4000 – 4999

A+
A-

4000, Kelîm, sarhoşçasına, «Bana görün” dedi de herşeyi bilen; ona, sen beni hiç mi,hiç göremezsin diye cevap verdi,

Sana  görünmeyi  esirgemem ama benim Ay’ım,  gene  de  senin  için bulut altında,

Çünkü bulutsuz bir ışığınla da sana vursam, yok olursun: sonra nerde bulurum seni,

Sana,  seni  esirgediğimden  ışınlıyorum;  gelmeme  değil,  adım  atmama  bile tahammül edemezsin,

Ana, çocuğunu sevdiğinden, gençlik çağına erişsin, sonra da ihtiyar olsun diye sütle besler,

Ona önceden ekmek verse çocuk, o anda ölür, cansız kalır,

Ebedî diri olan ve sevgi ihsan eden padişahın tapısında da dualar, bunun için kabul edilmez,

Yoksa dileyenin dileğini vermemesi, nekesliğinden değildir; ama ortada perde

olmadıkça da dileyen, ışığından, hararetinden yanar,

Onun rahmet sofrasında nekeslik yoktur; hiç kimse ordan nasibini almadan dönmez,

Onun cömertliği lıerşeyi kavrar; ışığı, bütün dirileri kapsar,

 

4010, Senin lutfunla varlıklar, yoktan – yokluktan akıp gelmiştir; hastalıklara şifa senden gelir,

Ölenlerin  gönüllerini   sensin  dirilten;   dileklerini   yitirenlerin  sersin   işlerini düzüp koşan,

Herkese ihsanda bulunansın sen; neyi vaadettiysen vaadinde duransın sen,

Kalıplar, lutfunla suretlere bürünür; canlar, senin bahçelerinden meyvalar derer – devşirir,

Suretim, senin \liziinden anlama döndü; suretim, lutfunla anlam oldu gitti,

Özüm, güzelliğinle doldu; artık geleceğe aldırış bile etmem,

Burda ne geçmişi düşünmek var, ne geleceği, bundan böyle seninle devlete eriştim ben,

Ben denize garkolmuşum, yok olmuş – gitmişim: bilgim ortadan yitmiş de bilinen olmuş gönlüm,

Suretim  yokluk,   onun  zâtiyse  var  olan;   kardeşim,  artık  bizim  katımızda yokluktan bahsetme,

Suretim, bir olanda yok oldu; ben gittim; kimdir o bir olan var?

 

4020, İbâdet edenin bedeni yok olduktan sonra, ibâdet eden, ölüp gittikten sonra nasıl secde edebilir?

O öldükten sonra bir bak da gör; kimdir arayan? Onun aşkıdır ki bedensiz olarak koşup aramakta,

Herşey aşktır, başka ne varsa âlet: Ey gönül, âlette manevî bir hâl yoktur,

Sen aşkı gör de bundan da geç, ondan da; aşktan başka hiçbir şey görme, bilme,

Aklını başına al; yalnız aşktan yardım gelir; dünyâda aşktan başka iş gören yoktur,

İster gül ol, ister tiken, onunla dirisin sen; aşkın eteğini bırakma elden,

Karınca da aşkla diridir, Süleyman da; herkese, her solukta odur rızık veren,

Onun huyu – huşu bağıştır, cömertliktir; odur keremiyle tikeni bile hurma eden,

Çocuk, hararete düşer, o halde de bal isterse baba, sevgisi yüzünden ona aksini söyler,

Yüzünü ekşitir de, ekşi  daha iyidir;  sana herşeyden daha iyi gelecek şey meyvalardır der,

 

4030, Oğul der; ayva iyileştirir seni; başka meyvalardan da zarar gelir sana,

Onun merhameti, çocuğa zahmet görünür; nîmet definesi, ona elem görünür,

İşin aslını bilmez, aksini görür; uyuyan, uyanık olanın hâlini nerden bilecek?

XC

Uyuyan birinin ağzı açık kalmıştı, Bir yılan ağzına girdi, Akıllı bir atlı bunu gördü; bu adama hâli anlatırsam korkusundan ödü kopar, iyisi mi, zorlayıp döverek ona bu dağ meyvalarıdan yedireyim; yukarı – aşağı koşturayım; belki kusar da yılan karnından çıkar dedi; öyle yaptı, Erenler de nefsin çirkinliğini halka haber verseler, halkın ödü patlar, itâattan da kalır, ibâdetten de, Ama onlar, halkı öyle bir yolla işe koşarlar ki halk sonunda nefisten kurtulur,

Dinle hele: Uyuyan birinin ağzı, havaya doğru açık kalmıştı, Ağzına bir yılan girdi; uyanmadı bile,

Eşsiz bir atlı bunu gördü; ne yapmak gerektiğini düşünmeye koyuldu,

Ona bunu duyurursam dedi, ödü patlayıverir,

Elinden de birşey gelmez; hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar gibi yıkılır – gider,

Akıldan da olur, fikirden de; varlığından bir eser bile kalmaz,

İyisi mi, ona haber vermeyeyim de yılan, kolayca çıksın karnından,

 

4040, Şu işi yerinde gördü; onu zorlayayım, döveyim dedi; dağ meyvalarından ona çok-çok yedireyim,

Sonra da onu dört yana koşturmayı, ırmağın suyundan ona bol bol içilmeyi kurdu,

Böylece kusmasını, yılanın da kusmuğuyla karnından çıkmasını  sağlamayı istedi,

Gürzünü kaldırıp adamın yanma koştu; onu uyandırıp gürzüyle zorladı, yerden yere koşturmaya başladı,

Uyuyan uyanmış, eyvanlar olsun demeye başlamıştı; ne diye beni yerden yere top gibi sürüp yuvarlıyorsun diyordu,

Önüme, ardıma vuruyorsun; senin yüzünden başım da yara bere içinde kaldı, ayağım da,

Ben sana ne yaptım da bana böylesine kin güdüyorsun; senin gibi ben de mü’min değil miyim, bu ne biçim din?

Pek de merhametsizsin, nasıl adamsın sen? Suçsuz kanıma giriyorsun,

Acımaktan da pek uzaksın, îmândan da; canın var ama îmânın yok,

Yırtıcı kurt gibi aziz kişiyi aşağılık kişiden ayırd etmiyorsun behey lâletlenesi diye bar – bar bağırıyordu,

 

4050, Atlıysa ona, herze yeme, ne dersem onu yap, hadi demedeydi;

Hadi, hemencecik şu meyvaları ye; hem eriği, hem elmayı, hem de armudu ye,

Ye bunları diye gürzü vuruyor, ekşi de olsa ye diyordu, tatlı da olsa ye,

Ona bir hayli meyva yedirdikten sonra da rahat – esen bırakmadı onu,

Tez koş, yukarı – aşağı, haber çavuşu gibi yel – yöpür diyor, onu dövüyordu,

Birazcık dinlenmeye, sersemliğinden kurtulup kendine gelmeye bırakmıyordu onu,

Çekinmeden gürzle onu dövmede, kimi yanına, kimi arkasına vurmadaydı,

O istekli bir hayli koştuktan sonra ansızın gönlü bulanmaya başladı,

Kusarken, yediği veyvalarla beraber yılan da karnından çıktı; o yana – bu yana süzülmeye başladı,

O gaafılin, yılanı görünce bilgisizliği gitti, aklı, adam – akıllı başına geldi,

 

4060, O atlıya yüzünü döndü de, Allah’a şükürler olsun ki dedi, seninle eş oldum,

Sen, olmasaydın bu yılan beni helak eder, sokar – öldürürdü,

Sen Allah eri  misin,  Allah elçisi misin ki  beni tuttun,  aşağılardan çekip yücelere ağdırdın,

Sen bana din yolunu gösterdin; bunu anam, babam bile yapmadı bana,

Onların ikisi de bana hayvanlığa ait bir varlık verdi; şu aşağılık dünyâ benim için geçip gidici zâti,

Yılan, içinizdeki nefistir; şeyh onu meydana çıkarsa,

Ödünüz patlar, heybetinden yok olur – gidersiniz,

Nefsin kötülüğünü, size dille söylese, sizde can kalmaz,

Korkudan başınızı – ayağınızı yitirirsiniz, aklınız da yiter – gider, canınız da,

Kaçıp kurtulacak yer bulamazsınız; göğe de uçup ağamazsınız,

 

4070, Şeyh, daha da uygundur da o yüzden bunu sizden gizler; dile getirip söylemez size,

Kendinizden tümden ümit kesmemenizi, Ay gibi o güneşin ışığıyla dolmanızı diler,

Hikmetini böyle görür de nefsinizi çeker-çekiştirir; böyle büyük bir düşmandan sizi kurtarmak için öldürür onu,

Nefis ateştir, şeyhse Allah nuru; ey gerçek arayan, ateş, nur yüzünden söner -gider,

XCI

Esenlik ona, Peygamber, «Cehennem, geç ey mü’min, nurun ateşimi söndürdü der» buyurur; bunu anlatış,

Peygamber’in hadîsini duymadın mı; o serverın ne dediğini işitmedin mi?

Cehennem mü “mine böyle der buyurdu: Geç ey seçilmiş dost;

Çünkü nurun ateşimi söndürdü; işimi – gücümü yele verdi,

Cehennem, mü’minin yüzünden tümden söner, ölür-giderse, parça-buçuk nefis ne hâle girer?

Artık sen söyle, Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut,

İşin-gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o, senin zehirini giderir; sana şekerler  verir,

 

4080.Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi bildikten sonra bilgiden hiç söz açma,

Kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık,

Çünkü ulaştıktan sonra araman, adetâ ırmak içinde su aramalıdır,

Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, gene bilmeye çalışmak, anlamsız kötü  birşeydir,

Delâlet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık,

Fırat’ta su aramak, çirkin bir iştir: ovada toprak aramak, kötü bir şeydir,

Maksada ulaştıktan sonra gene de onu araman, dilemen, birşeyi bulduktan sonra onu bir daha  aramaktır: onu tekrar aramaya kalkışma,

Bize kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten bir eser kalmaz ki,

Kalan odur,  ondan başkası yiter – gider: onun dilemediği herşey, ortadan kalkar,

Artık sen, Allah’a kavuştun, ebedî oldun: onun şarabını içtin neşeyle, kandın demektir,

 

4090, Şeyhin bağışını ebedî ruh bil: öylesi ruhu da şarap say, sâkıy tanı,

Onun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır: ama bunların üçü de birdir: ayrı sanma,

Zevki, bir gör, iki görme: cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma,

Çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma: çünkü senlik o durağa sığışmaz,

Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah’dan binlerce yardıma nail olasın,

Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak; gel de ad sahibi ol,

Katreydin, coş – köpür, deniz kesil; aşağılığı bırak, yüceye ağ,

Kendine gel, aslından ayrılma, gel beri; onun, aslı da sendedir, faslı da,

Çünkü öz – özet sensin; âlemse tortudur; sen, pek, hem de pek büyüksün: âlemse küçücük birşey,

Sen tek birşeysin, dağlarsa yüzlerce; o kadar da ağır, ama onları yerlerinden kaldırıveren sen değil misin?

 

4100, Bu dünyânın sonu – sınırı var; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu,

Bunu gören, göğe ağdı: Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı – gitti,

O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hattâ yen, göğü bile deler geçer,

Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit o gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok,

Değil mi ki sen bana itaat ediyorsun; hem ruh kesildin bana, hem beden,

İkimiz de zevkle dopdolu bir hâle geldik demektir; ikimiz de bir şevkle dirildik artık,

Bütün bedenlerdeki şavk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şavkı bir bil,

Şavk,   şüphe  yok  ki  seni  cennetlere  götürür;   hem  de  öyle  cennetlere  ki gönüllerden, öz arılığından var olmuşlardır,

Ben şu aşağılık âlemden feryâd etmedeyim; çünkü halkı, her solukta kendine meftun etmede, aldatmada,

Gözünün önüne güzeli diker, bağı-bahçeyi getirir; tatlı içinler sunar; oysa zehirdir, zakkumdur onlar,

 

4110, Dünyânın bezentileri, gönül perdesidir; çünkü hepsi de sudan topraktan var olmuştur,

Ben bunları size gösteriyor, gerçeklerim söylüyorum; gözü olan görür de can defineleri nerdedir, bilir,

Beden bakımından altı yönle beş duygudan ibaretsiniz ama, her bireriniz, yüzlerce definesiniz,

Melek gibi göğe uçmadasınız; arılık – duruluk göğüne yücelip durmadasınız,

Can gibi  başsız – ayaksız gidiyorsunuz; yuvar – teker, yerden, yersizlik, mekânsızlık âlemine yürüyorsunuz,

Beden  hapishanesine  dört  mıhla  çakılmışsınız,   çarmıha  gerilmişsiniz  ama şüphe yok ki hepiniz de benim nûrumsunuz,

Aşk dünyâsında ikilik yoktur; geç ikilikten; hepsi de tümden, sensin, sen,

Bu söze son da yoktur, sınır da yok; durma, yürü, Burhâneddîn’i anlat,

XCII

Allah ondan razı olsun, Seyyid Burhâneddin-i Muhakkık-ı Tirmizî’nin, Allah antlısını ulıılasın, Hazret-i Mevlânâ Bahâ’ül-Hakkı ve’d-dîn’e Belh’te mürîd olması, Belh müftülerinin, esenlik ona, Hazret-i Peygamber’i, rüyalarında, büyük bir çadırda otururken, Bahâeddin Veled’i karşılayıp tam bir ağırlayışla yanlarına oturttuklarını, müftülere, bundan böyle, bunu Sultân’ül Ulemâ diye çağırın tarzında emrettiklerini görmeleri’ Müftülerin sabahleyin bu şaşılacak rüyayı söylemek üzere geldikleri zaman, onlar söze başlamadan, gördüklerini, bütün belirtileriyle söylemesi; o toplumun da şaşkmlılığı birken iki oluşu, Dâima halkın gönlünden geçenleri söylemesi, daha da onların bilmedikleri, başka faydalı şeyleri haber vermesi,

Gençliğinde (Burhâneddîn), Belh’e gelmiş, oraya yerleşmek istemişti,

O arayıp duran, atamızı gördü; kendisinde de Allah aşkı, üstün bir derecedeydi,

 

4120, Atamızın lâkabı, Bahâeddin Veled’dı; âşıkları, sayıyı da aşkındı, sının da,

Fetva vermekte eşi yoktu; takvada da melekleri geçmişti,

Dünyâda ona benzer bir bilgin bulunamazdı; adalet sahibi de kuluydu onun, zâlim de,

Bütün fenlerde üstaddı; Allah ona bilgiyi tam olarak vermişti,

Ebû – Hanîfe diri olsaydı, kapısında canla – başla kul olurdu,

Fahr-i Râzî ve yüzlerce İbni Sînâ, o can gözü açık ere karşı kim olabilirdi ki?

Hepsi de yeni belleyen çocuk gibi her gün onun tapısına gelirdi,

Mustafâ, Allah peygamberlerinin kutlu, ona Bilginler Sultânı demişti,

Ulu müftülerin her biri, rüyasında kurulu bir çadır görmüştü,

Mustafâ, o çadırda, nâz-ü namı içinde oturup yaslanmıştı,

 

4130, Ansızın Din Bahâ’sı Veled, çadırdan içeriye girdi,

Mustafâ onu görünce yerinden kalktı, onu karşıladı, elini tuttu,

Yanma oturttu, bu buluşmadan sonsuz memnun oldu,

Müftülere, bu günden itibaren bu din padişahına dedi;

Hepiniz de, Bilginler Sultânı deyin; onun ardında, canla – gönülle, yaya olarak koşun,

Ulu müftüler, rüyada, Ahmed’den bu lâkapları duydular, işittiler,

Sabahleyin hepsi de, nifaktan arı olarak, gerçeklikle,

Kapısına geldiler; ona bu rüyayı söylemek, sırrını anlamak istiyorlardı,

Onlar, söylemeden o, gördükleri rüyayı anlattı, sırrı gizlemedi,

Onlara, hâlinden, durağından nişaneler gösterdi; anlatmak istediklerini hepsini de anlattı,

 

4140, Hepsi, tapısında feryada başladı; defsiz, neysiz coşkunluklara girişti,

Kerametine   şaşırıp  kaldılar;   bütün  ayrıntılarıyla  verdiği  haberlere  hayran oldular,

O,  boyuna kesin  deliller gösterir,  halkın gönlünden geçenleri bilir,  haber verirdi,

Manevî zevk ve safa ehlinin, Allah’dan neler elde ettiğim bilmelerini isterdi,

Dilerdi   ki   onları,   Yaratıcının   naipleri   olduklarını,   her  birinin,   dolaylarınpadişahı bulunduğunu bilsinler,

İsterdi  ki  onların  dilekleri,  iki  dünyâda da olur,  iyi  – kötü,  ne dilerlerse meydana gelir:

Bir solukta şeytanı meleğe döndürürler; meleği de kötü bir şeytan yaparlar,

Alemde, mutlak hükmedenlerdir onlar; âleme lütuf, onlardan gelir,

Herkes,   onları   ışığının   vurmasıyla   aydınlanır:   gönüllerdeki   tiken,   onları lûtfuyla güllük – gülüstanlık olur,

Hepsi de gerçekler güneşidir: mâna âleminin inceliklerinin hayâtı, onlarladır,

 

4150, Bütün sözler, bedenlere aittir: çünkü her bedenin ayrı – ayrı adı vardır,

Dalgaların sayısı yüzlerce olsa bile sen denize bak da sayıdan vazgeç,

Bu kadar sözü yeter sayayım; çünkü remizler çok, hem de pek çok; ama evde biri varsa, bir tek söz yeter,

Seyyid, ona canla – gönülle mürîd oldu; böylece de Şeyh’in lûtfuyla canını ruh haline getirmeyi diledi,

Mürîdlikle muradına erdi: çünkü Şeyhi, ona sayısız bağışlarda bulundu,

Doğan gibi gözünü açtı onun; doğanın, tekrar dönüp padişahına gelmesini sağladı,

Muhtaç bir halde geldi, azık elde etti; ondan kederler geçip gitti: safâlara kavuştu,

Gönlünden aşk kaynağı coştu; canı, ebedîlik şarabını içti,

Gamlar, zevk ve neşe oldu; çünkü Şeyh, aşk yoluna kılavuzluk etti ona,

Ayrılık tikeni,  kavuşma yüzünden gül  bahçesi kesildi; kapkaranlık gecesi, apaydın gündüze döndü,

 

4160, Can bakırı, aşk ateşiyle eridi; kimyaya kavuştu da bu yüzden altın oldu,

Ateşe mensup şehvetli, onun yüzünden nur oldu: Tûr’a benzeyen bedeninde, vaktin Musa’sı kesildi,

Varlığından yok oldu, Hakk’a ulaştı; tüm ruh oldu, beden bağından kurtuldu,

Ölümden önce öldü, hâli değişti: ulular ulusu Allah ululuğuyla dirildi,

Sayılı ömrü vardı: bu alış – verişle Allah’dan ebedî ömrü aldı,

Hani toprakta yok olan tohum gibi, yüzlerce dal – budak ve yaprak elde etti,

İncisi coştu – köpürdü, deniz oldu; aşağılığı terketti de yüceldi,

Bu yokluk dünyâsı daraldı ona: melekler gibi göğe ağdı,

O  yücelişle,  o  gidişle,  kavuşma âlemim,  buluşma saltanatını  elde etmek, kolaylaştı ona,

Sonunda âleme kutup oldu; meleğin de secdegâhı kesildi, âdemin de,

 

4170,  Rütbe bakımından insanı da geçince, artık insan, ona hizmet etmeye, tapı kılmaya başladı,

Gümüş dâima altına secde eder; tıpkı onun gibi, altın da inciye karşı secdeye kapanır,

Sevgili, merdiven, basamak – basamaktır; aşağıdaki basamak, üsttekine secde eder,

Çünkü az, çoğu ister; palas, zînetli kumaşa karşı secdeye kapanır,

Yirmi, elliyi arar – durur; tacir de padişaha karşı yere baş kor, bey de,

Kim mertebe bakımından senden üstünse o, padişahındır senin; çünkü senyıldızsın, oysa Ay’dır sana,

Görünüşte onu bulamasan bile iç yüzde ona secde edersin,

Sen onun müridisin ama haberin yok; küçücek bir çocuksun da babandan gaflettesin,

Kul nerden padişahı bilecek, övecek? Meğer anlatsın onu,

Bunun da kıyısı yok; sen o padişahı anlat; yıldızı bırak da Ay’dan bahset,

XCIII

Hak ve Din Bahâ’sı, Allah sırrını kutlasın; Belh’teki halktan incinince, Muhammed Hârezmşâh’a kırılınca yüce Hak da, sen bu vilâyetten çık, ben onları helak edeceğim diye hitâb etti ona, O ilin yıkılmasına, o toplumun helak olmasına, o padişah sebeb oldu, Böylece de, zamanın peygamberi incinmedikçe yüce Hak bir kavmi helak etmez,

Gönül ehlininin gönlü dertlenmedikçe,

Allah hiç bir kavmi rezil-rüsvây etmez,

Mevlânâ Bahâeddin Veled’în Konya’ya gelmesi, Sultan Alâeddîn’in ona mürîd olması; onun kerametlerini gözleriyle görmesi ve Bahâeddin Veled’e âşık olması, Vefatından sonra yedi gün yas tutması, ihsanda bulunması, ata binmemesi ve bütün Konya halkına bağışta bulunması

4180,  Bahâeddin Veled,  Delillilerden incindi;  o zevalsiz saltanat sahibinin gönlü kırıldı,

Hemencecik Allah’dan, ey kutupların padişahlar padişahı tek er diye hitap geldi;

Dendi ki: Bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya,

Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim, belâlarını vereyim,

Hak’tan böyle bir hitap işitince, gazep ipliğinin upuzun eğrilip büküldüğünü anlayınca,

Belh’ten Hicaz semtine hareket etti; çünkü o sır, iyice tesir etmişti ona,

O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi:

Tatar, o bölgelere hücum etmiş, İslâm askeri bozguna uğramıştı,

Belh’i almışlar, o topluluktan hatsiz – hesapsız, bir çok kişiyi ağlata – inlete öldürmüşlerdi;

Büyük şehirleri yıkıp yakmışlardı, Tanrf nın bin türlü azabı vardır,

 

4190, Allah kahrının haddi yoktur; cehennemliğin belâsı, ebedîdir,

Her  peygambere  de  böyle  hitap  gelmiş,  her peygamberin  duasına cevap verilmiştir,

Bu hasetçi topluluktan ayrıl denmiştir; onlar bilgisizliklerinden kör olmuşlardır,

Onlardan ayrıl da helak edeyim onları; yelle, toprakla savurayım – gitsin,

Yahut hepsini suya garkedeyim; yahut da onları ateşe yakayım denmiştir,

O padişahın yolda, küçüklere, büyüklere yaptıkları anlatılamaz,

Zamanın o azîzi, çağının özü – özeti, her şehirde ne kerametler gösterdi,

Onları anlatmaya kalkışsam, o sözlerle dalarım, dilediğimi anlatamam,

Yıllar geçer de onlar gene bitmez; bütün ömrüm de onları anlatmakla geçipgider,

Bunları geçmek gerek; en önemlilerini anlatmalı ancak,

 

4200, Kâ’be’den, Rum ülkesi halkının da ondan rahmete erişmesi için Rum Diyarı’na geldi,

Bütün şehir halkı zamanın o tek erinin geldiğini duydu,

Onun   inci   gibi   değerli,   bulunmaz   bir   er   olduğunu,   güneşin   bile   onun bağışlarıyla parladığım işitti,

Bütün   bilgilerde   benzeri   olmadığını,   aşk   sırlarından   haberi   bulunduğunu anladı,

Kadın – erkek, çoluk – çocuk, genç – ihtiyar, bütün halk ona yüz tuttu,

Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim arlıyor dedi,

Kerametlerini apaşikar gördüler; ondan ne sırlar duydular, sözler işittiler,

Hepsi de ondan vilâyetler elde etti; hepsi de ondan rivayetlere koyuldu,

Birkaç gün, birkaç zaman böyle geçti: büyük – küçük, erkek kadın, ona miirîd oldu,

Bundan sonra padişah Alâeddin de tam bir inançla ve bütün beylerle,

 

4210, Gidip onu ziyaret etti; hepsi de onun şeker gibi tatlı öğütlerini dinledi,

Sultan Alâeddin, onun yüzünü görünce aşkla, tam bir gerçeklikle mürîd oldu ona,

Vaazını duyunca hayran oldu; onu, gönlünde – canında konakladı,

Ondan pek çok kerametler gördü: kendisine ait de birçok belirtiler elde etti,

Önceden de, onun karşısında bir katre bile değildi zâti: beylere yüz tuttu da,

Heybetinden gönlüm tir – tir titriyor: yüzüne bakmaktan korkuyorum;

Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor dedi,

Bütün âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum; yârabbi, bu ne hâl?

Ondan bir heybettir, geliyor bana; o heybetten de bedenime bir titremedir, geliyor,

İyice inandım ki o, Allah dostu; âlemde az bulunur bir er; eşi benzeri yok,

 

4220, Yakınlarına boyuna bunu söyler, gece – gündüz onun övgü incisini delerdi,

İki yıl sonra Allah takdiriyle Bahâeddin hastalandı,, başını yastığa koydu,

Padişah onun hastalığından mahzun oldu: bu dert yüzünden rahatı – huzuru kalmadı,

Ona dolaşmaya gitti: tapısında, iki gözü yaşla dolu olarak, yüreği yanarak ağladı,

Allah bize lütfederse dedi, bu hastalığı geçer se,

Onun ordusunda kumandan olayım, canla – başla ona hizmet edeyim

İyileşirse, bundan sonra o, padişah olsun; ben de canla gönülle kul olayım ona,

Padişah, her zaman, onu gördükçe, bu ahdi tazelerdi,

Padişah, sarayına dönünce Bahâ, yanındakilere dedi ki:

Bu adam doğru söylüyorsa, Allah’tan bizim iyileşmemizi istiyorsa,

 

4230, Göçeceğim an yaklaştı; bu yokluk dünyâsından gideceğim demektir,

Çünkü ben, görünüş âleminde de padişah olursam, bu âlemin değeri kalmaz,

Bütün âlem, Allah sarhoşu olur; herkes bana döner, başsız – ayaksız kalır,

Herkes işten – güçten kalır; herkes Allah’a hayran olur – gider,

Herkes bu hâle gelince de, herkese aşk, eş – dost olunca da

Ne yiyecek bulunur, ne giyecek; halk tümden çalışmadan kalır,

Çünkü   o   sülük   ehlinin   padişahı   (Peygamber),   “insanlar,   padişahlarının dinlerindendir” buyurdu,

Dünyânın yıkımına daha vakit var; gerçekte dünyâ, yokluk dünyâsı ama var görünmede,

Henüz de bu varlığın ömrü tükenmedi; yücelikle aşağılık, daha sürecek,

Bu bakımdan, gerçekten de anlıyorum ki beden âleminin yıkılmaması için gideceğim ben,

 

4240, Gerçekten de öyle oldu: ansızın âhiret âlemine göçtü,

Bahâ Veled, vefat edip dünyâdan, ulu Rabb’in civarına gidince,

Cenaze töreni günü kıyamet gününe döndü; kadın – erkek, kanlı gözyaşları döktü,

Konya şehrine bir ateştir, düştü; onun gamıyla kul da yandı – yakıldı, hür de,

Bilginler,   baş  açık geldiler;  beyler,  padişahla beraber cenazesinin  önünde yürüdüler,

Konya’da kadın – erkek, yüce – aşağı, hiçbir kimse kalmadı ki,

O yasta, cenazesinin töreninde hazır bulunmasın; o yası nasıl anlatayım ki?

Dünyâda hiçbir kimse, birisinin bu çeşit cenaze törenini görmemiştir,

Padişah derdinden, yedi gün tahtına oturmadı; sırçaya benzeyen gönlü, dertle kırıldı gitti,

Haftasında, camide yemek verdirdi; aç da yedi – doydu, tok da

 

4250, Yoksullara, o yüce padişahın vefatı dolayısiyle mallar bağışladı

Gece – gündüz, ayrılığıyla feryâd etti: iki gözünden kanlı yaşlar döktü,

Yas bittikten sonra ihtiyar – genç, bütün halk toplandı,

Herkes oğluna yüz tutup, güzellikte ona benzer sen varsın,

Bundan böyle el bizim, etek senin; hepimiz de sana yüz tuttuk,

Bundan böyle padişahımız sen olacaksın; bundan böyle hepimiz lütfü, keremi senden bulacağız dedi,

XCIV

Allah bizi azîz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ Celâleddîn’in, Allah ondan razı olsun, babası Mevlânâ Bahâeddîn’in yerine geçmesi; babası gibi bilgiyle, ibâdetle zabitlikle, takva ile, fetva vermekle bezenmesi, Allah anılışı ululasın, Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik1 in, şeyhini aramak üzere Konya’ya gelmesi, şeyhini bulamaması, oğlu Mevlânâ Celâleddîn’i zahir bilgilerinde babasının mertebesine ulaşmış bulması ve ona, bilgide babana mirasçı oldun; ama babanda bu zahir hallerinden başka haller de vardı ki onlar, öğrenmekle elde edilmez, Allah vergisidir; onlar, eklenti – bağlantı değildir; özden belirir; o hâller, o hazretten bana ulaştı; onları da benden elde et de her hususta zahirde de, bâtında da babana mîrasçı ol, tıpkı ona dön demesi,

Padişah Celâleddin, babasının yerine geçti,  oturdu; yeryüzü halkı ona yüz tuttu,

Babası gibi zahitti, bilgindi; bütün bilginlerin başı – başbuğuydu, padişahıydı,

Bilgide doğunun, batının müftüsüydü; dünyâdan bilgisizliği bilgiyle sildi – süpürdü,

Ahmed’in dininin bayrağını yüceltti; bu dindekilerin hepsi de onu tanıdı, bildi;

 

4260, Anladı ki babası gibidir, babasından da üstündür; ikisinin hareketleri, halleri,birbirine uygun, dengeli,

Kararsızlar, onunla yatıştılar; hepsi de onun gölgesinde korkudan emin oldu,

Herkese bir başka bağışta bulundu; biri, onun yüzünden Ay oldu, öbürü güneşe döndü,

O inciye sahip olmayanı da göksüz bir yıldız hâline getirdi,

Bağışlarından kimse mahrum olmadı; hem övülen onun bağışını elde etti, hem yerilen,

Herkese, lâyık olduğunu verdi; hepsi de yol aldı, gerçeklere dost oldu,

O bağış dile sığmaz ki anlatılsın; bu yüzden de anlatırken üzülür, incinirim,

Ama gene de onlara ait olayları gözle görünür bir hâle getireyim de bir soluk olsun esenleşeyim dedim,

Dedim ama her bedenin, can âlemine erişmesine Allah’dan izin yok,

Bu yüzden de ister – istemez bu kadarına razı oldum; geçmişi de bıraktım,içinde bulunduğum zamanı da,

 

4270, Bunun ne sonu vardır, ne başlangıcı; sen, gizli şeyleri bırak da gene o hikâyeye dön,

Burhan, bir müddet o ayrılık âleminde kaldı; şeyhini aradı,

Bir hayli gezip dolaştıktan sonra, nihayet ululardan biri haber verdi ona,

Dedi ki: Şeyhin Rum ülkesinde; hem de gizli değil, herkesçe bilinmekte,

Bunun üzerine o arayan er, o yana yürüdü; çünkü şeyhinin aşkı pek üstündü onda,

Şeyhinin aşkıyla yola düştü; kimi yelip yortuyor; kimi yanıp coşuyor, kimi nâz-ü eda ile yol alıyordu,

Şeyhten  kadehini  şarapla doldurmuştu;  netekim kamış  da şekerle öylesine dolar,

Derken neşeli bir halde Konya’ya geldi; şehirlilerden şeyhini sormaya başladı,

Hepsi de, o arayıp durduğun, aşkıyla her yana gezip koştuğun zât,

Bir yıl oldu ki dünyâdan gitti; pilisini – pırtısını gene âhiret yurduna çekti;

 

4280, Topraktan yaratılmış bedeni toprağa gitti; tertemiz ruhu da felekleri aştı dedi,

Seyyid, Şeyh dedi, bizdedir; yağ gibi bizde erimişti o,

Ben Şeyh’in ta kendisiyim, benden bir eser kalmamıştır; hiç şekerin şekerlikten ayrıldığını gördün mü sen?

Su, binlerce testide olsa bile akıllı, testileri bırakıp başka yere gitmez,

Suyu içmek isteyen, testide arar: susamış kişi, testinin resmini bakar mı hiç

Mü’minleri bu yüzden bir saydı; çünkü onları tümüne de kendi ışığını salmıştır,

Biz, hepimiz de Allah’mıza âşık olduğumuzdan biriz; sayısısız,

Sen sevgiye bak, sayıdan geç; bir olan Allah’ın güzelliğini, lûtrunu, sayısız olarak gör,

Bunun da önü – sonu yoktur; sen gene o övülesi erin ne dediğin söylemeye bak,

Söze başladı da cilveler ederek dedi ki: Yanlışsız, kuşkusuz Şeyh, benim,

 

4290, Halkı kendine çağırmaya başladı; kadın – erkek, ona candan kul – köle oldu,

Şehir tümden ona mürid oldu da herkes, gönlüne onun sevgi tohumunu ekti,

Herkes, Bahâ Veled sensin, hattâ sırrın da sırrısın, bir Allah’ın nurusun dedi,

Bu tasarlayışlarında da hiç hatâ yoktu; o yüce padişah, tasarlayışlarından yüz kez de yüceydi,

Ondan sonra padişah Celâleddîn’e dedi ki: Bilgide eşin yok, seçkinsin,

Ama baban hâl sahibiydi; sen de onu ara, sözden geç,

Onun sözlerini iki elinle kavramışsın: fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol,

Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihâna ışık saçmada güneşe benze,

Sen, zahiren babanın mîrasçısısm; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy,

Celâleddin, babasının müridinden bu sözleri duyunca can oldu da artık bedenin çevresinde dönmeyi bıraktı,

xcv

Hak ve Dîn Celâli’nin, Allah bizi azîz sırrıyla kutlasın, Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık’a mürîd olması Allah Ondan razı olsun; dokuz yıl onun sohbetinde bulunması ondan sonra Seyyid Burhâneddîn ve Mevlânâ’nın mücâhede ve rıyâzatla uğraşmaları, ve Celaleddîn’in, Şeyhlik makaamının olgunluğuna ulaşması, onun aynı olması, zamanın kutbu kesilmesi; olgun ve ulaşmış kişilerle önce ve sonra gelen kutupları hepsinin de, onun yardımına muhtaç olmaları,

4300, Candan müridi oldu: baş koydu; ölü gibi önünde yere serildi,

Huzurunda ölünce  de onu diriltti;  ağlayışını giderdi,  gülüş mâdeni hâline getirdi onu,

Gamı öldürdü; derdi, neşenin ta kendisi yaptı; gözünü açtı, hidayet yoluna götürdü onu,

Erler gibi onun derdinin tortulu şarabını içti: zâtı dertlerle dolu olanlar, ebedî diridirler,

Dertsiz adam, bil ki ölüdür: o, boyuna kar gibi erir – durur,

Candaki dert, dirilik nişânesidir; derd, Allah tapısında kulluktur,

Derdi   olmayan   kul   değildir:   toza  –  toprağa  bulanmamış  adamın   sözünü dinleme,

Kimin derdi fazlaysa, yol alan, önde giden, odur; ayağı olmayan, nasıl yol alır

Derdi olmayanın canı, çirkin, kirli bir candır; dertsiz adam, nerden aman bulacak?

 

4310, Derdi olmayan, ölmüş diridir; o, küpün dibindeki tortudur sanki,

Beden, canla diridir, can da dertle, Derdi olmayana, ondan deme,

Gebe, nasıl olur da dertsiz, ağrısız – sancısız doğurur, er olmayan kişi, orduyunasıl kırıp bozar?

Dertsiz   buluşup   kavuşmanın   imkânı   yoktur;   porsumuş   gönül,   buluşma devletine eremez,

Can kuşuna dert, koldur – kanattır; kanatsız kuş, nasıl uçar da konacağı yere konar?

Fazlasıyla ağla, yan, feryâd et de neliksız – niteliksiz Allah, seni nelikten, nitelikten kurtarsın,

Çünkü nelik – nitelik, âşıklara hapishanedir; çalış – çabala da hapisten kurtul,

Bu sözü, her aşağılık kişi nerden anlayacak? Eflâtun bile aşka uzak,

Mevlâııâ, Seyyid’in hizmetinde dokuz yıl kaldı; böylece hem sözde, hem özde onun eşi oldu,

Anlam bakımından eş oldular, sırda da eş kesildiler; çünkü anlam âleminde gönülleri birdi,

 

4320, Derken ansızın Seyyid, yokluk dünyâsından varlık sarayına göçtü,

Celâleddin,   onsuz   tek   başına   kaldı;   gece   –   gündüz,   yüzünü   Allah’a tutmadaydı,

O hevesle uykudan, yeyip içmekten kesildi; araştırma bayrağını yüceltti,

Gerçeklikle,  yanıp yakılarak,  feryâd edip dertlere düşerek böylece beş yıl riyâzat çekti,

İbâdetle dert, birbirine eş olunca melek gibi güzelim göğe ağdı,

Her ihtiyara, her gence sayısız kerametleri belirdi,

Önce gerçeklikten uzaktılar ama sonra onbinlerce müridi oldu,

Ulu müftüler, hüner sahipleri, onu, Peygamber makamında gördüler,

İleri gidenler de, geri kalanlar da ona mürid oldu, kul – köle kesildi: yeşillikler gibi baharın dirildiler,

Cömert davranıp minberde, Peygamber gibi ateşli, alıcı vaazlar verdi,

 

4330, Gizli sırları açtı, söyledi; her zaman, yüzbinlerce inciler deldi,

Güzelim ünü âlemi tuttu; insanları ruhlarını diriltti,

Sırlar, onun yüzünden öylesine açıldı ki her müridi, Ma’rûru bile geçti, Böylece,  davetle   zamanını   geçirmede,

Allah’la   meşgul   olmada, yüzünden âşıklar muratlarına ermedeydi, onun yüzünden aşıklar muratlarına ermedeydi.

XCVI

Adem’in çağından bu zamana dek olgun erenlerin, Allah’a ulaşmış âşıkların halleri belirmiş, halk onlara yüz tutmuş, ululuğa ait hâllerini herkes işitmiş, kabul etmiştir, Bilgi ehliyse, görünüşe kapılıp onları hallerinden haberdar olmamışlardır, Bir dereceye dek ki, Allah rahmet etsin, Mansûr-i Hallaç’ı, halk bilgisizliği son derecede olduğundan dara çekmiştir, Ama âlemleki erenlerin derecelerinden üstün bir derece de vardır ki o, nıâşukluk durağıdır; âleme, buna dâir bir haber gelmemiştir; bu durakta bulunanların ahvâlini hiçbir kulak işitmemiştir; Allah antlısını ululasın, Tebriz’li Şemseddîn zuhur edip, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ Celâleddîn’i âşıklık ve erenlik mertetebesinden mâşukluk mertebesine eriştirmiştir; o zamana kadar böyle birşey duyulmamıştır, Zâti Mevlânâ, ezelde, o denizin incisiydi; herşey döner, aslına varır,

Ansızın Şemseddîn gelip ona ulaştı; nurunun ışığında da gölge, yok olup gitti,

Aşk dünyâsının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti,

Maşuk hâllerini anlattı ona; böylece de sırrı yücelerden de yücelere vardı,

Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun ama şunu bil ki ben, bâtının da bâtınıyım,

Sırları sırrıyım ben, nurların nuru; erenler, benim sırlarıma erişemez,

Aşk da benim yolumda perdedir; diri olan aşk bile benim önümde ölüdür,

 

4340, Tümden maşuk olan dostlar, Allah’ın rızâsını kazanmış erlerden de üstündürler, gerçekle bâtılı ayırd edenlerden de,

Onların hâli söze gelmez; söyle bakalım, onların şarabını kim içer?

Zahir bilgisi, yokluktan uzaktır; ama onların sırrını, yokluğa da örtülüdür,

Zahir bilgisi, yokluktan uzaktır; ama onların sırrı, yokluk daları tanımaz, bilmez,

Ebedîlik saltanatı âşıklarındır ama, maşukun saltanatı, onda da yücedir,

Zahir ehli, Mansûr’u kınadı; çünkü onlar, onun âleminde uzaktılar,

Hepsi de bilgisizlikle ona düşman oldu; çünkü onun sırrından bir koku bile alamamışlardı,

Mansûr bu çağda olsaydı, onların hali, ona da örtülü kalırdı,

O da onlara düşman olur, onlara kasteder, onları cezalandırmak için dara çekerdi,

Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âlem ki ne Türk gördü o âlemi, ne Arap,

 

4350, Üstat Şeyh, yeni bilgi beller bir hâle geldi; her gün onun huzurunda ders okumaya başladı,

Sona varmıştı, yeni baştan ders başladı; kendisine uyulurken o, ona uydu,

Bilgide tek olgun erdi ama onun gösterdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi,

Gerçek âşık pek az bulunur; o, sır gibi insanlardan gizlidir,

Dünyâda, inci gibi pek az bulunur; pek az kişi onun belirtisini görür, ondan haber alır,

Âşıkın hâli böyle olursa ey oğul, can gözünü aç da iyi bir bak

Maşukun hâli nice olur? O, anlatılmaktan da dışarıdır, söylemekten de,

Ulaşıp buluşanlar bile onu tanıyamazlar; çünkü benzerini duymamışlardı bile,

Çünkü o güzellikten haberleri yoktur da başka bir yere bakar dururlar,

Tebriz’li Şems, o padişahlardandı işte; hâsılı onu, oraya çağırdı

 

4360, O da onun cinsindendi de vardı, ona ulaştı; can yoluyla canının canına kavuştu,

Tebriz’li Şems, o huyu kan dökücülük olan er, kılavuz oldu,

Bundan önce de hikâye etmiştik ya; başlangıçta ara onu,

Ona ve onunla sohbet edenlere neler oldu; onun ayrılığıyla dostlar, ne hâllere düştüler,

Ayrılıkla ne ciğerler kan kesildi; yâr da, ağyar da onun gamıyla nasıl figana geldi;

Onun yüzünden âleme nasıl bir yanış düştü; Âdemoğullarını nasıl bir ateşe attı;

Hepsinin de o solukta, soluğu nasıl kesildi, gözyaşları, nasıl deniz gibi aktı,,

Amıca, bunu sözle anlatsam, taş bile o gamlar erir – gider,

Allah gamı, neşenin temelidir; mayasıdır; mâmurluk, onun yıkıklığındadır,

XCVII

Ahiret gamı, meyva veren bir hayattır; dünya gamıysa gönlü soldurur, per – perişan eder, Çünkü dünyâ, buğday gösterip arpa satandır; görünüşte güzel görünür; gerçekteyse çirkindir, Bir kocakarıdır ki kendini bezer de güzel ve genç görünür büyüyle, düzenle insanları yoldan alıkor; Allah yolunu vurur; kalpı altın, kötüyü iyi, yoku var gösterir, Dünyanın istekleri, yağlı – ballı şeyleri, hâl diliyle insana, bizim çevremizde dön – dolaş da faydalan diye vesvese verir oysa faydası, tümden ziyandır,

Dünyâ gamını yeme, ziyanı vardır onun; din gamını ye ki onda fayda var,

 

4370, Dünyâ derdinden can, erir – gider; ama âhiret gamıyla gönül gelişir,

Allah için gam ve zahmet, pek büyük bir definedir: dünya içinse çetin bir zehir,

Bu dumanın gamı da boştur; neşesi de; görünüşü misktir dünyânın, içiyse pislik,

Den, insanı bezer, süsler ama içinde kan vardır, balgam vardır, pislik vardır,

Dünyâ, görünüşte bir kocakarıdır; rengiyle, kokusuyla güzel görünür,

O gaddar, yalanlarla,  düzenlerle dopdoludıır; aklını başına al da tuzağına düşme,

Onun kalpını geçer akça diye kabul etme; dirhemi bir puldan da az değerdedir,

Aklını başına devşir, onun pazarına aldanma da ahmaklar gibi borçlu düşme,

Kim onunla alış – verişe girişirse kendisini ziyana sokar,

Bir çok kişi, onun yüzünden derde, feryada düştü, müflis oldu,

Muradına ermedi, hüzünlerle bir yanda oturakaldı,

 

4380, Erenle Peygamber’den başka hiç kimse ondan kurtulmadı; onlardan başkası, onun tuzağından sıçrayıp kaçamadı,

Onun   yüzünden   insan   da   cehennem   tuzağına   düşmüştür,   cin   de;   onun yüzünden hepsi de nimetler veren Allah’ın bağışından mahrum olmuştur,

Hepsi de onun yeminin tadıyla tuzakta kalmış, cehennem odunu olup gitmiştir,

Büyükler de, küçükler de, ihtiyar da, genç de, mahşer gününde, ondan, fen ad eder,

Ne mutlu o cana ki ondan kaçınır; ona yönelip bakmaz bile,

Ansızın ona gözü ilişse bile dünyânın rütbesi, mevkii, ona kuyu gibi görünür,

Dünyânın şekeri, ona zehir gelir, neşesi, zevki, baştan başa gam kesilir,

Dünyâ ona yılan gibi görünür de hemencecik dünyâdan âhirete kaçar,

Allah’a kaçıp sığınandan başkası da bu çeşit ejderhâdan kurtulmadı,

Onu defeden, Allah’ı anıştır, oruçtur, namazdır; ne mutlu o kişiye ki Allah’a ibâdeti huy edinmiştir,

 

4390, Din, namazla arttıkça artar; dinini satansa ziyana düşer,

Bu dünyâyı bir nakış bil, bir deri say; dost görünürse de düşmandır o,

Vaatleri yalandır,özsüzdür;  onun eşsiz görünen güzelliğinin özü-esası, korkuya, iniltiye benzer,

Seni cennete çağırır da bu düzenle tutar, cehenneme götürür,

Kötü nefis, cehenneme kılavuzluk eder; peşine düşer de gidersen canından -başından eder seni,

İstek bakımından akıl, zıddıdır onun; akılla iyilik artar, nefisleyse eksilir,

Aklın, acı bir ilâç verse bile bir hoşça iç onu da seni zahmetten geri alıp kurtarsın,

Çocuğa da mektep acıdır; oyun için ilimden de kaçar, edepten de,

Ama sonunda işin tersini görür;  pişmanlık içinde kalır;  işi tersine döner, berbâd olur – gider,

Kötü düşünceli çocuk, oyun sebebiyle iki dünyâda da hor olur sürülür,

 

4400, Ama oyunu, eğlenceyi bırakan, padişahlar gibi baht bayrağını yüceltir,

XCVIII

Dünya işleri, tümden oyundur o işlerde hiçbir fayda, hiçbiç kâr yoktur, Netekim çocukların biri padişah olur, öbürü vezir; biri kumandan olur, öbürü bey, öbürü asker; onun gibi hani, Bu oyunla ne bir kale elde edilir, ne bir il, Bunların hepsi de faydasız şeylerle ömür yitirmektir; büyüdüler, ihtiyarladılar mı, bundan pişman olurlar da ne diye oyun yerine ilim, edep öğrenmedik, bilgisizliğimiz yüzünden horlanıyoruz, azıksız kalıyoruz, yoksulluk çekiyoruz derler, Şimdi, dünyanın ömrünü de çocukluk çağı bil, istekleri, güzelleri, mevkii, malı da, onlarla uğraşmaktan, ele pişmanlıktan başka bir şey geçmiyecek olan o oyun say, Âhiretiyse ihtiyarlık çağı bil; o çağda, önce sana tatlı görünenlerin acılığı, mevki sandığın şeylerin kuyudan ibaret olduğu, güzel görünenin çirkin bulunduğu, böylece sonsuz gerçekler, açık – seçik görünür, Netekim yüce Hak, «Söz budur ancak, dünyâ oyundur oyalanıştır, bezentidir» duyurur, Bezenti buyurur, şu sebeple ki o, esasen güzel değildir; bezentiyle güzel görünür, Başka bir sûrede de, «istenen şeylerin sevgisi, insanlara bezetilmiştir» buyurur, istenen şeyler, kendilerini insanlara bezetilmiş gösterir; hani altın suyuna batırılmış bakır, yahut gerçekte çirkinken kendini bezeyen kocakarı gibi güzelliği yalandır da kalp altını gibi çirkinliği gerçektir,

Dünyâ  işi  oyundur gerçekten  de;  onunla oyalanır,  kalırsan gerçeğe  lâyık değilsin,

Kur’ân’da onun adı oyalanmaktır, oyundur; itâattan, hayırdan başka ne varsa yanlıştır, kötüdür,

Ondan sonra da onun bezentisini, kendisinden güzel değil, esasından genç değil dedi,

Hani bir ihtiyar, kendini bezer, süsler, bu çeşit şeylerle güzel gösterir ya, tıpkı onun gibi,

Yüzüne allık sürer, pudra sürer, onlarla yüzünü güzel göstermek ister,

Eğreti bezentiyi, halkı avlamak için kendine ekler, onun gibi,

Bu yüzden, bir başka sûrede de şöyle buyurdu; dinin – îmanın varsa iyice anla:

Dünyânın istenen, özlem duyulan şeyleri bezenti yüzündendir; sana güzeldir ama iyice bak da gör,

O bezenti, ona eklentidir; onun kalp bezentisi için dînini feda etme,

 

4410, O kendiliğinden güzel ve hoş olsaydı Allah hiç de böyle buyurmazdı,

Onu biz bezemekteyiz de o yüzden güzelleşmiştir; bu iyiyle kötüyü sınamak içindir,

Bu düzenci kocakarı büyücüdür; onun düzenine ne sınır vardır, ne sayı,

O Rüstem’leri bile düzenle, yalanla bağlayakoymuştur; dünyâda onun ağından, oltasından az kişi kurtulmuştur,

Güçle   –   kuvvetle   ona   üst   olamazsın;   onun   düzeninden   ancak   mezarda kurtulursun sen,

Feryâd et, çabucak Allah’a kaç; ondan çekinmenin imkânı vardır deme,

Ben, hîleyle, düzenle alt ederim onu, benim gücümle yıkılır – gider;

Yağlı – ballı yemeklerini yemem, elimi kâsesine uzatmam deme,

Yüz yıl dirensen fayda vermez sana; gene de seni ayaklar altına atar,

Meğer ki Hak’tan yardım gele de kurullasın, belâlarla dopdolu olan böyle bir kuyudan halâs olasın,

 

4420, Gücü bırak da sızlan; Yaratıcı’nın yardımıyla kurtul ondan,

Böyle yap da Allah seni onun pençesinden kurtarsın; böyle bir hendeği sıçrayıp atlayasın,

Allah sana böyle bir yardımda bulunursa dayan da ağyarı bırak,

Çalışmayı da kendinden değil, ondan bil de geride kalma, öne geç,

Bilir misin, bu gayreti niçin verdi Allah sana? Hiç kimse gayret etmeksizin onu görmedi de ondan,

XCIX

Yaratıkların, var edilenlerin içinde, dilediğini yapabilen, ancak insandır; öbürlerinde dilediklerini yapma gücü yoktur, hepsi de mecburdur onların, Netekim ateş ısıtmasın, su ıslatmasın, güneş ışık vermesin, buna imkân yoktur; bu, ellerinde değildir, İnsanda ihtiyar vardır; iyiyi, kötüyü, yapmaya gücü yeter de onun için hesaba çekilir, Yaptığımı, yapacağım mecburum, ihtiyarım yok derse yanlış söz etmiş olur; çünkü yaptığına pişmanlığı, dâvasını yalanlamaktadır,

Dilediğini yapman için O, seni irâde ve ihtiyar sahibi olarak yarattı,

Herşeyi yapmaya güç verdi sana; cebri bırak da itaat et ona,

İnsandan başka, şeytanın, perilerin, cansızların, bitkilerin, hayvanların,

Toprağın,  yelin,  suyun,  ateşin,  iyi  – kötü herşeyin; gülün, tikenin İhtiyarı

yoktur; dilediklerini yapamaz onlar, mecburdurlar; hepsi de neye memursa onu işlemeye koyulmuştur,

 

4430, Ateş yakar, ısıtır; sudan ıslaklık, yumuşaklık meydana gelir,

Herbiri başka bir iş görür; gül yaprağı, tiken gibi batar, yaralar mı hiç?

Rahmet ıssı Allah, onları öyle halk etmiştir ki her biri, ne yapacaksa onu yapar, başka bir iş yapamazlar onlar,

Ama, sen insan soyundansın; dilediğini yapabilirsin; buna gücün yeter,

Sana, yola gidesin, ibadete, hayırlı işlere yönelesin diye ayak verdi,

İki elin, iki ayağın, senin hükmündedir; elini uz tut, ayağını düz tut,

Gel hele, eğri yola gitme; kötüdür o gidiş; doğruluktan başka birşeye de el atıp tutma,

Hayırlı işlerde bulunasın, doğru yolda yürüyesin diye organ verdi sana,

Böylesine iyi organla aksine iş görürsen, her hâlde kendi boynunu vurursun,

O sana, gerekeni onarasın diye organ verdi; sen ne diye yıkmaya kalkışır, kötü iş işlersin?

 

4440, Adamsan organla iyilik et; sıcak kanlı ol, soğukluğu bırak,

Birkaç günceğiz zahmeti kabullen, dünyâyı bırak da din gamını ye,

Böylece de sonunda, körlük hapishanesinden kurtulur, varlığından, benliğinden geçer, Allah’a ulaşırsın,

Benliğin, varlığın, kapısı kapanmış bir evdir; oysa sana eğreti verilmiştir zâtı,

Cansan yürü de ona gönül verme; yoksa sonunda yıkılır o, sen de altında kalırsın,

Değil mi ki sonunda yıkılıp gidecek; ne diye gece – gündüz onu onarır – durursun?

Düz dursun diye ona direk dikiyor, payanda vuruyorsun ama zâti durmayacak, yıkılıp gidecektir o,

Kebapla, şarapla onu, yıkılmasın diye onarır – durursun,

Allah onu, yok olmak için var etti; nasıl olur da ilâçla durur kalır?

Senin gibi yüzlercesi bu işe girişti, bedenini nâz-ü naimle besledi:

 

4450, Yağlı – ballı yemeklerle, birçok nimetlerle, ölümsüz olsun diye geliştirdi,

Ama faydası olmadı; ziyana uğradı; ansızın evi yıkıldı – gitti,

Hepsi de evin enkazı altında ezildi; çünkü zâti beden kadehinden içmişler, sarhoş olmuşlardı,

Boş yere ne diye ona hizmet eder de eziyetler çekersin? Bedeni terket de Arş’a uç,

Bedeni terkeden diri kaldı; atsız olarak canlar dünyâsında koşup yol aldı,

Onu elden çıkar ki bu yitirmek, bulmanın ta kendisidir; bedene bağlanan, yol yitirmiştir,

Yeryüzüne bir tohum eken, birini oynayıp ütüldü mü, karşılığında yüzünü bulur,

Sen de ömür tohumunu Allah için oyna da Allah, kapı açsın sana,

Sayılı ömrün,  sayısız bir hâle gelsin;  sınırlı yaşayış yerine,  sınıra sığmaz yaşayış verilsin,

Geçici ömür, ebedî olsun; cennette Hak, seni suvarsın,

 

4460, Varlığını terkedişte kâr edeceğini gören kişi, aşkla varlığını, benliğini terkeder – gider,

C

Varlığını terkedince buna, karşılık elde edeceğini gören kişiye, varlığını, benliğini bırakmak kolay gelir; hattâ o, Varlığı, benliği terketmeye âşık olur, Netekim ekinci de evde, anbarda ne kadar tohum varsa, çıkarır, aşkla -şevkle ovaya saçar; çünkü iyice bilir ki bire karşılık on, yirmi devşirecektir, Bunun örnekleri çoktur, Nasıl ki esenlik ona, Mustafâ buyurur ki: «Karşılığının verileceğine iyice inanan, ihsan eder – durur,»

Mustafa,   birşeyi  elden  çıkarana,  hemencecik  karşılığının  verileceğini  iyice bilen kişiye buyurdu,

Cömertlikte bulunmak kolay gelir; çünkü karşılığında yüzlerce mislini elde edecektir,

Tohum eken, anbarındaki tohumu çıkarıp tarlaya götürmez mi?

Güzelce yere saçar onu: bire karşılık altı, hattâ on mislini devşireceğini bilir de,

Onu, ekin ekmekten men’edene, bu der, bilgisizlik yüzünden söylenen bir söz:

Ben bir tohuma karşılık, altmış mislini alacağım; bu işten el çeker miyim hiç

Bu çeşit öğüt benim işime vurulmak istenen bir bağ; dostum olan, bunun aksim söyler bana,

Dost olan, tohum ekme der mi hiç? Bunu ancak düşman söyler, düzenci söyler

Düşmanlığı bırak, bana engel olma; ne diye engel oluyorsun işime?

 

4470, Çünkü o, iyice bilir ki karşılığını elde edecektir: bu yüzden de korkmadan yere ekin eker,

Allah’ın bir başa karşılık yüz baş vereceğine dâir vaadine inandıysan,

Başını yitirmekten ne diye korkar da titrer – durursun, ne diye âşıkların yoluna düşmezsin?

Ne diye neyin varsa feda etmezsin? Ne diye gece – gündüz, Allah’a yüz tutmazsın?

Kim, varlığı terketti de yokluğu, alçalışı, gönül alçaklığını seçtiyse,

Allah’dan öyle bir varlık buldu ki, katresi, uçsuz – bucaksız bir deniz kesildi,

Allah’a feda edilen varlığı, Allah’dan uzaklaşmış, ayrılmış görme,

Denize karışan katre, kendi varlığından yok olur ama deniz kesilir,

Padişahın yaptığını yapmaya gücü yeten kişi, ne yüzden askerin bir eri olsun?

Herkese üst olabilen, ne diye küçücük bir çocuk gibi kalakalsın?

CI

Yüce himmete sahip olan kişi, o kişidir ki, Allah’a dalar da kendini unutur; varlığı kalmayınca da Allah varlığı, onun varlığı olur, Netekim denmiştir,

Ne vakit biz, bizden ayrılacağız da

Ben sen gidecek, ancak Allah kalacak,

Himmeti aşağıda o kişidir ki kendi varlığına inanır, o kadarcık varlığı yeter bulur, Hani küçük çocuğa yüz tane at bağışlarlar da sevinmez, bir kusçağız verseler sevinir, onun gibi işte, Ömür o kadar değirlidir ki altınlarla dolu bir ev versen, bir anlık ömrü satın alamazsın, «Zamanla yakutlar satın alırsın ama yakutlarla zamanı satın alamazsın,» Böylesi ömrü, karşılıksız yitirmedesin, Hele bak, gör ki sonunda ne kadar acınacaksın,

4480, Çocukcağız, bir kuşcağızla sevinir de âlemin hazînesi onca bir yeldir ancak,

Hazînenin zevkinden haberi yoktur da ondan dolayı boyuna kuşa bakar – durur,

O neliksiz – niteliksiz tada,  yaşayışa karşı bu  cihanın güzelliği, hoşluğu, kötüdür, aşağıdır,

Vay o kişiye ki o zevki bırakır da bunu alır; sonunda da elini dişler – durur,

Görür ki aziz ömür, yele savrulup gitmiş,-Dilerim, hiç kimse böyle bir ziyana düşmesin,

Bir günlük ömre bile paha biçilmez; karşılığında altınlar versen,

İyi bil ki ömrün bir ânını bile elde edemezsin; dünyâ definesine karşılık onu satın alamazsın,

İşte böyle bir ömür, yitip gitmede; satıcı, karşılığını almadan kumaşını satmaz,

Sense   böyle   değerli   bir   kumaşı,   karşılıksız   verdin;   bu   ziyana   nasıl sevinebilirsin?

Bu ziyana ne sınır vardır, ne son; ömrünü, karşılıksız olarak kolayca veriyorsun,

 

4490, Dünyâda ömürden aziz birşey yoktur; ömrünü sıkı tut da gitmesin elden,

Ömrün ömrüne karşılık da can istersin; yoksa ömür, pek ucuz olarak elinden gider,

Ömrünü Allah’a harca da karşılığında ebedî ömür elde et,

Toprağa ne ekersen onu biçersin; bu böyle değil mi?

Buğday ekersen, devşirme zamanı buğday, arpa ekersen arpa biçersin,

Yeryüzü, ekileni vermeyi Allah’dan öğrendi; daha da bunun gibi yüzbinlerce hüner elde etti,

Yeryüzü bunu yapıyorsa, iyi işler yapmana karşı Yaradan, neler yapmaz sana?

Bir can için binlerce can verir; bir altın kesintisi için yüzlerce mâden bağışlar,

Neyin varsa ona bağışla, evde bir kumaş parçası bile bırakma,

Böyle yap da senden hiç bir şey eksilmesin; hattâ senden bir giderse, yerine yüz gelsin,

 

4500, Canla – başla dostta yok olursan yüz de nedir ki? Sayısız kâr elde edersin,

CII

İnsan  dünyâda  ne  kadar  soluk  aldıysa,  kendisi  onlara önem bile vermez ama, hepsi de Allah katında yitmez;sonunda hepsi de, hayır olsun, şer olsun, gözünün önüne gelir; netekim «Artık kim bir zerre ağırlığında hayır yaparsa, görür onu ve kim bir zerre ağırlığında şer yaparsa görür onu» buyurur,

Hak, Kur’ân’da buyurdu ki: Ey kendine kapılıp aldanan kişi iyi – kötü,

Bütün yaptıklarını göreceksin; hayır, şer, hepsi de gün gibi belirecek,

Yaptığın şeylere bak da düşün, yapılmaması gereken şeyleri yapmaktan sakın,

Çünkü sonunda hepsi de dönüp sana gelecek; ne mutlu o cana ki ibâdet tohumu ekmiştir,

Keski karşılığı sayısız olmayacak kadar az tohum ekseydin,

Bir kötülüğü, hırsından ikiyüze çıkarmaya kalkışma; aman, kötülükten sakın, aman,

Karınca kadar olan kötülüğü yılana döndürme: kötülükten kaç, iyilik etmeye bak,

Ne mutlu iyilik tohumunu ekene; o, bir ekti, karşılığında yüz devşirdi,

Sonunda da Allah zenginlerinden oldu; ölümsüzlük yurduna göçtü, yücelikler buldu,

 

4510, Ölümsüzlük dünyâsında baş oldu; aşağılık nefsiyse arıklaştı, zora düştü,

Nefsine hâkim olan, yokluğa da hükmetti, varlığa da,

Nefsinin başına ayağını basan, hem yol alır; hem yolculara kılavuz olur,

Lanetlenmiş nefsini öldüren, içindeki aşağılıkları da arıtmıştır,

Perdesiz olarak sevgilinin yüzünü görmüştür; gizli olanlan apaçık seyretmiştir,

Kimde define, gevher varsa yol alır; kim illetliyse kalakalır,

Işığı olan görür; bağdan – bahçeden tatlı meyvalar devşirir,

A yol arkadaşı, anlamsız, gereksiz birşeyi bilmezse ne çıkar? Söyle bana,

Bilirsem de ne ziyanı dokunur? Zâti hepsi de bedene benzer; bense canım,

Akıllılar   katında   oyundan   ibaret   olan   şey,   çocuklara   göre   yüceliktir, büyüklüktür,

 

4520, Akıllı kişinin aklı, öbürünü aramaz; çünkü Allah ona, ondan daha iyisini verir,

Hak sana bir harman dolusu altın verirse, nasıl olur da bir arpa değerindeki gümüşe bakarsın?

Her solukta Allah’ın kudretini gören kişinin gönlünden Hak’tan gayrisi yer mı eder?

Aklın varsa, onun, Yaratan’dan başka sevgilisi olduğuna inanma,

Hak, ondan bâtılı uzaklaştırdı mı, onun gönlü, bil ki dâima Hak’la dopdoludur,

İnsanın boyuna yediği gıda, hayvanın rızkı değildir, olamaz,

Allah’ın bilgisi, yüzlerce çeşittir; kumaş gibi hem yücedir, değerlidir, hem aşağı,

Çok ve üstün bilgi, üstün kişilere nasîb olur; aşağılık bilgi, aşağılara,

Sen söz söylerken, karşındakinin aklına göre söylemez misin?

O  dileyen,  dinleyecek  olan  kişinin  anlayışı  ne kadardır;  yahut hangi  hâl üstündür ona:

 

4530, Söz kaftanını onun boyuna göre biçer – dikersin: aşağılık kişi, sözün değerini nerden bilecek?

İşte, evveline bir evvel düşünülemeyen Allah da, buna göre, lâyığınca, sana eş – dost olur,

Senin   kadrince,   kaabiliyetince   söz   söyler   sana, sözü   çoğaltır; neden faydalanacaksan onu gösterir sana,

Allah, gücün ne kadarsa, o kadar yük yükler sana: böyle de boyuna işte – güçte olmanı sağlar,

Daha fazla yüklerde âciz kalırsın; çünkü o bilgiyi kavrayamazsın

Tilki, arslan gibi kükreyemez; kulda, padişahın heybeti ne gezer?

Allah’ın işleri sonsuzdur; onun denizinin kıyısını kimsecikler görememiştir,

Onu övmeyi bırak da aşk şarabını iç; yürü, kendinden geçişi satın al da aklını – fikrini sat – gitsin,

Asıl akıl – fikir, kendinden geçiştedir; ona ulaşmanın yolu da sarhoşluktur, kadehi alıp çekmektir,

Aşk   yalımı   sarhoş   eder,   doğru   yola   götürür;   sense   kendini   aylıklığa adamadasın,

 

4540, Aşk kahvesi ölüyü diriltir: sarhoş eder de körün gözünü açar,

Aşk bineği, âşıkları, varacakları yere ulaştırır; bundan dolayı da âşıklar, onu dilerler,

Aşk kahvesi, canların içkisidir; bağlarda – bahçelerde kadehlerle içerler onu,

Abdal aşk kadehinin düşüncesindedir; budur yol saptırmaktan kurtaracak sizi ancak,

Düşünce kadehi, gönüllerde döner – durur; arılık – duruluk ırmağı ondan coşar da akar,

Sarhoşluğu, dileklerin de sonudur; nağmelerin de en güzeli boyuna sen boyuna okadehleri içedur,

Kim bizim sarhoşumuzsa bizdendir; aklı başında olan kişiyse bundan uzaktır, ayrıdır,

Meyhaneciysen şarabımızı iç: saf ol, bönleş de eli çabuk bir Ayyar kesil,

CIII

«Cennet ehlinin çoğu aklı az olanlardır» hadîsi, «Allah’ı bilip tanıyanın dili tutulur», «Allah’ı tanıyanın dili uzar, çok söyler o kişi» hadislerinin yorumu, Bu hadislerin anlamları, birbirine zıttır; çünkü Allah’ı tanıyanın dili tutulur buyurulmakta; sonra da Allah’ı tanıyanın dili açılır, çok söyler, Allah’ı çok anar denmekte, Aklı az olan buyuruyor ya, bu sözle hiçbir şey bilmeyen ahmaklar kastedilmiyor; öyle bir aklı az kastediliyor ki bütün akıllılardan da daha akıllı, Hani şâir, Senin yüzünü gören kişidir deli – divâne olan, Sonra da senden uzakta kalan, deli – dîvâne olmadı mı der ya onun gibi işte, Allah’ı bilip tanımak, aklın son derecede olğunluğundandır; aklın olğunluğuysa, Hakk’ın tecellîsine mazhar olup kendinden geçmekle olur, Beş yaşındaki çocuk; bir güzelin karşısında kendinden geçmez; çünkü o zevki, o güzelliği anlayamaz ki, Onun için de, ona karşı, nasılsa öyle kalır, hâli değişmez; akıllı, ergin kişinin o güzelliğe karşı kendinden geçmesine karşılık, çocukta hiçbir şeycik olmaz, Şimdi anlaşıldı ya, «Cennet ehlinin çoğu, aklı az olanlardır» denmekle, aklın, tanıyışın son derecede olması yüzünden bilgisiz halde kalakalmak, kendinden geçip gitmek kastediliyor; hani,

Bilgim öyle bir dereceye erişti ki Sonunda, birşey bilmediğimi bildim demişlerdir, Allah’ın güneşe benzeyen kudretini gören, nasıl olur da bir zerre gibi olan kendi kudretine bakar? Allah’ın sonsuz bilgisini gören, kendine verilmiş olan bir katre bilgiyi ölçüye mi alır? Şu halde Yüce Allah’ı görüp kendi sıfatlarını unutan, kendini görmekten kurtulur, Allah’ı görür bir hale ulaşır,

Mustafa, cennetler ehlinin çoğu, aklı az olanlardır; bönler, birşey bilmeyenlerdir buyurdu,

Onların aptallığı, akıllarının son derecede üst oluşundandır; hor – hakıyr aptala benzemezler onlar,

 

4550, Faydasız olanları bilmezler onlar; faydayla dopdolu olanlarıysa arar – dururlar,

Dosttan   başkasını   bilmezler;   dostuysa   iyice   bilirler,   anlarlar,   ona   karşı uyanıktırlar,

Aynı zamanda Peygamber, kim Hakk’ı gördüyse buyurdu, dilsiz olur, söz söylemekten kalır,

Gene, kim Allah’ı gördüyse buyurdu, iki dünyâda da dili uzar söyler – durur,

Bu iki söz, birbirine zıt görünür; git, getir, getirme der gibi hani,

Ama lâyığınca yorumlarsan, ne zıttır, ne de yanlış;

Ne  yüzden  dilsiz  olur,   söyleyeyim  sana;   o  söz,   kişinin  kendi  yönünden söylenmiştir,

Hak’tan söylemeye, sırdan dem vurmaya başladı mı dili, uzar da uzar,

Bu yanda dilsizdir de o yanda söyler – durur; bu yanda oturmuştur da o yandan yelip yortar,

Bu yanda uyumaktadır, o yanda uyanık; bu yanda topaldır da o yanda rahvan,

 

4560, Allah bilgisinin karşısında bilgisiz ol, Allah cezbesiyle sensiz, benlıksiz

Harmana karşı bir tohumdan bahsetme; sevgiliye canını feda et,

Kim  onu  gördüyse  varlığından  yandı,   eriyip  gitti;  ne  yüceliği  kaldı,   ne alçaklığı,

İşte cennet ehlinin aptallığı bu çeşit aptallıktır; yoksa ezelden bilgisiz değildir onlar,

Bunun sırrını kimse anlamadı; padişahların sırrına, aşağılık kişi nerden erecek?

Önümüzde baş koy da başını kurtar; başsız kalan baştır padişahlık eden, baş olan,

Ekmek, insana feda olunca ölülüğü gidip tümden can olmıyor mu?

Sürme taşı, neden seçilmekte? Her gözün nuruna gıda oluyor da ondan,

Çünkü göze çekilince nur oluyor; gözün nuru gibi her yana gidiyor,

Sürme, o yoklukta, ben der, nurum; şeklim değişti ;sürmelikten uzağım artık,

 

4570,  Mansûr,  yokluk âleminde “Ben Hakk’ım” dedi;  “Koruktum,  şimdi üzüm oldum’

Üzümü anmanın da yeri mi? Nur denizi kesildim; hattâ iki âlem de benim yüzümden nurla dopdolu,

Bedenim, gözlere   bir perde; Ay’ın önündeki kara bulut gibi hani,»

Ay kara bulutun  altında  gizlenince  yerdekıler,  buluttan  başka  ne görebilirler?

Ama gökte olana gelince: Ay, onun önünde apâşikârdır,

Onun gözlerine karşı, dâima perdesizdir; çünkü o, Ay’ın da üstündedir,

Can olan Ay’a sâhib olan, nasıl olur da onun yerine beden bulutunu seçer?

Erenleri de erenler bilir; düşmanlar, nerden dostları görecekler?

Akıl gerek ki aklı bilsin; çocuk, aklı anlamakta âciz kalır,

Kimi gerçek olarak istiyorsan, odur sana can olan; sen de ona cansın,

 

4580, İster insan olsun, ister melek; ona ayrı deme; senin cinsindendir o,

Görünüşte, cinsinden değilse bile ona, bu insan değil deme: senin cinsindendir, Köpek, insana meylettiğinden Allah, onu insan cinsinden saymadı mı? Kur’ân’da ona «Dördüncüleri» dedi, «Sekizincileri» buyurup onu insanlardan saymadı mı?

CIV

İnsanın gönlü neye akar, insan neyi severse, onun cinsindendir; ancak o sevginin bir maksada dayanmaması gerek, Sevgi, garezsiz olursa, Elest ahdından beri, onların bir cinsten olduklarına delildir, Çünkü «İnsan, sevdiğiyledir,» Netekim, «Adamın ne biçim adam olduğunu sorma; kiminle düşüp kalkıyor, onu sor» demişlerdir, Herkesi yeyip içtiği şeylerden tanırlar bunlar da iki çeşittir: Duygu gıdası, akıl gıdası, Duygu gıdası ekmektir, ettir, sudur, buna benzeyen şeylerdir, Akıl gıdâsıysa bilgilerdir, hikmettir, Şimdi, bâzı kişilerin gönülleri, fıkha, bâzılarının mantıka, bâzılarının tefsire, hazalarının da, Allah ikisine de rahmet etsin, Attâr ve Senâî’nin dîvanlarına akar; bâzılarının gönülleriyse» Enverî, Zahîr-i Fâryâbî ve Nızâmî’nin şiirlerinin bulunduğu dîvanları çeker, Enverî’nin, öbürlerinin divanlarına meyleden, bu âlem ehlindendir; onu balçık kavramış, karmıştır, Ama Senâî ve Attâr’m divanlarına, Allah bizi aziz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ’nın, özünde özü, içinde iç olan ve Senâî ile Attâr’in sözlerinin özü – özeti bulunan faydalı sözlerine meyletmek, meyleden kişinin, gönül ehlinden ve velîler bölüğünden olduğuna delildir,

İnsanları, düşüp kalktıkları kişilerden   tanı; insanların   hayırlısı böyle buyurmuştur,

Neye meylin varsa bil ki osun; ondansın, Meylin bedeneyse bedensin; caraysa cansın,

Akıllılar, seni o cinsten sayarlar; bakırı nasıl olur da   gümüş   yerine   satın alırlar?

Bu anlamı belirten bir hikâye dinle de bu hususta şüphen kalmasın:

Ceylanla kurttan doğan bir yavru vardı; hangi cinsten olduğu küçüklerce de şüpheliydi, büyüklerce de,

Bu, ceylan mı, kurt mu; eti din bakımından helâl mı?

 

4590, Halk müftünün katına, helâl, yahut haram olduğunu sormaya geldi,

Kurt  cinsindense,  şüphe  yok ki  eti  helâl  olamazdı,  Ama güzelim  ceylan cinsindense, şüphesiz helâldi, yenebilirdi

Müftü,  buna dedi, tam bir cevap verilemez;  kesin cevap  verilirse gerçek değildir o cevap,

Çünkü sizin de bu hususta şüpheniz var; öyleyse etraflıca cevap vermek gerek size,

O yavrunun önüne kemikle ot koyun; hepiniz de dikkat edin,

Hangisine yönelecek? Helâl, yahut haram oluşu bundan anlaşılır,

Otu yerse ceylandır; ama kemiği yerse köpektir; köpek huyludur,

Onda ceylanlık üstünse, gıdası terü taze ottur,

Böyle şeylerde hüküm,  üstün olan yöne göredir;  içinde azıcık bakır olan gümüş, değerden düşmez,

 

4600, Çünkü o gümüşte bakırdan fazla gümüş vardır; ırmak pislikle pislenmez,

İnsanın varlığı yerle göktendir; yarısı en yücelerdendir, yarısı en aşağılardan,

Yarısı hayvandır onun, yarısı melek; beden yerdendir, can gökten,

Meyli en fazla neye? Ona dikkat et; gece – gündüz, kiminle konuşmakta, ona bak,

Aşağılık âleme meylediyor, göğe ağmayı dilemiyorsa,

Bil ki hayvanlığı üstündür; aşağılık hayvanı dilemektedir o,

Ama meyli bunun aksineyse, göğe, can âlemine meylediyorsa,

Ona melek de, insan deme; çünkü o, melek gibi serden uzaktır,

Gıdası Allah kelâmıysa, zevki, neşesi Allah kadelıindense,

Şüphe yok ki insan suretinde melektir; durağı da güzelim göktür,

 

4610,   İnsanları huylarıyla bil,  anla,  yaratılışlarıyla değil;  çünkü  insan,  huyuyla insandır, suret, giydiği elbisedir ancak,

Hırkayı, abayı bırak; kendisine bak; sedefe benzeyen bedende inci ara,

Can kuşuna bu beden; kafestir; bir kafes erkek şeklindedir, öbürü kadın,

Ama can kuşu, ne kadındır, ne erkek; o, bu iki vasıftan da hürdür,

Kuşa bak, kafesi bırak; beden kafesini bir arpa değerince bile sayma,

Buğdayla dolu yüz tane çuval olsa; çuvallara bakmazsın, buğdayı götür dersin,

Altınla doluysa altın dersin, şekerle doluysa şeker adını verirsin,

Hatırın çuvala gider mi hiç? Çuvala ne soru sorarsın, ne de ondan cevap beklersin,

Beden   çuvaldır,   huysa   buğday  sanki;   insanlarsa   buğday  isterler,   ekmek dilerler,

Huy şekere benzer, beden çuvala; huyu nicedir, onu ara da dedi – kodudan geç,

 

4620, Gerçekten de bu âlemin görünüşü geçicidir; bu âlemi seçme, yok olur – gider o,

Ersen dünyâya gönül verme; verirsen de bil ki dünyâ gibi sen de soğuksun,

Bu  beden,  birkaç günlük eğreti  birşeydir ancak;  hileden  – düzenden geç, Allah’dan bahset,

Allah’dan başkası kalmaz; ne mutlu o cana ki onun adını anar,

Gönüllerinizi ona bağlayın; ondan başkasından kesin; canla – gönülle onun aşkını satın alın,

Gönlünde ona yer veren, dileği dâima onu aramak olan,

Hak’tan başkasına bakmaz bile; insan inciyi bulduktan sonra boncuk da nedir?

CV

Yaratıklar üç çeşittir, Biri melek, biri hayvan, öbürüyse insan, Meleğin suçu – sorumu yoktur; çünkü o, ibâdetten, zikirden başka bir işte bulunmaz, Suyla diri duran balık gibi o da ibâdetle diridir; bundan dolayı da ibâdetine, zikrine karşılık sevap da kazanmaz; çünkü kendi gıdasını yemektedir; kendi işini işlemektedir, Hayvanın da suçu -sorumu yoktur; çünkü o da uyumakla, yeyip içmekle, gafletle diridir; onun için yaratılmıştır; başka birşey yapmak elinden gelmez; hayvanlık âleminde, gaflette hoştur, birşeye aldırdığı yoktur; eserdir; ona ne cennet vardır, ne cehennem, Ama yarısı melek yarısı hayvan sıfatına sahip olan insana gelince: Melekliği ibâdeti ister, hayvanlığı gafleti uyumayı, yeyip içmeyi; bu iki sıfat, boyuna, savaşmadadır Melekliği yücelere çeker onu, hayvanlığı aşağılara atar; bu bakımdan da onun suçu yazılır, sorumludur; neden daha güzel, daha iyi olanı yapmadın diye soruya çekilir, cezaya çarptırılır, Çünkü iyi işlerde bulunmaya istidadı varken neden kötüyü seçti? Karşılığı cehennemdir bu işin, Ama çalışıp da hayvan sıfatlı nefisle savaşa girer, melek sıfatını geliştirirse kâfir nefse üst gelir, durağı da cennet olur da mertebesi meleklerden de yücelir, Çünkü o, bu kadar engellerle savaştı, zahmetlere girdi, tabiâtine aykırı işlerde bulundu, ibâdeti, itaati seçti; bu yüzden de durağı meleklerden üstün oldu, Netekim esenlik ona, Mustafâ buyurur: «Gerçekten de Allah melekleri yarattı, onlara akıl verdi; hayvanları yarattı, onlara şehvet verdi, insanları yarattı, onlara hem akıl verdi, hem şehvet, Kimin aklı, şehvetinden üstün olursa o, meleklerden de yücedir;kimin şehveti, aklından üstün olursa o, hayvanlardan da aşağıdır,»

Bil ki yaratıklar üç çeşittir: bir kısmı tüm cisimdir; bir kısmı tüm akıl,

Bir kısmıysa ikisinin karışımından yaratılmıştır: yarı akıldan, yarı da cisimden meydana gelmiştir,

Bedenden  ibaret olanlar,  hayvanlardır:  cisimle akıldan  meydana gelenlerse insanlar,

 

4630, Akıldan yaratılanlar meleklerdir; hepsi de göğün yücesinde Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder,

Hayvanla melek, cehennem ateşinden de emindir, cennetle de alış – verişleri yoktur onların,

Çünkü onların ellerinden, bundan başka bir iş gelmez: yüce Hak, onlara irâde ve ihtiyar vermemiştir,

Meleğin yapabileceği şey, ancak ibâdettir, itaattir; boyuna ona itaatten başka birşeyden huzur duyamazlar,

Hayvan da uykudan, yeyip içmekten başka birşey yapamaz,

Çünkü  Allah,  onları  bunun  için yaratmıştır;  nasıl  olur da başka bir işe koyulurlar?

İnsana gelince: O iki şeyden var olmuştur: onun dokunması iki çeşit şeyden meydana gelmiştir,

Onun yarısı nurdandır, yarısı topraktan: yarısı küfürden meydana gelmiştir, yarısı dinden,

Ondaki küfür, hayvan tabiâtindendir; dinse, onda melek gibi gizlidir,

Ondaki  bu  iki şey,  birbirine aykırıdır: biri aşağılıklara çeker onu,  öbürü yüceliğe,

 

4640, Hayvan sıfatı onu şehvetlere çeker; melek sıfatıysa ibâdetlere, itaatlere yönetir,

Bu iki sıfat, gece – gündüz savaşmadadır; kimi bu üst olur, kimi o,

Melek sıfatları üst oldu mu, o yücelik arayan, melek mertebesini de aşar,

Melek bile ona kul – köle kesilir; onların hepsi de ayak gibi ona uyar, oysa baş olur,

Hepsi de ondan nurlanır, onunla ışıklanır: çünkü saltanat da onundur, ululuk da,

Bunun aksine, bilgisizlik yüzünden hayvanlık sıfatları üst olursa,

Gerçekte o, hayvandan da aşağı bir hâle gelir, bunun içindir ki Kur’ân’da «Daha da sapık» dendi,

Çünkü hayvanın yüzünden binlerce rahatlığa, huzura erilir; bu çeşit insansa kötülükle, cefayla dopdoludur,

Böyle insanların kusuru, aybı kesilen adamdan kaçmak, mümkün oldukça sohbetinden kaçınmak gerek,

O çirkin kişi, cansızlardan bile aşağıdır: çünkü o, belâ ve gam sermayesidir,

 

4650, Kur’ân’da bu çeşit kişilerden bahsedilirken «Taştan da katı» denmedi mi?

«Taştan» dendi, «Su kaynar da» bu çeşit adamdan, kötülükten başka birşey meydana gelmez,

Karadaki,   topraktaki   yılan  hayvandır  da  denizdeki  balık,   adetâ  gökteki melektir,

Ama yılan balığı, sanki denizde bir insandır; hasılı insanın iki sıfatı, savaşır – durur, bu yüzden de insan gamlara düşer,

Balık sıfatı üstünse ona balık de; asıl ve öz, üstün olan sıfatla belirtir,

Özü,   sıfat vasfeden:  çünkü  aslında pis  mi,  yoksa temiz mı,  bu,  insanın sıfatından belli olur,

Şeytan, kötü sıfatı yüzünden ziyankâr oldu: çünkü o, aslında kâfirdi,

Adamın yılan sıfatı üstünse, çirkin yılandır, ateş vasfı üstündür onda,

Nur vasfı gitmiştir ondan, ateş vasfı kalmıştır; gülün letafeti kalmamıştır onda, tiken sertliği kalmıştır,

 

4660, Hâsılı onda ne varsa, canı diri olan kişi, görür, bilir,

Can olan, can kesilen, ölüme zebûn olmaz; onun dalı, ebedî olarak yapraklarla, meyvalarla dopdoludur,

Gerçekten de yok olup giden, hayvan canıdır; sen de Allah’yla diril de ebedî yaşa,

Bedenle diri olan can, sonunda mutlaka ölüp gidecektir,

Varlığı uykuyla, yeyip içmekle olduğundan, ölüm çağında alt – üst olur – gider,

Mum ışığı gibi söner; çünkü ışığı, beden mumuııdandır,

O  illetlinin,  kendinden bir  ışığı  yoktur;  ondan dolayı  da yokluk kılıcıyla öldürüldü,

Güneşin ışığı kendindendir de onun için kaynak gibi boyuna coşar – durur,

Onun   ışığı   fitille,   zeytin   yağıyla   değildir;   bu   yüzden  de  her  ev, onunla aydınlanır,

Hiçbir yel söndüremez onu; çünkü kimsenin buna gücü yetmez,

 

4670, Vahye mensup ruh diri kalır; o, bu daima – duman kalıpla diri değildir,

Peygamberler, böyle ruha sahiptirler; o yüzden cesetsiz de diridir onlar: kimse uyandırmamış, yakmamıştır ki onu,

Hayatları, tümden Allah’dandır; her zaman, yeniden yeniye bağışlar elde ederler,

Bir   küpe   benzeyen   bedende   denizdir   onlar;   gören   kişiye,   gündüz   gibi meydandadır onlar,

Var olanlar da onlardır, yok olanlar da; dünyâya nur saçarlar, rahmet saçarlar,

Gönüllerde düşünce gibi yürürler; dillerde, boyuna, zikir gibi dururlar,

Balık, nasıl denizde, denizle diriyse, aşağıda, yukarda ne varsa, herşey, onların yüzünden diridir,

Allah’ın  nuruna,  bilgisine  mazhardır onlar;  halkın kötülüğünü  de  bilirler, anlarlar, iyiliğini de,

Çünkü varlıklarından yok olmuşlardır; Allah’dan özge varlıkları kalmamıştır; sırları,

Allah’dan nasıl gizli kalabilir ki?

Allah, gizli şeyleri bilir ama örter; her çirkin kişiye meyvayı saçıp dökmez,

 

4680, Güzelin cilvesi, güzele karşıdır; çünkü güzel de canla – gönülle güzeli ister,

Çirkine karşıysa kendini çirkin gösterir; hattâ yüzünü kömürle karalar,

Onu mahzun etmeyi istemez; bu yüzden de salına – salına yürümez hiç,

Halayık, efendisini diler, ona yaklaşmak, onunla buluşmak isterse;

Gönlünü kapmak, kendine meftun etmek için, ona karşı hünerini göstermez mi?

Hünerini  nasıl  olur da ondan gizler? Gizlemesi şöyle dursun, olduğundan yüzlerce kez daha fazla göstermeye çalışır,

CVI

Şeyhi inkâr eden, gerçekte şeyhi inkâr etmemiştir; şeyh onu inkâr etmiştir; şeyhin yanına gelmeyen de, şeyhin, kendisini reddetmesi yüzünden gelmez, Şeyh, tepeden tırnağa keramettir; şeyhten bir keramet görmeyen, şeyhin kerameti olmadığından görmemiş değildir; şeyh, o müridi istemediğinden kendi güzelliğini, kerametini ondan gizler, Şeyh» «Allah’ın huylarıyla huylanın» hükmünce Allah sıfatlarıyla sıfatlanmıştır; «Gerçekten de Allah güzeldir, güzelliği sever,»

Şeyh, müride cilvelenir; nasıl olur da aşağılık inatçıya cilvelenir;

Aşağılık, alçak kişilere güzelliğini göstermez; cehennemliğe cennet nimetlerini nereden verecekler?

Ben de ne söylüyorum? Zâti mürîdle şeyh birdir, eşektir onların bir olduğunda şüphe eden,

Bu, gerçekten, aynı cinsten oluştan meydana gelen bir meyildir; sen, öküzün atla yoldaş olduğunu gördün mü hiç?

 

4690, Bu cins oluş da, dille değildir, akılladır; bil de kendini hayâlden, zandan kurtar,

Buğday cinsinden olan, şüphe yok ki buğdaydır; insanlarda da cinsi ,cinsiyle kopuşur,

Kimi garezsiz – ivazsız arayıp duruyorsan, şüphesiz olarak bil ki sen, osun,

Onun ta kendisisin; ondan ayrı değilsin; o denizde bir dalgasın adetâ,

Bu anlatış, bu sonsuz anlamlar, Bahâeddin Veled’den mirastır bana,

O, öyle biriydi ki, âlemde benzeri yoktu; o, insanların özüydü – özetiydi,

Bilginler, onun güneşine karşı birer zerreydi; arifler, onun denizinden birer katreydi,

Dünyâya, ona benzer kimse gelmedi; o devlet kuşuydu, geri kalanlarsa sinek,

Gönül ehli olanlar da devlet kuşuydular ama onun karşısında âciz kalırlardı,

Her   padişah,   her   kutup,   çok   aradı,   araştırdı   ama  onun   hâlini   –   sânını kimsecikler anlamadı,

 

4700, Öyle bir padişahlar padişahı değildi ki hâli – sânı, anlatılabilsin, dile gelsin, güzelce açıklansın,

Padişahlar padişahına da padişahtı, mertebesi, bundan da ötedeydi; övülüp anlatılabilmekten ileriydi, sınırsızdı,

Onu dille övmeye imkân yoktu, Övgü, ona nispetle, bil ki, yergiydi,

Övgü, bilirsen, ona sövgüdür; sen, eşekliğinden, tutar da denize katre adını takarsın,

Çünkü bu övgülerin hepsi de, öylesine bir denize nispetle, bir katredir ancak,

Padişahın karşısında tutar da, şahneyi översen, o övgü, padişaha karşı bir yergidir,

Benim dostum odur, ben de dostuyum onun; onunla düşüp kalkmaktayım, gönlümü alanım o,

Lûtrünun   zerresini   yüzlerce  dünyâya  değişmem;   ayağının  tozunu   göklere vermem,

Hele kardeşlerimin içinde, anamdan doğunca babam, bana o padişahın lakabını takmıştır,

Nasıl öveyim onu? Bu işe girişmeyi kuruyorum, kendimi buna zorluyorum da kendimi de övüyorum sanma,

 

4710,   Ada,   lakaba kapılıp  yoldan kalma  sakın;  bütün  bunlardan  maksadım,  o padişahtır ancak,

Ümmet,   Ahmed’e   beslediği   sevgi   yüzünden   çocuğun   adını   Muhammed koymuyor mu?

Babam da, babasına beslediği sevgi dolayısiyle beni, o erenler padişahıyla adaş etti,

O, atalarından beri Belh şehrindendi; üstünlüğü, ne sayıya sığardı, ne sınıra,

Ünlü, ileri bilginler, onun karşısında, ırmak önündeki testilerdi sanki,

Onun sonsuz bilgisinin suyuyla, hepsi de beden ve can küplerini doldurmuşlardı,

Hepsi de karınca gibi, onun harmanının çevresine toplanmıştı;

hepsi de onun her çeşit bilgisine, hünerine muhtaçtı,

O, her hünerde deniz gibiydi; her bilgide tekti, eşsizdi,

Hiçbir bilgi, ondan gizli değildi; o, bütün üstâdların üstâdıydı,

Okumakla ,bellemekle elde ettiği bilgisi böyleydi: Allah’ın ona bağışladığı bilgiyi de artık sen kıyasla,

 

4720, Erenlerin bildikleri bilgide de hepsi ona uymuştu; o bilgide de eşi yoktu,

Her mürîd,  onun bağışıyla zamanın kutbu olmuş,  rütbesi, Zuhal yıldızının bulunduğu göğü aşmıştı,

Erenler, onun kadehinin bir yudumcağzına iştiyak çekmedeydi: hepsi de onunherkese bağışladığı lûtufla ileri gidenlere katılmıştı,

Birgün, müridin biri, ona bir soruda bulundu da, a efendimiz dedi, a tek kutup,

Bâyezîd’le Cüneyd’in halleri nasıldı; ne yüzden halk, bunlara av oldu?

Bize anlat da bilelim: çünkü erenlere kavuşmayı arayan, dileyen kişileriz biz,

O, bir hoş güldü de naz yönünden dedi ki: iyi kişilerdi, niyaz ehliydiler

Bu sözü, öylesine söyleyip geçiverdi; hâlinde hiç bir değişiklik olmadı,

Sen şuna bir bak da, o padişahın yakınlığı ne derecedeydi, anla,

Öylesine olgun, öylesine ezelden ululuk sahibi erenler hakkında,

 

4730,   Rast  gele,   hâlinde   hiçbir  değişme  olmadan,   kolayca,   iyi   kişilerdi   deyip geçiveriyor,

Kendindeki hâllerse bundan çok daha güçlü, onun ululuğundan hiç kimse, bir koku bile almamıştı,

Sözü de hepsinden üstündü onun, hâli de; inciler arasında değer biçilmez bir mücevherdi o,

Hepsi de yıldızdı, oysa güneş; hepsi de erdi, oysa Cemşîd,

Ululuğuna dâir bir hikâye dinle de porsumuş canın, solmuş bedenin tâzeleşsin,

Bir gün gezinmek için bir bahçeye gitmişti; orda bir kadınla birkaç genç gördü,

Gençler,   aşkla   kadına   dalıp   gitmişlerdi,   kendilerinden   geçmişlerdi:   o   da nazlanıp durmadaydı,

Kadın,   onların  yanıp  erimelerinden  öyle  bir  zevk  alıyordu  ki   yere,  göğe sığamıyordu,

O hâl Şeyh’e pek hoş geldi de dedi ki: Ey Hak, ululuğuna and olsun ki,

Benim kimim – kimsem, yalnız sensin: nasıl beden, canla diriyse, benim canım da seninle diri,

 

4740, Sen de beni bu çeşit bir okşa, bana tecellî et de ben de derime sığmayayım,

Irmak kıyısında bu dilekte bulundu: bu dilekte ayağını diredi,

O, bu dilekte bulunur – bulunmaz, onun da gelişip güçlenmesi için ırmakta yeşil bir nur ışıldamaya başladı,

O geliştikçe nur, küçülüp azalmaya koyuldu: oysa ırmak kıyısında oturmuştu: nur, önünde  yuvarlanıp dönmekte, o da onu seyretmedeydi,

Nur,   âşıklar   gibi   ona   hayrandı   ;o   da   sevgililer   gibi   cilvelenmedeydi, nazlanmadaydı,

İki sevgili arasındaki aşk oyununa bak; ikilik yok, bu sözü bırak,

Allah’ın aşkı, kendinedir, başkasına değil; denizin dalgasına karşı bir saman çöpünün sözü mü olur.

CVII

Velîler, Hakk’ın sırlarıdır; kendi sırrıyla aşk oyununa girişen, kendisiyle aşk oyununa girişmiş olur, başkasıyla değil, Bu yüzden de yüce Hak, kendisiyle aşk oyununa girişir; netekim, esenlik ona, Mustafâ’ya, «Sen olmasaydın gökleri, yeri yaratmazdım» buyurur, Yâni, ben ki Allah’ım, hikmetlerim, kudretlerim belirsin diye âlemi yarattım, Hanî «Ben gizli bir defineydim, bilinmeyi, görünmeyi diledim de o yüzden halkı yarattım» buyurur ya; anlayışlı, akıllı kişi, bilir ki bu iki sözün de anlamı birdir,

Ahmed’e bu yüzden, Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım;

Seni yaratmayı dılemeseydim, bir kıl bile yaratılmazdı;

Ne melek olurdu, ne insan; ne cansız olurdu, ne bitki, hayvan,

 

4750, Peygamberler, haber çavuşları gibi halka senin vasıflarını bildirdiler,

Bizden sonra padişah geliyor; haberdâr olun da gelişini gözleyin;

Herkesin elini tutan, herkesin sığındığı zât odur; o, ne dilerse, Allah, onu yapar dediler,

Ay, onun buyruğuyla ikiye bölünmedi mi? Göğe ağıp da dilediğini bulmadı mı

Hikmet, bir kaynak gibi ondan coşup aktı da akıl da onu içip kandı, can da,

İnsanlara, daha yüzbinlerce şaşılacak şeyler gösterdi; bir – bir say – dur,

Duyup işitmekten âciz kalırsın; çünkü sıfatlarının sonu yoktur da yoktur,

Emin peygamberler, Allah’ın sırıdır; sır da seçilmiş kişinin gönlündedır,

Gönüldeki şeylerin  özü-özeti değil midir sır; ibâdetten maksat, Allah râzılığını eldeetmek değil mi?

Herkes, kendisindeki sırla övünür; bu yüzden de onu gönlünde saklar,

 

4760,  Sır, padişaha benzer, geri kalanlar ordudur;  bunu gönül ve ruhla bedene kıyasla,

Herkes, kendi sırrıyla sarhoştur; gönüldeki sır, ne yücelir, ne alçalır,

Bu   bağdaki,   bu   bostandaki   ağaçların   hepsi   de   onun   yüzünden   diridir, meyvalarla dopdoludur,

Şu yücelik, alçaklık, bir görünüştür; o şarapla esriksen şu ikisinden de geç,

Bil ki bu birliğe iki sığmaz; rahmet denizinde zahmet yoktur,

Onun denizine dalda, bir gör; din yolunda gidersen tümden din kesilirsin,

Allah’dan bahset, ondan başkasından söz etme; çünkü hiçbir surette ondan ayrı değilsin sen,

Gözlerini aç, dünyâ şaşıyla dolu ama sen şaşı olma,

Sen onlara katılma, bir yana çekil; tertemiz kişilerin topluluğunun ardına düş, canla – başla yürü de,

Her solukta neşe ve gam dünyâsının ardında yepyeni bir dünyâ gör,

 

4770, Gamla neşe birbirine zıddır da o yüzden ikisi de kalmaz, geçip gider,

Gam geldi miydi neşe yok olur; köle, hürlük yoluna nasıl, ne vakit girebilir ki9

Neyin zıddı varsa o, ebedî olamaz; bil ki zıt, zıddıyla yok olur,

Zahmet gelince rahat gider; kilit anahtarın zıddı değil midir?

Anahtar bulununca kilit açılmaz mı? Kilit, anahtar yüzünden yıkılıp gitmez mi?

Ölümle yaşayış yok olmaz mı? Zahmet, meşakkat gelince sağlık – esenlik gitmez mi?

Yağmur yağınca toz yok olmuyor mu? Derman gelince dert gitmiyor mu?

Buna binlerce örnek var ama haberdâr olan akla bu kadarı da yeter,

Akıllıya bir işaret kâfidir; gaflette olanaysa, ne kadar anlatırsan anlat, fayda etmez,

Bunun açıklanmasını arıyorsan, Hak, Kur’ân’da buyurmamışmıdır?

 

4780, Mahşerde ne güneş vardır, ne zemheri; o dağılış âlemine iki zıt nasıl sığar?

Kıyamet, gerçekten de ebedîlik âlemidir; oraya zıt sığamaz; çünkü zıt, zıddını giderir, yok eder,

Hâsılı orda soğuk yoktur; ordakiler sıcak da görmezler,

Çünkü sıcak gelince soğuk gider; soğuktan da sıcak kaçar,

Bil ki kıyamet âlemine sığmaz bu; ebedîliğe yokluk nasıl eş olabilir’7

Kıyamet gününe yokluk yol bulamaz; o gün, ebedîlik günüdür o günün sahibi de Allah’tır,

Allah, Kur’ân’da böyle açıklar; «Din gününün sahibi» benim buyurur,

O gün gizli şeyler belirir; iyi yücelir, kötüyse rezil olur – gider,

Güzel olan çirkinleşmez; onun yurdu, ebedî olarak cennettir,

Erlerin yoluysa iyinin de ötesindedir, kötünün de; onların-yolculukları, adım almaksızın kendilerinden kendilerinedir,

 

4790, Onlar, ucu – bucağı olmayan engin denize benzerler; ama birseldde benzeye bedenden de gizlidirler,

Sen onların görünen bedenlerine bakma: tertemiz canlarını gör,

Gör de onların canlariyle diril; yokluktan, zevalden emin olarak ebedî yaşayışa eriş,

Ne mutlu onları görenlere, kendilerini de, yakınlarını da bırakıp gidenlere;

Bu çeşit kişi,  Nuh gibi ruh denizinde dünden de – yarından da, sabahtan da -akşamdan da  geçmiştir,

Kendi güneşini kendinde görmüştür; bundan sonra da ona, iyi nedir, kötü ne

Dünyâ   bezentilerinden  sıçrayıp   kurtulmuş,   nakşı   –   sureti   olmayan   yana ulaşmıştır,

Yüzü belirmeyen sevgilinin yüzünü,  cansız, bedensiz, hem de iki gözüyle bakmaksızıngörmüştür,

Ayrılıktan baş çıkarmış, kavuşma denizine dalmış, o kavuşmada viizbinlerce nîmet elde etmiştir,

 

4800, Kendini uçsuz-bucaksız bir deniz olarak görmüş, bedenden kurtulmuş, salt can kesilmiştir,

Sen de bir yoldasın ki bahtın o yolda sana yâr olacak; pılın-pırtını canla -başla o yana çekiyorsun,

Çünkü faydanı o yanda görmedesin; o yüzden de bütün yanları – yöreleri bırakıp o yanı seçmedesin,

Benim sohbetimi canla – gönülle seç, kabul et de din âleminden haberdâr ol,

Ne diye canla – gönülle seç diyor, candan söz ediyorum?

Cananın sırrıyım ben; kimde o sır varsa, bilir ki o mâdenim ben,

O aradığın, her yana koşup aktardığın sevgili, o güzel, benim, ben,

CVIII

Kim Allah velîsiyse, gerçekten de onun varlığı – benliği kalmamıştır; gerçekten haberi olmayan aşağılık kişilerin zarurî ölümlerinden önce, bu çeşit kişi, Allah’ın ululuğu karşısında ölmüş, tamâmiyle yok olmuştur «ölmeden önce ölün» buyruğuna uyup var olmuş, dirilik bulmuştur; böyle kişi artık ölmez; ebedî olarak kalır; çünkü pis olan varlığı, tertemiz buluşup kavuşma tuzlasında arınmış, baştan başa tuz kesilmiştir, Bütün âlem, bilse de, bilmese de, böylesi şeyhin imindi olur; çünkü âlemin bütün hoşlukları, onun ışığındandır; netekim altın yaldız da altın mâdenindendir ve kim altın yaldızlı birşeye yüz tutmuşsa, altından yüz çevirmemiş, gece – gündüz yüzünü altına tutmuş, ona karşı yere kapanmış sayılır; fakat burdaki altın eğretidir sonunda solar, kalmaz, O halde Allah’a öyle kulluk etmek gerek ki sonunda ona ulaşılsın, Bu takdirde bilinir ki bütün âlem, Şeyhin mürididir; ne yana yüz tutulsa, şeyhe yüz tutulmuş olur, ona kulluk edilir; bu, böyledir ama bilmezler,

Dünyâda   hoşuna   giden,   bedenine   canına   esenlik   veren  herşey,   bütün   o hoşluklar benim; nakşı-sureti bırak da yüzünü anlama tut,

Çünkü   onların   hepsi   de   surettir,   can   benim;   onların   içinde   güneş   gibi parlamaktayım ben,

Cisimlerin güzellikleri candan değil mi? Toprak, altın bulunduğundan dolayı maden olmuyor mu’?

 

4810, Nakışlarla örtülmüşüm ama onların hepsi de benim nuruma âşık,

Hepsi de benden başkasını aramamakta; hepsi de bana doğru koşup gelmekte,

Onların   parıltısında   ancak   ben   varım;   onların   başlan,   benim   hevesimle dopdolu,

Göğün, yerin bütün zerreleri, iyiden – kötüden, sıcaktan – soğuktan ne varsa, gerçekte

Bana secde etmekte; gece – gündüz, hepsi de canla – gönülle beni anmakta,

Çünkü bu gölgede Hak nuruyum ben; kârım da ondandır benim, sermâyem de ondan,

Allah’dan hiç ayrılmadım ben; o coşkun denizin dalgasıyım adetâ,

Açık   –   gizli,   ikilik   yok;   gerçekten   de   perdesiz   olarak   onunum,   onun tecellisiy im ben,

Irmağın   suyundan   yüz  testi   su   içsen,   hepsi   de   aynı   güzelliktedir,   aynı akıcılıkta,

Her testinin suyu, susuza seçilmiş deva benim dese,

 

4820, Sözünü canla kabul et; çünkü susuz, onunla suya kanmakta,

Su, önceden ,ırmaktan ayrılmadan hiçbir testiye girmez,

O tatlı, arı – duru, cana can katan su, ırmaktan ayrılmıştır,

Testiye girmiştir ama hassası, gene o hassadır; su, gene o sudur,

Ayrılık varsa da o dâva, anlam bakımından eğri değil, doğrudur, yerindedir,

Öyleyse, hiçbir zaman uçsuz – bucaksız denizden ayrılmamış olan,

Güneşin ışığı gibi o denizle duran, akıl gibi baştan yitmeyen o su,

Yerdeki halk da, gökdekiler de bana karşı yere kapanmakta derse, bu dâvası yerindedir,

Aklı başında olan hiç kimse, Allah’ın tertemiz nüm, Allahnın zâtından ayrıdır demez,

Sen de böyle bir nura, ayrı deme: seni yaratan odur, ayağına? baş koy da,

 

4830, Başına  bir sırdır, bağışlasın: her hayrına karşılık hayırlar versin, sevaplar ihsan etsin,

CIX

«İsteyerek, istemeyerek gelin» âyetinin tefsiri, «Hiçbir şey yoktur ki ona hamdederek noksan sıfatlardan tenzih etmesin onu» âyetinin anlamı,

Allah, sen, canla – gönülle kabul edesin diye Kur’ân’da bunu anlatmıştır,

Buyurmuştur  ki:  Yer,  gök,  onlardaki  herşey,  küçük  olsun,   büyük  olsun, düşman olsun, dost olsun,

Vahşî hayvanların, kuşların hepsi, bütün canlılar, bil ki ibâdettedir,

Sonra haddi – hesabı olmayan şu insan topluluğundan olanlar,,,

Bu topluluğun bir bölüğü Allah’a niyaz etmekte, Allah’ı anmakta: bir bölüğü namazdan ayrı düşmüş,

Bir bölüğü hırsız: dîne, olmayacak şeyler karıştırmış: yol kesici,

Erkek, kadın, bir bölüğü de zina edip durmada,

Şunların işleri – güçleri, canla – gönülle itaat, ibâdet: bunlarınsa rahattan – huzurdan kaçış,

Bir  bölüğü,   dileyerek  itaat  etmekte, kullukta  bulunmakta: bir bölüğüyse istemiyerek, zorla ibâdet  etmekte: bundan da bir şey ummakta,

Eşsiz – önıeksiz şekiller meydana koydu: bir bölüğü tertemiz, bir bölüğüyse pis mi, pis:

 

4840, Şeddad, Bel’am, Nemrud gibi kötülüğe, günaha baş – aşağı batmış – gitmiş,

O işte de pek beceriklidir onlar: herbiri, kötülükte kendisine uyulur, yolunca gidilir bir kişi kesilmiş,

Gönüllerinden kaabiliyet gitmiş: mayalarında hiçbir temizlik kalmamış,

Hak, bu köhne sarayda, güzelin de olmasını diledi: çirkinin de: rahatın da bulunmasını takdîr etti, zahmetin de,

Kâfiri, hırsızı, hâini, gaddarı: mü’mini, temizi, iyi işlerde bulunanı:

Hepsini   pergelsiz   düzdü   –   koştu:   hepsinin   de,   onun   gücüyle   işe   güce koyulmasını diledi,

Bunun  hikmeti,   akıldan,  vehimden  uzaktır,   bunu anlayasın  diye  söylemek isterim ama,

Korkarım, pek uzun sürer: bekleyen de bekleye – bekleye ölür – gider,

Bırakayım da sır yoluyla Allah söylesin: kapalı kapıyı açsın sana,

Hakk’ın söylemesi, daha faydalıdır sana: o seni ararsa kavuşmaya erersin,

 

4850, Hırsızlığı, hainliği seçen, Yezîd gibi, seçkin kişilere kastetti,

O meydan, Allah’a kulluk meydanıdır; o da dünyâda bu işi yapar,

Ama maksadı kulluk değildir; niyeti, yaşama hırsıdır, yaşama ümîdidir ancak,

Boğazına haram lokma sokmak için halkın malını zorla alır,

İyiler,   binlerce   rağbetle,   binlerce   istekle   kulluk   ederler;   kötülerse  hırsla, tamahla iş görürler,

O, Allah için ibâdet eder; buysa ancak kendi rahatını sağlamaya çalışır,

O,  dileyerek itaat eder; buysa boyuna zorla,  O, zevkle – şevkle kullukta bulunur, buysa  zahmetlerle dopdolu bir halde,

Şu halde dost – düşman, halkın hepsi de baş eğmiştir, Hakk’a yüz tutmuştur,

Bu sebepledir ki cansız – canlı herşey buyurmuştur,

İyi – kötü, eğri – doğru, varlıkların herbiri, dilsiz olarak bizi, noksan sıfatlardan tenzih eder,

 

4860, Dört unsur da bizi anar; neşe de bizim gücümüzle yürür – gider, gam da,

Sıkıp daraltmak da Hak’tandır, gevşetip ferahlatmak da; yürü, bunu Kur’ân’dan apaçık oku,

Hepsi Hak’tan, Hak’tan gayrı kim var? iki âlemde de herşey onunla diri,

Şiddetle zuhuru yüzünden gizlidir; bir şahsa benzeyen dünyânın bedeninde candır o,

Diri kişinin bedeninde can yok mu? Baş da canla yürür, ayaklar da,

Beden bahanedir, sen ondaki canı gör; toz tozarken yeli görmeye bak,

Akıllı, tozdan yeli görür de gönlüne hiç toz konmaz,

Böylece gökte, yerde herşeyi gören, gösteren akla sahip kişi, insanın bedeninde nasıl canı görüyorsa, onun gibi, Rahmân’ın cemâlini görür,

Bu yüzden Bâyezîd, sırlar âleminde anlam incisini deldi de,

 

4870, Bu dünyâda dedi, yerde, gökte hiçbir şey görmedim ki,

Onda, Allah belirmesin; dünyâ bize bir ayna kesildi,

Bu dünyâ aynadır; biz de ona bakmadayız; ne mutlu gelip de o aynaya bakana,

Sanatkârın sanatı, sana o aynada görünür; o aynada, apaçık sanatkârı görürsün,

Kişi, onu tanıyıp bilesin diye hünerini gösterir, sanat eserim meydana getirir,

Akranı içinden onu seçmeni, gizli – açık, onu övmeni ister,

Canla – gönülle onu istemeni, ona fazlasiyle meyletmeni diler,

Hak da, onu akıl gözüyle görmen için sanatını böylece gösterdi,

Bilgide   eşi   –   benzeri   olmadığını,   ondan   başka   bir   padişah,   bir   sahip bulunmadığını bilmeni diledi,

İstedi ki her zaman hayretin arttıkça artsın; bu düşünceyle başını, ayağını yitiresin,

 

4880, Mecnun gibi halktan uzaklaşasın; Zü’n – Nün gibi boyuna sarhoş olasın,

Onun işlerine bakasm da her solukta canını – gönlünü onun yoluna döküp saçasın,

Ne yabancıdan bahsedesin, ne kendinden; onun yararı sana şerbetten de hoş gelsin,

Melhemden baş çekesin de yaralanmayı dileyesin; onun belâsından darmadağın olmayasın,

Onun zahmetini, definelere, hazînelere değişmeyesin; onun bakırını kimyaya bile vermeyesin,

Gamın, yüzlerce neşeyle satın alasın; onun tarafından yıkılmayla onarılmaya eresin,

Dert, dermandır; dertten kaçma; ey oğul, her solukta derdini arttırmaya bak,

CX

Dünyânın derman görünen hoşlukları, gerçekte derttir; tatlısı acıdır; güzeli çirkindir, Dünyâ ateşe mensuptur, nura değil; sonunda da adamı, aslı olan cehenneme çeker; çünkü «Herşey döner, aslına varır,» Evliyanın durağı ne cehennemdir, ne cennet; netekim «Gerçeklik makaamında, gücü yeten padişahın katında» buyurur, Bir kimse, padişahın yanına gitse, faydası için padişahtan bir beylik, bir mevki istese, bunun, padişahın değil, kendi faydası için ister, Bu, şunun aksinedir: Birisi, bir güzele âşık olsa, ondan mal istemez; belki malını feda eder ona, Güzelden isteği, kendi hayrı için değildir, dileği o güzeldir ancak, Şu hâlde zahitler, cehennem korkusundan, cennete girmek sevdasından Allah’a ibâdet ederler; evliyâsa bunun aksine, Allah’a, Allah için ibâdet ederler,
Bedenini öldürmeyen, arıklaştırmayan, sonunda cehennem otu, cehennem gıdası olur, insan, gerçekte candır ama kendini beden sanır,
Netekim Senâî buyurmuştur :
Sen cansın: kendini cisim sanıyorsun,
Sen ırmaksın; kendini testi sanıyorsun,
Asıl olan varlığını bırakmıştır da düşman olan yabancı bedene  sarılmıştır; beden   ondan  ayrılmayı   diler;   oysa gece – gündüz onu besler; kendisini aç – çıplak bırakır,

Şehvetin tadı – tuzu, bil ki acılıklarla, zahmetlerle dopdoludur; melhemide baştan başa tümden yaradır – beredir,

Bu dünyânın lezzeti, zevki ateştir; gül gibi görünür ama dikendir,

Bu dünyâ, tuzağa, yeme benzer; her neşesinin, her sevincinin altında yüzlerce gam gizlidir,

 

4890, Kuş gibi sen de yem için tuzağa ayak bastın mı, muradına ermeden öldürürler seni,

Bu dünyânın güzelliği, aldatıcıdır; o yüzden de kâfir aldanmış, ona kul – köle olmuştur,

Kimde işin sonunu gören akıl varsa, boyuna ondan kaçmayı yol – yordam edinir

Elde bulunan zevki, anlam zevki için bırakır; elde edilecek nimetler için malı – mülkü terkeder,

Ne mutlu o kişiye ki âhirette esen kalmak için dünyâ zahmetini çeker,

Dünyâ zevki, veba gibi öldürücüdür; onun gamı da yok olup gider, sevinci de,

Gerçeğinde de bir fayda yoktur, alayında da; içinde bulunduğun ânı da evvelki zamanlar gibi geçip gitmiş bil,

Allah’a harcanmayan ömür, yitmiş – gitmiştir; âhiretse gelip çatacaktır,

Ömrünü gafletle elden çıkardın da öylesine bir devletten mahrum kaldın,

Ömrün boyunca ibâdette bulunsaydın; âhiret için ekin ekseydin,

 

4900, Dirildiğin zaman zenginlerden olur, cennette hoş, neşeli bir halde esenleşirdin,

Yarlıgayış padişahından, bu dünyânın âhiretın tarlası olduğu rivayet edilmedi mi?

Yarın için bugün ekin ekersen, orda, iyi – kötü, ne ektiysen biçersin,

A sapık,  değil mi ki ekmedin, ne de kötü yürüdün sen; ölümünden sonra nicolacak hâlin

Mahşer günü, yaptıkların sana gösterilince, o soru çağında cevâbın ne olacak

Kötü   işin   karşılığı   azaptır;   bu   çeşit  kişinin   yeri   –   yurdu,   ebedî   olarak cehennemdir,

Namaz ve ibâdet ekinini eken temiz kişinin durağı, cennetin baş köşesidir,

Burda varlığından, benliğinden ölen kişiyse, bu ikisini de yurt edinmeyi boş verir,

O, cehennemede aldırmaz, cennete de; o, Hak’la Hak olmuştur; Hak’ladır o kişi,

Başsız – ayaksız Hakk’a koşar; çünkü Hak’tan başkasını aramaz, dilemez,

 

4910, Kullara padişahtan gelirler vardır; baş çekenlereyse hırsız gibi dara çekilmek,

Ey anlayış bilen kişi, kul varlığından öldü mü, ondan ebedî yaşayışa kavuşur

İnsan tuzlaya düştü mü, tuz olur – gider; o artık hayırdan da kurtulur, serden de,

Onda, varlığından bir damar bile kalmamıştır; iyiliği gitmiştir, kötülüğü de yok olmuştur,

Tepeden tırnağa tuz kesilmiştir; bana inanmıyorsan bir tad da gör,

O, nefsinden ölmüştür: onda Allah sevgisinden başka herşey yok olmuştur,

İş de bitmiştir, işi yapacak olan da; nura karşı karanlıklar nasıl kalabilir ki,

Herşey,  yokluğa dönüşmüştür;  varlık da ondan görünmededir artık, varlığı belirtenler de,

Buyruğu, var olanlara böyle gelir çatar: vaadedildiği gibi var olanlar da yok olur – gider,

Onun yalımı beni yakıp yandıralı, bende sevgiliden başka bir varlık kalmadı,

 

4920,Ben olmuşumdur, kalan,onun zâtıdır ancak:bundan böyle de kendi kendisininsâkiysidir o,

Evde   ev   sahibinden   başkası   yok:   başkasının   varlığından   hiçbir   emare görünmez,

Ulaşanlar, gerçekte böyle olurlar da dâvaya kalkışırlarsa onlardan bu dâvayı güden Hak’tır,

Velîler, o denizde bu çeşit, ben’den de ayrılmışlardır, biz’den de

Değişmeyi kabul eden, bil ki candır; kandile ışığın gıdası, zeytinyağıdır,

Vahye, ilhâme kaabiliyeti olan, candır, beden değil; onun denizine karşı beden testisini kır  gitsin,

Ne mutlu, canın yüzünü görene, inatçı bir düşman olan bedenden kurtulana,

O, kendini bulmuştur, can olduğunu görmüştür; bedenin, kurbanlık bir hayvan olduğunu anlamıştır,

Allah buyruğuyla onu kurban edene, şüphe yok ki Kur’ân’ın sırları ilhanı edilir,

Kim  bedenini  öldürmezse  beden öldürür onu:  kâfirler gibi  de cehenneme sürüye – sürüye götürür,

 

4930, Cansan niçin bedenden bahsedersin; ne diye her solukta onun dileğini araştırır – durursun;

Yağlı   –   ballı   şeyleri   düşmanın   önüne   korsun;   o   köpek   huylunun   ayıya dönmesini istersin;

Kendi dostunu bir arpaya bile almazsın? Eşek değilsen yemeği dosta ver, onu doyur,

Sevgilinin, dostun yemeği hikmettir, bilgidir; onlardan başkası onca yemdir, tuzaktır,

Herşeyin, kendi cinsinden gıdâlanması gerek ki o gıdayla gücü kuvveti artsın,

Bedenden de geç, bedenin gıdasından da: değil mi ki cansın, can gıdâsıyla geçin,

Arı  –  duru  su  olduğun  hâlde testiyim  deme;  hâlis  şarapsın,  küpüm  diye söylenme,

Dostla aşk oyununa giriş, postla değil: tersine iş yapan, kâfirin ta kendisidir,

Asla giden kişiyi asıl olarak bil: beden, nerden can âlemine yol bulacak’?

Can temizdir, temizliğe gider: bedense toprağa mensuptur, toprağa kavuşur,

 

4940, Herşeyin parça – buçuğu, aslına varır, ulaşır: eşek beden, Mesîh gibi can olamaz,

Altının lâyığı altındır, aşağılık bakır değil: melek ol da göğün yücelerine ağ,

Şeytana, göğe çıkmaya yol yoktur: meğer ki melek huyuyla huylan,

Temiz ol da temizlere var: korku nedir, bilmeyenler gibi pislikte oturup kalma,

CXI

İç temizliğini sağlayan su, şeyhtir; pisin suyla temizlenmesi gerektir, En önemsiz görünen zanaatlar, sanatlar bile ustasız, hocasız elde edilemez, Yüce Tann’yı tanımaksa işlerin en gücü, en yücesidir; onun üstünde birşey yoktur, nasıl olur da kendiliğinden elde edilir? Yüce Allah, o iş için de hocalar belirtmiştir ki onlar da, esenlik onlara, peygamberlerdir, erenlerdir, Onlar olmadıkça o işi hiç kimse elde edemez kolay değildir o iş, Ustasız bilen, pek azdır, pek azla da hüküm verilemez, O pek az erişilen durağa eren kişi de başkalarına öğretmek için o durağa ulaştırılmıştır, İster gayb âleminden, ister üstaddan öğrensinler, öğrenenler, muratlarına erişmiş olurlar, Ama ulaşan mürîde de, şeyhe, sen hangi şeyhten muradına erdiysen ben de gider, ondan muradıma ererim, senden değil demek de gerekmez; bu, ben peygamberden, yahut şeyhten bunu kabul etmem, onların buldukları yerden isterim demeye benzer ki bu çeşit bir düşünceye düşen, kâfir olur, Bu, şuna benzer: Birisi, bir mum yakmıştır; başkası da bir mum yakmak istemektedir; fakat, mumunu bu mumdan yakmam; senin yaktığın yere gider, ordan yakarım der, Bu söze gülünmez mi?

Şeyh seni tertemiz eder: ona yapış: değil mi ki pissin, böyle bir ırmağı bırakma,

Kir, pislik, suyla arınır: kirli, pis olan, suya girdi mi, arınır,

İnsan, bir sanatı kendiliğinden belleyemez: yanan bir mum yakılmadıkça mum yakılamaz,

Sönmüş mum, yanan mumdan uyanır; ona varmadıkça sönük kalır,

Sanat nurdur, sanatkârsa muma benzer: ustanın çevrini çek anlamsız lâfı bırak,

Ustasız, kendi kendine bir sanatı elde eden kişi nâdirdir,

 

4950,   O   nâdir  yetişen  de,   ancak  onun  yüzünden  o  sanata gücün  yetsin  diye yetişmiştir,

O sanatkâr, terzi bile olsa, ne derse onu yap, onu sök – dik,

Terziliği öğrenip onun gibi has libaslar dikinceye dek ona uy

O işi vasıtasız olarak bilen, dünyâdakiler içinden seçilmiş bir erdir,

Onun yüzünden o sanatı öğrenen, insanlara ondan da daha iyi elbise diken kişiyi de,

Onu aynı bil, hattâ daha üstün say: çünkü o sanatta hem olgundur o, hem düzgün,

İlk usta bundan iyiydi: şimşir ağacının yanındaki ödağacına benzerdi deme,

Bir mumdan yüz mum yakılsa, birbiri ardınca, hepsi de bir yerde toplansa,

Sonuncusunu da birincisi bil; çünkü ikisi de yanlışsız, kuşkusuz aynıdır, birdir,

Mumunu ister sonuncudan yak, ister ilkinden; farkı yoktur, bunu böyle bil,

 

4960, Mumunu, onuncudan ) aksan da birincisinden bir farkı yoktur,

Çünkü bilmen gerek ki her ikisinde de aynı ışık var; ikisi de karanlık geceleri aydınlatır,

Şeyh’ten feyzalıp erişen her mürîd, gönül ışığını can gözüyle görmüştür,

O mürîdten de bir başkası feyzalır; kendi benliğinden geçip Allah’a doğru yol alır,

Böylece yüzbinlercesi, birbirinden uyup perdeyi geçse,

Sen, akıl gözüyle bak da hepsini bir gör: böylece de o bakış, o görüş, seni bilgisizlikten satın alıp kurtarsın,

Işık padişaha benzer, mumsa bineğe: ışık ay gibidir, munısa gece gibi,

Mumlarımız, sayı bakımından çoktur ama hepsi de aynı sıfattadır,

Mumu bırak da ışığa bak; ışık olduysan da var, yürü, aydınlıkta otur,

Mumların suretleri, yolunu keser senin; o suretler, dîninin de düşmanlarıdır, aklının da, canınında,

 

4970, Ne mutludur suretlerden kurtulan, böyle bir tehlikelerle dolu kuyudan sıçrayıp halâs olan,

Böyle  kişi,   anlama yüz  tutup  yol  almış,  kavuşma durağına doğru  uçup gitmiştir,

Anlamı seçenin gözü açıldı: nakışta – surette kalan kör oldu – gitti,

Önüne ön düşünülmeyen demde hepimiz de anlamadık; kim bunu bildiyse dâvadan kurtuldu,

Asıl olan anlamdır: hepimiz bir asıldan olduğumuzdan da kavuşup buluşmayı istemekteyiz,

Suretlerde birkaç gün konuğuz: sonunda can oluruz, çünkü canız biz,

Beden eğretidir ama hoş gelmiştir sana; ama can, bu takdirde aslıyla nasıl esenleşir?

Can, eğreti bedende esenleşince kâra da aldırış etmez oldu, sermâyeye de,

Bu takdirde boyuna oturduğu o eski durağına, asıl yurduna nasıl varabilecek?

Nasıl o aman yurduna varıp rahata erecek’? Söyle bana,

 

4980, Ruh suya benzer, bedense testiye; suya ırmak, testiden daha iyi gelir,

Su, testide hoş, tatlı bir hale gelir ama bil ki ırmakta, ondan yüzlerce kez daha hoştur, daha tatlı,

Velîler, bedendedirler ama gerçekte bedenden dışardadır onlar: az görünürler ama herkesten çoktur onlar,

Ayrılık âleminde, tam buluşmadalar onlar; çift görünürler ama tektir onlar,

Ebedî olarak hepsi de Hak’la biledir: bilgileri, kitaptan, sahîfeden değildir,

Onlar,   burdayken  o  âleme  ulaşmışlardır:   sırlar,   gözlerinin  önüne  apaçık serilmiştir,

İki âlemde de   Allah naipleridir   onlar; önde   gidenlerdir, yücelerdir, kılavuzlardır onlar,

Sözleri Allah’dandır, kendilerinden değil; onların önünde ne iyiden bahset, ne kötüden,

Allah var oldukça vardı onlar: var oldukça da var olacaklardır o dervişler,

Halkın da bilgileri vardır ama asıl bilgi, bilgiyi verenden nasıl ayrılır ki?,

 

4990, Allah velîleri, Allah sırrıdır; sırrın, sır sahibinden ayrıldığını kim görmüştür?

Hepsi de, denizin dalgaları gibi denizledir: ama zâtının vasfı, lûtfa, kahra benzer,

Onlara karşı melek de kuldur – köledir; peri de kapıcılardır onların, şeytan da, insan da,

CXII

Var olanların bedenleri, gökteki, yerdeki varlıklar, bütün bezentiler, görünen şeyler, gayb âleminin, anlam ülkesinin perdesidir, Ama bu perde, yabancılara gerilmiştir, velîlere değil, Ham Nil ırmağının suyu gibi; Sıbtîlere suydu, Kıbtîlerin ağızlarında kan, insanın eli de dosta okşayıştır, melhemdir, düşmanaysa gürzdür, yaradır, Şimdi âlemin bütün parça – buçukları, yedi organın, canın aracı olduğu gibi Hakk’ın aracıdır; Hak’la hoş olan kişilere onlar da hoştur, Hak’la hoş olmayanlara onlar da hoş değildir,

Varlık alemindeki bütün cisimler, dostlara değil, Allah düşmanlarına perdedir,

Bu nakışlar, bu suretler, görüş ehli olana gayb âleminin nakışları, suretleridir,

Tapıdan sürülmüş, gönül gözleri kör olanlar, bu balçık âleminde kalakalmışlardır,

Bu gayb suretlerinden, bu nakışlardan bir eser bile göremez onların gözleri,

Nil, Sıbtî’ye su değil miydi: ama Kıbtîye, öfkesinden kan olup durmaz mıydı?

Hani, sevgiliyle hoş olan kişinin, başkalarını görünce yüzünü ekşitmesi gibi,

Hani padişahın haber çavuşu, padişah tarafından adamlara, bir iş buyurmaya gider ya;

 


ETİKETLER: