ŞAKİR PAŞA AİLESİ’NİN KADINLARI RİFAİ DERGAHINDA

A+
A-

ŞAKİR PAŞA AİLESİ’NİN KADINLARI RİFAİ DERGAHINDA

Bugünlerde Şakir Paşa Ailesi adlı televizyon dizisinde Sultan Abdülhamit dönemi paşalarından birinin hikayesi anlatılıyor. Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan modernleşme hareketi önce Saray ve yüksek bürokrat çevrelerinde başladı. Büyükada’da muhteşem bir köşkte yaşayan Şakir Paşa ailesinde bu anlayışın izleri görülür. Yabancı mürebbiyeler, piyano dersleri, giyim kuşam sofra düzeniyle tam bir Batı özentisi hayat geçerlidir. İlk üç bölümde İsmet Hanım’ın bir ara Kur’an okuması dışında hiçbir milli ve dini unsur yoktur.

Bu yazıda ailenin fazla bilinmeyen bir yönüne değineceğim. Şakir Paşa’nın eşi İsmet Hanım ileride Kenan Rifai’ye intisap edecektir. Kenan Rifai (1867-1950) Galatasaray Lisesi mezunu bir eğitimci olup 1908-1925 yılları arasında Ümm-i Ken’an Degahı şeyhliği yaptı. O dönemde İstanbul’un yüksek tabakasından ilgi gördü. İsmet Hanım’ın ve kızlarının da bu dergaha yolunun düştüğünü Samiha Ayvedi’den öğreniyoruz.

Ayverdi’nin Rahmet Kapısı adlı kitabında “İsmet Hanımefendi” adlı bir yazı yer alır. 1937-1938 senelerinde İsmet Hanım’ın kızı Hakkıye’nin bir telefon konuşmasıyla başlayan yazıda İsmet Hanım’ın göğüs kanseri ameliyatı olup olmaması konusunun Kenan Rifai’ye sorulduğu görülür. Samiha Ayverdi yazısına şöyle devam eder:

BİR KAPIYA BAĞLANMA

“Ezeli bir ruh saltanatına sahip olan bu kadın (İsmet Hanım), de­ğirmen taşı arasında un-ufak olan tane gibi, dünya çi­le ve acıları ile döğüle elene, nüzul kavsinden uruc kavsine geçerek (manen yükselerek), hayattan maksud olan neticeye var­mış insandı.

Büyük oğlu Cevad Şakir Bey, Afyon’daki çift­liklerinde babasını öldürmek gibi elim bir kaderi yeri­ne getirip hapse girdikten sonra, İtalyan olan karısı ve yedi sekiz yaşındaki kızı da, bu çileli kadının üstüne kalmıştı.

Ağabeylerini asla af etmeyen diğer beş kardeşin asabi müdahalelerine rağmen, anne, cezaevindeki suç­lu damgası yemiş oğluna, bir tekme de kendi ata­mazdı.”

Şunu da ekleyelim: İsmet Hanım’ın kızı Aliye’nin Kenan Rifai Öğrencilerinden Semiha Cemal’le (v. 1936) konuşurken bir ara “Elbette fani şeyleri sevmekten Allah’ı sevmek daha güzel. Fakat Allah’a olan aşkı nasıl, ne ile gerçekleştirmeli, yani Allah’la nasıl rabıta kurmalı?” diye sorduğu görülür. (Kenan Rifai, Sohbetler, s. 143)

İTALYAN GELİN

Ayverdi’nin yukarıdaki yazısı şöyle devam eder: İtalyan gelin, aşırı bir İtalyan milliyetçisi idi. İs­met Hanım’ı çok seven Hatice Cenan Hanım (Kenan Rifai’nin annesi, vefatı, 1919) iki arada kalmış küçük çocukla alâkalanmak inceliğini gös­tererek bir gün:

-Yavrum, Büyükada’daki köşk mü güzel, yok­sa Beyoğlu’ndaki apartman mı? diye sorduklarında, kara tahta gibi, kafası annesinin bu küçük hafızaya yazdıkları ile dolu olan çocuk: “Ne Ada, ne Beyoğlu, İtalya güzel!” diye, hiç görmemiş olduğu anasının memleketine hayalen bağlılığını dile getirmişti.

Akibet, İtalyan gelin, bir müddet sonra da, İsmet Hanımefendi’nin müşfik himayesinde daha fazla kal­mayarak, kızını alıp, bir daha dönmemek üzere, İtal­ya’ya gitmişti. Sonradan öğrendiğimize göre de, büyüyen kız da bir İtalyan ile evlenmiş. (Samiha Ayverdi, Rahmet Kapısı)

Şakir Paşa’nın eşi İsmet Hanım’ın ve kızlarının Ümm-i Ken’an Dergâhı’na intisaplarının tekkelerin kapanmasından çok önce olduğu, 1925’ten sonra da irtibatlarının devam ettiği anlaşılıyor.

VATAN HAİNLİĞİ

Rahmet Kapısı kitabı çıktığı günlerde (1985 yılı) M. Nuri Yardım’ın Cevat Şakir hakkındaki sorularına cevap verirken S. Ayverdi şöyle diyecektir: “Sırtlarına bir milli manevi zırh giydirmeden yâd ellere gönderdiğimiz çocuklarımızın gömlekleri batının ilk darbesi ile deliniyor. Bence, sağlama alınmadan gençlerimizi Av­rupa’ya veya Amerika’ya yollamak vatan hainliğinden farksız. Bugün Türkiye sanki bir fidelik. Toprağından sökülen genç, meyve ve mahsulünü yabancı ülkelere veriyor. Hudutlarımız dışında binlerce Türk genci, memleketine dönmeyi düşünmeden menfaatin ve rahatın ağına takılıp geri dönmüyor.” (Samiha Ayverdi, O da Bana kalsın)

Bunun tipik örneği Cevat’ta görüldü. Sürgün olarak yaşadığı Bodrum’un eski isminden hareketle “Halikarnas Balıkçısı” adını benimseyen bu kişi; Mavi Anadoluculuk sloganıyla, milli ve yerli kültürümüzü bir tarafa bırakıp, Anadolu’daki Türk öncesi kültür ve medeniyetlerin peşine düşen bir zümrenin sembol kişilerinden oldu.

*

Ayverdi’nin “vatan hainliğinden farksız” diye tanımladığı durumu ben şöyle anlıyorum: Yazar, Avrupa, Amerika gibi başka ülkelere göndereceğimiz çocuklarımızın oralarda kaybolup gitmemesi, ülkesini, kültürünü unutmaması için onların “sırtlarına bir milli manevî zırh giydirmek” suretiyle “sağlama alınma”dan gönderilmemesi gerektiğini hatırlatır. Gerçekten gittikçe artan bir şekilde, ülkemizin iyi yetişmiş birinci sınıf kafaya sahip bazı gençlerinin gelişmiş Batı ülkelerine gidip bir daha dönmemek üzere oralarda yerleşmeleri düşündürücü ve üzücüdür.