GELİBOLU MEVLEVÎHÂNESİ VE HÜSEYİN AZMÎ DEDE

A+
A-

GELİBOLU MEVLEVÎHÂNESİ VE HÜSEYİN AZMÎ DEDE

Atalarımız kendilerinden eminmiş, özgüvenleri yüksekmiş. Bir yeri fethedince hemen ismini değiştirmeye kalkmamışlar. Sâdece telaffuzunu yumuşatmış, mûnisleştirmiş, kendilerine uydurmuşlar. Meselâ Gallipolis Gelibolu olmuş, Aya Nikola’ya İnegöl demişler, Adriyanapolis Edirne, Salanikos Selânik diye Türkçeleşmiş.[1]

Gelibolu bir mübârek mekân, Süleyman Paşa fethetmiş. Bu kutlu fetih şu mısrâlarla destanlaşmış:

Kerâmet gösterip halka sûya seccâde salmışsın

Yakasın Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın [2]

“Takvâ eli” ve ihlâs ayağıyla adım atılan Rumeli ve Balkan topraklarının fethinde maddî ve mânevî güç hep el ele devam etmiştir.

Ahmed Bîcân’ı dinleyelim:

“Gelibolu halkı iki türlüdür: 1- Gaziler, 2- Şehitlerdir.

Gaziler de iki bölüktür: a) Kâfirlerle gazâ edenler, b) Nefisleri ile gazâ edenlerdir.

Şehitler de iki türlüdür: a) Küffâr elinde şehit olanlar, b) Gaffâr elinde şehit olanlardır.”[3]

Gelibolu’da mekân tutanlar arasında Yazıcıoğlu Mehmet (v. 1451) ve Ahmet Bîcan (v. 1466’dan sonra) kardeşler dikkati çeker. Bir şikâyet sonucu sorgulanmak üzere Ankara’dan, o zaman Osmanlı’nın başkenti olan Edirne’ye çağrılmış olan Hacı Bayram, II. Murat tarafından izzet ve ikram görmüştü. Henüz İstanbul alınmamıştır; Edirne yolculuğu Çanakkale-Gelibolu üzerinden yapılıyordu. İşte bu sırada Yazıcıoğlu Mehmet kendisine intisap ile mânevî dünyâsını geliştirmiştir.

Yazıcıoğlu kardeşler, Mehmet ve Ahmet Bîcan, fütûhat devrimizin aktif ve savaşçı derviş tipine uygun özellik taşırlar. Bir yandan eser yazıp irşadla uğraşırken; bir yandan da, o sıralarda düşmanla burun buruna olan Gelibolu’da deniz savaşlarına katılmışlardır. Yazıcıoğlu Mehmet şöyle söyler:

İlahî biz kulun dahi Gelibolu’da olurduk

Deniz katında beklerdik Frenkten kale vü âfak

İşimiz cenk idi ekser çü heftâd ü dü millet ki

Verirdik başı yolunda ederdik mâlımız infak.[4]

Kardeşi Ahmet Bîcan ise aynı konuda şunları yazar: “Elhamdü lillâh ki Gelibolu’da nice kez kâfir ile cenk edip gazâlar edip dururuz. Gâh kâfir bize, gâh biz kâfire vurup dururuz.”[5]

Yazıcıoğlu Mehmed’in çilehânesi Gelibolu’da, Hamzakoyu sahillerinde büyük bir kaya blokuna oyulmuş, birbirine geçen iki hücreden ibarettir. Yazıcıoğlu Mehmet ve kardeşi Ahmet Bîcan’ın mezarları ve türbeleri Gelibolu civarında günümüzde de önemli bir ziyâret yeridir.

Gelibolu’da 99 türbe ve yatır olduğu belirtilir: Yazıcızade Ahmed-i Biîan, Mehmed-i Bîcan, Zeynel Arab Hazretleri, Saruca Paşa, Sinan Paşa, Kaptan-ı Derya Ali Baba, Şerbetçi Baba, Kalender Baba, Kaşıkçı Dede, Bayraklı Baba ve Fikirli Sinan Türbeleri ismi bilinenledir.

Bu mâneviyat ürkülere de yansır:

Karşıda Gelibolu
Gelibolu yatır dolu
Sana söylüyorum yar,
Duâlarım kabul oldu

İşte bu güzel topraklar 1915’te bir büyük şahlanışa sahne oldu. Eski dünya yeni dünya, kimi Hindu, kimi yamyam bütün akvâm-ı beşer Türk’e saldırdı. Sonunda defolup gittiler. Âkif’in ifâdesiyle:

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm
.

MEVLEVİHANE

Gelibolu’da mânevî duraklardan biri de Mevlevîhânedir. Gelibolu Mevlevîhânesi bir âsitânedir. Yâni içinde çile çıkarılan, derviş yetiştirilen 15 Mevlevîhâneden birisidir. 17. yüzyılda (muhtemelen 1621 tarihinden önce) kurulan Mevlevîhâne geniş bir semâhaneye sâhiptir.

Gelibolu Mevlevîhânesi hakkında en geniş çalışmayı, bildiğime göre çeşitli yayınlarıyla Doç Dr. Gülgün Yazıcı hanımefendi yapmıştır.[6]

Bu yazının vücut bulmasına sebep son okuduğum bir kitaptır. İsmi uzun: “Gelibolu’dan Kahire’ye Bir Ömür Son Devir Mevlevîlerinden HÜSEYİN AZMÎ DEDE Hâl Tercümesi ve Risâleleri. Prof. Dr. Sâfi Arpaguş hazırlamış.[7]

Çalışmanın hoş bir macerası var. S. Arpaguş önce Azmî Dede’nin bir risâlesini bulur ve tanıtır (2006). 8 yıl süren fikr-i tâkip, ilmî tecessüs ve birkaç hüsn-i tesâdüfle 14 risâlesine daha ulaşır. İşte bu eserde bize onların metinlerini verir, haklarında değerlendirmeler yapar.

HÜSEYİN AZMÎ DEDE

Hüseyin Azmî Dede (1815-1893) 41 yılı Gelibolu, 24 yılı Kāhire Mevlevîhânesinde olmak üzere, ömrünün 65 senesini postnişîn olarak geçirdi. Bu arada çeşitli risâleler yazdı. Şiir ve mûsikîde ileri idi. Bir beyti şöyledir:

Bir abâ-pûşu görünce eyleme kahr ile nazar

Kibr ile me’lûf olanlar, âkıbet mahkūr olur.

Azmî Dede risâllerinde pek çok konuya temas eder. İnsân-ı kâmilin âlemdeki tasarrufu, seyr ü sülûkün hakîkati, âdab-erkân, Mevlevî sülûkünün dayandığı esaslar, haller ve makamlarda derece kat etmenin imkânı, feyiz ve istîdat arasındaki münâsebet bu konulardan birkaçıdır.

Risâlelerden özetle bâzı alıntılar yapalım. Beyânü’l-Mkakāsıd’tan:

Çocukları ilme teşvik etmek için boş zamanlarda kuş avlamalarına, şeker ve meyve satın almalarına ve oyun oynamalarına izin verilir. İlim öğrenmekten zevk almaya başlayınca sayılan şeylere gerek kalmaz.

Aynı şekilde mübtedî (yeni başlamış) sâliklerin de, mücâhedenin zorluklarından kaçmamaları için, müşâhede derecesine ulaşıncaya kadar, kendilerini meşgul etmek üzere raks, devran, def ve çalgıya (yani semâ’a) izin verilir. Seyr ü sülûk sonunda müşâhedeye eren ehl-i vecdin artık bu gibi vâsıtalara ihtiyâcı kalmaz. Öteki tevâcüd ehli için gerekli olan (mûsikî, semâ’ gibi) vâsıtalara ehl-i vecdin rağbet etmesi, tevâcüd ehlinin (vecd hâlini yakalamaya çalışanların) gönlünü hoş tutmak, onları teşvik etmek içindir. O halde bu gibi sebep ve vâsıtalar asıl meselenin gerektirdiği fer’î işlerdendedir (s. 152)

*

Azmî Dede’ye göre tasavvufî-mânevî seyr için tekke şart değildir. Sâliklerin irşâdı ve feyizlenmeleri için, kendisine uyulan mürşidin kalbî tasarrufu şarttır; ayrıca sâlikin samîmî ve hâlis bir şekilde ona kalbini bağlaması gerekir. Mürebbînin bulunduğu her yer tekke sayılır. Hak yolcusuna lâzım olan gerçek mürşid, fenâ fillâh ve bekā billâh derecesine ulaşan ve mânevî hayat sâhibi olan kimsedir.

*

Hiçbir şey aslı üzere kalmaz, bozulmaya elverişlidir. Tarîkatlerin zaman içinde bozulma sebepleri şöyle sıralanabilir: Bu müesseselere câhil kimseler girmiştir. Bazan tekke şeyhliğinin boşalması durumunda, birtakım taraftarların yardımıyla ehil olmayan birisi o makāma geçmiştir. Yahut vefat eden şeyhin küçük çocuğuna maîşet düşüncesiyle bir kağıda yazılı hilâfetnâme verilmiş; (bâzı durumlarda) bu çocuk büyüyünce seyr ü sülûke ilgi göstermeyip, sadece tekkede mûtad olan evrâd, erkân ve resmî âdetleri sûretâ icrâ ile yetinmiştir. İşte bu gibi sebepler irşâdın kesilmesine yol açmıştır (s. 163).

*

Nuhbetü’l-Âdâb risâlesinden:

Şekil unsurlarını ve merâsimleri icrâya mahsus olan tekkelerin şeyhleri meşâyıh-ı rüsûm (şekil şeyhleri)’dir. Bâzısında nâdiren irşad kābiliyeti ve şekil bir arada bulunur. Çoğunun şeyhliği şekilden ibârettir. Sâlikin (tasavvuf ve kemal yolcusunun) seyr ü sülûke girmesine rehberlik edecek şeyhin, sülûk makamlarını müşâhede etmesi şarttır, bunun için o kimsenin tekke şeyhi olması şart değildir (s. 165)

*

Tekkeler, çeşitli ilimleri tahsil ettikten sonra, dünya alâkalarından el etek çekerek rûhânî seyirlerde ilerlemek isteyenler için yapılmıştır. O bakımdan kâfî bilgisi olmayanlar önce medreseye gönderilir veya, tekkede tâlim ve tedrîse ehil zatlardan ilim öğrenirler. Konya dergâh-ı şerîfinin bitişiğindeki Sultan Veled Medresesi, irşad talebiyle Mevlânâ Dergâhı’na gelip de câhil olanların bilgisizliğini gidermek amacıyla yapılmıştı. Dergâha gelenler lüzumlu ilmi tahsil ettikten sonra matbaha kabul edilirdi (s. 166).

*

Matbahtaki görevlere âit bilgi verilirken “pazarcı”ya âit şu husus dikkati çeker: Pazarcı gerekli alışverişi yapıp döndükten sonra meydana girerken gusletmesi şarttır. Hatta bayram günlerinde yapıla gelen insanlarla bayramlaşma merâsimi bittikten sonra, hücrenişînlerin ve matbah hizmetinde bulunanların hepsinin hamama girip gusl etmeleri şarttır (s. 168). (Mânevî dünyâya yoğunlaşmak durumunda olan söz konusu kimseler, insanlarla haşır neşir olunca ister istemez o hallerinden uzaklaşacaklardır. Gusül, onları dünya kirlerinden arındırıp tekrar o hallerine dönmeye bir vâsıta olur. MD)

*

Tasavvuf kitaplarında anlatılan menziller, mertebeler ve müşâhede makamlarını elde etmek, kitapları okumakla mümkün olmaz. Bu tür kitapların faydası şu olabilir: Mürşidin öğreteceklerine tâlip olmak için lâzım olan şartları kabûle hazırlar. İrşâda ve feyz almaya ehil olanla olmayanı ayırd etmeye ve kalpleri Hak yolunda heveslendirmeye yarar (s. 183).

Âdâb-ı Ef’âliyye başlıklı küçük risâlede âdâb-ı muâşeret kuralları anlatılır. İstibrâ, su içme, yemek yeme ve selâmlaşma ecdebi üzerinde durulur.

*

Sâfi Arpaguş “Hüseyin Azmî Dede’nin Hal Tercümesi” bölümüne, Dede’den aldığı şu cümlesini epigraf yaparak başlamış:

Bu devletin sermâyesi derd-i iştiyaktır. Hicâbın ref’olmaması derdin noksânındandır. Hak Teâlâ tâliblerin derd-i iştiyâkını müzdâd ve ehline muvâsalatla müştâkıyeti dilşâd eyleye. Âmîn.”

Bu güzelim ifâdeye kıymayı göze alarak sâdeleştirelim:

“Bu ululuğun, bu saâdetin sermâyesi iştiyak / özleyiş derdiyle dertli olmaktır. Perdenin kalkmaması bu derdin noksanlığındandır. Hak Taâlâ tâliplern yâni mâneviyat isteklilerinin iştiyak derdini artırsın ve ehline kavuşarak iştiyakla dolu gönlü sevince gark etsin. Âmin.)

*

NOT: Abdülbâki Gölpınarlı Azmî Dede’ye, onun Şîî-Bektâşî dünyâsına âit görüşlerinden dolay kızar ve onu “Mevlevî softası şeyh efendi” diye tezyif eder.[8] Arpaguş ise bu ithâma cevap vermeye kalkışmaz. Gölpınarlı’yı kızdıran Azmî Dede risâleleriyle ilgili şöyle der:

Bu çalışmada (…) Hz. Ali’nin hilâfeti etrâfındaki tartışmalara bir çözüm arayan Râfiu’ş-Şikak ve yine Hz. Ali evlâdı etrâfında teşekkül eden inançları ele alan Dâfiu’n-Nifâk’a yer vermeyişimiz, daha çok Azmî Dede’nin tasavvufî ve i’tikādî metinlerine öncelik vermemizden kaynaklanmıştır.”[9]

Bence iyi yapmış. Bu konudaki bitip tükenmeyen tartışma ateşine odun atmaktansa: “Buğz-ı Muâviye’de değil hubb-i Alî’de birleşmeli” ve “Yezîde küfretmektense Hüseyin’e rahmet okumalı.”


[1] Bk. Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 1975, s. 203, 285.

[2] Bu beytin nâzımı olarak, Şeyh Edebali’nin oğlu Şeyh Mahmud gösterilir. Bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi I, 561, TTK yayını, Ankara 1994. Bu kişi aynı zamanda Mevlid nâzımı Süleyman Çelebi’nin büyük babası ve Orhan Gazi’nin kayın pederidir. Bk. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, II, 274, Ötüken yayını, İstanbul 1977.

[3] Ahmed Bîcân, Aşıkların Nurları Envâru’l-Âşıkîn, haz. Ahmet Kahraman, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, tsz. C. 3 s. 929

[4] Mehmed Bîcân, Muhammediyye II, haz. Amil Çelebioğlu, MEB , İstanbul, 1996, s. 398.

[5] Amil Çelebioğlu, “Ahmed Bîcan”, DİA, c..II, s. 50; Ahmed Bîcân, Aşıkların Nurları Envâru’l-Âşıkîn, Tercüman 1001 Temel Eser, c. 3, s. 673.

[6] Bk. Gülgün Yazıcı, Gelibolu Mevlevîhanesi ve Gelibolu’da Mevlevîlik, Çanakkale Kitaplığı, Çanakkale 2009; Aynı yazar, “Gelibolu-Kahire-İstanbul Üçgeninde Bir Mevlevi Şeyhi ve Oğulları (Hüseyin Azmî Dede, Muhammed Bahaeddin Dede, Ahmed Celaleddin Dede)”, Divan Edebiyatı Araştırmaları, Sa. 2, İstanbul 2009 s. 207- 222; Aynı yazar, Ahmed Celaleddin Dede, Şiir Defteri (hzl. Gülgün Yazıcı), Konya 2009.

[7] Bk. Sâfi Arpaguş, Hüseyin Azmî Dede Hâl Tercümesi ve Risâlleri, İFAV, İstanbul, 21014.

[8] Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, s. 304 ve 240’ta dipnotlar.

[9] Sâfi Arpaguş, Hüseyin Azmî Dede Hâl Tercümesi ve Risâlleri, s. 42.