de tıpkı bunun gibi, nefse az ekmek ver de gizli avları avlasın,

Hiçbir vakit dileğini verme; bedenden ayır onu da can isteğine düşsün,

Çabucak yokluk taşıyla taşla onu: yok olduktan sonra acınmış olur o,

Savaş gürzüyle başına vurmazsan Allah seni, kullardan saymaz,

 

8690, O yalnız, seninle yoldaş oldukça Allah’ın lütuf konağına yol bulamazsın,

O murdardır, murdarla yola düşme; tertemiz âlemde ayaksız koş, yürü,

Elbiseye bir pislik bulaşırsa, gerçekten de namaza engel olmaz mı?

A sevap uman, görünen pislik, namaza engel olursa,

O murdarlığın aslı – esâsı olan, sevgiliye yakınlaşmaya, ona kavuşmaya engel olan iç murdarlığı,  elbette daha üstündür,

Ondan tamâmiyle arınmadıkça nasıl olur da Mesih gibi göklere ağabilirsin?

Dışını, namaz için arıt, içini de niyaz için arıt,

Dışın tertemiz oldu mu, içini de tertemiz bir hâle getir,

Çünkü insanın aslı dış – baş değil, içtir, gönüldür; baş yele benzer, içse kanada,

Ayakla binlerce yılda aldığın yolu, kanatla daha önce, hemencecik alırsın,

 

8700, Beden, yolda ayakla yürür; cansa Allah’a kanatla uçar,

A bilgin, can kanadı aşktır, canı oraya aşksız nasıl uçar;

Kimin aşkı fazlaysa kanadı da güçlüdür; bizce de şu bellidir ki çok, azdan daha üstündür,

Kim daha fazla âşıksa daha ilerdedir; herkesten daha iyidir, daha ölçülü – düzenli,

Hak yolunda âşıklar, saf- saftır; arddaki saf, öndekinden ders alır,

Bu safların önündeki imamsa, Hakk’ın vuslat mihrabında tektir

Herkes ondan feyz alır, oysa Hak’tan: o, burçlardan da üstün bir derecededir, yedi kat gökten de,

Ahmed   gibi dereceleri aşmıştır: gözünü bir   olan Allah güzelliğiyle doldurmuştur, gözünde başka şey yoktur onun,

Hak’ta mahvolmuş, o dîdâra garkolup gitmiştir; onun zâtını başkaları gibi sayma,

Şekli başkalarına benzer, şu halk gibidir bedeni, onlar gibi yer, içer,

 

8710, Beden bakımından yeryüzündedir ama sırrı, Arşı da aşmıştır,

Kim o yüzü perdesiz gördüyse solmuş, porsumuş bile olsa dirilir,

Hem de sonunda gene ölecek, varını – yoğunu başkaları alacak bir hayâtadeğil, ebedî hayâta erer,

Hak’tan gelen dirilik, ebedîdir; güneş gibi aydındır, parlar, parlatır – durur,

Hak’la ebedî olarak bakiydin canlara hem şarap olur, hem sâkıydir,

Herşey, gerçekte onunla diridir; herşey ölür – gider, diri olarak o kalır,

Ölüm karanlık, nûrsa hayattır: nur, şu karanlıklardan gitti mi,

Dünyâ   da   ölü   bir  hâlde  kalır,   dünyâdakiler  de;   çünkü   sevgilinin  yüzü gizlenmiştir onlardan,

Çünkü herşey, onun nuruyla doludur: hepsine de nur, o güneşten gelir,

Bu şeyler, evlere benzerler: Allah nurunun vurmasıyla aydınlanmışlardır,

 

8720, Nurunu onlardan gizledi mi, hepsi de cansız kalıba döner,

iyiden – kötüden, pisten – temizden ne v arsa hepsi de helak olur – gider,

Böylece  de  arılığın,   yaşayışın   onlardan   olmadığının,   eğreti   bulunduğunun bilinmesini sağlar,

Eğretiydi, gene aslına gitti; güneşin ışığı, güneş değimlisinden nasıl ayrılır?

Herşey onun nurundan mahrum kalınca hepsi de ölüp gitti, yalnız Hak kaldı,

Ama nurda yok olan can, yokluktan sonra nurda varlığa erer,

Böyle kişinin zâtı, lâtif ışıklardandır: tümden aşağılık kişileri de aydınlatır, yüce kişileri de,

Öyle bir nura yokluk eremez; çünkü o Hak’tandır, Hak’tan özgeye gitmez,

Allah durdukça o da durur; dâima Tann’yla bâkıydir,

Bedeni yok olur, ölür – giderse canı, mekânsızlık âleminde saltanata kavuşur,

 

8730, Balıktan Simâk’a dek herşeyi nûrlandırır: mü’minlere cenneti bağışlar, hurileri ihsan eder,

Can cihanında vali olur; herkes alçaktan yürür, oysa yücedir,

Sayıdan kurtulur velî olur; onu da Ali gibi Allah arslanı bil,

Peygamberleri onda görebilirsin; sana perdesiz görünürler,

Hiçbir şey ondan dışarda değildir:  iç âlemin yolundan sana yüzlerce âlem bağışlar,

Çünkü Hak onunla, onsuz değil; onun kapısını seç, orda dur,

Allah, yere, göğe sığmam, beni orda arama:

Ama mü’minlerin gönüllerine sığarım: canla onların kapılarını bir iyice çal,

O gönüllerde beni bulursun da sulardan da kurtulursun, topraklardan da buyurdu,

A arayan, şeyhin eteğini tut: çünkü Hak, o dilden söylemekte,

 

    8740, Onun işi de tümden Hak’tandır,sözü de:soluktan soluğa gerçek bir gönülle ondan ders al,

Böylece o dersle öne geçersin, bütün önde gidenlere ulaşır, onlara katılırsın,

Yeter artık, bundan böyle susayım: ağızsız olarak o şaraptan içeyim,

Yönsüz – yöresiz yöne, kimi gönül yolundan, kimi sözle çok sala verdim, çok seslendim,

Kimin talihi kutluysa tahttan, taçtan geçer,

Hak için dünyâdan bezer: o pazarda dükkân arar,

Yokluktan geçer, varlığa ulaşır; varlıktan – benlikten geçip Allah vuslatına yol alır,

Buna son yoktur; sus ey Veled: aynayı kilimin içine koy,

Bu cana can katan sözlere altıyüz doksan yılında başlandı dostum,

Rabîulevelin ilk günü söze başlanmıştı: uzun sürdüyse uzun sayma, usanma,

 

 8750, A övünen er, Cumâdelâhıra ayının dördüncü günü de sona erdi,

Yol – yordam, bu defterle tamamlandı: bundan sonra daha neler gelir bakalım,

Buna ne son vardır, ne bitim; âyet tamamlandı, bitir artık,

Âyet bitince namaz tamamlanır: değil mi ki sarhoş oldum, kadehi elimden bırakayım,

    8754, Artık ne okşayayım, ne azarlayayım: değil mi ki kitap bitti, dudağımı yumayım,

8>
-Zi’l -Hıccet’ül-Harâm l394-
9


 

ETİKETLER: