3000 – 3999
3000, Çayır – çimen, artık kötüleşmez; bağa – bahçeye varınca, bir iyice bak hele,
Gülün de, nesrinin de gücü – kuvveti olmada; küfrü bırakmada, dîne doğru gitmede,
Sus da kendini Hakk’a ısmarla; elini – ayağını çırpıp durma; kendini ona teslim et,
Sana ne yapacaksa yapacak; bu gamın, bu derdin hiçbir faydası yok,
Gamın yersiz, hükmeden o; perdelerden geç de dostun yüzüne bak,
Bu ve bundan sonraki dört beyit arapçadır,
LXIX
Erenlerin bir durağı vardır ki halka belirse, halkın varlığı kalmaz; bütün âlem yok olur – gider; netekim kıyamet güneşiyle gökteki, yerdeki cansız şeyler, suretler, buz gibi, kar gibi erir – gider de bir tek su kesilir,
Gene bunların sırrını anlatmaya girişsem, dünyâ durumları yıkılır – gider,
Eski yolcular, gama, neşeye, esenliğe, korkuya dâir neler söyledilerse,
Hepsi de kar gibi yo l- gider; çünkü benim anlatışım, pek bildiğimi açsam, söylesem, gizlediklerim cilvelense,
Ne hükümler kalır ne yollar; sence, mememle yara bir olur -gider,
3010, Sence zehirle panzehir bir olur; kahır, sana karşı lûtfa döner,
Suyu topraktan ayırd edemez olursun; artık yer nedir sana göre; gökler ne’?
Ne göğün çalışmasıyla yer meydana gelir, ne şeytan çalışıp çabalamayla melekleşir,
O halde gene de kendinden ümit kesme; şimdi söğütsün ama sonunda meyva verirsin,
Cansız, susup duran ölü ekmek, beden olmuyor mu, can hâline gelmiyor mu, coşkunluklar, ondan meydana çıkmıyor mu?
Ölüdür, cansızdır ama gönülle ruh, ona dayanmıyor mu?
Sindirilince diri bedende hareketsizlikten kurtuluyor, harekete girişiyor,
Sürme iki gözde yok olunca mektupları okuyor, yola gidiyor,
Şu halde varlık yoklukta; ne diye varlık kapısını kendine kapatıyorsun?
Benim, ben şöyleyim, ben böyleyim desem de sen yok olmaya bak ki tümden seçilmiş olasın,
3020, Yokluk, göğe ağıştır; varlıkta kalan, ne ederse kendine eder; böylece de erir – gider,
Azalan, yok oluş yolunu tutar, herkesten daha üstün fazlalığa ermiştir; susmak, dervişin seçtiği şeydir,
Azlığı, yokluğu seçen, çoğalır, kâr eder; üst olmayı, ilerlemeyi dileyen, aldanır – gider,
Kim kendisinden tümden yok olmazsa, nerden «illâ» nm anlamını anlayacak?
Her varlığın aslı, temeli yokluktur; can şarabını iç ki sarhoş olasın,
Bizim varlığımız, yokluktandır bil bunu; varlığımız, herkesin varlığına benzemez,
Görünüşte başkalarına benzeriz ama başkaları görünüşten ibarettir, bizse canız,
Onların gümüşlerine aldanma, sayılıdır onlar; onları arı – duru, görünüşleri gönül ehlinin katında tortudur, tortuludur,
Canı bizden ara, sevgilinin sevgilisiyiz biz; altını bizden al, her mâdenin aslıyız biz,
Canımız, neliksizdir, niteliksiz; dıştan da münezzehtir canımız, özden de,
3030, Belirtimiz yoktur da her belirti bizdendir; soluktan soluğa yüzlerce can, bizden coşup akar,
Biz deniz gibiyiz; âlemse bizdeki köpük; biz, ezelden beri yüceliğe şerefe, üstünlüğe sahibiz,
Bu dünyâ köpüğe benzer, cansa denizdir; köpüğü seçen kör olur, denizi görmez,
Köpük tortudur, dert yer dert içer; arı – duru olansa pilisini – pırtısını arı -durunun olduğu yere çeker,
Öğüdü bırak da o sırrı söyle; cana, can armağanını çoğalt,
O hikâye canlaradır; ne mutlu o kişiye ki bundan hisse alır,
Öğüde ne başlangıç vardır, ne son; dönülmesi gereken yere dönmek gerek,
LXX
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Çelebi Hüsâmeddîn’in Veled’e rüyada görünmesine dönüş,
Bu dünyâda, mâdendeki gümüş gibi, altın gibi gizli bir er vardır,
Görünüşü topraktır, içiyse hâlis altın; bedeni sölpüktür, canıysa çevik,
Özü, göğün de ışığıdır, yerin de; gözünün nuru varsa onu gör,
3040, O, ne güzel görünüşlüdür, ne eşsiz güzel; ulular arasında eşi yoktur onun,
Hiç kimse, balçık âlemde onun gibisini görmemiştir; gönül ve can, onun mislini bulmamıştır,
Şu devranda benzeri yoktur; zamanda da eşi yoktur, yeryüzünde de, varlık âleminde de, mekân yurdunda da,
Bütün âlem bedene benzer, oysa cana; bütün âlem altın kesintileridir, oysa sanki mâden,
O, cevâbı lâtif olan padişah Hak Husâm’ınm, rüyada bana anlatıp övdüğü gibidir;
Belki de yüzlerce misli; onu dille anlatmaya imkân yok,
Onun kapısının en aşağılık kulu olmuşum; yaşadıkça onun katında şarap içmedeyim,
Bundan öncede ondan içmiştim; hem de sayısız; söze sığmaz bu
Ama anlayışa sığacak derecede, akıllılarca anlatılması gerektiği kadar,
Gerçeklikle dinlersen, başımdan geçenlere dâir birkaç söz söyleyeyim:
3050, Anadan doğduktan sonra kan içmekten vaz geçince süt emmemeye koyuldum,
Birazcık büyüyünce sütten vazgeçtim; yemek yemeye başladım,
Ondan sonra da pirinçten, baldan, şekerden, kuru – yaş meyvalardan gıdâlanır oldum,
Derken yemeklerden de geçince açlık esnasında benden kaynak gibi hikmet coştu,
Ağızsız yemekler yedim; elsiz nevaleler devşirdim,
İnsanlık vasıfları gittide gönül, melekliğe dündü; uçup yedi kat göğün ötesine, yücesine erişti,
İşin sonunda kendimden geçtim de deniz kesildim; artık beni kıyıda arama,
Bunun ne ucu vardır, ne sonu; nerde iç, nerde anlatış, nerde dil?
Kimi sağa gidiyorum, kimi sola; sus; bu soluk Allah’dan geliyor,
Yürü; büyüksün, güzelsin, oturamaklısın ama sakın yoksulu kınama;
3060, Onu kırmaya kalkışma, şaşılacak birşeydir o; onun mevsimi baharsızdır, güzsüzdür,
O kendine uyulan zâtın nuru, ateşsizdir; o yanda da ne padişah vardır, ne kul,
Ondan başka şeyh ve üstat arama; çünkü bu âlemde onun gibisi yoktur,
LXXI
Canlar, mânâ âleminde gizliydiler; çirkin, güzelden ayırd edilmezdi; Yüce Allah, güzel, çirkinle belirsin diye ruhları kalıplara soktu, «Kutlu, anasının karnında kutlu olmuştur; kötü de anasının karnında kötü,» Bunu anlatış, Öğrenci, hocadan az birşey öğrenir; hoca, onunla övünmez; hattâ onun varlığıyla yerinir, Ama hoca, sanatını pek mükemmel bir surette öğrenen öğrencisiyle övünür elbette, Yalınız bu övünmek, gerçekte kendisini övmektir; onun içindir ki esenlik ona, Peygamber, «yokluk, övüncümdür» buyurmuştur, Bunu anlatış,
Eşsiz – ortaksız Allah, başlangıçta canları çeşitli yarattı,
Ana karnında biri iyi olmuştu; öbürü, onun tersine kötü,
O kötü kişi, ezelden kâfirdi; bu nurlu, bu çekinen kişiyse ezelden çekinen kişiydi,
Yüce kişinin canı, ezelden çekinen bir candı; aşağılık kişinin canıysa, ezelden kötüydü,
Canlar, bedenlerde, suretlerde belirince, güzel olan yüceldi; çirkinse rezil – rüsvây oldu,
Ahmed’in canı, yüceye ağdı: Ebû – Cehl’in canı yerin dibine geçti de orda kalakaldı,
Ahmed’in ümmetinden olan, sonunda bir olan Allah’a yönelip gitti,
3070, Allah tarafından gönderilmiş olan Ahmed, padişahlar padişahıdır bize; bütün güçlükler, onun yüzünden çözülmüştür,
Hepimiz de zerreler gibiyiz onun güneşinde; boncuk da nedir onun incisinin yanında’?
Onun ümmeti pek çoktur ama erenler, bunların arasından seçilmişlerdir,
Onun görünen – bilinen işleri halka erişti; iç yüzüyse, gizli işleriyse ergin erenlere ulaştı ancak,
Ümmeti, tek bir ümmettir ama erenler, her yönden, onda fani olmuşlardır,
Onu gören, ondan gelişen kişinin yarlıganmasma kimseler ulaşamaz,
Hak, onun ümmetine lûtuflarda bulunur; ama O’na ancak haslar kavuşur,
Erenler, ister Hicaz toprağından olsunlar, ister Rey’den, onun ümmetinin seçilmişleridir,
Bunu bil ki kabule mazhar olan şâgird, ustası gibi sanatı bilen kişidir,
3080, Sanatta geri kalan, nasıl olur da ustası gibi sanatı bilen bir kişi olabilir, o sanatta çalışanlara baş olur?
O, ustasından pek az şey elde etmiştir; adetâ üzümden iki avuç alabilmiştir,
O aldığı üzüm, bağdaki üzümün hepsi değildir ki; ancak kadehten bir yudumcuğa benzer o,
Usta, onu gönlünce nasıl beğenebilir; nasıl şehirlerde övünebilir?
Ama ustasının sanatını öğrenmiş olan, onun gibi, onun bilgi mumunu yakmış olan,
Şagirdle, ustası övünür; onun adını, boyuna diline vird eder,
Peygamber, onun içindir ki «Yokluk övüncümdür» buyurdu çünkü o, erenlerden tamamiyle hoşnûd olmuştur,
Can âlemine yol buldun, o âleme erdinse anla ki bu, başkasını değil, kendini övmektir,
Çünkü şâgird, usta oldu mu, arada ikilik kalmaz artık,
Şıra kabı bal küpünden doldu; şarap bal kesildi mi, ikisini bir gör, şaşı olma,
3090, Olgun ümmet, Hakk’ın velîleridir; çünkü onlar, Allah’a ulaşmak şarabıyla sarhoş olmuşlardır,
Kılavuz oydu, onun peşinden gittiler de onun gibi, onlar da buluşmak incisini deldiler,
Böyle bir toplumda nasıl övünmez? Onun bu övüncü gerçekte kendini övmektir,
Çünkü bu su, o suyun tıpkısıdır; ayrı gören uykudadır,
Bir ekmeği dile getirsen de övsen, bütün ekmekler, o övüşe girmiş demektir,
Ayrı – ayrı söylemene hacet yok; hepsini onun gibi övmek gerekmez,
Ekmekler pek çoktur, herbirinin ayrı bir adı, şekli olabilir ama,
Aklı başında olan bilir ki sayıları ne kadar çok olursa olsun, hepsi de birdir,
Sayıya uyup yanılan, bir şeyi bin yapmış olur,
Akıllıya göreyse bin de birdir; ekmeğin şekilleri onu şüpheye düşürmez,
3100, Bunu iyice bil ki bütün göğün, yerin sayıları, gerçekten de onca birdir,
Onca bütün ekmekler, bir şeydir; çünkü Allah, ona ayırd edişi, o anlayışı vermiştir,
Ama Ganî Allah’ın dostlarıdan başka kim bu yüce durağa erişebilir ki?
Aklı başında ve yüce olan kişiyi ekmeğin sayısı yoldan alıkoymaz
Çünkü o, bütün bu sayıların asıl bakımından bir olduğunu anlamıştır,
Anlayış ışığına sâhib olan kişi, herkesin zâtının bir olduğunu bilir,
Kimin aklı fazlaysa, onun anlayışı fazladır; akıllı kişi, seçilmiş kişidir ve önderdir,
Allah erlerinin akılları, tüm akıldır; başka akıllar, tikendır, onların akıllarıysa gül,
Onların anlayışları yücedir, pek büyüktür; Nuh’un, Kelîm’in, Mesih’in anlayışları gibi,
Böyle bir anlayışa sâhib olan kişi, yüce olsun, aşağı olsun, herşey nedir, nicedir;
3110, Bu yer, neresidir, niçin var olmuştur; önce neden ve nasıl meydana gelmiştir;
Şekillerden, nakışlardan arı olan gökyüzü, neliksiz-niteliksızken neden nakışlarla, bezentilerle süslendi;
Arş nedir, Kürsî ne, bilir; erenlerden bunları sorarsan hepsini de anlarsın, bilirsin,
Önüne ön olmayan zamandan, dünyânın yoktan var oluşundan beri çağdışı sıfatların hepsi de,
Onlara gün gibi apaydındır; çünkü Hak onların hepsini de görgü sahibi etmiştir,
Sence akıl ermeyecek herşey, onlarca makbuldür; bilirler onları,
Kerpiçten, taştan sözler duyarlar onlar; hareketsiz duran şeyler, onların karşısında keklik gibi koşar – yürür,
Dağ, Davud’a uyup onunla ilâhi söylemedi mi, nağmeler inşâd edip ona solukdaş olmadı mı?
Ahmed, bir başka şeye dayanmaya başlayınca direk feryada başlamadı mı?
O direk, Ahmed’e beni ayrılığınla ağlatma, sızlatma;
3120, Eskiden bana dayanırdın, şimdiyse ayrılığınla pek perişan oldum, porsudum demedi mi?
Mustafa onun feryadını, iniltisini duyunca acıdı da ona, söyle dedi;
İstersen seni terü – taze bir ağaç hâline getireyim; kıyamete dek senden meyva devşirsinler,
Yahut inanan kişi gibi seni toprağa gömeyim; kıyamette ter temiz ashapla hasredil,
Direk, bunu isterim, çünkü bu, ölümsüz yaşayış; lütfün bu şarabın sâkiysidir dedi,
Cansız direk bile ölümsüzlüğü istedi; o dalın – yaprağın, o meyvanm geçici olduğunu gördü,
Onları bıraktı da ölümsüzlükten baş çıkardı; öylesine ebedi devleti istedi,
Hazırca ele geçecek meyvadan, yapraktan geçti; padişahlar gibi veresiye devlet sancağını yüceltti,
Erler gibi hazıra ardını döndü; o cömert erlere yöneldi,
Sen dağdan, direkten daha mı değersizsin ki dünyâya böylesine âşık olmuşsun?
3130, Tahta bir direkte o çeşit himmet olur da sende olmazsa böylesi nefse yüzlerce lanet olsun,
Çünkü dünyâ yaşayışını seçiyor da âhiret buluşmasını bırakıyor,
Ölümsüz âlemi, sonsuz ve ebedî saltanatı terkediyor da,
Üç günlük yalan yaşayışı kabul ediyor; can verip onu alıyorda dini satıyor,
Bir kuşcağaz gibi tuzaktaki birkaç yem onu aldatıyor, tuzağı görmüyor,
Bu dünyâ yemdir, tuzaksa cehennem; bilgisizlikle onu elde etmek için adım atmaya kalkışma,
Onun görünüşü güzeldir, içiyse çirkin; Allah onu kendi kahrıyla yoğurup yapmıştır,
O yemin güzel görünüşü, seni tuzağa doğru çeker; ama bu çekiş, kuş gibi seni tutmak içindir,
Kim bu yemlerden kaçarsa kurtuldu; eyvanlar olsun bu tehlikeden kurtulamayana,
Mustafa, cehennem yoluyla cennetler yolunu sahabeye apaçık olarak bildirdi de dedi ki:
3140, Cennet yolu tikenliktir; cehennem yoluysa güllük, fesleğenlik,
Tiken yolunu, ağlaya – inleye tutanın canı, bil ki ebedîlik yurdunu, cenneti konak edinir,
LXXII
Esenlik ona, Mustafâ’dan cennet ve cehennem yollarını sordular, Buyurdu ki: Cennetin yolu tikenliktir, cehennemin yoluysa güllük – gülüstanlık, «Cennet tiksinilen, istenmeyen şeylerle kaplanmştır; cehennemse nefsin dilekleriyle» insanın nefsi, içinde bulunduğu çağı görür ve şeytanlardan yardıma erişir, Aklınsa, sonu düşünme, sonu görme hassası vardır; meleklerden yardım görür, Canda yaygın, neşeli bir anlam vardır; eseri de yaşayışta, Gönüldeyse öylesine bir güzel sıfat vardır; bunu mu yapayım, onu mu diye iki işte tereddüde düştün mü, sonunda doğru gördüğünü yaparsın ya; işte bu, gönlün eseridir, Zâtsa öylesine bir anlamdır ki gönlüm dersin, canım, aklım dersin; bütün bunları, kendinde olan birşeye eklersin; işte odur zât,
Mustafa, cehennem yoluyla cennetler yolunu sahabeye apaçık olarak bildirdi dedi ki ,
Cennet yolu tikenliktir; cehennem yoluysa güllük, fesleğenlik,
Tiken yolunu, ağlaya inleye tutanın canı, bilki ebedilik yurdunu, cenneti konak edinir,
Güllük – gülüstanlık yolu secense, şüphesiz olarak bil ki cehenneme varır – yıkılır,
Acı yaşayan tatlı ölür; zehirden sonra sonunda şeker yer,
Akıllı kişi, işin sonunu görür; her gaflete dalar da ancak içinde bulunduğu hâli seçer, kabullenir,
Aklın sıfatı, sonu görmektir; her ne yaptıysa, her ne yaparsa o iş, dîne aittir,
Onun tersine şom, aşağılık ve pis nefis, sonu görmez; içinde bulunduğu çağı, o hali görür,
Aklın gözü âhiretten yanadır; cennete, sevaba, yarlıganmayadır,
Nefsin dileğiyse şehvettir; içinde bulunduğu hâlden zevk alır, ona alt olur – gider,
Akla yardım melektendir; akıl da melek gibi göğe mensuptur,
3150, Kötü nefis, şeytanın sudunu emdiğinden, onun cinsindendir; o yüzden, onu seçmiştir,
Melek ve akıl, ikisi de bir nurdandır; -şeytanla nefisse karanlıkların sarhoşudur,
Kötü nefsi iyi akıldan ayırd et; iyi bil ki dost, akıldır, nefisse can düşmanı,
Herbirini huyundan tanı, ktyasla da, apaçık bir tarzda yola düş,
Ruhun, uçsuz – bucaksız deniz gibi sâde, bir çeşitli anlamı vardır,
Onda yaşayıştan başka bir sıfat yoktur; hiç kimse onda, bundan başka bir sıfat bulamaz,
Canlı yaratığın hareketinden anlaşılır ki onda can vardır,
Can, bu vasıfla bilinir: onun bundan başka gizli bir vasfi yoktur,
Sana gülle tiken gibi, iyi, yahut kötü bir iş gelip çatsa,
Hangisini yapsam da tümden dileğime ersem diye işkile düşersin,
3160, A gönül olan, o iki işten birisini seçtin mi, o güzelim iş, gönüldür, gönlün dileğidir,
A arayıp dileyen, o işten hangisine gönlün akarsa, o yandadır gönlün demek,
Pis ve temiz işlerin, kötü ve iyi sıfatların hepsi de sana belirdi mi,
Namaz ve mihrap ehliysen o sıfatların zatını da ara da bul,
Gönüle, ruha, bedene, akla – fikre ait kendine izafe ettiğin ne varsa;
Hani bedenim, canım dersin, söze, gelince böyle yürütür, söylersin sözü:
Zat, işte o ben dediğindir; bunu iyice bil; bu sır, can – baş verenlerden meydana çıkmıştır,
İnsanlara sen dersin, konuşurken kendine ben dersin hani; azizim benim, zât odur işte,
Söz söylerken, gönülü, aklı, bedeni ve canı kendine izafe edersin hani;
Başa, ayağa, ele, onlardan başka organlara, şüphesiz olarak benim dediğin:
3170, Gönülle, akılla – fikirle, îmanla, bedene ve cana ait olup kendine izafe ettiğin şeylerde,
O benim diye işaret ettiğin varlıktır senin zâtın; öbürleriyse hep ona uyan, onun olan şeylerdir,
O benliğine kattığın benliktir, o varlıktır ancak senin zâtın; zâtsa birdir, ona iki deme,
Şu hâlde anlaşıldı ki sen, bütün bu, benim diye kendine izafe ettiklerinden başkasın; ezelden beri sen, bu sürünün çobanısın,
İşte sende ne varsa gösterdim sana; kilidi anahtarsız açtım,
Açtım ki ne defineler, ne paha biçilmez incilere, la’llere sahipsin, göresin;
Kendinle uğraşasın, meleği şeytandan ayırd edesin;
Aklı melekten ayırd etmeyesin; yüzünü Allah’dan özgeye çevirmeyesin;
Nefisle şeytanın bir olduğunu bilesin; bunu gerçek olarak anlayasın da şüphen kalmasın artık,
Şunu bil ki gönül, senin özünde bir padişahtır ki sayısız kulları – köleleri, askerleri var,
3180, Akılsa, bedende vezîre benzer; geri kalanlar, erkek – kadın, hadem – haşem gibidir,
Akıldan doğan, erkektir; o erkek, hekime benzer, derdin devâsıdır o,
Nefisten doğansa kadındır; kadının karârı kötüdür; bu karan çal onun suratına,
Gönlün düşüncelerini orduları bil; ordusu sayısızdır onun; ne haddi vardır, ne hesabı,
Aklın düşüncesi, yüce Zuhal yıldızına mensup, yüce ordudur; nefsin düşüncesiyse şeytanların ordusu,
Nefsin, periden, şeytandan, bedenlerdeki gönüllere ılgaz eden sayısız ordusu var,
Gönülse Süleyman’dır; dikkat edersen görürsün ki şeytanlardan, perilerden, tapısında, sayısız askeri mevcut,
Padişahlığı da, bil ki yüzükledir; buyruğu yüzükle yürür,
Yüzüğü varsa Süleymanlık eder; yoksa, değer bakımından şeytanlardan da aşağıdır,
Buyruk yüzükle yürür; onu korumaya bak ki baş olmaktan, buyruk yürütmekten düşmeyesin dostum,
3190, Şeytan, senden yüzüğü kaparsa, hiç kimse seni, bir arpaya bile almaz,
Âdem, Allah buyruğunu sıdı da me’vâ cennetinden sürüldü,
Eğnindeki elbise alındı, çırçıplak kaldı, Allah’ın ayrılığıyla ağlamağa koyuldu,
O aldanan, gece – gündüz, ayrılık ateşiyle ağladı, yandı – yakıldı,
Allah katında tövbesi kabul edildi de ondan sonra umduğuna erişmesi kolaylaştı,
Sen de tövbe ederek Allah buyruğuna uy da sâkıylerden onun şarabını iç,
Eskiden olduğu gibi gene padişah ol; doğan gibi her yanda avla arıları,
Taht da Hak’tan elde edilir, saltanat da; şimdi ayrıysan bile gene kavuşursun elbet,
Nasuh tövbesi ettin mi, Allah katında Nuh mertebesine erişirsin,
Buyruk yüzüğünü kolla; aklını başına al da gaflete düşüp Şeytan’a kapılma,
3200, Gaafil olursan hırsız, pilini – pırtını alır – götürür; bahtın varsa gaflete düşmezsin,
Ne mutlu uyanık olana; din malım – mülkünü, din bahtını, akıllı – fikirli davranıp koruyana,
Bu çeşit kişi, kendisine ihsan etmiş olur; din hırsızından emin olup kurtulur,
A aklı darmadağın kişi, önce kendini ıslâh et de sonra insanları İslaha kalkış,
A adalet isteyen önce kendine karşı adalette bulun da kötü nefse üstün ol,
Kendine zulmedersen, başkasına karşı nasıl adalette bulunabilirsin?
Kendine karşı adalette bulunmayan, sitem görenlere hiç adalette bulunamaz,
Onun yolunda doğru – düzen harekette bulunan kişinin yüzünden bütün eğriler düzelir – gider,
Sen, nefsin elinde tutsak olursan, bilgisizlik, kahır, sitem denizine batıp gidersen,
Sen, kardeşlerinin hayır bağına bağlanmışken, onlardan ne diye hayır umar ne diye halkı kendine çağırır – durursun?
3210, Önce kendini dünyâ tehlikesinden kurtar; dünyâdaki yol kesicilerden emîn ol,
Bu tufandan emîn ol da sonra halkı kendine çağırmaya başla,
Onların ellerini tut, o yana çek; o bağa – bahçeye, o güllüğe, o ırmağa doğru götür,
Herkesi o nimetle, o zahmeti olmayan, meşakkati bulunmayan nimetle doyur,
Yoksa nefis kuyusuna düştün mü, koskoca bir dağ kesilsen de saman çöpünden daha değersizsin,
Ne diye kuyunun dibini yurt edindin, o eski vatanını unuttun
Burda, o vatandan uzakta kaldın; yıllardır, korkuyla ümit arasındasın,
Burasının acı, tuzlu suyu sana tatlı geldi; küfrü, sence dîne döndü,
Bu çapraşık durağa alıştın; bu çapraşık durak hoş geldi sana,
O eski dünyâyı unuttun; oysa orda meleklerle düşer – kalkar, konuşur -görüşürdün,
3220, Orda öylesine içkiler, öylesine sarhoşluklar vardı ki yücelikler âlemindendi, aşağılıklardan uzak mı, uzaktı onlar,
O cana can katan eşler – dostlar ki yerden de dışarıydılar, gökten de
Elest ahdından beri Hak’la şarapsız, kadehsiz hoştun, sarhoştun hani,
LXXIII
«Rabbiniz değil miyim? Evet dediler» âyetinin tefsiri ve «Evet» demenin mertebeleri,
Hak’tan, dudaksız – damaksız «Elest» hitabı gelmedeydi; senden de «Evet» sözü duyulmada,
«İnin» emri cana gelince can, hemen beden seğirtti,
Hak, canı, gizli sırrı açmak, açıklamak için bu yana gönderdi,
Böylece her «Evet» sözünün evet olmadığını, bir «Evet» in aşağıları da aşağısından, öbürünün yücelerden olduğunun,
Bir «Evet» in güçlü – kuvvetli, öbürünün gevşek, birinin eğrilikten, öbürünün doğruluktan, dürüstlükten geldiğinin,
Bir «Evet» in gerçeklikle, öbürünün taklitle söylenmesinin sağlanmasını diledi a benim dostum,
Her «Evet» in rütbesi öbüründen ayrıdır; «Evet» ler, Belh’le Hicaz gibi birbirine uzak mı, uzak,
3230, Ruhlar bedenlere girince kadehdeki şarap gibi gülümsemeye koyuldular, O güzel duraktan göçtüler; yoğun bedenlerde yerleştiler,
Neliksiz – niteliksiz ruh ve o anda olduğundan daha üstün bir hâle gelsin diye nelik – nitelik âlemine geldi,
Böylece onu görmeksizin de kulluk etmesi, her kulluktan da bir huzura ermesi gerekliydi,
Aldanma dünyâsında aldanmaması, Allah’dan gayrısmdan kaçınması icâp ediyordu,
Çünkü îman, gaybe inanmaktır; bu dünyâdayken Allah’a kulluk etmektir,
Bu âlemdeki kulluk, gösterişle karışık bile olsa, Allah huzurundaki kulluktan yeğdir,
Padişah, maiyyetiyle meydana çıktı mı, orda, korkudan kulluk kalmaz,
İnsan, ister – istemez, padişaha ram olur; çünkü o, perdesiz olarak yüzünü göstermiştir,
Hattâ insan, korkusundan başak kılçığı gibi titrer; boyuna kulluğa girişmek zorunda kalır,
3240, Bu ürküntü, insanı kulağından tutar da kulluğa çeker; insan, canla – gönülle
Allah razılığım aramaya koyulur,
Ama şunu da bil ki o andaki kulluk, hiç de makbul değildir,
Çünkü huzurda bir bölüntü, bir ayrılık yoktur; o andaki kulluk, bir minnete, bir şükre dayanmaz,
Ama o herşeyi bilen er, o görünmezken ona kulluk etmek, huzurundaki kulluktan yüz kat üstündür,
Onu görmezken kerem sahibi padişahın emrini tutmak, adama büyük bir huzur verir,
Burdaki kulluk, korkuyla ümid arasından doğar; bu yüzden de bu kulluk, onun huzûrundakinden yüz kat üstün sayılır,
Engeller varken bu hizmet, zahmetin karşılığına ermek içindir, o ümitledir,
İnsan vaadedilene dayanır da veresiye için peşini elden bırakır,
Mahşer günü, yüzünün ağarması ümidiyle zahmetler çeker meşakkatlere düşer,
Tatlı bir hâlde ölmek için acılar içinde yaşar; din yolunda rahatım – huzurunu terkeder,
3250, Melekler Âdem’e secde ettikleri halde Allah, tuttu da Âdem oğullarını üstün etti,
Çünkü onlar, hatsız – hesapsız engeller olduğu halde bir tek Allah’a yüz tutarlar,
Allah, o soluğu Âdem’e bağışladı da o yüzden ona secde edildi,
Onun soyundan gelen de o yola düşer, gönül gerçekliğiyle Allah adını anar,
Ahirette yüz misli sevaba nail olmak için bu dünyâda Allah’a kulluk ederse,
Rütbesi melekten üstün olur; sonunda da dokuz göğü bile aşar,
Şu halde Allah, ruhları buraya, imtihan için gönderdi:
Herbirinin değeri, zengine de, yoksula da, ihtiyara da, gence de güneş gibi belirsin;
Hangisi kalp akçadır hangisi geçer akça, ileri gidenlere de geri kalanlara da belli olsun diye yolladı,
Biri kılavuz oldu, öbürü yol kesici; âlemde, her yanda, kadın – erkek,
3260, Allah, «Değil miyim» buyurunca, oracıkta hemen, «Evet» diye cevap verdi,
Bu cevap, dillerde, söyleniş bakımından aynıydı: görünüşe bakılınca hepsi birdi,
Ama gerçekte bir değildi: bir cevap, inançtan doğmuştu, öbürü şüpheden,
Dudaklarından çıkan o söz, gerçekte birbirine aykırıydı; biriyle öbürünün arası, burdan Zuhal yıldızına dek varan mesafeyi bile aşmadaydı,
Aralarındaki fark, güneş gibi belirsin diye Allah, onları birbirinden ayırdı,
Herkesçe de geçer akça, kalptan ayırd edildi; geçerli olan yüceldi; kalpsa rezil oldu,
Allah, şunu bil ki, iblis’i de bu yüzden meleklerden ayırdı
Görünüşte meleklerdendi o: ama iç yüzde kâfirdi, sürülmüştü,
Âdem, geçerle kalpı ayıran bir meheng oldu da Allah, o solukta îblîs’ı meleklerden ayırıverdi,
Adem’in varlığı,, yokluktan belirince ruhlar, neşeyle gam gibi ayrıldılar,
3270, İblisin küfrü herkese aydınlandı; çünkü o, gül bahçesinde tikene benziyordu,
Bu çeşit sınayış, her çağda peygamberler dolayısiyle ümmetlerinde de belirdi,
Her peygamberden sonra başka bir peygamberi, başka bir bedenle, bu yüzden gönderdi,
Herbirinin bir dili, bir huyu vardı; herbiri de dolaylarda ünlüydü,
Böylece gerçeğin, aslı olmayandan ayrılmasını, herbirinin dönüp kendi aslına varmasını diledi,
Önceki ümmetten sonra başka bir peygamber geldi mi, o ümmetten olan biri, onu şerbet gibi gördü, öbürüyse yara gibi,
Birinden, ona karşı öfke, savaş, kahır ve cefa belirdi: öbüründen sevgi, barış, lütuf ve vefa,
Ona uymayanlar, ondan önceki peygamberin ümmetiydiler ama bu son gelene ümmet olmadılar,
Çünkü kadehe tapıyorlardı; kadehin nurunu göremiyorlardı,
Oysa ikisi de aynı nurla doluydu; kim onları iki gördüyse, uzağa düştü,
3280, Çünkü bütün peygamberler, bir nurdandı; bir şaraptan mest olmuşlar, bir şarabın mahmuru kesilmişlerdi,
Hepsi de münkire, düşmana kahırdı ama bir güzelim ırmağın suyuydu,
Su kuşu olan, denizi bilir; o suda yüzer – gider,
Balıklar, sevinçli bir surette yüzmek için canla – başla suyu ararlar,
Toprakta yaşayan yılansa sudan çekinir, su kıyısından, ırmaktan kaçar,
Yılan, denizi inkâr eder, istemez ama su kuşu, onu canla başla arar,
Buna karşı baldır o su, öbürüneyse zehir; bunun katında lûtuftur, öbürüyse kahır,
O peygamberi inkâr edenler, yılanlara benzerler; onlar, o gül bahçesinin çevresindeki tikenlerdir sanki,
Toprakta yaşayanlar, nerden suyun çevresinde dolaşacaklar’?
Çünkü onlar, toz gibi topraktan tozarlar,
Gıdaları boyuna toprak olduğundan nerden suya yönelecekler onlar?
3290, Köpek, bir kemik parçasını şekere değişmez; pislik bulunca da aşkla yer,
Şekeri, söz söyleyen dudu yer; o, kendi rızkını gerçeklikle arar,
Herkes, kendi gıdasının peşindedir; herkes, dileğine doğru koşar,
O peygamberin ümmetinde görüş olsaydı, bu peygamberin karşısında, yere baş kordu,
Hiç bu peygamber başka der miydi? Yahut o suydu buysa kıvılcım gibi bir söz söyler miydi?
Suyu içmeyen, yahut onu satın almayıp da satmaya girişen,
Testiyi övüp de içindeki suyu içmeyen, testi önündeyken, suyla dolu testiyi bul diyen susuzu gördün mü hiç?
Şüphe yok ki bu çeşit kişinin sudan haberi yoktur; yılana benzer, gıdası topraktır onun,
Halkın kimisi mukallittir; hepsi de muvahhid değildir ki,
İmanları bilgiye, görgüye dayanmaz; gizliden gizliye, din nakşını inkâr ederler,
3300, Bütün peygamberlerse, gerçeğin şüpheden ayrılıp belirmesi için mehenktir,
Mustafâ, çağı erişince geldi; Allah, onun, çağma rahmet ihsan etti,
Ümmeti, öbür ümmetlerden üstün, onlardan seçilmiş bir ümmet oldu,
Allah’dan mahrum olmamaları için ümmetinin adına, rahmet edilmiş, acınmış ümmet dendi,
İyi – kötü, herkes onun bağışına nail olsun diye o «Alemlere rahmet» tir,
Ondan önce inananlar, bir tek ümmetti; aralarında bir tane bile mülhid voktu,
Hepsi de görünüşte makbuldü, iyiydi; mü’minle kâfir bir renkteydi,
Muhammed gelince kötü, iyiden, çirkin, güzelden ayrıldı,
Ebû – Bekr, âlemde Sıddıyk oldu; Ebû – Cehlse mülhıd oldu, zındık diye anıldı,
Ebû – Leheb, şeytan gibi sürüldü; Osmansa Hûd gibi aziz oldu,
3310, Muhammed’in yüzünden kalp, geçer akçadan ayrıldı: hepsi de perdesiz olarak yüz gösterdi,
Biri, Ay gibi dünyâda göründü; öbürü, alçak İblîs gibi rezil -rüsvay oldu – gitti,
Biri, Firavun gibi yardımsız, yardımcısız kaldı; bu çeşit her boyaya boyanmış sayısız kişi var,
Dünyâda her peygamber, mehenge benzer; onları yüzünden gizli şeyler açığa çıkmıştır,
Geceye benzeyen dünyâ, onlarla gündüze döndü: çünkü onlar, zulmeti yakıp yok eden nurlardı,
Gündüzün hiçbir şey gizli kalır mı? Böyle birşeyi dünyâda hiçbir kimse, birinden ne duymuştur, ne işitmiştir,
Bil ki bu dünya, geceye benzer; dünyâda gerçekten de iyiyle kötü gizlidir,
Kalp olanlar da geceleyin sürülür; halkın çoğu, onlarla alış – verişte bulunur,
Karanlık gecede kalpın da bir aydınlığı vardır: o yüzden çarşıda – pazarda bir hoşça yürür,
Onun aybı geceleyin görünmez; birşey olacaksan, akıllıca davran da önce onun ayıbını aramaya koyul,
3320, Böylece de bilgisizler gibi aldanma; altın yerine aşağılık bakırı satın alma,
Ama gündüzün geçer akça, kalp akçadan, çirkin güzelden ayrılır,
Aydın gün, kalpın kesat çağıdır; değeri, gündüzün meydana çıkar,
Geçeri olmayan akça, gündüz geçmez olur, ona değer verilemez; tıpkı Kâ’be’de berbat ve tanbura döner,
İşte peygamber de gündüze benzer; onun yüzünden erkek arslan, zağardan ayırd edilir,
Onun yüzünden mü’min kâfirden, dost düşmandan, perdesiz olarak seçilir, görünür,
O hâlis altın, gündüzü ister, apaydın ateşi diler,
Çünkü ateşle, akıllı, bilgin sarraf tarafından daha da iyi belirir,
Nasıldır, değeri nedir, ayarı ne kadardır; onca belli olur,
Bahçelerde güller nasıl gülerse hâlis altın, ateşte öyle parlar,
3330, Ama bir de kalpa bak; ateşte gitgide yüzü kararır – durur,
Aklın canın, görüşün varsa, Mustafâ’nın güneşe benzeyen yüzüne karşı, onun’ huzurunda,
Örtüsüz – perdesiz kıyameti gör, mahşeri seyret; yüceliği, alçalışı, Halil’le Azer’i anla,
Her yanda bir Âzer vardır, bir Isa; her yönde bir Kıptî vardır, bir Musa,
Her cinsten, sayıya sığmaz iyi ve kötü, perdesiz görünmede,
Biri katran gibi kapkara görünür; öbürü güneş gibi, Ay gibi bembeyaz, apaydın,
Birinin değeri yedinci kat göğe dek ağar, öbürünün değeriyse çer – çöpten, odundan, talaştan aşağı,
Biri, onun gibi bilgin kesilmiş, bildiğini tutar: Kutup olmuş, yol göstermede, üstün ve olgun,
Haydi, gene şu düzenlerle dopdolu nefis, nasıl birşey; onu anlatmaya dönelim,
3340, Bu nefis, halkı yakıp yandıran şu kıvılcımları yapmadığını yapmaya koyulur; Hak yoluna gece – gündüz vurur – durur,
Kadın olsun, erkek olsun, hiçbir kimse ondan kurtulamaz; ancak âşık olan, onun çemberinden geçip canını kurtarabilir,
Nefis, halkı da kendisi gibi kınanmış bir hâle getirmek için Allah’dan mahrum eder,
Ondan daha beter bir düşman yoktur; onun anlatılışını Peygamber’den dinle
LXXIV
«Düşmanlarının en çetini, iki yağınınım arasındaki nefsindir» hadîsinin anlamı, Herkesten daha fazla sevdiğin, üstüne titrediğin şu bedenden daha zorlu bir düşmanın yoktur,
Mustafa dedi ki: En kötü düşmanın, bedendeki nefistir,
Onun öğüdü hiçbir suretle makbul değildir; hepsi akla uygun bile olsa kabul etme,
Ne derse aksini yap; çirkin bir daldır o, kökünden sök, at,
Akıl erkektir, nefis dişi; dişinin sana söylediği sözü yüzüne çarp,
O düşman, kanına kastetmektedir; er ol da vur boynunu onun,
Tez, Allah için kurban et onu da Kur’ân’ın anlamı anlaşılsın,
3350, Çünkü Ahmed onu ölümle açtı, açıkladı; ölmedikçe de Kur’ân açıklanmadı,
O, nefis yaşayışından tamamiyle ölmüştü; varlığından, bir addan başka birşey kalmamıştı,
Nefsi, ölümden önce öldürmüştü; Allah uğruna Allah’dan başkasını terketmıştı,
Onun gibi sen de varlığından ölürsen ölmüşlerin hâllerini anlarsın,
Ahmed gibi tez nefsini öldür de diril; bir tek Allah’a eriş,
Nefsini öldür ki o, yol kesen bir yılandır; akılsa dosttur, kılavuzdur, iyidir,
Nefis yerdir, yer altına girer; akılsa Arş’tır; Arş’ın da yücesine ağar,
Nefsini kökünden çeker, söküp atarsan Hak sana, cömertliğinden Ledün bilgisini bağışlar,
Bedenimiz, canın elinde – avucunda bir araçtır; hiçbir araç, kendi kendine hareket etmez, bir iş görmez,
Söz, hâlden meydana gelir; a arayıp eleştiren, sende ne hâl var; buna bir bak
3360, Hoş ve güzel bir hâl varsa can gözün onunla açılır, görür
Ama hâlin çirkince, pisse, herşeyin bu yüzden kötüleşir, pisleşir
A istekli kişi, kötü hâli iyiye çevir de hoş, güzel sözün üst olsun,
Kur’ân, güzel hâlden meydana geldi de o yüzden dünyâda mucize oldu,
Ölümden önceki ölüm budur; bu çeşit ölüm, nurlar saçar,
Ölüm hayvânî ruhun değişmesidir; bu çeşit ölüm, insanın yaratılmasıdır;
Bilgisizlikten kurtulmaktır, tümden bilgi kesilmektir, öfkeden arınmaktır, hilim hâline gelmektir bu ölüm,
Böylesine ölüme kim ölüm der; böylesine buluşa kim yitirmek adını takar?
Kötü nefisten ayrıldın mı, Allah civarında buluşmaya, kavuşmaya erişirsin,
Buluşmak, kavuşmak da nedir? Allah kadehini içtin mi, ikiliksiz bir hâlde onun zâtı olur – gidersin,
3370, İkilik, varlığının bulunduğu bu yandadır; o yandaysa sarhoşsun, kendinde değilsin; orda ikilik, bir olur,
Sayı mumlardadır; bunu bil ki onların ışığı, ikiliksiz olarak aynıdır, birdir,
Mumlardan şüphen varsa gerçekliğe doğru yönel de bil ki ışık, birdir,
Bedenler sayısızdır, çoktur ama can, boyuna bir değil midir?
Canın ışığı, her bedenden dışa vurmada; ışığım gör de onu bul,
O, bir gevherdir; kendim benden, senden gösterir ama iki olmaz,
İnsanın varlığı, pek büyük bir şehirdir; o şehirde yüzbinlerce halk oturmadadır,
Bu halk, bedenler değildir, düşüncelerdir; bedenler, araç gibi, düşüncelere ram olmuştur,
Beden, düşünceyle harekete gelir; kimi eve doğru gider, kimi dükkâna yönelir,
Düşünce ne yana git derse o yana gider; ona ne buyurursa beden, onu duyar, onu yapar,
3380, Demek ki beden, düşüncenin aracıdır; bu, iyiden iyiye anlaşıldı ya ;düşünce öz,
iç, bedense deri, kabuk,
Bil ki halk, düşüncelerle diridir; çünkü ancak düşünceyle işe girişir,
Beden bineğe benzer, düşünceyse binene: binen, bineği nereye sürerse çaresiz o yana gider,
Balçıktan düzülmüş şekiller sayılıdır: ama düşünceler sayısız,
Öylesine bir şehirde böylesine bir halk var; yarısı kötü huylu bu halkın, yarısı iyi huylu,
Orda hüküm yürüten, akılla nefis; apaçık hükmeden de bunlar, gizli hükmeden de,
Allah’ın şahnesi, naibi akıldır; şeytanın şahnesiyse şom ve kötü nefis,
Orda aklın hükmü geçerse nefis işten kalır, işi kesada düşer:
O has şehir de Allah’ın olur; zahmetten, korkudan, belâdan eminliğe erer,
Sonuna dek boyuna mâmur bir halde durur; ehâlisi de zevke saraya garkolur,
3390, O şehirde, bağlar – bahçeler, köşkler – saraylar kurulur; yapılarının tavanları, duvarları tümden ışıktır,
Pazarında Allah zikrim duyarsın; gül bahçelerinden Allah kokusu gelir sana,
Halkının hepsi de boyuna namazdadır, oruçludur; aparıdır, aşka düşer, gerçekliğe sarılır, niyazda bulunur,
Hepsi de canla – gönülle Tanriya yönelir: hepsi de orda, muradını elde eder,
Allah var oldukça o şehir de durur; Allah, tertemiz şarapla halkı suvarır,
Ama o şehirde nefis, buyruk sahibi olursa, sonunda o şehri kahırla yakar – y andırır,
Orda akıl işten kaldı da yerine herzevekil nefis geçti mi,
O şeytanın naibi işe koyulur; bu yüzden halkı hep kötülüklere düşer,
Küçük, büyük herkes Hak’tan gaflet eder; orda nefis buyruk yürütür, akılsa tutsaktır,
Herkes, lanetlenmiş Seylan’ın hükmüne uyar; o dinsiz de herkesin îmânını alır,
3400, Orda herkes kötülüklere koyulur: herkes zinaya, içkiye, içkinin, verdiği neşeye kapılır,
Herkes, gençlerin, kadınları sevgisine düşer; herkes kebaptan, ekmekten zevk alır,
Herkes, kendini Şeytan’a kaptırır; herkes düzenlere sarılır da sapıtır,
O şehirde ikisi de hükmederse, şehrin yarısını lütuf bil, yarısını kahır,
LXXV
«Sizden kâfir de var, mü? inin de» âyetinin tefsiri, Sende hem küfür gizlidir, hem îman, Hem yeryüzüsün sen, hem gök, Böylece sana dek herşey var sende; hangi sıfat üstüne «Hüküm üstün olanındır,»
Küfür de sende toplanmıştır, îman da; melek de sende gizlenmiştir, şeytan da,
Adam – akıllı inanasın diye Kurân’da, sende küfür de var, îman da buyurmuştur,
Bak bakalım, bu ikisinden hangisi üst olmuş sana; sirke mi daha fazla, şeker mi?
A istekli, sana hangisi üstse, onun sayısmdansın sen,
Terazinin dengesi, bil ki budur; elindekini gör, veresiyeye kalma,
Gümüş paran çoksa, paran işe yarar; gümüşe göre yürür, gümüş sayılır,
3410, Ama paranın çoğu bakırsa, sarrafın önünde horlanır, atılır – gider,
Şu halde belli oldu ki hüküm, üst olanındır; çünkü alt olan, yok hesabına alınır,
Bu söze son yoktur; o üstün, o övünülesi er ne yaptı, onu anlat,
LXXVI
Mürîdlerin yalvarmaları, Veled’in de onların sözlerini kabul edip babasının yerine geçmesi, şeyhlik makamına oturması
Babasının yerine geçince her yoksula altın defineleri bağışladı,
Akıl bakımından en aşağı olan bile akıl – fikir yönünden tek, herşeyi bilir, herşeyden haberdar bir hâle geldi,
Sayısız kadın – erkek mürîd oldu; hepsi de hünerde tek kişi kesildi,
Babasının yolunda halifeler dikti; her durağa bir ulu kişi atadı,
Çünkü uzaktaki şehirlerin halkı da hep bu ırmağa susamıştı,
Yurtlarıda, tuzağa tutulmuş kuşlar gibi kala kalmışlardı,
Yakınları, çolukları – çocukları engel oluyordu da bu yana gelmeye imkân bulamıyorlardı,
3420, Her tarafa bu yandan, bizden birer halîfe gitmesi gerekli olmuştu,
Böylece kavuşmaya susuz, böyle bir denize karşı kupkuru, mahrum kalmamaları gerekti,
Hiçbir kimse, bizden mahrum kalmasın diye Anadolu, halîfelerle doldu,
Hattâ Anadolu da ne? Bütün dünyâ halîfeyle doldu; bu ummandan her yana bir katre yürüdü – gitti,
Bu güneşin nuru âlemi kapladı; o soluğa sâhib olan herkes, bu nüm gördü,
Halîfelerin hepsi de uyulmaya lâyık oldu; her biri, şeyh olmaya, kılavuzluketmeye liyâkat kazandı,
Hepsi de bu güneş yüzünden la’l hâline geldi; hepsine de Allah’dan müjde erişti,
Hepsi de ercesine yol aldılar; hepsi de bedenden – candan geçtiler,
Onlara icazet – nâmeler yazdık; bağlan – bahçeleri sayısız meyva verdi,
Hepsi de Faruk gibi gerçek oldu; ünleri göğün yücesini aştı,
3430, Herbiri, ayrı – ayrı mürîdler edindi; bir çok halk onlardan faydalar gördü,
Onları kim gördüyse, bil ki bizi gördü; çünkü hepimiz de tevhîd âleminde biriz,
Beden bakımından ayrı – ayrıyız, öyle görünürüz ama iki âlemde hepimizin canı bir,
Sen cana bak, bedenden geç ki birliğimiz, sana aydınlansın,
Bu bağıştan mahrum kalmamaları için her tarafa naipler atadık,
Çünkü naip, naip edenin makaammdadır; naip de onu naipliğe atayan gibi güzeldir, hoştur,
Aparı ırmak uzak oldu mu, o, ırmak gibi susuzları kandırır,
Bahçeyle ağaçlar uzakta olursa herkes, o bahçenin, o bağın meyvalarını yiyerek muradına erer,
Bu çeşit yol – yordam, Allah’ın yürüyüp giden yolu – yordamıdır
Allah her çağda bir peygamber gönderir,
Çünkü herkeste o kuvvet yoktur ki peygambersiz Hakk’ın rahmetine erişsin,
3440, Her aşağılık kişide o rütbe nerde ki o durağın ehli olsun, o görüşe ulaşsın,
Her peygamber, ondan, bu yana haber getirmek, öğüt vermek için bir vâsıtadır,
Böylece de halkın, Hak’tan nasipsiz kalmamaları, peygamberden, bir çocuk gibi ders almaları sağlanmıştır,
Halk, Allah buyruğunu peygamberden duyar; çünkü peygamber, onun şarabının sâkıysidir,
Herkes Allah buyruğunu yerine getirir; yapılmaması emredilenleri de bırakır, yapmaz,
Herkes, onun râzılığma ermek için çalışır; herkes, onun aşkıyla aşk ateşiyle coşar köpürür,
Böylece de nefsin eğri hareketlerinden arınır, yaradanın yönüne güzel, aparı bir halde gider,
Sende, bir pislik gizlidir, bir de temizlik; yarısı toprağa mensuptur, yarısı göklere,
Çalış – çabala da çirkinlikten kurtul, kötülükten iyiliğe taşın,
Güzelliğin, o çirkinlikten kurtulsun; aşk denizi, seni gemisiz alsın iyiliğe götürsün,
3450, Güzel oldun mu, güzele doğm gidersin; sen, onun cinsindensın, aslına yönelir, ulaşırsın,
Hak güzeldir, güzelliği ister; sözden geç; o, hâl ister,
Şu zamanda, senden çirkinlik giderilmezse o çirkinlik içinde güzelliğin yiter – gider,
Hikmet sahibinin öğüdüyle derdine deva bul: yoksa o derd yamanır – kalır sende,
Ondan sonra derman da fayda etmez; bu çağda varlığını cömertçe harca,
Çirkinliklerin mâdeni, varlığındır, benliğindir, çirkini güzel için feda et,
Zâtı bundan daha iyi bir alış – veriş de olamaz: çirkini satıp da güzeli seçmektesin, güzeli almaktasın,
Kalp akça yerine hâlis altın alıyor, zehir yerine şeker, bal yiyorsun,
Beden yerine tüm can oluyorsun; altın kesintileri yerine mâden elde ediyorsun,
Böylece on günlük ömrün bin oluyor; hattâ hadsiz, hesapsız bir hâle geliyor,
3460, Ağrılar – sızılar, zahmetler – meşakkatlar birer – birer senden kaçar artık; ölümlerin tümü de senden çekinir,
Kâseye de boş verirsin, çömleğe de; sence buğday da aynı olur, kum da,
Öyle bir âleme gidersin ki orda ölüm yoktur; öyle bir çağa erişirsin ki onu yitirmek mümkün değil,
Başsız oldun mu, bir baş bulursun; kimya yüzünden, bakır gibi, altınlığa erersin,
Zevkin – satan, Allah katından ölümsüz bir hâle gelir; Hakk’ın hukukuna âsi olmazsın,
A düzenbaz, gafletle dopdolusun da o yüzden Hakk’ın hukukuna şükretmiyorsun,
Yoksa burda sana nimetler bağışlayan, tecellî eder de sana binlerce bağışta bulunur,
Keremi, güneş gibi meydanda olduktan sonra o nimetlerin hakkını inkâr mı edebilirsin?
Kör, görmez de inkâr ederse mazurdur; ama gören, o ışığı elde etmişken nasıl bu hâle düşer?
Halk kördür de o yüzden bu hatâya düşer; kör, mutlaka yol yitirir,
3470, Kötülükte bulunanın gizli – gizli yaptığı şeyler meydana çıkmasın diyedir ki tövbe, bu yanda makbul olmuştur,
İnci, halkın cebinde değildir de o yüzden gaybe inanmaları gerekmiştir,
Hayır işlerin karşılığı cennetlerdir diye Kıır’ân’dan vaatler duymuştur,
Alçak bilgisizlerin de kötü işleri yüzünden cehenneme gideceklerini duymuştur,
O işitip duyulanlar, görülmediğinden de kulluk definesi, örtülü kalmıştır,
Bundan dolayı bütün işleri, şüpheyle karışıktır; çok az kişinin içinde zevk nuru vardır,
İmanda ihlâs sahibi azdır; her kişinin kulluğunda can yoktur,
Burda ibâdet eder, namaz kılarsan, candan – gönülden niyaz etmeyi arttırır – durursan,
Sonunda orada, kerem sahibi Allah,nın lûtfuyla hurilere kavuşur, cennetlere girersin,
Yoksa âhirette, gözlerdeki perde, açılınca, herşey meydana çıkar,
3480, Bütün gizli şeyler apaçık görününce, bu âlem, o âlemde yok olur – gider,
İçte gizlenen şeyler belirir: iyi kişi yücelir; kötüyse rezil olur,
İyilerin yüzleri Ay gibi ağarır; kötülük edenlerin yüzleri katran gibi kararır,
Allah; «O gün yüzler ağarır» O, yaptıklarının karşılıklarını görmek için de «Yüzler kararır» buyurmuştur,
Ne yer kalır, ne gök; O melekler ordusuyla Allah’ın yüceliği cilvelenir, görünür,
O anda binlerce kişinin biri rahmete mazhar olur; kim buyruğa uymaz ki o zaman’?
Ama o çağda tövbeler kabul olmaz; ağlayıp sızlanmışlar kabul edilmez,
Çünkü o çağ, ektiğini biçmek, gelirini elde etmek çağıdır; o çağda, önceden hurma fidanı diktiysen hurma devşirırsin,
Ektiğin tikense a şom kişi, o ağaçtan elde edeceğin meyva, ancak zakkumdur,
Kulluğun, orucun, zikrin, ektiğin tohumdur; dünyâ yurdu, senin ekin yerindir, tarlandır,
3490, Önce ektiysen şimdi biçersin; ekmediysen müflis olursun, borçlu düşersin,
Müflislerin durağı cehennemdir; ınananlarmsa Naîm sarayı,
Bunun da sonu gelmez ey Veled; halîfeler, Anadolu’nun her yanına dağıldı,
LXXVII
Allah azîz sırrıyla bizi kutlasın; Mevlânâ’nın, Şemseddîn, Şeyh Salâhaddîn, Çelebi Hüsâmeddîn gibi halifeleri vardır, Allah sırlarını kutlasın, Bunlar vilâyet, ululuk, bilgilerdeki güçlülük bakımından şöhret bulmamışlardı; Veled’in anlatışıyla Mevlânâ gibi meşhur oldular, Vilâyetleri, ululukları pek büyüktü ama gizliydi; güneş gibi meydana çıktı,
Veled’in babası pek ünlüydü; o, Şemseddîn gibi gizli değildi,
Herkes ona canla – başla mürîd olmuştu: Veled’in çağındaysa mürîdler daha da çoğaldı,
Babasının, taklit yoluyla değil de, tam bir görüşle seçtiği erenler,
Babasından sonra, işleriyle – güçleriyle, ululuklarıyla, Veled’in yüzünden tanındılar,
Veled, canla – gönülle, bunların hallerini anlattı: genç – ihtiyar, herkes tarafından tanındılar,
Bir zaman oldu, ibâdetlerini anlattı onlann; bir zaman geldi, halktan çekilişlerini, herşeyi yeter buluşlarım söyledi,
Zaman oldu, candan kopup gelen sözlerini söyledi; zaman oldu, gizli hâllerini vasfetti,
3500, Kimi zaman, nasılsa, olduğu gibi, kerametlerini, her birinin namazdaki gerçekliklerini bildirdi,
Her biri nasıl sohbet ederdi; her birinin Allah katında rütbesi neydi?
Her biri, ne çeşit irşadda bulunur, her biri ne tarzda bağışlar ihsan ederdi? Bunlardan bahsetti,
Hâsılı hepsinin hâllerini bir – bir gösterdi? halk da şüpheden kurtuldu,
Herkes yeni baştan mürîd oldu, kul – köle kesildi; hepsi de ölmüştü; bu sözlerle dirildiler,
O zaman anlaşılmayan bu gizli şey, herkesçe şüphesiz olarak anlaşıldı, bilindi,
Veled vâsıtasıyle onlann ahvâli, ihtiyar – genç, herkes tarafından anlaşıldı,
Güzellikte, ululukta eşleri – benzerleri olmadığı, onlara karşı büyüğün bile küçük sayıldığı bilindi,
Onların yakınlıkları, erenlerden bile gizliydi; çünkü iki âleme de o gibi er gelmemişti,
O erenler, sevgiliydiler; Hak katında hastı onlar, Hakk’a yakındılar,
3510, Hepsi de Allah mazharıydı; hepsi de cansız olan halka can bağışlamıştı,
Hepsi de halkın ellerini tutmuştu; hepsi de bedensiz salt ruh kesilmişti,
Bu çağda, Hak gibi gizlenmişlerdi; hiçbir kimseye onlann belirtisini bildirmemişti,
LXXIII
Kutup, erenlerin padişahıdır Erenlerin devleti, ululuğu pek büyüktür ama Kutba karşı pek önemsizdir, pek değersiz, Onların büyüklükleri, Kutba göre birşey değildir; Kutup onlardan birşey elde etmez; çünkü onun ululuğu, onlara nisbetle yüzbinlercedir, Bunu ve «Dostlarım kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilemez» haberini anlatış,
Kutup hepsinden başkadır; nasıl bir sırrı vardır onun; ne şaşılacak sırrı,
O, erenlerin sözlerinden birşey elde etmediği gibi onların hâlleri de ona tesîr etmez,
Onların yakınlıkları, onca uzaklıktır: onların hâlleri, ondaki miske karşılık havlıcandır adetâ,
Onların kavuşmaları, ona nazaran ayrılıktır: hepsinin de eşi – benzeri vardır; oysa Hak gibi tektir,
Herkes Allah katında has olabilir ama hasların hası olanın yakınlığı nerde?
Onun yakınlığının öz derecesi pek büyüktür: öbür yakınlıkların buna nazaran değeri yoktur,
Doğan kuşunun lokmasını serçe nerden yiyecek? Yemeye kalkışsa boğazında kalır,
3520, Esterin yükünü tay çekebilir mi? Hazîne, bir kese akçaya benzer mi?
Arslana karşı arık kedi ne yapabilir? Ona karşı kaplan bile zebûn olur – gider,
Bil ki ileri geçip ödülü alanlar, sonra gelenlerdir; sen de fazla ileri gidenlerdensen, daha fazla sür atını,
Bir söz söyle ki kimse o sözü söylememiş olsun: belli olmayan, belirtisi bulunmayan görüntüyü söyle, onu belirtisiyle göster,
Göster de düşman bile aşka düşüp dost olsun; azıksız yoksul zenginleşsin, azıkla dolsun,
Göster de her zerre bir güneş kesilsin; kara yüzlü, Ay gibi bembeyaz olsun,
Katre o inciyle denize dönsün, o bakışla körün gözleri açılsın,
Ölü, dirilip mezarından çıksın da aşkla karşına dikilsin, kaçmasın,
Ruhsa gönül şarabını içsin; çünkü o şarap, Nuh’un gemisidir,
Baş çekmez, karşına gelir; her yara, onunla melhem olur, her acı, tatlı kesilir,
3530, Zahmet, meşakkat ona karşı gerçekten de hazîne olur; bunu bilen de zahmete, meşakkate yönelir,
O, zâti acıyı ister, tatlıyı değil: onun yüzünden acı, ona helva gibi tatlı gelir,
Dert, onca yüzlerce dermandan daha yeğdir; beden de nedir ki?
O, gönlünü, canını bile feda eder,
Bu çeşit kişi, anlayışlardan uzaktır; çünkü o, her nurun sırrının da sırrıdır,
Herkesin anlayışı onun künhüne eremez: ruhlar bile ona karşı bedendir,
Onun zâtını da Allah bilir, vasfını da; padişahın sırrını her yoksul nerden bilecek?
Allah, Erenler kubbelerimin altında gizlidirler; ama onlar, öz kullarımdır benim dedi,
Bu birliğe ikilik sığmaz; suretten geç de birliği gör,
Yalnız küpe sarılma, o testiyi bul: çünkü kaplar, hep bir suyla dolu,
Dostsan suretlerden geç de perdesiz olarak Yaradan’a ulaş,
3540, Bu dünyâ perdedir; halk, daimî diri olan Allah’ın tapısından, onun yüzünden uzaktır,
Böyle bir perdeyi yırtan, savlicansız, bütün toplan çeler,
Kimde yürek varsa kolayca yırtar o perdeyi; ama kını yüreksizse, Ebû – Cehil olup kalır,
Amca, Mustafa gibi bir Rüstem nerde ki neşeyi de yırtıp atsın, gamı da,
Gamla neşe, görenin gözüne perdedir; onu yırtan kişi, en yüce yere ağar,
Gökle yer kimin perdesi? Hayır da onun perdesi, şer de; zarar da onun perdesi, kâr da,
LXXIX
Allah rahmet etsin, Mansûr-ı Hallac’in, mestlik halinde, «Ene’l-Hak» demesi, Çağının müftülerinin, bir fitne kopmasın, halk dinden olmasın diye onu öldürmeye fetva vermeleri, Dostların, bu sözden vaz geç, tövbe et de seni öldürmesinler diye öğüt vermeleri onunsa sözünde ısrar etmesi, İnsanın bedeni, konuk evine benzer; boyuna gayb âleminin halkı oraya gelir – gider, Ancak ölmüş, buz kesmiş evin, kendisine ne biçim konuklar konmada, bundan ne haberi olur? evde bir diri olmalı ki konuklardan haberi olsun,
Mansûr’un, o eşsiz binicinin, o yardım görmüş bayrağın hikâyesini duymadın mı?
O, halka apaçık dedi ki: Şu hırkaya benzer bedende Hakk’ım ben,
Herkes, bu sözü bırak, kendini bu çeşit bir belâya uğratma,
Eskiden beri katımızda değerin var; bu tehlikeli yere adım atma,
3550, Bu söz, bir kere çıktı senden; çıktı ama geri dur; a alıcı doğan, kıızgunluktan vazgeç dedi,
Oysa, ben dedi, gerçeğim, bu sözden dönmem; dindar olan, nasıl olur da kâfir olur?
Bu söz, geri dönülecek bir söz değil; bu sözden sonra hangi söz var ki dönüp de o söze yapışayım?
Bu sözden bana ne gelir ki; böyle bir aşk sırrını gizlemezsem ne çıkar ki
Ben bu zahmette hazîne, define görüyorum; bu azacık şeyden dînim artıyor,
Değil mi ki sonunda beden kalmayacak; gönlüm, beden sevgisini canından sürdü – attı,
Taht da baş vermekle elde edilir, başbuğluk da; bunu kendinden vazgeçen bilir,
Bedenin erimesi, canın artmasıdır; bence dert, dermanın ta kendisidir,
Her yoksul, azığı ölümde buldu; melhemı, yaralı gönlünden elde etti,
A tertemiz kişi, bunun sonu yoktur; o sözü, mazurdum da söyledim; özrümü de şimdi anlatayım,
3560, Sen, benim varlığımı bir ev bil; her solukta çeşit – çeşit konuk gelir o eve,
Soluktan soluğa gayb âleminin halkı, o sonsuz âlemden, o eve akar,
Bâzı – bâzı o padişah da cana geliveren neşe ve sevinç gibi gizlice, ansızın geliverir,
Allahlık dâvasını o ediyor; şimdi sen söyle, benim burda ne suçum var’?
Ben onun harmanından bir saman çöpüyüm; o sözden haberim var diyebilir miyim hiç?
Ben ne bilirim ki padişah ne yapıyor, ne arıyor; neden boyuna o sözü söylüyor?
Onunla diri olduğumu biliyorum ama ona, ona kul – köle olduğumu hayâl etmedeyim,
Yalınız hayâlden hayâle de fark var, hem de pek büyük; bunu da iyi bil,
Onu hayâl etmede buluşmak, kavuşmak ümîdi var; kötü kişinin hayâlindeyse vebal var, sapıklık var,
Oğul, nerde o hayâl ki biz, o hâldeyiz; onun güzelim yüzünde bir ben sanmadayız kendimizi,
3570, Güzeller, bizim güzelliğimizin karşısında kocalmış kişiler; bu elife benzer boya – posa karşı dal gibiler,
Kim âşıksa ona dostuz biz; gaflette olanaysa ağyarız,
Ben bu halktan sayılmam; gözünü aç da bak, beni gör de bil, tanı,
Bu bedenden, bu candan önce o nurdum ben; şimdi de, önce neysem oyum; uzak düşünceye kapılma,
Yeryüzünde de benim gibi kimse yok, zamanda da; şaşkınca her yana gitme; burda dur hele,
Beni bırakıp da geçip gitme; pirlerden benim gibisi gelmez bu âleme,
Gönlüme Allah’dan başka hiçbir şey sığmıyor; bedenim, Allah gücüyle hareket ediyor,
Gözün varsa aç da beni gör; Çin fitnesi olan güzelliğimi bir seyret,
Ama anadan doğma korsen, böylesi güzellikten nerden şad olacak gönlün’?
Anadan doğma kör, o Ay yüzlüyü göremez; her çer – çöp, her aşağılık kişi,nerden öyle bir padişaha lâyık olacak?
3580, Can olduysan canana varabilirsin; ama bedensen, sonucu, yıkılır – gidersin,
Çünkü beden, kavuşmaktan uzaklaştırılmıştır; ama can, o nurun parıltılarmdandır,
İnsanoğlu yemeğe, yemeğin konduğu çömleğe benzer; yansı altındır o: an yarısı kum, çakıl,
Yarısı aşağlık âlemdendir, yarısı yücelerden; yarısı bayağıdır, yarısı üstün,
Küfürle din, onda,yağla yoğurda benzer; giyilen yeni elbiseyle yıpranmış elbise gibi hani,
Bizim bakışımız, gerçek kimyadır; dosdoğru kılavuzdur, Ay ışığıdır
Beden ehli, deriye, dışa bakar; gönül ehliyse, boyuna sevgiliyi görür,
Bu sözleri duyanların hepsi de cevap verip dedi ki: Sözün iki âlemde de doğru ama,
Senden haberi olanlar, uğrunda, düşmana karşı kalkan gibi;
İnkâr edenlere, mazur olduğunu söylerler, özür dilerler, çünkü işin iç yüzünü bilirler,
3590, Bu sözden tövbe et, iyi bir söz değildi de kılıç, düşmanın kınında kalsın,
Mansûr, kılıçtan korkum yok dedi, ben biliyorum; ne diye bana ders veriyorsunuz?
Bilginin sonu yok; bu kadarım bilmiyor muyum ki? Şaşarım buna,
Âşıka baş kaygısı nedir, başın ne değeri var? Ona zehir de bir, şeker de,
Düşmanlar beni dara çekerlerse çeksinler; o dardan vuslata erişirim ben,
Bağ koptu, artık öğüt kabul etmem; tedbîrim, aşk ateşiyle yandı – gitti,
Aşıklara ölüm korkusu yoktur; ellerindekini yitirmeye aldırış bile etmezler,
Zenginlikte iflâsı isterler onlar; başlarını feda etmekten çekinmezler,
Onlarca başın değeri yoktur; onları katında Allah’tan başkasına koyulmak aldanıştır,
Zararlara düşmekte görürler yaşayışı; tehlikelere uğramakta bulurlar emniyeti,
3600, Onlar için kıble de aşktır, namaz da; onlar için yokluk, yüceliktir, ulaşmaktır,
Ona, bu çeşit baştan geçenleri çok anlattılar; sayısız deliller getirdiler,
Bütün bu öğütler ona tesîr etmedi; aksine onun işini daha da ilerletti,
Dâvasında ısrar etti; ne örfe uygun sözü dinledi; ne fetvaya kulak astı,
Sonunda onu damgacına çektiler; çünkü sevgilisi böyle olmasını istiyordu,
Hiç bir dert çekmeden canını canana verdi; yüzü bir gül gibi tâzeleşti,
O ses, herkesin kulağına geliyordu; o sır herkesçe duyuluyordu,
Herkes, fitne daha da çoğaldı, halk dinden de çıktı, küfürden de dedi,
Tuttular, yansın diye bedenini ateşe attılar; o fitnenin daha fazla aydınlanmamasını istiyorlardı,
Ateşin üstünde, yolımdan «Ben Hakk’m» yazısı belirdi; nasıl belirmesin ki o, bu hâle bürünmüştü,
3610, Bu yazı, her yalımın üstünde yazılıyordu; buna ihtiyar da şaşti kaldı, genç de,
Fitne çoğaldı, halk, evvelden ondan nefret ederken bu sefer, bu hâle kapıldı – gitti,
Ateşi kül olunca külünü yele verdiler; ırmağa attılar o külü;
Irmağın üstünde de aynı yazı belirdi; ileri kişiler de bunu görüp apaçık okudu, geri kalanlar da,
Herkes, önceden, düşmanlıkta direnip dururken bu sefer, gönülden onu sevmeye başladı,
Bu, onların en aşağılık gücüdür; uçsuz – bucaksız denizin bir katresi gibi hani,
Sana bunun yüzbinlercesini, hattâ daha da fazlasını gösterirler de «Ol derse oluverir» sırrını belirtirler,
LXXX
Her peygamber, her eren, bütün mucize ve kerâmetere gücü yetmekle beraber bir mucizeyi, bir kerameti izhâr eder; her çağa göre gereken şeyi belirtir, Biri, Ay’ı ikiye böler, biri ölüyü diriltir; böylece sonsuzdur bu, Netekim doktor, her hastaya, hastalığına gereken başka bir ilâç verir; bu, doktorun ancak o kadar bilgisi olduğunu göstermez; fakat o zaman, o ilâç gerektir, Bunun benzerleri, çoktu, Esenlik onlara, peygamberler ve erenler, Hakk’ın mazharlarıdır, âletlerdir, âletin yaptığı şey, gerçekte, onu kullanan sanatkârın yaptığı şeydir, Netekim kalem, yazanın elinde, dilediğini yazamaz; dilediğini yazmak, yazanın elindedir, Şu hâlde değil mi ki, mucizeleri kerametleri, onlardan yüce Allah göstermekte, nasıl denebilir ki Hakk’ın bâzısına gücü yeter, bâzısına yetmez? Bu düşünce, gerçekte küfürdür,
Bir iki keramet gösterir ama her erenin, bütün kerametleri göstermeye gücü yeter,
Birisi, halkın içinden geçenleri söyler; öbürü, her canın, aydınlığından, makamından bahseder,
Bir tanesi, imâna ışık vermiştir, öbürü sevgiliyi anlatmıştır,
3620, Biri, sözüyle herkese sarhoşluk salmıştır; öbürü herkesi susturmuş, gönül alçaklığına ulaştırmıştır
Biri havaya ayak basmıştır; öbürü suya resim çizmiş, yazı yazmıştır,
Biri taştan kaynak akıtmıştır; öbürü ateşi güllük – gülüstanlık etmiştir,
Halka pek azını göstermişlerdir ama herbirinde bu çeşit binlerce keramet var,
Musa gibi ,Meryem oğlu îsâ gibi tâ Adem’e dek seçilmiş peygamberlerin,
Herbiri, bir başka çeşit mucize göstermiştir; herbiri Allah’a bir yol belirtmiştir,
Biri soluğuyla ölüyü diriltmiştir: öbürü sopayı kızgın bir ejderhâ yapmıştır,
Birine ateş, terü taze güllük olmuştur; öbürü Dolun – Ay’ı ikiye bölmüştür,
Birisine karşı dağ, deve doğurmuştur da bir zaman, inkâr edenlerin yanında kalmıştır,
Birisine yeryüzünden su coşmuştur; birisine karşı dağla çöl deniz olup coşmuş – köpürmüştür,
3630, Birisine katı taş, mum gibi yumuşamıştır; birisine binlerce baht, tahta dönmüştür,
Birinden, bu mucizelerin hepsi meydana gelmedi ama herbirinin de, hepsine gücü yeterdi,
Hünerli, usta bir ressam, ağaca konmuş bir kuş resmi yapsa,
Bu resimden başkasını yapamaz denmez ki; o, herşeyin resmini yapabilir,
Yahut bir terzi, bir kaftan dikse, bundan başka birşey bilmez denemez ki,
Yahut da bir bilgin, bilgisiyle, Allah çekinmesiyle bir soru sorana fetva verse,
O, ancak o meseleyi bilir, bundan başka bir fetva veremez denir mi hiç?
Hekimin biri bir ilâç verse, hastanın hıltları onunla arınsa,
Hiçbir kimse, bilgisi bu kadardır, o ilâçtan başka bir ilâçtan haberi yoktur diyemez,
Bir su, bağlarda – bahçelerde, bostanlarda, güllük – gülüstanlık yerlerde yüz çeşit iş görür,
3640, Kimi o suyla değirmen döner, kimi o suyla bağlardaki ağaçlar meyvayla dolar,
Bir yere aktı mı, oraya lâyık olan, gereken işi görür; orda bitecek şeyi bitirir,
Buna sayısız – hatsiz örnekler vardır; sen şu sayıdan geç de işe bak,
Güç – kuvvet, bedenlerden değildir, Hak’tandır: çünkü anlam Hak’tır, geri kalanıysa addan ibaret,
Peygamberler de âletlerdir; işi görense Hak’tır; onlan hepsinin de irâdesi, ihtiyarı yoktur; dilediğini yapansa Hak’tır,
Su oluktan aksa bile suyun aslı, bil ki oluktan gelmemekte,
Lülelerden, oluklardan aksa da suyun aslı, denizdir; su denizden gelmededir,
Beden de oluğa benzer; Allah gücü sudur; sebebi yaradana bak; sebeplerden geç.
Erenler de Allah mazharlarıdır, ama Hak değillerdir; Hak halka onlarla ders verir,
Yaprak, yaş dal, yele mazhardır ama hiç kimse, yel ağaçtan esiyor diyemez,
3650, Yel yuvarlağı gözlerden uzaktır; onun aslı da ağaçtan uzaktır, parça – buçuğu da,
Ama yel esti mi, kendisine hâl gelen, cezbelenen sûfî gibi o da yele araç olur da sallanmaya başlar,
Herkes de ağacın başında, yelin tesirini görür; ama gene de herkes bilir ki yel, ağaçtan meydana gelmemiştir,
Yalnız terü taze dal titremeseydi hiç kimsenin gözü de yeli göremezdi,
Yüzünü yukarıya, aşağıya, her yana, her yöne çevirsen de,
Nerden kendi yüzünü apaçık görecek, nerden güzelliğinin belirtisini seyredeceksin?
Meğer ki eline bir ayna geçe de o aynada yüzünü göresin,
Bunun gibi yelin yüzü de dağdan, ovadan görünmez; ancak daldan, ekinden görünür,
Yel geldi mi, dallar yapraklar oynamaya başlar; ama yel esmedi mi, hepsi de cansızdır,
Yelin aynası, terü taze daldır; ama ağaçtaki dal,
3660, Allah’ın gücü – kuvveti, mucizeleri de Allah’dan belirir; Allah’ın olduğu yerde acizlik mi olur?
Şu hâlde mucizelerin hepsi de bir zâttan meydana gelmekte; sen zâtı gör de sıfatları bırak,
Benim şu sözlerimi anladıysan artık sen de diyebilirsin ki,
Her peygamber, o mucizelerin birkaçım gösterdi ama hepsini gösterebilirdi,
Herbiri, ne kadar mucize gösterdiyse ancak o kadar gösterebilirdi denemez;
herbiri, gösterdiği mucizenin yüzbinlerce çeşidini gösterebilirdi,
Ama ümmet için bir mucize izhâr etti; ümmetler de her peygamberden bir tad aldı,
Her peygamber, ümmetinin hâline uygun olan nimetlerinden bağışlarda bulundu,
Erenleri de hep böyle bil; onların da hepsi, Allah’dan söyler79
Hepsi de kendi varlığından geçmiş, Allah varlığına bürünmüştür: katreleri, sedefte inci olmuştur,
Hepsinde de keramet, o bağış vardır; hepsi de o bigilere, o irşada sahiptir,
3670, Addan geç de hepsini bir bil; çünkü gerçekte, hepsi de Allah’yla var olmuştur,
Sözleri, kendilerinden değildir, Allah’dandır; hepsi de iyiden – kötüden kurtulmuştur,
Şu kötüyle iyi, birbirine zıttır; gönül ehli, zıtlara mı bakar?
Orda zıdda da yer yok, eşe – benzere de; gönül, korkunun da ötesinde, ümidin de,
Orda sayıdan dışarı birlik var; o konağa zıtlar yol bulamaz,
Onların işleri de tümden Hak’tandır, sözleri de; soluktan soluğa onlara Allah ders verir,
Onlardan başkaları, bilgiden söz ederler, akıllıca sözlere girişirler ama kendilerinden, kendiliklerinden söz söylerler,
Bilgi, canlarına akar – durur ama ondan bir paylan yoktur onların,
Hepsinde de o bilgi eğretidir; akar sudaki çer – çöp gibi hani,
Sonunda bilgiler asla gider; arı – duru da gitti mi, ancak tortu kalır; onlar da tortulaşır – giderler,
3680, Şimdicek sen, bilgi kesilmediysen nerden iç âlemin bilgilerini anlayacaksın?
Yönsüzlük yönüne yönelmediysen, cansız varlık gibi habersiz bir hâlde kaldın- gitti,
O âlem senden gizliyse, bilgin, bu cihâna aittir ancak,
Kulağının da dünyâya aittir, aklın – fikrin de; âhiret sırrından haberin bile yoktur,
O faydalar bedenedir, cana değil; o bilgi de ancak şu bedenlere ait bilgidir,
LXXXI
Balçıktan yapılmış bedenin hekimleri olduğu gibi canla gönlün de hekimleri vardır ki onlar, peygamberlerdir, erenlerdir, Hekimler, şunu ye, onu yeme de beden hasta düşmesin, güçlensin derler; peygamberlerle erenler de bunu yap, şunu yapma da can, arı – duru bir hâle gelsin, gelişsin derler; bu yüzdendir ki, esenlik ona, Mustafâ, «ilim ikidir : Bedenler ilmi, dinler ilmi» buyurur,
Halka iki şeyde fayda vardır; bedenle can, o iki nimetle gelişir,
Bunların biri, bedenler bilgisidir; öbürü, dinler bilgisi; iki bilgiye de ilham eden Hak’tır,
Din bilgisi, canlara şifadır; tıp bilgisi, bedenlere ilâç,
Allah erenleri, sevgililerdir; onlar, dîni, îmânı düzene sokmaya çalışırlar,
Onların bilgisi canla gönüle ilâçtır; tıp bilgisiyse bedenlere ilâç,
3690, Her hastalığın başka bir ilâcı vardır; her bedenin ayrı bir mizacı yok mu?
Hastalıklara çeşit – çeşit ilâçlar var; Eflâtun, bunları kitaplarda anlatmıştır,
Her mizaca göre bir ilâç tertip etmiştir; çünkü hastalıkların sebeplerini tanımış, bilmiştir,
Bu hekimler, sudan – topraktan meydana gelmiş bedenin hekimleridir; o sevgililer de canla gönül hekimleridir,
Şu hekim sana, yoğurt yeme de balgam çoğalmasın der,
Öbürü de, gel der, yalan söyleme; kanâat sahibi olmaya bak, haram peşinde koşma,
Böylece de suçlara bulaşmaktan arın da melekler gibi göğe ağ,
Bu arı – duru şarabı iç de, ihtiyarlıkta güzelleş, gençleş,
Öbürü de yemeyi – içmeyi azalt da der, beden arıklaşsın, can güçlensin,
Bu, şu hastalığa yarayacak ilâcı ye de der, mizâcındaki tikene dönen hılt geçsin – gitsin,
3700, Öbürü de, öfkeden, kinden vazgeç de der, dm fidanlığından meyvalar bitsin,
Bu, güzel gıdaları ye, yoğun yemeklerden sakın der;
Böyle hareket et de yüzün gül gibi olsun, gülsün – açılsın; Ayın ondördü gibi parlak bir hâle gel,
Öbürü de, namazı çoğalt da der, ululanmayı azalt, niyaz etmeyi ziyâdeleştir;
Böylece de şu zindana benzeyen dünyâdan kurtul, melek gibi illiyyîn’e yücel,
Bu, yumuşak, ince elbise giy; yağlı – ballı şeyler hoştur, onları ye, iç der;
Böyle – böyle semirir, zayıflıktan kurtulursun; ne diye bedenine zahmet veriyorsun?
Öbürüyse, gece – gündüz der, mücâhedede bulun da ondan sonra Allah tecellîsine er,
O, bugün, fırsat elindeyken yaşamaya bak, murad al, sabır ateşiyle kendini yakma der,
Öbürü, o zahmeti çek de der, defineyi elde et; başını feda et ki baş olmak, baştan geçmekle elde edilir,
3710, Bununla onun arasında hayli fark var; bunu bil, tanı, Canı olan, bedenini beslemez, geliştirmez,
Peygamber’in sözünden, «Ölümden önce ölüm» remzini duy; ölmedikçe nerden makbul olacaksın?
O, sözle elde edilmez; o durağı, açlıkla, malı – mülkü bırakmakla ara,
Sûfî ona derler ki sıkıntı çağında bile içinden zevk fışkırır, feraha ulaşır,
LXXXII
Yüce Allah, ölüm olan dünyâyı halka yaşayış, yaşayıştan ibaret olan âhireti de ölüm gösterdi; «Açlık, Allah’ın ihsan ettiği yemektir; gerçeklerin bedenlerim, onunla diriltir,» Bunları anlatış,
Arayan kişi, genişliği darlıkta, sıkıntıda ara; diriliği yanıp erimekte, ölüp yok olmakta,
Asıl ölüm, sana yaşamak görünüyor da soluktan soluğa ona rağbetin artıyor,
Ebedî yaşayışa gelince: Nefsin bundan nefret etmekte, ümitsiz bir hâle gelmekte,
Oysa bu dünyânın sonu yokluktur, hiç olup gitmektir; o dünyâdır yaşayışın temeli, ebedîliğin aslı,
Bilgisizlikten onu bırakıyorsun; cansızlık yüzünden burda kalakalıyorsun,
Tersine çakılmış nalı gör de attan düşme; kazancı bırak da aksini seç, ona yapış,
3720, Defineyi, hazîneyi meşakkatta ara, rahatta değil; genişliği gönülde ara, alanda değil,
Yemeyi – içmeyi de açlıkta ara; şarabı, mezeyi, kadehi açlıktan iste,
Kebapla değil, açlıkla doy; çalış – çabala da gamdan kurtul, sevince ulaş,
Varlığı yoklukta ara; sarhoşluğu da şarapsız elde etmeye çalış,
Din düşmanını «La» kılıcıyla kes de perdesiz olarak «îllâ» ya kavuş,
Onun yolunda yok ol da varlığa eriş; bildiğini unut da bilgi sahibi ol,
Senin varlığın, benliğin, çok şeyin pek azıdır ancak; ama varlıktan, benlikten
geçtin mi, kıyın nerde, ocağın – bucağın nerde?
Varlığın tikendir sevgiliyse gül; varlığın parça – buçuktur, sevgiliyse tüm,
Varlığın, o denizin üstündeki köpüktür; yok ol da gene o denize karış,
Kur’ân’dan «Gene ona dönenleriz» âyetini duy a dostum; köpükceğizden geç de denize yüz tut,
3730, Denizin köpüğü şüphesiz denizdendir; yer – yurt görünüşü de, şüphe yok ki yersizlikten – yurtsuzluktan meydana gelmiştir,
Ne mutlu anlam olan surete; evvelce neyse, gene o hâle dönmüştür o,
Parça – buçuktu o, aslına kavuştu; padişah oldu, kulluktan kurtuldu,
Ayrılık âleminde şaşıydı; derken gene evvelce olduğu gibi kendisini gördü; iki, görmekten halâs oldu,
Arazken aşk cevheri kesildi; garez gözünü kör etmişti; gözleri açıldı,
Oysa hüneri, garez yüzünden gizlenmişti; hani Yûsuf da kardeşlerinin gözlerinden gizlenmemiş miydi?
Güzelliği garez yüzünden örtülmüştü; oysa güzellikle de âleme ün salmıştı,
Kardeşlerinin herbiri, garezlerle dopdoluydu; bu yüzden güzelliği onlarca kurta dönmüştü,
Kadı, rüşvet yemeye alıştı mı, her yüce kişi, onun katında hor – hakıyr olur,
Zulmedenin sözü, ona şeker gibi gelir; mazlum, ne söylerse söylesin, sözü, hoş görünmez ona,
3740, Ama kadı, adalet sahibi olursa Hak, onunladır; o çeşit kadının yüceliği hiç eksilmez, arttıkça artar,
Mustafa, «Bir an adalette bulunmak, altmış yıl ibâdetten yeğdir» dedi,
Bugün dünyâya adaleti yay da yarın, parıl – parıl parlayan, her yanı ısıtan bir padişah ol,
Bu dünyâ, adaletle onarılır; öbür dünyâda da can, bu yüzden sevince erer,
Adalet, seçilmiş bir tohumdur; onu ek de sonunda meyvasmı devşir,
Ne mutlu o cana ki adalet tohumunu eker; karşılığında da cennetlerde yüz misli fazlasını devşirir,
Cennetin baş köşesi yurdu olur; o aman yurdunda cehennem korkusu da yoktur,
Ömrü, cennetlerde sonsuzdur; öylesi ömrün ne sayısı vardır, ne hesabı,
Yolda çeşitli kulluklar vardır; her birinin karşılığı da Allah’dan gelir,
Adaletin değeri fazla olduğundan ecri de arttıkça artar,
3750, Adalet sahiplerinin mertebesi pek yücedir; şu halde yürü, dünyâda adaleti çoğaltdıkça çoğalt,
Adalet, insanda Allah sıfatıdır; zulümse Şeytan huylarmdandır,
Dostum, Allah sıfatlarıyla uçmaya başladın mı, artık yabancılardan sayma kendini,
Onun dostu sensin; ne diye ağlayıp inlersin? Onun definesini boyuna taşıyansın sen,
Onun canısın; bedenden geç, Sen can altınının potasısın, mâdenisin,
Kaynağı su bil, ona toprak deme; topraktan fışkırır ama tertemiz sudur,
Yürü, tortuyu bırak, arı – duruyu elde et; sana yeteri bulduktan sonra eksilip gideni bırak artık,
İnci, ansızın pisliğe düşse bile değerini bilen, onu o pislikte bırakıp gider mi hiç?
Elini pisliğe daldırır da onu, her yanda araştırır,
İnsan oğlu da pislikten aşağı mıdır? İnci, Allah sıfatından yeğ midir?
3760, Onun gönlüne gir, orda yerleş; suretinden kaçınma, anlama gel,
LXXXIII
Kimde, meleklerdeki nur varsa, âdemin toprağı, onu attan düşürmez; Allah nurunu âdemde görür; hattâ daha da olgun bir hâle ulaşır da, taşta, tahtada, herşeyde, zerrelerde bile yüce Allah’ın tecellisini görüp seyreder, Netekim, Allah rahmet etsin, Ebû-Yezîd-i Bıstâmî, «Hiçbir şeyi görmedim ki onda Allah’ı da görmeyeyim» dedi, Yüce Allah, erenlere öyle sırlar bildirmiştir ki onları birazcığını açıklasalar, ne gök kalır, ne yeryüzü, Ama onların da bunu bildirmelerine imkan yoktur,; çünkü ulu Allah, onları emin görmeseydi su hazînelerini onlara ısmarlamazdı; netekim, Allah azîm sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, Onun güzelliğinden bir belirti gösterirdim ama iki âlem de birbirine girer; bense böyle kötü iş işlemem buyurur,
Kim din yolunda olgunsa balçığı görüp de yanılmaz,
Ona, âdemin nuru parlar; ondan hiçbir sır gizli kalmaz,
Hattâ o gerçeği bilen kişi, taşta, tahtada, dağda, saman çöpünde bile Allah kudretinden başka birşey görmez,
Padişah Bâyezid herşeyde Allah’ı görmedi mi? Çünkü onda o anlayış vardı,
O anlayışlı er, en aşağılık çöpe bile baksa iyiden iyiye Allah’ı gördü,
Dünyâ, onun kudretinden boş degül ki;hiç değil kokusunun,gül bahçesinden ayrıldığını gördün mü?
Ama bumu koku duymayan kişiye, ister sidik olsun, ister hâlis anber,
Onun iki kokudan da haberi yoktur; suyu olduğu hâlde sudan haberi olmayan ark gibi hani,
Arkta su vardır, onunsa sudan haberi bile yok: bunu anlatsam ödün kopar,
3770, Bu hükümde neler var, söylesem ben de yok olur – giderim, iki âlem de,
Bu söyleyişte ona düşman kesilirim de canıma da ateş salar, bedenime de,
Bunu bilen, nerden söyleyecek?
O, boyuna canla – gönülle Allah râzılığım arar – durur,
Erenler, Allah sırrını gizlerler; yabancılara karşı bu sırrı dile getirmezler,
Çünkü onların hepsi de sırlara emindir; sınıkları onaran Allah’ın haznedarıdır onlar,
Sırrı halka açsalar dünyâ, o anda yıkılır – gider,
Bütün varlık, yokluğa yüz tutar; hilâfsız ne bir fazlalık kalır, ne eksiklik,
Allah ışığıdır onlar, bedene bakma; anlama yüz çevir, addan vazgeç,
Allah bana dedi ki: Seni dinlemeyen kişi, iki alemde de hâindir,
3780, Biz biriz, ikilik sığmaz, buraya; canın, boyuna bizim yüzümüzden oynar,
Ortada sen yoksun, hep biziz; her solukta senden yüz göstermedeyiz,
Kim seninle savaşırsa bil ki bizimle savaşır; sen kimi sürer kovarsan, bizce de sürülmüş, kovulmuştur o,
Sence kabule geçen, bizce de, gerçekten makbuldür,
Sen, bizim denizimizin kıyışısın; kıyı, hiçbir zaman denizden ayrılmaz,
Kıyıda, canla – gönülle denize dalmayı isteyen kişi döner dolaşır,
İyi bir gemi arar ki ona binsin de o denizde tehlikesizce yürüyüp gitsin,
LXXXIV
Erenlerle düşüp kalkmak, Allah’yla bile olmaktır; çünkü Allah ereni, kendi varlığından ölmüştür; yüce Allah’ın kudret elinde bir araç gibidir; yazan kişinin elindeki kalem gibi, Kalemin yazdığını, kalemden değil, kâtipten bilirler, Netekim, esenlik ona, Mustafâ, «Kim Allah’la oturup kalkmak dilerse, tasavvuf ehlile oturup kalksın» buyurur, Allah sırrını kutlasın, Bâyezîd, mestlik hâlinde, «Tenzîh ederim kendimi noksan sıfatlardan, zuhurum ne de uludur» ve «Cübbemin içinde Allah’tan başkası yok» derdi, Kendine gelince, mürîdleri, şeriatta küfür olan bir sözü ne diye söylüyorsun deyip kınadılar onu, O da, Allah için olsun dedi, Allah için, bir daha böyle bir söz söylersem hepiniz de bıçaklarını çekin, beni delik – deşik edin dedi,
Kim Allah ereniyle diz – dizeyse o, Allah’la oturup kalkmaktadır,
Âşıkın bedeni, cübbeye benzer; cübbeden baş gösteren, Allah’dır,
Ulaşmaktan görmekten uzak birşeydir bu ama Bâyezîd’in hikâyesini işitmedin mi?
3790, O, aşkı coşunca, hayranlığı son dereceye gelince, cübbemde dedi, Allah’tan başka kimse yok,
Sarhoşluktan bir soluk ayılıp uykudan uyanan birisi gibi kendine gelince,
Dost da, yabancı da ona yüz tuttu; çünkü herkesin, onun yüzünden bir derdi vardı,
Hepsine de, şu sözü söyledin: inci yerine boncuğu deldin;
Yaratılmış, yaratanlık dâvasına girişebilir mi; bir sinek, nasıl göğün yücesine uçar?
Canla diri olan bir kul, nasıl olur da kendini Allah tanır?
Güneşten ümîdi olan zerre, ne yüzden, nasıl ben güneşim der dedi,
O, bundan haberim bile yok; benim bedenim büyük bir otağa benzer,
Otağ, ona gelip konan iyiyi – kötüyü ne bilir; oraya konan, oradan ne ister, ne haberi vardır bundan?
İçindeki kul mudur, padişah mı: o otağın ne haberi vardır bundan?
3800, Ben, ne yüzden böyle bir söz söyliyeyim? Ben o savlicanm önünde bir topum ancak,
Nereye yuvarlarlarsa oraya yuvarlanır – giderim; bu meydan da kendiliğinden koşup yuvarlanmam ki,
Allah, Mustafa’ya, ey seçilmişimiz bizim buyurdu; «Attığın zaman, sen atmadın,»
Senin oka benzeyen sözün, benim yayımdan fırlamakta; senin neyin varsa, benim dünyâmdandır,
Varlığın, elimdeki bir bıçkı gibidir: sanat bıçkıdan değil, sanatkârın sanatından meydana gelir,
Seni görürülerse, senden zuhur edeni anlarlarsa onları da yüzlerce canla – gönülle seçer gizlerim,
Seçmediğim varsa bil ki o, kördür, birşey görmemiştir; Süleyman bile olsa karıncadan değersizdir,
Ruh, seher yeli gibi eser; beden gülleri, o yelle tâzeleşir,
Hâsılı benim bu sözden hiç mi, hiç haberim yok; ben de sizin gibi bir insanım; eşek değilim ya,
Bir daha bu sözü söylersem herbiriniz çekin birer bıçak;
3810, Beni o halde paramparça edin; ne aman verin bana, ne de ihmâl edin bunu,
Bir başka gün, gene o şarapla sarhoş olunca o sözün elini tuttu,
Mürîdler coştular, bir gürültüdür, koptu; herbiri ona kılıç üşürmeye başladı,
Ama o kılıçlar Şeyh’e tesîr etmedi; ne yandan vurdularsa, ona hiçbir tesiri olmadı,
Ona değil, kendilerine vurdular; hepsinin de damarları, ilikleri kesildi,
Kanları ırmak gibi akmaya başladı; herbiri bir yana düştü – yıkıldı,
Genç – ihtiyar, kendi bedenini yaraladı; halk da bunlann işlerine şaştı – kaldı,
Şeyh, kendine gelince bunu gördü; hepsinin ahım, feryadını duydu,
Ne oldu dedi, bu feryad ne; Herbiri neden ağlayıp inliyor?
Onlar, bizim kınamamızı duydun da bize, ne yapmamız gerek, buyurdundu ya, onu yaptık dediler;
3820, Neliksiz – niteliksiz Allah sırrını söylersem, bir kanlıyı öldürür gibi bana kılıç üşürün demiştin;
Kılıç, senin bedenine kâr etmedi; savaş çağında kendimizi yaraladık,
İş tersine döndü, biz helak olduk; iyice anlaşıldı ki suçlu bizmişiz,
Yaradan maksat, inkâr kılıcının açtığı yaradır; bu, boyuna yabancıların silâhıdır,
Çünkü dille kınayış, kılıca benzer; dil yarası, kılıç yarasından daha tesirlidir,
Kılıç bedeni yaralar, buysa canı; bu derde karşı o, adetâ derman sayılır,
Onların kınayışları, ona tesîr etmedi; kendi gönüllerine, kendi canlarına kıvılcımlar saçtılar,
O inkâr yüzünden kendi kanlarını döktüler: o inkâr yüzünden ikrarlarından döndüler,
Hepsinin de îman nuru gitti; canlarından karanlık bir dumandır, tüttü, her yanlarını kapladı,
O inkâr, böyleydi işte, hattâ daha da beterdi bundan; hiç kimse güneş kaynağını balçıkla örtemez,
3830, Şeyh, onlara dedi ki: îman inciniz varsa, gözlerinizde o nur mevcutsa,
Bu aşk sırrını anlayın; akıldan, vehimden üstün bir yolda yol alın,
Bundan sonra o inkâr hepsinden de gitti: hepsi de riyasız ikrar ettiler,
Onun padişahlığını anlayıp yeniden kul oldular; hepsi de candan itaat etti, ona ram oldu,
Hepsi iyiden iyiye anladı ki o padişah, Allah sırrıdır; her gönülün, her canın nurudur,
Çağında ona benzer yoktur; aydınlanmış gönüllerde o, güneş gibidir, Onun küfrü, îmânın canına candır; onun derdi, dermanın da aslıdır,
LXXXV
Mürîdlerin, o halden pişman olmaları; o bizden daha olgun, daha bilgili, daha görgülü iken neden o Şeyh’in sözünü hak bilmedik diye kendilerini kınamaları,
Hepsi de ey seçilmiş padişah dedi; bizim can gözümüz açık değildi;
Görmeye gücümüz yetmiyordu; aklımızla bu kadarını bilemiyorduk,
Sense, bilgide, çekinmede bizim yüz mislimizsin; canımız, ölümsüzlük tadını senden aldı,
3840, Bizim zâhitliğimiz de senin bağışın, çekinmemiz de; hâsılı neyimiz varsa senin irşadınla elde edilmiş,
Çocuk, ihtiyarın bilgisine nerden erişecek? Denize karşı havuz, yalak, ne yapabilir ki?
Nasıl oldu da o, ne derse, Hakk’ın ilhâmiyle der, onun emriyle söyler demedik?
Her leş, tuzlaya düştü mü, çaresiz tuz olmaz mı?
Bu, böyleyken kul, Allah lûtfuyla ebedî nur olur, ölümsüz can kesilirse şaşılır mı?
Katre, tekrar denize gitti mi, bilen kişi, ona deniz der,
İksîr, bakıra ulaştı mı, onu hâlis altın yapmaz mı?
Yemek, ekmek, mideye gidince, sindikten sonra cana kuvvet olmuyor mu?
Birisinin erlik suyu, rahme akınca güzel, düzgün bir insan olmaz mı?
Tohumu toprağa ektiler mi, topraktan baş çıkarıp göklere yücelmez mi?
3850, Her solukta yücelere doğru boy atar; her solukta başsız – ayaksız yücelir de yücelir,
Çünkü onun varlığı, hem yerdendir, hem gökten: yarısı aşağılardandır, yarısı yücelerden,
Baban göktür, anan yer; her ikisinin soyundan dal – budak ve meyva doğar ,
Yerden ve gökten doğan herşeyde yücelik de var, aşağılık da,
Yücelerden oluşan yarısı yücelere ağdırır onu; aşağlık âlemden yarısı, aşağılıkta kalır,
Kökü toprağa bağlıdır; başıysa göklere yüz tutar,
Gökten yere, bitteviye Güneş’in, Ay’ın, Ülker’in ışıkları erer durur,
Denize, karaya, çer – çöpe, mâdene, onları geliştirecek şeyler, gizli armağanlar,
Yağmurla, karaya meyvalar, denize inciler gelir,
Güneş taşı la’ l yapar; Zühre mâdene gümüş, altın verir,
3860, Yeryüzü gökten, soluktan soluğa yüzbinlerce bağışlar, ihsanlar elde eder,
Karaya, denize, dala – yaprağa, çayıra – çimene gökten bağışlar gelir ya;
Ona da Allah tapısından bağışlar gelir; yoksa Allah vermeseydi, o, nerden bağışta bulunabilirdi?
Bu sebeple insanın canı da Allah’a meyleder; çünkü ondandır, oradandır,
Bedeni dünyâdan var olmuştur ama canı, boyuna dünyâdan kaçar,
Varlığı nurla ateşten olduğundandır ki nur, ateşe benzeyen bedene, beden bineğine binmiştir,
Nur, nura meyleder; ateşin meyli de ateşedir elbet,
Sonunda her cins, kendi cinsine gider; parça – buçuk varır, tümüne ulaşır,
Ateşten olanlar, ateşin, içine atılırlar; nurdan olanlar da sevgilinin kucağına can atarlar,
Şarapla dolu olan küpe iyice bak da gör, saflık etme,
3870, Bak da seyret, tortusu nasıl aşağıya çöker; arı – duru olanı da nasıl yukarda kalır, sarhoşa gıda olur,
Gök, yerle karılmış, karışmıştır ama her biri de sonunda kendi aslına gider,
Bu arada bir sır var ki gizlidir o; düşüncenin de ötesindedir, zarının da,
O sırrı söylesem ne dünyâ kalır, ne erkek, ne kadın,
Allah iki dudağımı da yumdurmuştur: beni anlatma, açıklama, gösterme demektedir adetâ,
Bildiğim sırrı söylesem, muhakkak bedenim de yok olur – gider, canım da,
Yeryüzü de zerre – zerre olur, gökyüzü de; hattâ melek bile heybete düşer de başı döner, şaşırır – kalır,
LXXXVI
Anlam âlemi suya benzer, sûretlerse anlam denizinin ayrıhğıyla donmuş köpük ve buz gibidir; bu, yüzden bu âlemin kapısına, dıvarına cansız derler; çünkü buz tutmuştur; onda bir yumuşaklık, bir akıcılık yoktur, Ama aklı olan, buzu su görür; çünkü buz, gene su olmak için güneşin bakışını beklemektedir, Alem ve suretler, önce anlamdı; neliksiz – niteliksiz salt bilgiydi; gene de kıyamet güneşi doğup parlayınca anlam olurlar, «Herşey aslına döner, “Herşey helak olucudur, ancak Onun hakıykati kalır,”
Bu dünyânın varlığı kara benzer; bu gizliliğin açığa çıkmasıysa kızgın güneş gibidir,
Buz, kar, dağlar gibi yığın – yığın yığılsa, gene de güneşin harâretiyle su olur,
Dünyâ bu yana gelince dondu – buz kesti; şekle, surete büründü yöne – yana bağlandı,
3880, Oysa varlık âlemi, bilgiydi; orda ne yücelik vardı, ne aşağılık,
O bilgiden gökle yer meydana geldi; Kürsî, Levh, güzelim Arş suretleri var oldu,
Tortu gibi köpük de tertemiz, arı – duru denizden doğdu; köpücükte kalan kişi, sonunda öldü – gitti,
Köpük, denizin üstünde bir perdedir, perdeyse halkı cehenneme sürükler,
Köpük, deniz yüzünden ıslak görünür; bu ıslaklığı da susuzu başından eder,
Susuz, ona hayran olur da beden köpüğünü canla – gönülle seçer, ona aldanır,
Anlam suya benzer, şekilse köpüğe; elde bulunan köpüğü avucuna almaya, onasarılmaya bakma,
A canım, efendim, köpük şeklini bırak da gene yürüye – koşa denize var,
Akıl kulağıyla, «Geriye dön» buyruğunu da o ses, seni asla götürsün,
Deniz suyunun coşup köpürmesini, köpüğü meydana çıkarmıştır ama su köpükle nasıl bağdaşabilir?
3890, Köpük, denizin ayrılığına düşünce deniz, gene onu yanına çağırır,
Sen arı – durusun da, ben de arı – duruyum; bana gel; an – duru olanın tortulanması lâyık değil,
Duru su, denizden ayrılsa bile erenler gibi gene Allah’a kavuşmuştur,
Köpüğün güzelliği, dunıluğu, denizdendir; onun denizden nasibi, ıslaklıktır,
Denizin verdiği ıslaklık yüzünden aranır, istenir o; sevilen, istenen altın gibi o da altına dönmüştür, altın yaldızıyla yaldızlanmıştır,
Halkın bilgisizleri, gümüşü bakırdan ayırd edemezler; bu yüzden ona rağbet ederler; ama bilenleri değil,
Bilgisiz kişi, kalp altını da altın sanır da alır; altın rengini görür de aldanır,
Tad – tuz, altına benzer şekilse bakıra; tat – tuz, bedene de eğretidir, duyguya da,
Aklı başında olan, iyi bir bilgiye sahip bulunan, eğreti elbiseyi giymez,
Çünkü ona mal olmayacağını bilir; onu canla – gönülle bırakır gider,
3900, Halkın sureti, şekli, eğreti tad – tuzdur; o, köpücük gibi akarsuda görünür,
Su, köpüre – köpüre akar ama köpük, bil ki eğretidir,
Su, bir soluk olsun coşmazsa, bil ki köpük de kalmaz, görünmez olur,
Öyle bir kaynak ara ki su, o kaynaktan coşsun; can çayırlığı o kaymaktan su içsin,
Sen de boyuna ondan su alasın; ebedî olarak aşk cennetinde zevka dalaşın,
Anlamı, şekilsiz – sûretsiz anlamı ara; tez elden lafi bırak, dâvadan geç,
Altın suyuna batmış olandan o reng geçer – gider; ama altından altınlık hiç mi, hiç ayrılmaz,
Tad-tuz, zevk-safa altındır sanki, dünyâsa bakır; hîlesız-afsız zevk-safâ, duygunun ötesindedir,
LXXXVII
Dünyânın tadı – tuzu eğretidir; gerçekte kendiliğinden bir tadı – tuzu yoktur; hoş değildir, çirkindir, ama o tad – tuz yüzünden hoş görünür; hani kendini allıkla, pudrayla güzelleştiren kocakarı gibi, O da bu yüzden güzel görünür; ama bu güzellik ancak allıktandır,
Çocukluk çağında tad – tuz, zevk – safa, sütten gelirdi sana;
ondan sonra yemekten zevk almaya, tad duymaya başladın,
Sonra oyuna daldın, oyun oyaladı seni; derken gümüş bedenli güzellerden zevk duydun,
3910, Her solukta birisiyle dostluk etmeye, onlardan biri, seni zevka saraya daldırmaya koyuldu,
Adam, durduğu gibi durmada, ama o zevk – safa gidiyor; onun sendeki aşkı da uyuyor, ölüyor,
Tadı hoş görünmüştü sana; o tad yüzünden de gönül çelen bir hâle gelmişti,
Herşey, ondan alınan zevk dolayısiyle sevimlidir; o zevk gitti mı, artık istenmez olur,
Tadı – tuzu, bu sebeplerden dışarda ara; dudaksız – damaksız, kadehsiz – bardaksız iç şarabı,
Tadı – tuzu, gene taddan – tuzdan iste; zevki, zevkte ara da o neşeyle Rabb’in tapısına eriş,
Asıl zevkten – saradan neşelenen, yıkılmaksızın, boyuna mâmur kalır,
Cennet, bu yüzden ebedîdir; oraya giren de orda ebedî olur,
Çünkü cennet, baştan başa zevktir, güzelliktir; orda kadehsiz şarap içilir,
Bu dünyâ, güneş yüzünden aydındır; sofa da, oda da, yoldan, pencereden giren gün ışığıyla aydınlanır,
3920, Evin o sıcaklığı, o ışığı, kendinden değildir; aklın varsa kendine gel de anla bunu,
Akşam oldu da gün battı mı, güzeli çirkinden ayırd edemezsin
Evler karanlıkla dolar; rahmete karşı zahmet gelir – çatar sana,
Çünkü ışık, evlerde eğretiydi; gidiverdi de evler kapkaranlık kaldı – gitti,
Ama güneşle yürüyüp giden o ışık, dünyâ durdukça, güneşledir
Tadı – tuzu da Hak nurundan bil; herkese, herşeye Hak’tan gelir o,
Çirkinler, onun yüzünden güzelleşirler; yücelik, aşağılığı da güzelleştirir,
Gökten, yerden tad – tuz gitti miydi, ikisinin de letafeti, güzelliği gider,
Hani o ışık gizlenince sofa da, sayvan da kapkaranlık olur ya, tıpkı onun gibi,
Kim o ışığı güneşten bilirse, o da, o ışık gibi güneşe kavuşur,
3930, Hâsılı bu çeşit kişi, boyuna ışık içinde apaydındır; ayrılık gamı çekmeden, boyuna buluşma zevkiyle sevinç içindedir,
Cennet, tad – tuzdur; dünyâsa duvar, Sağlık – esenlik, tad – tuzdur, dünyâsa hasta,
Tad – tuz, candır, cihansa kalıp, Tad – tuz, Rabb’in lûtfuyla, zâtiyle kaaimdir,
O yüzden de tad – tuz, o güneşten aydınlanır, ısınır; böyle bir ışıktan hiç mi, hiç çevirme yüzünü,
Hoşluk da onun sıfatlarındandır, hoş olmayış da; mevcûd olan kahır da ondandır, lütuf da,
Onun lütfü cennettir, kahrıysa cehennem, O zevkle dopdoludur, buysa çetin bir azapla,
Dünyâ da dünyâdaki varlıklar da onunla apaydındır,
Zamanda, zamanda olanlar da onun yüzünden kedere, ise – pusa batmıştır,
İyi de, kötü de o temelden gelen bir kokudur; o ummandan bu yana akan küçücük bir dere,
Sonucu, ikisi de aslına gider; iyi, iyiye kavuşur, kötü de kötüye ulaşır,
Cennet ehli, cennetlere doğru yürür – gider; cehennem ehlinin hepsi de bil ki varır, cehenneme girer
3940, Nurdan doğan nura doğru gider; sarhoşları canları, sevince doğru yol alır,
Sır, perdesiz bir surette meydana çıkınca parça – buçuklar, tüme doğru giderler,
Arı – duru sır, arı – duru denize kavuşur; temiz olmayanın başıysa, o savaşta kesilir – gider,
Onun başı, vefa âleminin ta kendisinden belirir; bunun başıysa kılıcıyla kesilir de vere serilir,
LXXXVIII
Bu eşsiz ve az bulunur anlamlar, Allah azız ruhunu kutlasın, Veled diye tanınan ulu Mevlânâ Bahâeddin Muhammed’in mürîdi ve şâgirdi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî’nin bağışlarıdır,
Bu anlamlar, bu eşsiz anlatışlar, bil ki Burhâneddîn-i Muhakkık’ın bağışlarıdır,
O Allah seçilmişi, o ileri gidenlerden ödülü alıp en ileri giden, kulağıma dedi ki:
Allah, kimsenin ortaya çıkarmadığı, kimsenin söylemediği nükteleri belirtip Burhân’a gösterdi,
Onun can; sırlar mâdeniydi; güneş gibi ışıklar kaynağıydı,
Erenlerden hiçbir kimse onun gibi söz söylemedi; o, aşkta da tekti, Ledün bilgisinde de,
Sözünü işiten kişi, gerçek olarak boyuna onu över – dururdu,
3950, Sarhoş olur, kendinden geçer, şaşırır – kalırdı; aklının fikrinin evi – barkı yıkılır – giderdi,
Uzaktan yüzünü gören bile gerçeğe ererdi de gözüne gizli birşey kalmazdı; herşeyi görürdü,
Birisi söyleyip anlatmadan da anlardı ki bu dünyâda onun eşi yoktur,
Seksiz – şüphesiz Allah dostlarındandır o: herkese gayb âleminde yol göstericidir,
O, halk içinde, yıldızları arasındaki parlak Ay gibiydi,
Ay, yıldızlardan apayrı değil midir ki? Kim diyebilir ki serçe, alıcı doğana benzer?
Altı yaşındaki çocuk bile, onun dengi bir erin Anadolu ülkesine gelmediğini bilirdi,
Allah dostlarının özüydü – özetiydi; su gibi hem meydandaydı o, hem gizli,
Herkes ona kuldu – köleydi ama onu anlamakta da herkesin noksanı vardı,
Herkes onu, kendi miktarıma tanımıştı; kendisince, ne kadar mümkünse, o kadar görebilmişti onu,
3960, Onun hallerini, nasılsa, öylece bilen ancak Allah’dı; ondan başkası, onu bilememişti, tanıyamamıştı,
Bu yüzden de hem meydandaydı, hem gizli; gizlilik âleminde denizdi; dere gibi görünmedeydi,
Kerem yüzünden bize görünmüştü; bağışlarıyla ıslaklığımız, deniz olup gitmişti,
Ama onda, daha binlerce deniz vardı ki insanları gözlerinden gizliydi,
LXXXIX
Ulu Allah kerem sahibidir; halkı, onu tanımaları, bilmeleri, görmeleri için yarattı; ama zâtını göstermemesi, nekesliğinden değil, kereminden, lûtfundandır çünkü halk, güneşin ışığına dayanamaz; güneş perdesiz olarak yüz gösterse hepsi de hemencecik yanar, Bundan dolayı da ışığını, ondan faydalanmaları, güçlenmeleri için vâsıtayla ve yavaş – yavaş gösterir, Netekim ona da, kendisinde süt olması, ekmeği, eti, süt hâlinde vermesi, çocuğunu bu tarzda besleyip yetiştirmesi için yemek yer, ekmek yer, Ekmeği, eti, olduğu gibi çocuğun ağzına verip onu doyurmaya kalksa çocuk, hemencecik oluverir, Hani insan da hamam ve sıcak su vâsıtasiyle ateşten tad alır; ama ateşin içine giriverse yanar – gider, Ateşe atılmak için semender kuşu olmak gerek; bu güce sâhib olansa, ancak Allah velîsidir,
Güneş yüzünden meydana gelen zerre, hiç güneşin yüzünü görebilir mi?
Güneş, yüzünü perdesiz – örtüsüz gösteriverse kul da yok olur gider, efendi de,
Ne yeryüzü kalır, ne yedi gök; ne ön kalır, ne ard, ne aşağısı kalır, ne yukarısı,
Onun ışığı, dayanabileceğin kadar erişir ancak; onu uzaktan görürsün de o yüzden diri kalırsın,
Sana yakından yüz gösterse, dağ bile olsan kıl gibi incelir gidersin,
Ateşten gelen sıcaklık, sana perde ardından gelir de fayda verir, güzel gelir, değil mi?
3970, Sıcacık hamamda oturdun mu, sıcaklığını aşkla, şevkle bağrına basarsın;
O hararet hoş gelir sana; bedenin, o hararetle yumuşar,
Terlersin, arınırsın; kupkuru vücûdun, o hararetle nemlenir,
Sıcak sudan sana öylesine bir tad gelir ki o hoşluk, cennet gibi görünür sana,
O hoşluk, ateşten geliyor sana, ama sakın vasıtasız olarak ateşe yaklaşma,
Yoksa hemen seni yakar – yandırır; ne aman verir sana, ne mühlet tanır,
Değil mi ki semender değilsin; ateşe atılma; sen denizi bırak da dereye yüz tut,
Dere kıyısında otur da çamaşır yıka; aklının doruğuna gitme, öğüt dinle,
Çünkü dereden binlerce zevk alırsın; bedenini yıkarsın, dalgalar yutar, yüzer -durursun,,
Derede her yana yürür – gidersin; güzelim keklik gibi seker durursun,
3980, Derede boğulmaktan da emin olursun, tehlikeye düşmekten de: ondan dolayı da derenin suyu, sana şeker gibi tatlı gelir,
O kadarcık su, sana fayda verir; sendeki gamı, harareti giderir,
Yaşayışa sebeb olan su çoğaldı mı, ölümün ta kendisi kesilir,
Ceyhun da, Nil de su değil mi? Ama ihtiyar da onlarda boğulup ölmede, genç de,
Buna yüzbinlerce örnek gösterilebilir; sen eşsiz – örneksiz aşktan mal – mülk elde etmeye bak,
Eşi – dengi olmayan Ay’a örnek getirmeye kalkışma, âşıka karşı o güzelden, o güzellikten başka birşeyden bahsetme,
Güneş, dördüncü kat gökten güle de cilvelenir, görünür, söğüde de,
Ama üçüncü kat gökten ışısa, ışığına ne zaman dayanabilir, ne zemin,
O anda herşey yanar, dalsız, meyvasız kalır; dünyâda, kum da yok olur – gider, yaş da,
Güneşin ışığı, uzaktan rahmettir; bize yakın olmaması, lûtuftur, ihsandır,
3990, Böylece zevali olmayan Allah da bize hikmetiyle, kelâmiyle ışımadadır,
Amelle ilmi vâsıta yapmıştır; ışığına, bu iki şeyi ulaşma vâsıtası kılmıştır,
Bu vâsıtalarla ışığının ulaşmasını dilemiş, lütfedip zâtını bizden uzak tutmuştur,
Sen dua eder de ona ulaşmayı diler, her solukta seni nasıl, ne vakit görebileceğim dersin ya;
O da, a yoksul diye cevap verir sana; sen der, gerçekten de benden ayrı değilsin ki,
Bana bu kadar ulaşman iyidir; sınırsız denizimden payın, bir deredir ancak,
Denizimden fazla su gelirse sana, uyanıklığını da yok eder, uykunu da,
A arayan, yoksa başsız – ayaksız yuvarlanır – gidersin; can gibi yersiz – duraksız kalırsın,
Benden yavaş – yavaş güçlen de sonunda görüş durağına var,
Böyle hareket et de o suya dayanmaya gücün olsun: o ışığa bakabilesin: ondan duyup işittiklerini anlayabilesin,