Şefik Can Hoca ile Mevlana ve Mesnevi Üzerine…

A+
A-

Mesnevi Mütercim ve Şarihi Şefik Can Hoca ile Mevlana ve Mesnevi Üzerine…

“Kur’an ve İslâm Ölmez”

Altınoluk: Efendim sohbetimize hayatınızla ilgili sözlerinizle başlasak. Doğumunuz, nerede ne zaman? Çocukluğunuz ve ebeveyninizle ilgili hatırladıklarınız neler?

Şefik CAN: Efendim bendeniz nüfus kağıdımda 1910 tarihinde Erzurum’da doğmuş gözüküyorum ama askerî okula girmek için babam iki yaş küçük yazdırmış. Yani aslında şu anda 120 yaşına girmiş bulunuyorum. Babam Erzurum’un Tebricik köyünde mektep hocası idi. Birinci Cihan Savaşı başladığı zaman beş yaşında idim. Çok buhranlı geçen yıllardan sonra Erzurum’dan Erzincan’a oradan da Sivas’ın Yıldızeli kazasına yerleştik. Babam orada müftülük görevine getirildi. İlk okulu bu kasabada bitirdim. İlk okuldan sonra kasabamızda orta okul olmadığı için babam bana oğlum, “Sivas’taki öğretmen okuluna mı yoksa Tokat’taki askeri okula mı gitmek istersin?” dedi. “Sen nereye istersen oraya ver babacığım” deyince kaydımı Tokat askeri lisesine yaptırdı. Sonra oradan da Kuleli Askeri lisesine geçtim. 1929’ta Kuleli’yi bitirdim. Ardından Harp Okuluna gittim. Subay çıktıktan sonra kıtadan kıtaya dolaştım. Bu arada evlendim. Allah Teâlâ iki kız çocuğu bahşetti.

Dini eğitim hususunda rahmetli babam benim ilk hocam idi. Bizlere çocuk yaştan itibaren Arapça ve Farsçayı öğretti. Sâdi’den, Mevlânâ’dan, Hafız’dan beyitleri daha küçük yaşlarımızda iken bizlere belletti.

Tanışma fırsatı bulduğum pek çok alim ve udebânın yetişmemizde çok büyük katkıları oldu. Kuleli Askeri lisesinde hocalık yaparken merhum Tahiru’l Mevlevî ile tanıştım. Sonra kendisinin muavini oldum. Kendisi ile şimdi yad ettiğim çok güzel günlerimiz geçti. Tahiru’l Mevlevî bey bir gün bana “Ben Mehmet Akif Bey’i ziyarete gideceğim arzu edersen sen de gel” deyince ne denli sevindiğimi anlatamam. 1936 yılıydı. Mehmet Akif Bey o sıralar Mısır’dan dönmüş, oldukça rahatsız bir durumda Maçka’daki bir sağlık yurdunda kalmakta idi. Tahiru’l Mevlevî hocamla kendilerini ziyaret etmek için Maçka’da bir yerde randevulaştık. Kararlaştırılan yere gittim ve orada hoca efendiyi uzunca bir süre bekledim, ama gelmedi. Acaba erken geldi de beni beklemeden gitti mi düşüncesi ile yalnız başıma Mehmet Akif Bey’in kaldığı sağlık yurduna gittim. O zamanlar yüzbaşı idim. Kapısını korka korka çaldım. Zayıf bir ses “gel, gel” diye beni içeri çağırdı. İçeri girdiğimde Mehmet Akif bey ayakta duruyordu. Oldukça zayıflamış, yüzü iyiden iyiye kırışmıştı. Tahiru’l Mevlevî bey ile kendilerini ziyaret etmek için randevulaştığımızı ama buluşamadığımızı, bunun üzerine yalnız başıma ziyaret etmek zorunda kaldığımı söyledim. Bir müddet konuştuk. Mısır’da Safahat’ın yedinci cildini çıkarmıştı. Kendisine yazmaya devam edip etmeyeceğini sordum. Allah izin verirse yazacağım dedi. Sonra içini çekerek “Ah minel mevt kable husulil murad” “Muratların gerçekleşmesinden önce gelen ölüme ah” diyerek adeta ölümünün yakın olduğunu hissetmişti…

Bakın bugün ben de aynı hisler içindeyim. Doksan yaşında bulunuyorum ve Divan-ı Kebir’den seçmeler yapıyorum. Yaklaşık bir senedir bununla uğraşıyorum. Ama hastalığımdan dolayı iyi çalışamıyorum. Cenabı Hak takdir eder mi bilmiyorum? “Bu eseri ortaya çıkartabilmek için bana bir iki sene daha müddet ver Allahım” diye dua ediyorum.

Sonra devrin ulemasından İbnü’l Emin Mahmut Bey’i tanıma fırsatı buldum. Uzunca süre derslerine devam ettim.  Kendilerinden çokça istifade ettim.

Pek çok âlim, üdebâ ve pek muhterem insanlarla tanışmayı Allah Teâlâ bana nasip etti ama bunlar içinde muhterem Sami Efendi hazretlerinin yeri bir başka. Ben hayatımda nice muhterem insan gördüm fakat Hacı Sami Efendi hazretleri gibi birisini göremedim.

Bir keresinde ailevi buhranlar içinde olduğum bir dönemde Suphi bey beni Sami Efendi hazretlerine götürmüştü. Daha ben bir şey söylemeden adeta içimi okumuşçasına ailevi buhranların gelip geçici olduğunu, yeter ki Allah’tan gafil olunmaması gerektiği yönünde bana tavsiyelerde bulundu. Hazret öyle şeyler söyledi ki kendimi tutamadım ağlamaya başladım. Beni oraya götüren Suphi bey de şaşırdı kaldı.

Yanlarından ayrıldıktan sonra mânevî olarak adeta bambaşka bir hale girmiştim. Daha sonra mübarekle tekrar görüşebilmek için hayli zaman bekledim. Hizmetlerine bakan Alaaddin Bey’e “Efendi hazretlerini yeniden görmem mümkün mü?” diye sordum. “Göremezsin çünkü sırada çok bekleyenler var” dedi. “Eyvah ne yapacağım” dedim kendi kendime. İçime çok büyük bir hüzün düşmüştü. Kendileri Cuma namazlarına bazen Arpacı bazen de Rüstem Paşa camiine gidiyordu. O dönem Kuleli askeri lisede hocalık yapıyordum. Efendi hazretlerinin gittikleri camiye gidip kendilerini şöyle uzaktan da olsa görebilmek düşüncesiyle Cuma gününe ders almadım. Ara ara efendi hazretlerinin gittikleri camilere gitmeye başladım. Bazen yakın civarına oturur kendileri de fakirin farkına varır uzaktan tebessüm ederlerdi. Bir müddet böyle uzaktan görmelerle teselli oldum. Sonra Allah bir kapı açtı bana. Efendimizin Güney Afrika’da ve Pakistan’da müritleri vardı. Onlarla haberleşmek için İngilizce bilen birisine ihtiyaç olunca. Rahmetli Ömer Kirazoğlu bey, bir gün bana “Üstadın mektuplarını tercüme eder misin hoca efendi?” diye sordu. Ben de memnuniyetle diyerek kabul ettim ve bu şekilde efendimizle yakın görüşme fırsatı yakalamış oldum. Erenköy’de istasyondan çıktıktan sonra, demiryolu kenarında, 5 numaralı iki katlı mütevâzî evlerine gider orada tercümeleri yapardım. Efendimiz, o zamanlar “İstediğin zaman gelebilirsin” diye bir izin vermişti ama Ömer bey rahatsız edeceğim düşüncesiyle sıklıkla ziyaret etmeme müsaade etmezlerdi. Ama ben yine de Ömer Bey’e efendimizin ziyaret hususunda bana izin verdiğinden bahsetmezdim.

Efendimiz bir gün “herhangi bir tarikata müntesip misin?” diye sordu. Ben de sadece Hz. Mevlânâ’nın hazırladığı, içinde çeşitli duaların bulunduğu “Evradı Mevlevîyye” vardı, kendilerine göstererek onu okuduğumu söyledim. Sami Efendi, kitabı şöyle bir karıştırdıktan sonra “Okumaya devam et evladım” dedi. “Ama ben sana başka bir vazife daha vereyim onu da teberrüken yaparsın” dedi. Bu benim için son derece büyük bir lütuftu. Herkes ondan ders almak için istihareye yatacak, müsaade alacak… Bendenize işte böyle bir lütufta bulundu. Efendimizin verdiği vazifeyi yapmaya başladıktan sonra adeta namaz tiryakisi olmuştum. Aç kalayım da namazım kazaya kalmasın demeye başladım. Eskiden sabah namazlarını kaçırmaz ama vazifemizin ağırlığı sebebiyle bazen öğle namazlarını eda edemezdim. Ama Efendimizin vazifesini yerine getirir olduktan sonra onun himmetiyle namazlarıma büyük bir şevkle sarılmıştım.

Bu arada Konya’ya tayinim çıktı. Üstadımızın yanına giderek durumu arz ettim, elini öperek izin istedim. “Sizin için hayırlı olur, Konya’da bizim dostlarımız çoktur” dedi. Dişçi Mehmet Efendi, Yorgancı Salih efendi gibi isimleri saydılar. Daha sonra vedalaşarak yanlarından ayrıldım. Fakat harcırahı alamadığım için Konya’ya gidişim beş on gün gecikmişti. Sami efendi hazretlerini görmek istiyordum ama veda ettiğim için yanlarına gidemiyordum. Ziyaretlerine niyetlendiğim zaman kendi kendime “Konya’ya gitmek için vedalaştın, on beş gün oldu hâlâ İstanbul’dasın” diye söyleniyordum. Bir gün bir iş dolayısıyla dolmuşla Kadıköy’e gidiyordum. İçime yine Sami efendi hazretlerinin ateşi düştü. Kendime mâlik değilmişim gibi adeta gizli bir kuvvet beni çekti ve doğruca üstadımızın evinin yoluna koyuldum. Devlethaneye geldim, ikinci kata çıktığımda üstadımız ayaktaydı “ben de seni bekliyordum, yazdığım şu mektubu dişçi Mehmet Efendiye ver sana ev bulmada yardımcı olsunlar” dedi. Şaşırdım kaldım. Konya’ya gittiğimde bana ev buldular, çok yakın alâka gösterdiler. Ladikli Ahmet Ağa ile görüştürdüler…

Sami Efendi ile ilgili bir başka hatıramı daha anlatayım. Kendilerinin ahbaplarından Necmi bey isminde bir Albay vardı. General olacakken emekliye ayırmışlardı. Bir gün devlethanede otururken Necmi Bey’i kastederek “O arkadaşa söyle hacca gitsin” dedi. Ben de Necmi beye telefon ettim ve üstadımızın söylediklerini aynen kendisine ilettim. Ben bunları söyleyince Necmi Bey, “Sami Efendi beni Hicaz’da görmüyor mu ben hep oradayım?” diye karşılık verdi. Kendileri tayyi mekan sahibi olduğuna inanırdı. Bir hafta sonra Efendi hazretlerini ziyarete gittiğim zaman Necmi Bey’in söylediklerini olduğu gibi aktardım. Efendi hazretleri beni dinledikten sonra gülerek, “Necmi Bey’e söyle ben onu maddeten de Hicaz’da görmek istiyorum” dedi. Necmi beye tekrar geldim ve üstadımızın söylediklerini ilettim ve o da fazla vakit geçirmeden hacca gitti. İşte üstadımızla ilgili böyle tatlı hatıraları hatırladıkça memnun oluyorum.

Altınoluk: Tahiru’l Mevlevî ile dostluğunuz oldu. O dostluktan daha neler anlatabilirsiniz?

CAN: Hayatta gördüğüm en büyük Mevlevîlerden birisiydi Tahiru’l Mevlevî. Benim hem hocam hem de mânevî babam idi. Allah rahmet eylesin kendisinden çok istifade ettim. Son derece hürmetkâr bir şahsiyetti. Şeyhine ne denli saygılı bir insan olduğunu göstermesi açısından size kendisiyle alakalı bir hatıramı anlatayım. Tahiru’l Mevlevî ölümünden sonra naşının Merkez Efendide şeyhinin de meftun bulunduğu kabristana defnedilmesini, fakat şeyhinin mezarının önünden geçirilirken naşının omuzlarda değil yerden sürüklenerek taşınmasını vasiyet etmişti. Nâşının, şeyhinin kabrinin yanından geçerken omuzlarda taşınmasının saygısızlık olacağını düşünmüştü. Gerçekten de vefatından sonra vasiyeti üzerine nâşı şeyhinin kabrinin önünden geçirilirken aşağıya indirildi. Fakat imam efendi bunun Hıristiyan adeti olduğunu söyleyip itiraz etti. Cenazede bulunan kitapçı Hacı Muzzaffer Bey celâdetle kalkıp bunun merhumun vasiyeti olduğunu ve yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Ve netice itibarıyla vasiyet tatbik edildi…

Altınoluk: Mevlânâ Hazretleri ve Mesnevî ile dostluğunuz ne zaman başladı?

CAN: Mevlânâ ve onun eserleriyle ile dostluğum babamın tavsiyeleri ile başladı. Merhum sürekli Mesnevî… Mesnevî… diyerek Mevlânâ’dan övgüyle bahsederdi. Babamın Mevlânâ’ya karşı duyduğu muhabbet bizi de etkilemişti.

Şunu belirteyim ki, Mesnevî, bir hakikatler kitabıdır. Hz. Mevlânâ Mesnevî’nin 1. cildinin önsözünde: “Mesnevî, hakikate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına âgâh olmak isteyenler için bir yoldur. Temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Kur’an’ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir” buyurmuşlardır. Ben Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’yi tanıdıktan sonra istedim ki onun eserlerini herkes kolayca anlasın. Bu gaye ile senelerce evvel Mesnevî’den bazı seçmeler yapmaya başladım. Fakat yapmış olduğum bu seçmeler uzunca bir süre öyle kaldı. Bastırma imkanım olmadı. Sonra Ötüken yayınları bu eserimi yayınladı. Bütün gayem Mevlânâ’yı herkesin şerhsiz rahatça anlamasıydı.

Bakın yine size bir hatıra arz edeyim. Rus işgali olduğu zaman hemen göç etmemiştik. Ruslar’ın kasabamızı işgalinden birkaç gün geçmişti. Bir gün kapımız çalındı. Kapıyı açtığımızda bir Rus asker babama “Komutanımız seni istiyor” diyerek onunla gelmesini istediler ve kendisini alıp götürdüler. Babamı götürdükleri zaman hepimiz ona bir zarar verecekler düşüncesiyle endişe içinde idik. Saatler sonra babam yanında bir Rus askeri olduğu halde eve geldi. Babamı çağıran Rus kumandan, Moskova’da Şarkiyat fakültesini bitirmiş, son derece güzel Arapça ve Farsça konuşan bir zât imiş. Kasabaya geldiği zaman “Burada Arapça, Farsça bilen birisi var mı?” diye sorunca Ermeniler kasabada müftülük yapan babamın olduğunu söylemişler. Babamı son derece iyi karşılamış, kendisine büyük hürmet ve alaka göstermiş, onunla dost olmuşlar. Bir Rus askerini de onun emrine vermişti. Kasabada Rus askerlerinin bir haksızlık yapmaları halinde kendisine haber vermesini istemişti. İşte bu hadise, dilin, edebiyatın farklı kültürlerde yetişmiş olsalar da insanları nasıl birleştirdiğini göstermesi açısından en güzel misaldir. Çünkü hikmet var. Peygamber Efendimiz de “hikmet nerede olursa olsun alınız” buyurmuşlardır. Hikmetten bahseden bütün kitapların okunması gerekir. Peygamberimiz “müşrikde olsa şayet hikmetten, hakikatten bahsetse onu dinleyiniz” diyor.

Altınoluk: Daha önce yazılmış Mesnevî tercümeleri ve şerhleri var. Buna rağmen Mesnevî tercümesi ve şerhine başladınız? Neden?

CAN: Evet daha önce kaleme alınmış manzum ve mensur bir çok Mesnevî tercümesi var. Bazıları yarım kalmış bazıları da tamamlanmış. Fakat bu tercümelerden rahatça yararlanmak kolay olmamaktadır. Meselâ İsmail Efendi hazretlerinin yapmış olduğu şerh çok kuvvetli, Arapça ve Farsça kelimelerle kaleme alınmış. Bu tür şerhleri okuyup anlayacak kişilerin sayısı oldukça az. Yeni harflerle Maarifin bastırdığı Mesnevîde güzel bir Türkçe kullanılmış ama herkes ondan yararlanamıyor. Çünkü birbirinin içine girmiş durumda.

Altınoluk: Bizler için Müslümanlar için bir Mevlânâ ve Mesnevî dünyası resmeder misiniz? Nasıl bir Müslüman, nasıl bir insan portresi özlüyor Mevlânâ?

CAN: Öncelikle şunu arzedeyim ki Hz. Mevlânâ diğer veliler gibi Cenabı Peygamberin varislerindendir. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var efendim “şu veli bundan üstündür. Bu, ondan üstündür” demek yanlış olur. Günaha gireriz. Her birinin meşrepleri değişik, öne çıkan yanları olabilir. Bazı Nakşiler Mevlevîliğe yukardan bakıyor. Aynı şekilde bazı Mevlevîler de Nakşilere “bırak bu yobazları” diyor. Halbuki bu çok yanlış. Dâvâ bu değil. Bir tefrikaya, kargaşaya neden olunuyor. Hepsinin yolu Muhammedi yoldur. Çeşitli olukları olan bir şadırvan düşünün. O olukların her birinde Nakşî, Mevlevî, Kadirî, Rufaî ve diğerleri yazıyor. Ama hepsinden aynı su akıyor.

Mevlânâ yalnız bir veli değil aynı zamanda büyük bir şairdi. Tam bir peygamber aşığı bir şahsiyetti. Bakın Mevlânâ’daki Peygamber sevgisini en güzel şekilde ortaya koyan bir bölüm okuyayım Mesnevî’den sizlere. Beşinci cilt “Allah’ın lütfu Muhammed Mustafa (s.a.) vaat etmişti ki sen ölsen de Kur’an ve İslâm dini ölmez. Senin kitabını, senin mucizeni ben yüceltirim. Kur’an’a bir şey katmaya Kur’an’a bir şey eksiltmeye engel olurum.” Efendim bu şiirler söylendiği zamanlar Bizans İmparatorluğunun hakimiyeti söz konusu. Mevlânâ Peygamberimizin dilinden hitap etmeye şöyle devam ediyor. “Ben seni iki dünyada da korurum. Sözlerini kınayanları terk eder onları hor ve hakir bir hâle koyarım. Kimsenin Kur’an’a bir harf ilâve etmeye veya bir harf eksiltmeye gücü yetmeyecektir. Sen benden daha iyi bir koruyucu arama. Senin şeref ve şânını günden güne artırırım. Senin adını altın ve gümüş üstüne bastırırım. Senin için mescitler, minberler, mihraplar yaptırırım. Sevgi yüzünden sana öyle lütuflarda bulunurum ki senin kahrın benim kahrım olur. Yani senin sevdiğin benim sevdiğim, senin sevmediğin benim sevmediğim olur. Şimdi senin adını korkudan gizli anıyorlar. Namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar. Lanetlenmiş müşriklerin korkusundan dinin yer altında gizleniyor. Ben ufukları minarelerle dolduracağım. Onların üstünden senin şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana âsi olanların iki gözünü de kör edeceğim. Kulların şehirler alacaklar, mevkîler bulacaklar. Senin dinin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır. Ey Mustafa sen dinin hükmünü kaybedip ortadan kalkacağından korkma, biz onu kıyamete kadar baki kılarız.”

Hz. Mevlânâ’nın Peygamber sevgisi işte böyle…

Bir konu üzerinde durmak isterim; Peygamber Efendimiz, Müslümanları “Ümmeti Mazlûme” diye ifade etmiştir. Ne demek ümmeti mazlûme? Zulüm gören, ezilen ümmet. Daha Peygamber efendimiz zamanın başlamış zulümler. Bilâli Habeşi’ye neler yapmışlar? Haccacı Zalim çıkmış binlerce insanın kellesini uçurmuş. Kabeyi mancınıklarla taşa tutmuş. Tarih boyunca hep ezilmiş Müslümanlar.

12. Yüzyılda bir seyyah Sicilya adasından geçerken Palermo şehrinde tam 120 cami minaresi saymış. Bugün orada neredeyse bir tane Müslüman bulamazsınız. Çünkü Katoliklerin soykırımına maruz kalmışlar. İspanya’da Müslümanlar tam sekiz yüz yaşadılar. Endülüs dünyanın en mamur bir şehri idi. Avrupa’da krallar hastalandığı zaman Endülüs’e gelir müslüman doktorlara görünürlerdi. Bugün oradaki Müslümanlar ne haldedir? Engizisyon onları tamamıyla ezdi, yok etti.

Bugün de tüm dünyada Müslümanların, ümmeti mazlume olduklarını ortaya koyan bir tabloyla karşı karşıyayız. Filistin’de senelerden beri Müslümanlar, Yahudilerin zulmü altında inim inim inliyor ama bütün dünya seyrediyor. Yahudi askerlerinin oradaki Müslüman halka yaptıklarını Hristiyanlara yapmış olsalardı Batı dünyası kıyameti koparırdı. Bosna’da yapılanları gördük. Bugün Kosova’da aynı dram yaşanıyor… Kısaca Müslümanlar hep eziliyor. Neden Allah Teâlâ buna fırsat veriyor? Çünkü zulüm gören, sıkıntı çeken yine imanını kaybetmiyor. Rusya’da yaşayan Müslümanlar yetmiş sene zulüm ve baskı altında kaldılar ama dinlerini imanlarını kaybetmediler.

“Men bende-i Kur’ânem” Ben Kur’an’ın kuluyum, kölesiyim. Men hak-i reh-i Muhammed-î Muhtârem. Ben Hz. Muhammed’in ayağının bastığı toprağım, buyuruyor Hz. Mevlânâ. Bu kadar büyük bir peygamber sevgisi, insan sevgisi vardı. Mevlânâ’nın insan sevgisine örnek olarak şunu anlatayım. Bir adam içki içse ve evine gidemeyecek bir halde yolun kenarında kalsa, bazı kardeşlerimiz cezasını bulmuş der geçer. Mevlânâ ise öyle bir adam gördüğünüz zaman ona acıyınız der. Ne derdi vardı ki o içkiye müptela oldu? diye sorulması lâzım geldiğini düşünür. Onu hor görmeyiniz, ona acıyınız der. Onun için Hz. Mevlânâ’nın arkasından Müslüman da, Hıristiyan da, herkes ağladı. Neden? Çünkü Mevlânâ herkese hitap ediyordu. Hiçbir zaman Müslümanlığı, gayri müslimlerin dini ile müsavi tutmazdı. Ama kimseyi hor görmemek temel prensibiydi. Kimseye kafir demeyin son nefeste Allah diyebileceği ümit edilir derdi. Avrupa’da bir çok insan vardır ki bugün onun eserleri sayesinde müslüman olmuşlardır.

Tabiî her şeye rağmen müslüman olmayanlar da olabilir. Ebu Cehiller böyledir. Bunlar bugün de olabilir. Cahiliye döneminde eline birkaç taş parçasını alan Ebu Cehil Peygamber Efendimiz ile karşılaştığı zaman elinde ne olduğunu sormuş. Efendimizde, “elinde tuttuğu” şey benim hak peygamber olduğumu söylerse müslüman olur musun?” diye sormuş. Efendimiz sözlerini tamamlar tamamlamaz Ebu Cehil’in elinde bulunan taşlar dile gelerek Kelime-i Tevhit getirmeye başlayınca, Ebu Cehil taşları hemen yere atıyor ve “Sen büyücüsün ya Muhammed” diyor. Cenabı Hak onun hidayete ermesini istememiş. Günümüzde de İslâmiyetin ne kadar ileri bir din olduğunu ne kadar ahlaka önem verdiğini anlatsanız bile gözleri, kalpleri kör olanlar var bu gerçeği görmeyi başaramazlar. Allah kalplerini mühürlemiştir. Kulaklarını tıkamış, gözlerine perde çekmiştir.

Altınoluk: Efendim, bu güzel sohbet için sizlere çok teşekkür ederiz.

 

https://www.altinoluk.com.tr/mesnevi-mutercim-ve-sarihi-sefik-can-hoca-ile-mevlana-ve-mesnevi-uzerine-kuran-ve-islam-olmez.html