4 Dereceli Din

A+
A-

4 Dereceli Din

Geçen haftaki yazımıza “Din Adamı Modelimiz Yunus Emre Olsaydı” diye bir başlık atmış ve evvela onun bir “din adamı” olduğunu son araştırmalar ışığında ortaya koymuştuk. Sonra ise “Ne olurdu?” sorusunu Gelenekteki bu din adamının din yorumu ile günümüz din adamlarının din yorumları arasındaki farka işaret ederek cevaplamaya başlamıştık. Bu konu önemine binaen bizim birkaç haftamızı alacağa benziyor. Çünkü; “Şeriat Tarikat yoldur varana – Marifet Hakikat andan içeru” diyerek dini 4 mertebede ele alan Gelenekteki bu din anlayışının bugün 3 mertebesinin kayıp olduğunu görmekteyiz.

Geleneğimizde anlaşılıp tatbik edildiği şekliyle din, bu dört ana mertebe üzerine oturmaktadır. Bu dört mertebe: “Şeriat”, “Tarikat”, “Marifet” ve “Hakikat” olarak isimlendirilir. Dini bu şekilde basamak basamak yükselen bir biliş ve oluş süreci olarak düşünmek ilk dönemden günümüze kadar pek sufi din adamının geliştirdikleri bir modeldir. Şeyh Abdullah Ensârî Herevî’nin (v.1088) “Yolcuların Menzilleri” (Menâzilü’s-sâirîn) isimli eserinde, sonra Hoca Ahmed Yesevî’nin (v.1166) Fakrnâme ve yeni bulunan Makâmât-ı Erbaîn risalelerinde hep bu modellemenin hakim olduğu görülecektir. Yesevî der ki; “Hazret-i Ali’den rivayet ederler ki dervişlik makamı kırktır. Eğer bunlar bilinip buna göre amel edilse, dervişlik temiz olur ve eğer öğrenilmezse, dervişlik makamı haram olur ve o kişi cahil derviş olur. O kırk makamın onu şeriat makamında ve onu tarikat makamında ve onu mârifet makamında ve onu hakikat makamındadır.” Daha sonra Necmeddin Kübrâ’nın (v.1221) “On Esas Makam” (Usûlü aşere) isimli eserinde aynı sistemleştirmeyi görürüz. Peşinden Hacı Bektâş-i Velî (v.1271) Makâlât ve Fevâid eserlerinde bunu 4 Kapı 40 Makam şeklinde formülleştirir. Bektâşiler bunu daha da alt dallara ayırarak ayrıca “Erkan onyedidir, Menzil üçyüzaltmıştır, Velayet onikidir, dairesi yedidir, bölüğü dörttür” gibi seyr-i süluk erkannâme’si oluştururlar.

Günümüzde de bazı sufi yazarlar aynı anlayışla bazı eserler kaleme almışlardır. Bunlardan Abdülkadir Sufi’nin Yüz Basamak isimli eseri ile psikiyatrist Dr. Mustafa Merter’in 1200 Katlı İnsan isimli eserlerini ayrıca tavsiye ederim.

İki sene kadar oluyor İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden yetkililer bir Tasavvuf Müzesi kurma niyetinde olduklarını ve bu konuda istişarede bulunmak istediklerini iletmişlerdi. Bu işin bazı zorluklardan kendilerine bahsetmiştim. Düşündükleri mekânın bir iktisat tarihi mekânı olduğunu keşke eski bir dergâh bu iş için düşünülse daha isabetli olur demiştim. Bu meyanda esas problemin böyle tematik bir müzenin fikri tasarımında olacağını ilave etmiştim. “Ben olsam konsepti şöyle tasarlardım” demiş ve hayalimdeki tasarımı kendilerine açmıştım. Demiştim ki; Böyle bir müze 4 salondan meydana gelmeli.

Birinci salon Şeriat adını almalı, Bab-ı Şeriat. Şeriat kapısından girilecek sergiye. Bir tür “Kabul Odası”. Giriş, Başlangıç, İnisiyasyon sembolleri kullanılacak burada. İslam dininin Kur’an ve Sünnet kaynaklarının sufilerce kullanılan şekilleri sergilenecek. Mesela sufi hattatlar elinden çıkmış Mushaflar. Sufi Muhaddislerin yazma eserlerinden örnekler. Sufilere göre Hz. Peygamber ve buna yönelik medhiyeler, mevlidler, levhalar v.s. Bir dergahtan çıkma seccadeler. Ama o seccadenin sergi etiketinin üzerine Hâfız-ı Şirazi’nin “Seccadeni Şaraba Bulamadan Hakk’ı Bulamazsın” sözü yazılacak. Tabii ki her seviyeden ziyaretçi geleceği düşünülerek Hâfız’ın o beytinin üstüne İbn Fârız’ın “Biz Sarhoş Olduğumuzda Üzüm daha Yaratılmamıştı” beyti de yazılacak ki Mevlana’nın dediği gibi “Bazılarının aklı üzüm suyuna gitmesin”.

Sonra o salondan Tarikat salonuna geçilecek. Hatta bence burayı bir salon gibi değil de bir uzun koridor şeklinde tasarlamalı. Çünkü ‘Uzun ince bir yol’. Tesbihler, müttekalar, güller, tâclar vs.

Sonra önce Marifet ve peşinden Hakikat salonları. Buralar ise somut malzemelerden ziyade şemalar ve sanal gerçeklik teknolojileri ile interaktif bir alan olacak. Ziyaretçi orada kendini bulacak vs.. Zira sırr-ı Hakikat “Hakk’ı kendi özünde bulma” makamıdır.

Hasılı “Evvel kapı Şeriat, geçse andan Tarikat, gönül evi Marifet, aşk Hakikat içinde”. Bunları söyledik söylemesine lakin arkadaşlar ne yaptılar, ne yapıyorlar hiçbir malumatım yok. İnşaallah kötü bir şey yapmazlar..
Şimdi birinci kapı olan Şeriat kapısı bugünkü Müslümanların elinde kalan yegane kapı.. Ve adeta çıkışı olmayan bir kapı. Yani tek kapılı bir han. “İki kapılı bir han” olmadığı için dinamik değil statik. Gireni hapsediyor. Bir yere götürmüyor. Onu algılamada da farklılıklar var. Bir ittifak orada da yok. Hakikatine uygun kurgulanmadığı zaman her şeyi kendinde tutuyor ve bırakmıyor. Kapı olmaktan çıkıyor adeta duvar oluyor. Hicab oluyor. Bugünkü din eğitimi de sadece bu mertebe ile iktifa edip buna müteallik ilimler öğreten yerler olunca sonuç daha da vahim bir hal alıyor. Oysa yukarıda adları geçen Geleneğin büyük din alimlerinde bu kapı adeta bir “Kabul Odası” gibi. Ve bir Yol gibi. Kendini izleyeni, şartlarını yerine getirenleri alıp adım adım Sultan’ının huzuruna, enderuna kadar götürecek bir yol. O zaman biz Şeriat anlayışımızı da bu Geleneğin ustalarından öğrenmeliyiz. Davud-ı Kayseri’den, Molla Fenari’den, Şeyhülislam Paşmakçızade Ali Efendi’den Şeriat’ı öğrenirsek modernlerin kafa karışıklığından etkilenmeyiz. Modernler güzelim Şeriatı adeta bir hukuka hem de ceza hukukuna indirgediler. Din hukuk tarafından işgal edildi. Tıpkı Musa şeriatının hahamlar eliyle pıhtılaştırılıp dondurulması gibi İslam şeriatı da donduruldu. Hz. İsa bu açıdan Şeriat getirmedi. Zira fazlasıyla vardı zaten. Eksik olan parçayı getirdi. O bakımdan büyük İslam ârifleri İslam içerisinde Hz. İsa fonksiyonunu yerine getirdiler. Büyük arif Muhyiddin İbn Arabi; “Bu ümmetin firavunları hukuktan başka bir şey sunmayanlardır” derken aynı manaya temas etmekteydi.

Burada Müslümanların günümüzde almış oldukları halin nedenleri üzerinde kafa yormaya çalışan bir kardeşinizim. Herhangi bir mesleği veyahut dini ilimler dalını küçümsemek gibi basit bir derdimiz yok. Gelenekte ilimler hiyerarşisi nasıldı onu bulmaya çalışıyoruz. Pek çok fıkıhçı arkadaşımızla yaptığımız sohbetlerde de herkesin aynı dertte olduklarını görüyoruz. Ortaklaşa çözümler arıyoruz. Zira konu ‘çoklu disiplin’ çalışmasına ihtiyaç duyuyor.

‘Biz Nuh’a Dinden bir Şeriat yaptık’ ayetinde (Şura, 13) olduğu gibi Din ana gövdedir. Şeriat onun içinden çıkan daha somut, adeta daha erkanlaştırılmış bir yoldur. Dinin adeta elle tutulur gözle görülür kılınmış halidir. Ve her nebi için hususileştirilmiş bir yol vardır. Bu açıdan Din bir tanedir (Al-i İmran, 19) fakat şeriatlar muhteliftir. Hatta şeriat getirmemiş peygamber dahi vardır. Gelenekteki ârif/fakihlerin din anlayışları üzerinde arkeolojik kazılar yapmaya devam edeceğiz. Medeniyetimizin topraklar altında kalmış düşünce esaslarını bu kazılarla keşfetmeyi ümid ediyoruz. Tıpkı DNA’sı ile oynanmamış Siyez buğdayını arayanlar gibi biz de genleri ile oynanmamış, iğdiş edilmemiş, otantik Geleneğin peşindeyiz…

Yeni Şafak Gazetesi