2000 – 2999
2000, Herkes, aydın gün gibi anlar ki izin de sendendir, ayak bağı da senden,
Bir hikmeti de şudur : Bu dünyâ, âhiret âlemine karşı aşağılıktır,
Dünyâya bir önem vermedin de âhiret padişahlığını seçtin,
Şu büyük, şu oturamaklı dünyâ, senin padişahlığına karşı aşağı göründü,
Birisi, padişaha, külhan padişahı dese, bu söz doğrudur,
Doğrudur ama, padişahı ululamak bakımından, ona böyle bir söz söylemek kötüdür, yanlış sayılır,
Ey kudreti, yeri de dolduran, göğü de; düğün odasında perdesiz yüz göster,
Ey bilen Allah, bilgin bilen kişiyi de kaplar, bildiğini tutan kişiyi de,
Ey gücü yeten, sana aciz yoktur; iki âlemde de olmayacak şey, gücünle olur – biter,
Ey gönülleri de, bağlan – bahçeleri de aydınlatan; ey yeri de, zamanı da bezeyen,
2010, Ey inananları nimet yurdu cennete alan; ey kâfirleri cehenneme atan,
Ey kâfirleri bağışlayınca canlarını dinle bezeyen,
Bağışın, sebebe, illete bağlı değil, iki dünyâ da bir sıfatından var olmuş”
Ey suçları örten Allah, bir bakışınla yüzlerce suç yok olur – gider,
Bütün o hatâlar doğru olur; o suçlar, tümden sevap kesilir,
Ey acıyan, yüceye de, aşağılığa da bağışı, cömertliği kılavuz olan,
Bize acıyışınla bir baktın mı, tortumuz, arı – duru olur,
Ey ceza vermekte acele etmeyen, denizi andıran ilminle düşmanlarına bir lütfettin mi,
Hepsi de erenler gibi salınmaya başlar; gül bahçesi gibi açılıp gülmeye koyulur,
Hepsi de korkusuz, pervasız, emin bir hâlde yürür; hepsi de olmayacak, yapılmayacak şeylerin çevresinde dönüp dolaşır,
2020, Geceleri de, gündüzleri de suçlar işlerler; ürküntüsüz, ziyana doğru giderler,
Ancak buyruğunu candan tutan peygamberlerin, hasların bundan müstesnadır,
Geri kalanların hepsi de a padişahım, ilminin yüzünden nefse ram olmuş, hevâ ve hevese uymuştur,
Hilmin sonsuz olmasaydı hiç kimse benliğe düşüp aldanmazdı,
Ey kerem sahibi, an az kereminle, o ihsan denizinden Hâtem gibi pek çok kişi belirdi,
Ey hüküm ve hikmet sahibi, bütün canlara, bütün bedenlere hükmün yürümekte,
Bu sonsuz, büyük bir hikmet; bunun pek azım bize öğrettin,
Yârabbi, bize verdiğin bu nimetlere sâhib olmak, haddimiz değil ama senin lûtufların, herkese umûmîdir,
Ey elden tutan, önüne ön olmayan cömertliğinle alçak nefsin elinden ancak sen kurtarırsın bizi,
Yoksa onun elinden kimse kurtulamaz; kimse, kolunun gücüyle onunla savaşamaz; ona karşı duramaz,
2030, Ey Mevlâ, böylesine katı, böylesine güçlü bağı, senden başka kim çözebilir bizden?
Ey her bağı açan, böylesine bir kilidi, iki âlemde de senden başka kimse açamaz,
Hadi, biz kendimizden geçelim de sana yönelelim, sana varalım; çünkü sen, bize bizden yakınsın,
Bu dua da senin bağışının lûtfundan; yoksa külhanda ne diye güller bitsin,
Ey neliksiz – niteliksiz Allah, damarlarımızda, iliklerimizde, kanımızda yürüyüp duran akılla anlayış, senin keremlerinden,
Nur denizi iki-üç parça yağ içinde akıp gitmede, dalgalarıysa bütün âlemi tutmada,
Bir et parçasını dil yapmışsın; hikmet seli ondan akıp duruyor,
İki kulak deliğinden sonsuz bir ana yol açmışsın; tâ cana dek gidiyor,
O cana ki bütün var olanların aslıdır; ölmüş ruh bile onunla canlanır,
Ey bir kokmuş erlik suyundan beğenilir bir güzel yaratan;
2040, Leylâ, Vîse, Şirin gibi sayısız, şeker gibi tatlı güzeller halkeden,
Selvi boylu, Ay gibi parlak alınlı, erguvan yanaklı, kara gözlü, La’l dudaklı, inci dişli, ok kirpikli yay kaşlı:
Misk gibi simsiyah ikiye ayrılmış saçlı; çene topağı elma, ebedem ipek gibi yumuşak,
Nâzik bedenli, ince belli, bir dünyânın sabrını, karârını alır güzeller meydana getiren:
Öyle güzeller ki herbiri Mecnun gibi yüzbinlercesini kendisine hayran eder, meftun eder de,
Aşıklar, varlarını – yoklarını yele verirler, başsız – ayaksız, kimi dağın yolunu tutar, kimi ovanın;
Yakınlarından, kendilerine bağlananlardan koparlar: kanlarından, oğullarından bezerler;
Onların aşk havasına düşerler, mala – mülke, bezentiye-altma boş verirler:
Dîni – dünyâyı, adı – sanı yele verirler, savururlar da, ne olacaksa olsun derler,
2050, Onların aşkını canla – gönülle satın alırlar; dertlerini seçerler de dermanı atar – giderler,
Ey bir katreden umman meydana getiren, ey en aşağılık zerreyi parlak bir güneş hâline koyan,
Böylesine hıklarla, kanlarla dolu olan bedeni, senin güzelliğinin ışığıdır ki öylesine ölçülü hâle kor,
Öylesine güzel gösterir: yoksa ey padişahım, gönül, balçığa nasıl kapılır, ne ilgisi var ?
Balçıktan bir zerrecik güzellik göründü de dünyâdakilerin gönüllerini de kaptı, canlarım da,
Sonu olmayan güzelliğinin güneşi bir parlarsa, onun parıltısına kim dayanabilir? Söyle,
Kara balçıktaki su bile böyle olursa ey bağışlarda bulunan, dilekleri veren
Allah, balçıksız su nasıl olur, nice parıldar ?
Ey tehlikelerde kullara yardımcı olan, çöllerde, denizlerde onlara yardım eden ,
Ey Halife ateşi bağ – bahçe hâline getiren, o ateşi ona gül – fesleğen yapan, Tehlikeler bile seninle irfan bağı kesilir; başkasıylaysa ateşler kaynağı,
2060, Ey kulları zanlarma göre iş başaran, biri sana karşı iyi zanda bulunur, amana erer: öbürü kötü zanna düşer, korkulara karılır,
Kimisi neşe, müzik âlemindedir; kimisi sıkıntıya yönelip bunalmış,
Kimisi varını – yoğunu yitirmiş: kimisi dilemiş de ganimetler elde etmiş,
Kimisi hüzünlerle helak olmuş, ebedî olarak tufana batıp gitmiş,
Balıkların oynaştığı denizinizde onlara hayat suyu var, bu, nede güzel bir gıda
Eyvanlar olsun ki yeryüzünde uçan kuş, o denizde ölür: bense, ancak bana farz olanı ödedim, gerekeni yaptım,
Bundan sonra arayıp taramak size düşer: şaşkınlığı bırakın da yaşama dileyin, zevki arayın,
Ne hoştur o dem ki topraksız – tozsuz, aparı suyu aşikâre içersiniz de gönül sevince dalar,
Balık gibi o uçsuz – bucaksız denizde dönüp dolaşın, yüzüp durun artık,
Varlık belâsından, benlik zahmetinden kurtulun da o yana dönün,
2070, Dudaksız-damaksız şaraplar için: şıra gibi küpün içinde köpürüp coşun,
Sonsuz işrete yeni baştan başlayın: perdesız-engelsiz onu kucaklayın,
Şu iki-üç günlük yaşayışı bırakın da gene aslınıza yönelin,
Böylece de, bizimle beraber şu yola düşün: hepiniz de o padişahın yüzünü görün,
Hepiniz can dünyâsında koşup tozun: hepiniz de canınızla oynayın,
Bu dünyâ, canlar dünyâsı değildir: mekansız âlemdir canların mekânı,
Bu dünyâ, bedenimizin yeri-yurdudur: canların yeri-yurduysa ne’vâ cennetidir,
Biz ilerdeyiz, bu dünyâ nerde? Çünkü biz, mekânsızlık âlemini yurd edinmişızdir,
Biz bu yerde konukuz: bu yanda kalacağımızı sanma, Sonunda oraya gideceğiz: gene gönlümüze sâhib olan sevgiliye kavuşacağız,
2080, Bir iş için evinden çıkar, yurdundan aynhrsan, işine gider, o işi bitirir, gene konağına dönersin,
Ne diye yolda, sokaklarda eğlenip kalacaksın? Şüphe yok ki evine dönersin gene,
Erenler de bunun gibi Allah tapısından bu yana bir iş için geldiler,
O iş tamamlandı mı, dönüp giderler, dosta kavuşmadan ne diye ımızgansınlar, eğlensinler ‘?
İşte – güçte olan gök de erenlerden ışıklanır, yer de,
Erenler, Hak güneşinin nurudur: ondan da öte yedinci kat göktendir onlar,
Erenler, aparıdırlar, geri kalanlarsa, tortudur; onlar, Hak’tan gayrisini gönüllerinden, kökten kazımışlar, yok etmişlerdir,
Güneş, taşı la’ l yapar; ama taş gölgeye giderse lâ’l olmaz,
Senin, gerçeği gören gözün varsa, gözün açıksa onlarda Allah tecellîsini gör,
Böyle bir gözün yoksa, yürü, onlardan, böyle bir göz iste; peşlerine düş de kullar gibi koş yürü,
2090, Onlar da sana Hakk’ı gören göz bağışlasınlar: böylece bağışlarıyla dînin -îmanın artsın,
Taşı, gölgeye korlarsa güneş ışığından bir pay elde edemez, Şeyh de güneşe benzer, sense taşsın; ondan başkasından o rengi nasıl elde edebilirsiniz ki?
Ondan başkasını gölge bil de kaç; ona sarıl da la’l ol,
Şeyhin sohbetini canla – gönülle seç: gölge gibi ondan hiç ayrılma, ondan başkasına bakma,
Böylece sen de sonunda ona dönersin; bedenken tümden can olursun,
Topraktan olan bedenin, onun sayesinde altına döner; hattâ altın de ne? inciyle dopdolu deniz kesilir,
Onun sohbeti, her solukta seni, Mesîh gibi ayaksız olarak göğe ağdırır,
LIII
Mürîdin işi, şeyhin huzurunda, çalışmadan, çabalamadan başa çıkar ve mürîd, maksadına ulaşır, Netekim biri, gemide, hiçbir işe girişmeden uykuya dalsa, ansızın, öyle bir ile varmış olur ki karada, aylarca yürüseydi oraya varamazdı,
Allah antlısını ululasın Şeyh Salâhaddîn, Veled’e, benden başka bir şeyhe bakma ki gerçek şeyh benim; başka şeyhlerin sohbetleri ziyan verir; çünkü bizim nazarımız güneştir, mürîdse taş, Kaabiliyeti olan taş, güneşin ışığıyla mutlaka lâ’l olur; onların nazarlarıysa gölgedir; kaabiliyeti olan taş, güneşin ışığından çekilip gölgeye gitse lâ’l olamaz demesi, bunu anlatış
Hani gemi, denizde gider, insanları, adım atmadan şehirlere götürür ya;
2100, İnsan, gemide ayağını uzatıp yatar, uyur; derken ansızın Taraz’dan baş gösterir,
Sen de böylece şeyhin huzurunda otur da sonunda kendini nura garkolmuş gör Taş,
güneşin ışığından, hararetinden kaçmazsa sonunda lâ’l olmaz mı ?,
Müridin gidişi de nişansızdır, izsiz, neliksiz – niteliksizdir: kim bunu bilmezse aşağılık bir kişidir,
Şeyhin sohbeti, Allah’ı gafletle anıştan da yeğdir; çünkü onun sohbeti, kendisinden değildir, Allah sıfatlarındandır,
Şeyhle oturup kalkan kişi, öfkeden de arınır, tertemiz olur, kibirden, kinden de,
Şeyhin sohbeti, Allah sohbetidir; iki görme; şeyh, Hakk’ın rahmetidir,
İki gören, perde ardında kalmıştır; öylesine bir sevgiliden haber alamamıştır,
Tek kişiysen iki görme; bir gör de dosta kavuş,
Birgün Salâhaddîn bana dedi ki: Benden başkasını seçme,
2110, Ey Veled, bil ki benden başkası, açık – gizli, hiçbir şey değildir,
Bunu gerçek olarak bil ki Arş da benden dışarda değildir, Kürsî de, gök de, yer de,
Şu topraktan yaratılmış bedende Allah nuruyum ben; topraktan değilim, göklere mensubum,
Sonunda da melek gibi feleğe giderim; öylece yedi göğü aşanm,
Çünkü benim zâtım, Allah zâtıdır; bütün gönül sırları da sıfatlanmdır benim,
Bütün temiz ruhlar beni aramaktadır; ağızsız – dilsiz beni anmaktadır,
Sen sırsın, bizim cammızsa baş; sırrı olmayan baş, eşek başından da aşağıdır, kuru bir yulardan ibarettir,
Benim Ay yüzüm parladı, göründü mü, bütün melekler, yıldızlar gibi ruhumun çevresinde dönmeye başlar,
Ruhum, soluktan soluğa yolculuktan; sen sanma ki onun bir yeri var, bir karârı var,
Allah, «Hergün bir tedbirde» dedi; bizim işimizin ne sınırı var, ne kıyısı,
2120, Herkesin yolculuğu, kendine göredir; herkes, lâyık olduğu yere yolculuk eder,
Allah erinin yolculuğu, neliğe – niteliğe sığmaz; altı yönde de yücedir, yönsüzlüğe yönelir o,
Onun yoluna ne ayakla gidilir, ne yürüyüşle varılır; konağının ne tavanı vardır, ne duvarı,
Onun yolunda ne ayak vardır, ne adım; konağı, durağıysa sonradan yaratılmış değildir; önüne ön olmayan âlemdendir,
Baş, ayak, bedene göredir; can yolunda ne erkek vardır, ne kadın,
Canın gidişi manevî gidiştir; canın tavanı, divan mânevi,
LIV
İnsanın yürüyüp yol alışı, kendinden kendine olmalı; hâlden hâle dönmeli; bilgisizse bilgin, gamlıysa, sevinçli; sıkıntılıysa ferahlı bir hâle gelmeli, Hani lâ’l taşı gibi; o dahadım atmadan, anlam bakımından yol alır da lâ’l olur, Bunu ve esenlik O’na, Mustafâ’nın «iki günü aynı olan aklanmıştır» hadisini anlatış
Seçilmiş taşın lâ’l oluşu gibi hani; o da kendi varlığında gizlenmiştir ya,
Yolcudur, yol alır ama gizli gider, gidişi görünmez; işin sonundaysa mücevher olur,
Herkes bilir ki o, uzun bir yoldan geldi de bu yücelişe erişti,
Yüceliği yol almakla buldu, durmakla değil; durmayı secseydi aldanır-giderdi,
2130, Mustafâ, kimin dünyâda iki günü aynı tarzda geçerse o aldanmıştır dedi,
Bu pazarda aldanmıştır o, hem pek aldanmış; sonunda uzun uzadıya ağlar, feryâd eder,
Çünkü aldandığı meydana çıkar, o mahrum kalmış kişi, dertle elini dişler,
Kimin bilgisi, tanıyışı, günden güne artarsa, işin sonunda düzene giren, işi gelişen, odur,
Her an yücelmeyen kişinin yolu, sonunda cehenneme varır,
Değil mi ki cansız değilsin, koşa – koşa yürü, can âlemine doğru git
Kendinde, varlığında kalan kişiye eyvanlar olsun; o iyileşmez, kötülükte kalır,
Yandan – yönden, yansızlık – yönsüzlük âlemine gidemez; yokluk âlemine yüz tutamaz,
Âlemin bezentilerine dalar, beden hapishanesinden dışarıya çıkamaz,
O ahmak, kendi kanına girmeye uğraşır; canını şu kuyuya atar – gider,
2140, Ne mutlu o kişiye ki yolculuktadır; iyiden de geçmiştir, kötüden de,
Her solukta aşktan yem bir ders alır; kendisini kinden, garezden kurtarır,
Canı, boyuna yoldadır, yolculuktadır; kuş gibi aşk havasında kanat çırpmadadır,
Kendinde», yola düş, evden değil; yola düş, yürü de can, sevgiliye kavuşsun,
Öylesi istenen dostu dilemekteysen, candan, o sevileni seviyorsan,
Onun aşk şarabını dudaksız – damaksız iç de varlıktan kurtul, tamâmiyle yok ol,
Sen kalmadın mı tek olarak o kalır; o güneşe karşı Süha yıldızı gibi yok ol – git,
Yok ol da anla ki sen, bir bahâneymişsin; var olan tümden oymuş sense birmasalmışsın,
Bu bir gözbağıdır ancak; değilse bir başka var olanı göster, ondan başkasını belirt bakalım,
Baş gözlü gerçekten de şaşıdır, gözdeki perdeyi ancak Allah nuru açar,
2150, Allah nuru yardım etmedikçe cangözü açılamaz; kimse de Allah tecellisini göremez,
İnsan, kendi varlığında oldukça onun yüzünü göremez varlığın odur, şu benlikten çıkmaya bak,
Denizdin sen, şimdiyse katre gibisin: yürü, şu dışarda kalmayı bırak da denize dal, deniz ol,
Dal denize de gene deniz kesil: onun zâtında, lûtfunda, kahrında mahvol,
Yürü, zıttan, eşten – eşitlikten, soydan yok ol da tek bir Allah kendi vasfıyla vasıflandırsın seni,
Sen kalmazsan o vakit var olursun; fanı varlıkta bâkıy olan canı ara,
Korukcağaz gide – gide üzüm olur: karanlık gitti mi, yerine nur gelir,
O ekmek bedeninde sinmedikçe cana benzeyen o salt dirilik nasıl peydahlanır’
Tutya göze sürüldü de kalmadı mı, göz ışığı olur, adına göz karası denir,
Cansız şey de yokluğa böyle gidevse nur kesilir: yolu görmeye başlar,
2160, Diri olan canı aklınla bir kıyasla: yokluktan nasıl var oldu ?
Öyle bir yere koydular o canı ki orda yer – yurt yok: öyle bir yerdeydi ki orda gök de yok,
LV
«Allah’ın yeri geniştir» âyetinin tefsiri, Bu yer, manevî yerdir; haddi, kıyısı yoktur, Bütün akıllar, melekler, ruhlar, o yerde yer – yurt tutmuşlardır, Şeyhin çok yüce kerametleri vardır, nıürîd onlardan faydalanır; nazarının tesiriyle görmeye başlar; aydınlanır, tertemiz olur, beden hapsinden kurtulur, ecel kılıcından halâs olur, Şeyhten bu çeşit herâmetleri gören kişi, dünyâ kerametlerine bakmaz – Orda, ona bir fayda yoktur ki oraya baksın, oraya yönelsin, Söz gelişi, mürîd yemek, uyumak gibi bir işe daldı mı şeyh ona, filan şeyi yedin, ne fayda elde ettin dese, kendi de ne yediğini bilir ya, ondan yeni bir bilgi elde etmez, Ama gayb sırlarından haberi yoktur müridin; şeyh, ona bunları anlatırsa mürîd, pek büyük bir fayda elde eder, Kim bu çeşit kerameti görürse, aşağılık keramete baş eğmez,
Allah, yeryüzüne, pek geniş dedi: ama bu geniş yerin yolu yok olmadıkça alınamaz,
Yoktan ne âlemler yaratmıştır: yücelik, aşağılık yokken ne dünyalar halketmıştır,
Yersiz, göksüz, ne biçim şaşılacak bir âlem yaratmıştır ki orda ne gündüz vardır, ne gece,
Şu dünyâ gibi, ondan da geniş, akla – hayâle sığmaz yüzbinlerce âlem yaratmıştır,
Bu dünyâ bedene benzer, o âlemse cana: bu dünyâ sanki o ummanın bir köpüğüdür,
Arılık denizine karşı köpük nedir ki, ne yapabilir ki? Aşağılık bir dalgadan bile aşağıdır, hiçtir, yoktur,
Şeyhin de öylesine kerametleri vardır ki bu, onların en aşağısıdır,
Bir müride baktımıydı, onun taş gönlü inci kesilir,
217O, Bir yerde kalakalmış bir katreye benzeyen canı, o bakışla bir deniz gibi dalgalanmaya başlar,
Mürîd kör bile olsa ona görüş bağışlar; yıldızsa Ay olur o mürîd, güneş olur – gider,
Ondan bu çeşit kerametler gören, çeşit – çeşit gayb sırlan duyan mürîd,
Bundan daha güçlü bir keramet, bundan daha güzel bir nişane arar,
Şeyh, insanların, yabancılarla, yakınlariyle, oğullariyle neler yaptığını, neler ettiğini tümden bilir; bilir ama örter, söylemez; söylemeyince de bilmiyor deme sakın,
Kimin görüşe sâhib olan anlayışı, aklı – fikri varsa bilir ki o, hepsinden de haberdardır;
O, senin ne yaptığını, yahut ne istediğini, ne yediğini, ne içtiğini bilir;
Aş mı istiyorsun ekmek mi, helva mı; yoksa gerçekçe birisini mi arıyorsun; hepsini bilir,
Ama bu keramet, pek o kadar büyük bir keramet değildir; bu keramet,bedenlerin payıdır ancak,
2180, Ne yaptığını bilir, ne dua istediğinden, nasıl sığındığından habersiz değildir,
Yalnız bu kerametlerden hiçbir şey artmaz; söylese bile işittiğin sözü zâti biliyorsun sen,
Fakat senin gözünden gizli olan şeyi söyler, sana bildirirse, görüyor demektir,
Evinde, bir bucakta, altınla, gümüşle dolu bir define olsa da,
Sen o definenin nerde olduğunu bilmesen, kimi sağa, kimi sola, kimi burnunun doğrusuna yürüyüp çırpınsan,
Onun nerde gömülü olduğunu sana bildiren kişi, adetâ definenin nerde gömülü olduğunu bildiren kâğıttır; sen onu seç, ona yapış,
Çünkü o hikmettir, senin yitik malındır; neyi yitirdiysen ondan ara,
Yitirdiğin kumaşlardan biri, erlik eder de cömertlik gösterip sana verirse,
Ona hizmet et de başkasını da versin; can denizinden inci bağışlasın sana,
Pek çok defineler elde etmek için kendini ona ısmarla, ona kul – köle ol,
2190, Onun önünde öl de bey ol; herşeyi anla, herşeyden haberin olsun,
Onun civarında korkudan emîn olursun; a mü’min, hâlden hâle düşmekten de üstün bir hâl alırsın,
Yerin – yurdun, yokluk dünyâsı olur,
Allah’dan yardım görürsün, sığınağın Allah tapısı olur,
Hak var oldukça, ki dâima vardır, sen de var olursun; bütün halka nur saçarsın,
Onun önünde ölen, dirilir,
2200, Kim ona kul olursa padişah kesilir; meleğin de sığındığı kişi olur, insanın da,
Kul, kadehe benzer, padişahsa şaraba; ne mutlu o kadehe ki şarapla dolar,
Onun bakışı kimyadır, bedense bakıra benzer61; gerçekten de her aşağılık kişi, onun yüzünden Allah tecellîsini görür bir hâle gelir,
Leş tuzluya düştü mü, güzelleşir, arınır, değer kazanır,
Oysa tuzlu da onun aşağılık bir kulu değil mi; oraya düşen herşey, ona ram olmaz mı?
Kendi sıfatını bırakır da ona döner, ırmaktaki pislik gibi hani,
Pis şeye su üstün oldu mu, o pislik suya zarar vermez,
Hattâ pislik suda yok oldu mu, o su, ihtiyarı da arıtır, genci de,
Akar su, pisliğe üst olursa pislik suya ziyan vermez, suyu pislemez,
Gene biz, padişah Salâhaddîn’e gelelim, dudu gibi onun şekerini çiğneyelim,
2210, Veled’e dedi ki; gönlün, canla – başla beni satın aldıysa bana mürîd ol,
Veled, cevap vererek a padişahım dedi, bu çağda senin benzerin yok,
Sen yücelikle halktan gizlisin; kim bilginse, nasıl bir mâden olduğunu bilir senin,
Bir tortuyla aparı bir hâle soktun beni: sarhoş olup kendimden geçince de gönlünü benden aldın,
Oysa gönlüm senin elinde bir doğana döndü; nereye sürersen sür beni, döner, gene sana gelirim,
Beni çağırman, tapından sürmenin aynı; tapma geldim mi, büyürüm, yücelirim sanki,
Rahman, «Söyle, gelin de» buyurdu; bunu, bilenin bilmeyenden ayrılması için emretti,
Elest günümün ahdında onunla buluşmak, ona kavuşmak şarabıyla sarhoş olan,
Ayrılık mahmurluğunu çektikten sonra gene buluşma şarabını tatsın diye buyurdu,
Yoksa buradan gitmeyen, tekrar nasıl gelir buraya? Ama bu yakınlık de her aşağılık kişiye nerden yakışacak?
2220, Ayrılıktan sonra buluşmak tatlıdır; bu buluşma yüzünden neşelenmeyen kişidir gamlı olan,
Benim katrem, senin yüzünden deniz kesildikten sonra buluşmak incisini aramaya koyulayım,
Beni seyret de gör: Boyuna aşkla coşup köpürüyorum; dalgalar denizi örtüyor, göstermiyor,
Gözler, o dalgalan görsün de o coşup köpürüşe şaşsın diyor,
Sanat eseri de, ister aşağılık âlemde olsun, ister yücelerde, dalga denizi anlattığı gibi sanatkârı anlamaya yarar,
Sanat eseri, sanatkârı görmemeleri için bir perdedir; görenlerin, can gibi o eseri seçip almalarını sağlar,
Ama görüş ehli, bunun aksini bilir, onlar, o solukta sanat eserinden Hakk’a yol alırlar,
İyide de, kötüde de onun yüzünü görürler: gerçeklikle onun aşkını seçerler,
İyi – kötü, ister lütuf say, ister kahır, hep denizin dalgalarıdır sanki,
Cennetle cehennem, ondan belirir; onun iki sıfatı vardır: Cefa, vefa,
2230, Lütfü, vefası, cennettir; bunun aksi, cefâsıysa mihnet,
Dünyâdaki kahırla lütuf Allahdandır: bu ikisi, sizin yaratılışınızda da var,
Bundan: yüzlerce dünya gül bahçesi kesilir; öbüründen bağlar – bahçeler külhana döner,
Salâhaddîn bana, dostum dedi, öğüt vermeyi bırak: bundan böyle benim vasfımdan başka bir söz söyleme,
LVI
Veled’in, Allah antlısını ululasın, Salâhadîn’e karşı öğüte, irfana dâir söz söylemeye kalkışması; onun da, ben senin kalmamanı, yok olmam istiyorum: senden öğüt veren, marifete dâir söz söyleyen ben olayım, çünkü birlik âlemine ikilik sığmaz buyurması ve örnek vermesi
Böylece de bileyim ki sen, benimsin: âşıksın, bizlikten, benlikten dışarısın,
Ortada sen yoksun, yalnızca ben varım: buraya asla iki sığmaz,
O şeyhin hikâyesini işitmedin mi; hünerde, bilgide, herşeyi başarmada güçlü olan o şeyhin olayını duymadın mı?
Hani mürîd, kapısına geldi de kapıyı çaldı; o da kimsin, söyle dedi,
Mürîd, kulunum padişahım, benim deyince, git dedi, kapıyı açan yok,
Çaresiz mürîd hemen geri döndü, Bir yıl başı boş dolanıp durdu,
2240, Bir yıl yolculuktan sonra ertesi sene gene geldi, kapıyı çaldı,
Şeyh gene kim o dedi; mürîd, benim deyince, sana kapıyı açamam dedi,
Yıllarca şeyhten mahrum oldu, pişti, olgunlaştı: sonunda işi anladı,
Ayrılığından boyu iki büklüm oldu da gene geldi, kapıyı çaldı,
Şeyh, kim o deyince sensin dedi,
Şeyh, değil mi ki benim dedi: ne diye dışarda durup kapı halkasını çalayım?
Kapıyı açtı da ona, senden senlik geçti ya ey gözü gören dedi:
Değil mi ki sen değilsin, yalnızca benim; o hâlde evim, a bilgin er, senin malın – mülkün,
Bizim konağımız birlik âlemidir: gönlümüze iki sığmaz,
Değil mi ki ben oldun, gel; değil mi ki gül kesildin, gir şu gül bahçesine,
Gülün sayılarında nerden ikilik olacak’7 Gül oldun ya, artık senlik tikeni kalmadı,
2250, Bunu apaçık söylersem, bey de baştan çıkar, tacir de,
Hepsi de şarap içmeye koyulur, aşka düşer; hepsi de yıldız gibi parıl – parıl ışık saçar,
Hepside başsız – ayaksız can kesilir; hepsi de mekândan çıkar, mekânsızlığa varır,
Hepsi de sevgilinin aşkıyla yanar – erir; kimsenin iyisine – kötüsüne aldırış etmez olur,
Hepsi de aşk deryası gibi arı – duru bir hâle gelir; hepsi de aşktan dem vurur – durur,
Ona, değil mi ki dedim, yabancı değilim; değil mı ki dost olduğunu apaçık anladım:
Gerçekten de seninim ben, gerçeklikle seni severim ben,
Dostluk, aynı cinsten olanlarda bulunur, Şeytan nasıl olur da insana yönelir, onunla eş olur
Seni adam – akıllı sevdiğimden, gece – gündüz sana yüz tutmadayım,
Ölüydüm, seninle dirildim; sen padişahlar padişahısın, bense kulum sana,
2260, Ben adetâ bedenim, sense cansın: sen gönülsün sanki de ben dilim,
Sen ne dilersen ancak onu söylerim: sen nereye yollarsan canla – başla koşar – giderim,
Sen ressamsın sanki, bense pergel; zaman – zaman, sen benimle iş görürsün,
Bir gül bitirirsem sendendir o; tiken bitirirsem de benden bilme onu,
Ortadan ben yokum: hep sensin iyiliğinde – kötülüğünde cilvelenen; ikilik kalmadı – gitti,
İyi – kötü, ne yapıyorsa Allah yapmıyor mu: suçsuzu kahır sopasıyla döven o değil mi?
Kâfirlere bir hayli nimetler veren, inananları zahmete sokan o değil mi?
Bu ikisini bir görmeyen kişinin gerçekle alış – verişi yoktur; şüphededir o,
Ona kâfir de, müslüman adını takma; diri olsa bile canını ölü bil onun,
LVII
Allah’a ulaşmış şeyh, ne yaparsa onu, Allah’dan görmek gerek, Çünkü şeyh, ölmeden ölmüştür; ondan işgören Allah’dır; o, Allah’ın elinde cansız bir âlete benzer; netekim marangozun elinde bıçkı ve testere, ressamın elinde kalem de böyledir, Allah antlısını ululasın, Salâhaddîn’le Veled’in arasındaki olay, uzadı – gitti ve Veled, anladı ki işin özü – özeti düşünceyle, anlayışla yüz göstermeyecek; o hâlden vazgeçti bunu anlatış
2270, O bilgin er, şeyhten ne gelirse öylece bil ki bu, Hak’tandır, Hak’tan ayrı değildir,
İnsanın kullandığı âlet ne yapıyorsa, «Attığın zaman sen atmadın» âyetini oku da işi anla,
Allah dedi ki: Ahmed-i Muhtar âlettir; ondan iş gören, iş yapan benim,
Onun yaptığını ondan görme; o varlığından ölmüştür, benimle diridir,
Bıçkının, keserin hareketi, marangozdandır; Peygamber’in hareketlen de kırıkları onaran Allah’dan,
Kör değilsen gözünü aç da erenleri düşmandan ayır,
Erenler incidir, düşmanlarsa taş; erenler aparıdır, düşmanlarsa kir – pas,
İnciyle taşı bir sayma; eşeğe benzemiyorsan bunu ayırdet,
Erenler salt nurdur, düşmanlarsa kör; erenler tatlı sudur, düşmanlarsa acı, tuzlu su,
Erenlerin vasfı dile sığmaz; deniz, oluğa sığar mı hiç?
Dünyâda her eren, Allah sırrıdır; şüphe yok ki sır da yabancılardan galidir,
2280, Yaratıkta gizli olan bile bilinmiyor; artık yaradanın sırrı, nasıl olur, bir düşün,
Allah ereninden haberin olursa bil ki yere de can kesildin, göğe de,
Öz oldun, yokluğa erdin; güneş gibi herşeys ışık saçarsın artık,
Onları gören, onlardandır; yabancı değildir, yakınlardandır o,
Ama ereni de eren görebilir; Mustafâ’yı Alî görür ancak,
Kuzgun, hiçbir vakit bülbülü eş – dost olarak seçmez; çünkü bir cinsten olanlar, aynı cinsten olmayanlarla eş – dost olmaya lâyık değildirler,
İşte aramızda buna benzer sözler geçti; böylece de olay, söze sığmaz bir hâl aldı,
Sonunda anladım ki gerçek, sözle anlaşılamaz,
Söz, dedi – kodu, yola perdedir; ulaşma yolunda dedi – kodu, bir hiçtir, işe yaramaz,
Dedi – kodu, varlıktır – benliktir ve perdedir ancak; varlığı seçen, benliğe bürünen, ölüdür,
2290, Yalnız varlıktan olmayan, benlikten gelmeyen söz, zevkten, saradan, sarhoşluktan başka birşey değildir,
Fakat böyle sözde pek azdır; bunu bil de sözü Allah’dan dinle, insanlardan değil,
Cin çarpmış, iyi saatta olsunlara karışmış kişi söylenir-durur: iyi-kötü, her yana döner, koşar,
Ama her sözü, her hareketi, iyi saatta olsunlarıdır; o Müslüman, bu sözlerden de uzaktır, bu işlerden de,
Şarap içen kişi de buna benzer; diline küfürler gelir, sövüp sayar,
Herkes, o söylemiyor ki der; o sözler içkiden meydana gelmede,
Sarhoşlukların özü olan Allah şarabı, varlıkların arışına da âfettir, argacına da,
O şarapla sarhoş olan kişi, iyice bil ki adam – akıllı yıkılır – gider, kendinden geçer,
Dağ gibi varlığı saman çöpüne döner; kimi kendinde değildir; kimi yalpalar -durur,
Yalpalaması da aynıdır, kendinden geçişi de; çünkü o içki, onu kendinden almıştır,
2300, Sarhoş olduğu vakit bir söz söylerse, «Ol» buyruğunun verdiği sarhoşluktandır o söz,
Söylerken de o, arada yoktur; tıpkı uyuyan kişinin rüyada, yaptığı işler gibi,
Adam, rüyada iyi – kötü işler yapar; fakat bu yüzden nedamet eliyle dizlerini dövmez ki,
Çünkü bu işleri bilerek, isteyerek yapmamıştır; bu işler, onun ihtiyarı elinde değilken olmuştu,
Aklın varsa sözün kalan kısmını anla; ben remizle söyledim, Bu sözün ne haddi vardır, ne sonu; sen o yeryüzünün, o zamanın padişahını anlat63, Sus, öğüt verme, söyleyeceksen benden söyle dedi,
LVIII
Veled, akla, nakle dayanan sözlevi söylemekten vazgeçti; canı, deniz gibi coşup köpürdü, söz dalgaları kabarıp coşmaya başladı,
Söze, tümden ağzımı yumdum: üstünlüğe de sırtımı döndüm, söze de,
O bilgi denizinin huzurunda kulak kesildim: sonra da onun yüzünden denizgibi coştum – köpürdüm,
Susmak ülkesinde ver – yurt tuttum: gönlümde bir hoşluktur, yüz gösterdi,
2310, O denizin içinde, onunla buluşma, ona kavuşma incisi, gökteki güneş gibi parlamaya başladı,
Hattâ gökte güneşin parıltısı de ne oluyor? Hiç o parıltıya, o ışığa benzer mi o’?
Onlara karşı bu, bir ateş ancak; yabancı değilsen farket bunu,
O tümden nur, buysa baştan başa ateş: o gül bahçesine benziyor, buysa baştan başatikenlik,
O, can, buysa kalıp; o, gündüz, buysa sanki gece,
O deniz gibi, buysa bir katre adetâ: o güneş gibi, buysa bir zerre,
Can denizi gök de o güneş; perdesiz – engelsiz, aşağıyı da ısıtmada, yukarıyı da,
Onun ışığı, ovaya vuran güneş gibi o denizi tutmuş, doldurmuş,
Gizlilikleri tamâmiyle aydınlanmıştır: tikene benzeyen her ruh, onun yüzünden gül bahçesine dönmüş,
Bahçeleri sayıya sığmıyor: meyvaları pek yüce, pek değerli,
2320, Her yanında, kum tanelerinden çok huriler var: yemekleri kazansız, tenceresiz pişmekte,
Her yanda yüce köşkler var: her çer – çöp, ondan yüceliğe erişmiş,
Şarap, su, bal ve süt ırmakları; ordaki bu dört ırmak, ok gibi akıp gidiyor,
Çalgıcıları, yüzlerce nağmeyle çalıp çağırmada: rebaplarını, çenglerini çalıp duruyor,
Dalları da diri, yaprakları da, meyvaları da: her bitki, gül gibi gülüyor,
Dal meyvaya selâm vermede, söz söylemede: selvi, söğütle beraber rükû etmede, ayağa kalkmada,
O yenecek, içilecek şeyler, ileri gidip üst olanlara da aldırnamakta, geri kalıp
aşağı kalanlara da; o yüzden de hepsi diri,
Hepsi de, yapılan iyi işlerden var olmuş; her köşkün taşı, kerpici, zikirle dirilmiş, zikirden var olmuş,
Zikir, virt, namaz, diriliktir: gerçeklik, yanış, niyaz, hayattır,
Yapılıp onarılışları dirilikten: onları mâmur eden, diri olan kulluk,
2330, Bu yüzden yaşı da diri, kurusu da; ödağacı, misk kokmada: kokularından da sözler doğmada,
Bunlar, dünya yapılanılın aksine: dünya yapılarının temelleri, cansız şeyler,
Taşı da, kerpici de cansız; o yüzden de ne iyiyi bilirler, ne kötüyü,
Hâsılı bu dünya ölü: bu yanda kalan kişi de porsur, donar – kalır,
Suret kalmak için düzülmedi ki; gönül, nasıl surete aldanıp eğlensin
Gökkubbe çadırını, havaya pek büyük bir tarzda kurdular ama,
Değil mi ki bir görünüşten ibaret, sonunda yok olur – gider, eseri bile kalmaz,
Sen görünüşten geç de anlamı ara; aslı ele al, ona yapış da dâvayı bırak,
Kulluğun, bil ki cennetindir senin; cennetler, senin gönlünden düzülüp koşulur,
Cennetteki suyun, toprağın, gönlündeki anlıktan, vefadan, gerçeklikten meydana gelir,
2340, Suyla toprak, ibâdetle arınır; bilgisizin, akıllı birinin yüzünden anlayışlı, bilgili bir hâle gelmesi gibi,
Suyu, toprağı, gönül gibi an – duru hâle getirirler; hani erlik suyu da Çiğil güzeli gibi bir alımlı dilber olmuyor mu?
Toprağa ekilen tohum, ağaç olup bitmiyor, dal – budak ve meyvayla dolu bir ağaç olup yücelmiyor mu?
Ama ağaç tohuma benzer mi hiç? Yahut erlik suyu, yiğit bir eri andırır mı hiç? Tohum,
dallı, yapraklı, meyvalı bir halde midir ki? Tek bir tohumdu ama binlerce şeye sahip oldu,
Bu orada, Allah, sana bunun gibi yüzbinlerce delili apaydın göstermez mi?
Fesleğen, süsen, ağustos gülü, marul, şalgam, kabak tohumları,
Bu tohumlardan biten çiçekler, sebzeler, hiç birbirine benzer mi, bunlar bitip yeşermeyi kimden öğrendi? Söyle,
Kimden öğrendilerse senin bağışın da ondan gelir; hiçbir şey oldun m ı, birşey olursun sen de,
Bunun sonu gelmez; o padişah, yol alan dosta yolu nasıl gösterdi, onu anlat,
LIX
Allah ikisinin de sırlarıyla bizi kutlasın, Mevlânâ ile Şeyh Salahaddîn’in sohbet arkadaşı olmalarına dönüş, Salâhaddîn, Mevlânâ’nın naibi ve halîfesiydi dostlar, ikisinden on yıl, zahmetsiz, meşakatsiz faydalandılar; onlar sütle şeker gibi birbirlerine karılmışlar, birleşmişlerdi, Allah antlısını ululasın, Salâhaddîn, on yıl sonra hastalandı, Allah sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’dan, bana izin ver de göreyim diye dilekte bulundu; Hazret-i Mevlânâ, dileğini kabul buyurdu; üç gün, ona geçmiş olsun demeye, onu dolaşmaya gitmedi; o da anladı ki göç vaktidir; tam bir anlıkla, perdesiz olarak dileğine kavuştu, göçtü, «Mü’minler ölmezler, bir evden bir eve göçerler,»
2350, Şeyh onunla bir bedende iki candı; onunla esenleşmişti, hoştu, neşeliydi,
On yıl birbirleriyle adetâ mest olarak görüştüler; kavuşmanın ayrılık mahmurluğunu tatmadan vakit geçirdiler,
Bütün dostlar, çevrelerinde saf kurmuştu, O ikisi sanki denizdi; öbürleri de köpük,
Hepsi de yıldızlardı sanki, o ikisi ay, Hepsi kuldu – köleydi, o ikisi padişah,
Hepsi, ikisinden faydalandılar; kilitler kilitlenmemişti, açıktı açıktı,
Hepsinin de işi – gücü altına döndü; hepsinin katreleri inci hâline geldi,
Hepsi, sözsüz bilgin oldu; hepsi can incisini deldi,
Her biri deniz gibi coşup köpürdü; çalışıp çabalamadan yolları aşıldı,
Yük altındaydılar; o bakışla yüklerinden kurtuldular, başkalarına yüklediler; bağları çözüldü,
Gönül gözleri açıldı, kuzguna benzeyen canları alıcı doğan kesildi,
2360, Hepsi de erenlerin iksîriyle altına döndü; her biri ayak yerine iki kanada sâhib oldu,
Gök yücesinde melek gibi uçtular; hepsi de o Ay yüzlüyü apaçık gördü,
Böyle bir yaşayış, devlet ve temizlik âleminde, böyle bir mevki, saltanat ve bezenti dünyâsında,
Ansızın Salâhaddîn hastalandı; beden bakımından, sağlıktan, erenlikten ayrı düştü,
Bedeninin rahatsızlığı uzadı; soluktan soluğa yanıp erimekte, yok olmaktaydı,
Işığı, güneş gibi parlıyor, yıldızı kutlu olan isteklilerin başlarına vuruyor, onları ısıtıyordu,
Ama bedeni mum gibi eriyip gidiyor, topluluğun gönlü, onun ışığıyla aydınlanıyordu,
Şeyh, gitmesine izin vermediğinden hastalığı uzamaktaydı,
Uzadıkça da feryadı, zahmeti göğe erişiyordu,
Ey Şeyh dedi, ey gücü yeten padişah, artık şu varlık elbisesini değiştir de,
2370, Şu zahmetten kurtulayım, o yana hoş, gönlü neşeli bir halde gideyim,
O cana can katan denize, o gönüller açan köşke kavuşayım,
Şu yüklerden kurtulayım da nelikten – nitelikten halâs olayım,
Şeyh, onun dileğini kabul etti, dileğin yerinde dedi; hemencecik yatağının yanından kalktı,
Evine gitti, o yaranın melhemiyle oyalanmaya kovuldu,
İki – üç gün dolaşmadı, hâl – hatır sormaya gitmedi; Allah’a yüz tuttu,
Bunun üzerine Salâhaddîn’e iş aydınlandı; can dedi, bedenden ayrılıyor,
İyice anladım ki yokluk yurdundan ölümsüzlük dünyasındaki yönsüzlüğe gidiyorum,
Onun şu gelmeyişi var ya, bana, git demektir, din ehline bir muştuluktur bu,
Çünkü onların buluşma, kavuşma günleri, ölüm günüdür; onları zevkleri, şevkleri, neşeleri, ölümdür,
2380, Ölüm, bil ki onlara Ölümsüz yaşayıştır; soluktan soluğa, ölümsüz yaşayıştır ölüm,
Zâti onlar, hayattayken ölümü görüp durmazlar mı; onun tohumunu devşirir yatmazlar mı?
Onlar, dünyâda defalarca ölmüşlerdir; ebedî âlemde yüzlerce yaşayış seyretmişlerdir,
Ölüm, tuzaktan ebedî olarak kurtuluştur; tümden murada erişmektir, dosta kavuşmaktır,
Kimin aklı – fikri varsa, karârı yerindeyse o bilir ki ölüm, yerden – yurttan göçmektir,
Evden, daha geniş bir eve, yokluk dünyâsından varlık âlemine gitmektir,
Öyle bir cihâna gitmektir ki o cihan, varlıkların aslıdır; orda baş ağrısı ve mahmurluğu olmayan sarhoşluklar var,
Her solukta yeni bir âleme konak olmaktır; her solukta, eskisinden daha iyi bir âleme göçmektir ölüm,
O âlemde ne uyumak vardır, ne uyanıklık; orda ne kendinden geçiş vardır, ne akıl – fikir sahibi oluş,
Orda ne sağlık vardır, ne hastalık; orda ne sarhoşluk vardır, ne mahmurluk,
2390, Orda ne gece vardır, ne gündüz, ne ay, ne yıl; orda ne zıt vardır, ne eşlik -eşitlik imkânı,
Ne yücelik, ne alçaklık, ne sağ, ne sol vardır; önü de yoktur o âlemin, ardı da; ne boşluk vardır orda, ne varlık,
Öyle bir âlemdir orası ki önü – sonu yok; ordaki şehirler, kaleler sayılara sığmaz,
Hiç bilir misin, neden perde ardında kaldın; neden öylesine bir sevgiliden uzaklaştm?
Bu sebepten ki beden, ona engeldir; sen, şu aslından yok olan yokluk için tutmuşsun da bedene kapılmışsın,
Azıcık bir meylin, pek büyük bir perde oldu; bir zerre, güneşi örttü – gitti,
Şu koskoca dünyâyı iki küçücük parmak ucun, gözlerinden gizler,
Değersiz iki küçücük parmağının ucu, bu koca dünyâyı örtüyor,
Böylesine bir yeryüzünü, bu yücelikteki göğü, kör değilsen iyice anla:
Bilgisizlik parmağı gözünü örterse, ebedî olarak kör kalır, ehliyetsiz olursan şaşılır mı buna?
2400, Sonsuz âlemi göremiyorsun, ebedî yaşayışı, sürüp giden zevki-sefâyı bulamıyorsun,
Parmak uçlarına benzeyen şu varlığı, şu bilgisizliği kaldır ortadan da o âlemiapaçık gözlerinle gör,
Bu cihanın, ona nispetle bir katre olduğu o denizi, göğün, ona nispetle zerre kesildiği o güneşi seyret,
Anlayışlarda güç – kuvvet yok; geç şundan da padişah Salâhaddîn nasıl gitti, onu söyle,
O âleme gidiş bayrağını açtı; canların bulunduğu yana atsız koşmaya koyuldu,
Gözlerini açtı, nazla, salma – salına, yüzbinlerce yüceliklerle gitti,
Yeniden can rihânmı açıp düzmek, yeniden o âleme güzellik bezenti vermek için oraya yöneldi,
Netekim beden âlemine de can vermişti, gören iki göz ihsan etmişti6 ,
O âlemse zengine, yoksula, padişaha, dilenciye yüzbinlerce bağışta bulunmak,
Gelişiyle meleklerin yüceliğini arttırmak, tertemiz Rıhları esenleştirmek üzere gitti,
2410, Çünkü değer bakımından hepsinden de yüceydi; hepsi, birer yıldızdı sanki, oysa dolun Ay,
Büyük – küçük, herkes ondan bağış elde etsin diye Hak onu iki âlemde de padişah yapmıştı,
İki âlemde de padişah olduğundan, parlaklık da ondandı, bezenti de ondan, sığınılacak da oydu,
O, ne yana giderse orası mâmur olur: o, nereye ayak basarsa orası nurla dolar,
Can âleminin bağı – bahçesi, dallarla, yapraklarla, meyvalarla dolsun diye canla – başla beden dünyâsını bıraktı,
Erenlere, ölümde yaşayış vardır; çünkü onlar, ölümde kurtuluşu görmüşlerdir,
Ölüm, onlara rahmet ve yaşayış görünmüştür: ruha rahattır, kurtuluştur,
Ölüm âşıkları sevgiliye ulaştırır; tersine, kötü kişileriyse helak eder,
Erenlerin ölümü, onun havasıyla bir zevktir: onun bayrağı altında çalıp çağırırlar,
Onların Rıhları, ölümleriyle yücelir; gönülleri, Allah’ın yakınlığında cilvelenir,
2420, Bedenleri toprakta yok olur ama ruhları, onun gözünde ölümsüzlüğü bulur,
Beden kafesi kırıldı mı, o kafesteki kuşlar, kurtulup uçarlar,
Her kuş bir yana uçar; her ruh bir sıfata bürünür,
Kimisinin konağı, Arş’ın aydmlığındadır; kimisinin durağı, yeryüzü karanlıklarıda,
Kimisinin konağı, en yüce tahtıdır onun; kimisinin yeriyse en aşağı ferşidir onun,
Kim, onun en yüce konağındaysa, odur övülmeye lâyık olan Hak kutbu, iki dünyâda da naiptir:
ancak buracıkta da orda da, onun gölgesinde gölgelenir,
Bu cihan, ondan bir çeşit pay elde eder; o cihan da ondan bir çeşit gıdalanır,
Herkesin lokması, giyeceği, kendi lâyığıncadır; herkesin sanatı, kendine, zevkine göredir,
Sen söyle; Hak’tan Muhammed’e erişpı, nasıl olur da her yok – yoksul kişiye erişir?
2430, Karıncadan tut da Süleyman’a dek herkes, onun verdiği rızkı yemektedir,
Zenginden yoksula dek herkes, ondan, kendine uygun bir rızık elde etmektedir,
Şeyh Salâhaddîn buyurdu ki: Benim cenazeme davul, dümbelek ve def çalandan çağırın,
Güle – oynaya, hoş, neşeli, sarhoş bir halde, el çırpa – çırpa götürün beni mezarıma,
Herkesde bilsin ki Allah erenleri, buluşmaya, kavuşmaya, sevinerek, güle – güle giderler,
Onların ölümleri zevktir, safadır, düğündür: yerleri, hurilerle beraber Adın cennetidir,
Böylesine ölüm, semâ: safa ve zevkle hoş bir hâle gelir; çünkü giden kişinin yoldaşı, güzelim sevgilidir,
Dünyâ düğünleri, gönlün geçici eğlencesidir; o cana, o gönüle karşı bu eğlenceler, balçığa benzer,
Herkes, vasiyetini, riyasızca, arılıkla, cân-ü gönülden duydu, işitti,
Bütün şehir halkı, elbiselerini yırtarak, yüzbinlerce feryatlarla cenazesine geldi,
2440, Herkes, hasretle ellerini dişliyordu: herkes şaşırmıştı; hasretle sarhoş olmuştu,
Hepsi de, gaafılmişiz, bilemiyormuşuz onu; gül, ondan gönülle can gidince ne hâle gelir diyordu,
Herkes, o gönül aydınlatanın ayrılığına, yandığı kadar feryâd etti,
Tertemiz bedenini toprağa verdiler, tertemiz ruhu da tertemiz Allah’a ulaştı,
LX
Allah aziz sırrını kutlasın, Şeyh Salâhaddîn göçünce hilâfet,
Ahıtürk Oğlu Husâmeddîn’e erişti,
O, Hüsâmeddîn’den razıydı; ona binlerce seçilmiş defineler bağışlamıştı,
Mevlânâ, o iki dünyânın tek padişâhıysa hepsinin mürşidiydi,
Her birinin rütbesi, derecesi, ona apaydın görünmedeydi: o, adetâ canla beden arasındaydı,
Kuzguna benzeyen geceleyin güneş yoksa, onun yerine mum gelir dedi,
Ay bulutla örtiilürse yıldızdan başka ne aydınlatabilir ortalığı?
Orada Ayın yol gösterdiği gibi denizde de yıldız kılavuzluk etmez mi?
2450, Birisi, Mevlânâ’ya, bu üç naipten hangisi daha üstün diye sordu,
Mevlânâ, a yol arkadaşı dedi ona, Şems güneş gibiydi, Salâhaddîn’se Ay,
Padişah Hüsâmeddîn yıldıza benzer: çünkü o, meleklerle aynı derecededir,
Değil mi ki herbiri, seni Allah’a ulaştırıyor: hepsini bir bil,
Hangisinin eteğine yapışsan seni diriltir: artık ölmezsin,
Salâhaddîn dünyâdan gidince Şeyh, ey Allah’ın yoluna – yordamına uyan Hüsâmeddîn dedi:
Bundan böyle naip ve halîfe sensin; çünkü arada ikilik yok,
Şeyh bunu, onun yerine geçirdi: başına nurlar saçtı,
Ashaba, ona baş eğin, önünde âcizcesine kanatlarınızı yere gerin dedi:
Bütün buyruklarını yerine getirin: sevgisini canınızın tâ içine ekin,
2460, Alem der elimizi tutacak odur: ona uyun da âleme ayak basın,
Gözlerinizi onunla aydınlatın: böylesine bir ırmak kıyısında, böylesine bir gül
bahçesinde gözleriniz aydın olsun onunla,
Kimin işi tamamlanmadıysa, kimin hâli güzelleşmediyse, düzene girmediyse,
Onun sayesinde altına döner: çünkü işin başı o: şarabı o sunar, meyhaneci odur,
Kim sırra ermediyse o, sır bağışlar ona: kimin kanadı yoksa, o kanatlandırır onu,
Herkese yol gösteren aşk ihsan eder; herkese gerçeklik, aşk ve din bağışlar,
Rahmet mâdenidir, Allah nurudur: Zâti Allah, ondan hiç ayrılmaz ki,
Kim Allah mazharı olursa, onun işi – gücü, Allah’dan ayrı olur mu hiç?
Onun işi de Allah’dandır, sözü de: kendisinden değil; o, bir âlettir Allah elinde,
«O sizinledir» âyetini Kur’ân’dan duy: iki dünyâyı yaratan, herkesledir,
2470, O Hem de bu manevî beraberlik, umûmîdir, herkesle bu, böyleyken özel birlik beraberlik nasıl olur? O beraberlik, candan da dışarıdır
O, herkesledir ama bunda fark var; herbirinin öbürüne göre farkı, batıdan doğuya dek,
Makbul olanlara bağışladıklarının kokusu bile, makbul olmayanlara erişmez,
Hak herkesledir, kimseden ayrı değil: gece – gündüz, mekânsızlık ve mekân âleminde bu, böyledir ama,
Erenlerle bir başka çeşit beraberdir: gözünü aç da buna bir iyice bak,
Erenlerle ne biçim muamelesi var; onların gönüllerine nasıl bir tohum ekmede, bunu anla,
Onları güzelim Arş’ın yücesine ağdırır, onlara binlerce gömülü define verir,
Onlara can yolunu bildirir: onlara gönül yolunu konak olarak verir,
Onlar da gayb âlemini görüp dururlar: cennet meyvalarını devşirip yatarlar,
Hepsinin de gönlünden hikmet çeşmesi coşar da dillerinden akar – durur,
2480, Onların hepsine de kavuşma definesini açmıştır; gözlerini açmış, kendini göstermiştir,
Böylece de belâdan, korkudan emîn olmuşlar, Allah civarında neşeli bir surette konaklamışlardır,
Onlar, pek çok kerametler göstermişlerdir; açık – gizli nice belirtiler meydana getirmişlerdir,
Onların hepsine de mevki vermiş, halifelik ihsan etmiş, hepsini de lûtfa, adalete boğmuştur,
Gök ehli, onlardan ders alır; hem de yedinci kat göğe dek hepsi,
Ama yeryüzü ehli olan yaratıkları, hayvan gibi, Allah’dan haberleri yoktur,
İş böyleyken, onların insaniyle hepsi de melekleşirler, sonunda hepsi de göğe ağar,
Büyük – küçük herkes onlara sığınır; aşağı – yukarı, herkes onların ordusudur,
Âlem halkının hepsi de onlardan ders alır; onlarsa Allah’dan ders alırlar,
Onların hepsi, ululuk kavuşmasının kaynağıdır: susuzlara arı – duru su sunarlar,
2490, Güneş, onları varlık göğünden doğar da göğü aydınlatır, Zühre’ye ışık verir,
Gökler, onların ışığıyla aydınlanmıştır: yeryüzü, onların ışığıyla gül bahçesine dönmüştür,
Allah’ın onlarla muamelesi hep bu çeşittir; yüce Allah onlara bu ihsanda bulunur, gözünü aç da seyret,
Yaratan, boyuna yaratıklarıyladır: bu birlik – beraberlik, dâimidir,
Ama dervişlerle olan birliği, herkesle olan birliğe – beraberliğe benzemez; o çeşit değildir,
Halka, lâyık olduğu ihsanda bulunur; onlara kimi dert verir, kimi deva bağışlar,
Onları, uykularında da besler, geliştirir, uyanık oldukları zaman da: onları ekmekle, suyla onarır,
Susuzluktan kurtulsunlar diye bedenlerine sağlık – erenlik, gönüllerine neşe verir,
Allah’ın onlarla beraberliği bu çeşittir; onların Allah’dan başka payları, tadları yoktur,
O birlik – beraberlik, nasıl olur da buna benzer? O, yücedir, buysa aşağıya sürer,
2500, O, güneş gibidir, buysa Süha yıldızı: bu, yeryüzüne benzer, oysa göğe,
Gönülden feryat et de yârabbi de, gece – gündüz sen benimlesin ama,
Bana onlardan yüz göstermedesin; hem de soluktan soluğa, gizli – açık,
Gene de lütfet de büyük velîlere gösterdiğin yüzü göster,
Bizi de onlara kat; bizi de dervişler bölüğüne ver de
Onlar gibi has olalım, o büyük kavuşma sarayında oturalım, nedîm olalım,
Bize kendini, aşk ehline, tertemiz kullarına gösterdiğin gibi göster,
Göster de o kavuşmaya şükr edelim; o zan, o şüphe perdesinden çıkalım,
Tam inanç dünyâsında yürüyelim: köksüz – yersiz âlemde koşalım,
Hepimiz de can olalım, can bağışlayalım; yoksula paha biçilmez defineler ihsan edelim,
2510, Kulluğu bırakalım da padişah olalım; el tutar bir hâle gelip yardım edelim düşenlere, cihanın sığındığı kişiler olalım,
Felek hükmümüzle dönsün; erlerin padişahlığı bunun da yüzlerce mislidir,
Artık iyiden iyiye bil ki Hüsâmeddîn’de bu mertebelerin hepsi de vardır; o, gömülü bir defineye benzer,
Erenler, ondan dışarda değil; onun huzurunda erenleri anmak, ancak delilik alâmetlerindendir,
Şekere karşı şekerden bahsetme; çünkü bu şekerde ikilik yoktur; hemen yemeye bık,
Ye de bileyim ki şeker yemedesin: ama öbür şekeri anarsan horsun, aşağılıksın,
Susamış kişi, tutar da suyun karşısında suyu arar, sudan söz ederse, yahut somya – cevaba döşenirse,
Herkes bilir, anlar ki bu adam, su nedir, bilmiyor; su içmekten haberi yok, masala kanmış,
Sudan payı, yalnız suyun sözünü etmek; susuzluğu da bir rivayetten başka birşey değil,
Erenlerin hepsi de bir olduktan, hepsi de Allah’la diri, kendi varlıklarından ölü bulunduktan sonra,
2520, Şaşılığından biri iki gören, önde de kördür, sağırdır, sonda da böylece kalakalır,
Herşey, şüphe yok ki onda toplanmıştır: o birden başka hiçbir şey yoktur,
Ona harfle, sözle anlatmaya imkân yok; can incisini hiç kimse sözle delemez,
Herkese vâcib olan, iki dünyâda da canla – gönülle ona kul olmaktır ancak,
Bütün dostlar da ona itaat ettiler; onun lütuf suyuna testi kesildiler,
Herbiri, evvelce yaralanmıştı; ama o yanlış hareketten, o aşağılık hâllerden kurtulmuşlar, adam olmuşlardı,
Hepsi de edeplenmişti; bu yüzden de buna saldırmadılar,
İnkârları yüzünden yaralar almışlardı; hepside o tehlikeli işlerini söylemişlerdi,
Önce güçlü bir sille yemişlerdi de bu yüzden ikinci kez fitneye pek az giriştiler,
Üçüncü kezse yumuşadılar, edepli oldular; hasetsizce Rabb’in erme karşı baş eğdiler,
2530, O topluluktan hiçbiri baş çekmedi; herbiri, buyruğu canla – başla kabul etti,
LXI
Gülünecek, faydasız sözü, Allah dostu söylerse o söz, tam gerçek olur, o faydasız laf, faydalarla dolar, Yüce Allah Peygamber’e, senin ümmetin, bütün ümmetlerden iyidir; onlara yardım, herşeyden üstündür; çünkü önceki ümmetleri, inkârları yüzünden helak ettim; kimisini tufanla, kimisini yelle, kimisini yere batırarak yok ettim; bunları hepsini, ümmetin duysun da edebini korusun, o çeşit inkârda bulunmasın diye yaptım; bu yüzden de acınmış ümmettir senin ümmetin buyurdu, Bunu anlatış,
Duymuşsundur bu hikâyeyi; güldürecek birşeydir ama gönül ehli katında güldürecek şey de gerçek olur,
Tatar, halktan bir hayli altın almak için iki kişiyi tutmuştu,
Onları birisini bağlayıp öldürmek, böylece de öbürünü söyletmek istiyordu,
Öbürü kılıçtan korkar, onun definesinin kapısını açar, hangi bucaktaysa söyler, gösterir diyorlardı,
Bağlanmış olan, beni neden öldüreceksiniz, kızgın bir halde ne diye bucaktan bucağa sürüklüyorsunuz dedi,
Tatar dedi ki: O, bu hâli görür, korkar da altın definesinin yerini gösterir,
Adam, peki dedi, tersini yap, onu öldür de ben korkayım, gizlemekten, söylememekten vazgeçeyim,
Gümüşten, altından, yukarda, aşağıda ne varsa haber vereyim,
2540, Tatar bu sözü duyunca hoşuna gitti de kahkahayla gülmeye başladı,
Onları azad edip bu sıkıntıdan kurtardı; bu söz üzerine ikisine de acıyası geldi,
Bu sebepledir ki Allah Peygamber’e, senin ümmetin buyurdu, ümmetler arasında,
Lûtuflarıma mazhar ettiğim, mihnetten, yanıp yakılmaktan kurtardığım ümmettir,
Son ümmet oluşları, bu yüzden de buyruklara uymaları da ayrı bir yardımdır, ayrı bir lütuf,
Önce gelen toplumlar, cezamı gördüler; senin ümmetin bundan korktu,
Hepsine de o belâlar ibret oldu: bu yüzden, üşenmeden kulluğuna koyuldular,
O çeşit suçlardan çekindiler; birbirlerine bunları haber verdiler,
Nuh’un kavmine Hûd’un ümmetine neler oldu: senin toplumun bütün bunları duydu,
Ümmetinden hiçbir kimse o suçu, sığınıp yargılanma dilemeye imkân bırakmayan öylesi kabahati işlemedi,
2550, O yüzden de onlar acınmış ümmet oldu; artık rahmetine ulaşmaktan mahrum kalmazlar,
Böylece bil ki bu dostlar da şimdi canla – başla kul – köle oldular; ona uydular,
Onlara Allah’dan yardımlar geldi; hepsine de bu çeşit lûtuflar edildi,
Hiçbir çeşit suç işlemediler; hepsi de Allah emrine ram oldu,
Şimdi kim ona mürid olursa, mertebesi bu yüzden artar,
Bütün o hikâyeleri duyar, o sürüye benzeyen topluluğun yaptıkları cefaları işitir
O bozgunlardan başlarına neler geldi: iyi sanarak yaptıkları kötülüklerin sonu neye vardı;
Herkese o işlerden neler belirdi; herkes âleminde ne noksanlara düştü, anlar,
O çeşit suçlardan çekinir, öylesi işlerin yanına bile varmaz,
Ama şunu da iyice bil ki hepsi de böyle değildi,
2560, İçlerinden bir bölüğü hastı, emindi: zandan, şüpheden kurtulmuştu, tam inanca ermişti,
Şeyhin yolunda edepliydi: Rabb’e âşıktı, Rabb’i dilemekteydi,
Kinden, hasetten arınmıştı; mala da boş vermişti, bedene de aldırış etmiyordu,
Onların gönüllerinde, Allah’a kavuşmak dileğinden başka herşey, tümden baştan başa hoş değildi,
Onları çektikleri din derdi, onları öylesine kavramıştı ki bunu bırakıp başka birşeye düşmeleri imkânsızdı,
Gözyaşı döküyorlardı, ciğerleri yanıyordu; Allah’a kavuşmak için candan – gönülden ağlamaktaydılar,
Hepsi de Şeyhe itaat etmişti; hem de dille değil, canla – gönülle,
Onların içlerinden, ne önde ne sonda, inkâr, hiç baş göstermemişti,
Ne sözle, ne işle can incitecek hiçbir iş, onları içlerinden baş göstermedi
Şeyhin hoş gördüğü kişiye karşı gerçeklikleri hiçbir şüpheye düşmedi,
2570, Hâsılı sonunda herbiri, can dünyâsında seçilmiş er oldu,
İşte onların biri Salâhaddîn’di; herkesin içinden hilâfete o atandı,
Ondan sonra da Hakk’ın Husâm’ı, o Allah dostu, iki âlemde de şeyh oldu,
Kalanlar da ululardılar: hepsi de aşk âleminde muratlarına erdiler,
Suçlu ve mahrum olanlar da sonunda, onun yüzünden acınmış oldular, onlar da rahmete eriştiler,
Seven, sevgi bağışlayan Şeyh, ellerini tuttu: cömertlığiyle onların suçlarını bağışladı,
Kim, canla – gönülle ona sarıldıysa, sonunda muradına erdi,
Ancak çok katı ısrar eden, gerçek olarak ona ikrar etmeyen kişi mahrum kaldı,
LXII
Yüce Allah, bâzı canlan ezelden temiz yaratmıştır; bâzılarmıysa pis, O pis canlar, bu dünyâda zabitliğe iyi işlerde bulunmaya, dindarlığa, Allah’dan çekinmeye sarılırlar ama bütün bunlar, eğretidir onlarda; çünkü onlar, aslından pis yaratılmışlardır; ecel, çağında onlardaki o eğreti renkler solar; pislikleri meydana çıkar; bunun tersine, temiz canda da kötülükler, fenalıklar eğretidir; ecel çağından o pislik, ondan gider, temizliği meydana çıkıverir,
Hani Şeytan gibi: ezelde kâfirdi: bu yüzden de önce de küfründen dönmedi, sonra da,
Anasından kara doğan, ezel çağında kâfir olan: iyi berbat bir hâlde bulunan kuş,
2580, Kireçle, yoğurtla beyazlansa bile bu renk, söğüt ağacına takılmış gül gibi eğretidir,
Ecel suları, o rengi ondan alır: kuzgunlar gibi onu kapkara eder – gider,
Ama canı ezelde ak olan, o güneşin parıltılarından doğan,
Suçla kuzgun gibi kararsa bile tertemiz canı, suçtan yitip gitmez,
Tövbe suyuyla o karanlık gider, tertemiz olur, ondaki kötülük kalmaz,
Kim anadan doğma aksa, sonunda bu belâdan kurtulur,
Çünkü kötülükler ona lâyık değildi: günahlar, suçlar, yaradılışına uymuyordu,
O, gene önce olduğuna döner, suç ona tesir etmez,
Birisi, bir altın haç bulsa, Allah’dan çekinen, inancında noksan olmayan bir kişiyse,
Onun kötü bir haç oluşuna bakıp da kaldırıp atmaz: odasına götürüp onu eritir,
2590, Böylece o beğenilmez şekil, altından çıkar: çünkü o şer, hayra yamanmış eğreti bir şeydir,
Şer görüntü eğretiydi, geçti – gitti: asıldaki hayırsa, olduğu gibi kaldı,
Kötü nakış, onda asıldan yoktu: aslı olmayansa geçicidir elbette,
Aslından iyi olanın işi de, sonunda iyi olur,
Râbıa, kötü işler işlemez miydi? Ama sonunda hürler bölüğüne katıldı,
Fuzayl, önce olmayacak şeyler yapmaz mıydı: kendini kötülükten korumaz, gulyabâni gibi yol keser biri değil miydi?
Ama sonunda, Taıırı’dan, çekinir bir kişi oldu: uyandı, kendine geldi de o huy, ondan geçip gitti:
Ulu erenler bölüğüne karıştı, Dünyâda bunun gibileri çoktur,
Adlarını anmaya kalksam söz uzar; maksat kapısı da açık kalır;
Başka anlamlar söylenemez; size de o bilgilerden bir haber erişemez,
2600, Aklın varsa anla; gönüldeki bağı çöz; ne diye bağlanıp kalırsın? Bilgisizler gibi görünüşte kalma, behren varsa gizli âleme doğru yürü,
Altına kara balçık sürülse de altın, o sürüntü yüzünden mahvolur mu hiç’7
Çirkin bakır altın suyuna batsa bile satın alma onu, onun bir faydası yoktur,
Ondaki altın kalmaz, eğretidir: elde gene kala – kala bakır kalır ancak,
Ama sarraf, uzaktan ikisini de tanır: çünkü ikisi de ona gizli değildir,
O bilgin, bakırı da seçer, altını da; ikisi de ona karşı, gün gibi meydandadır,
Dıştaki renge aldanma da içte ne renkler gömülü, onu gör,
Barsîsâ, kendi çağında, düzgünlükte, Allah’dan çekinmekte eşsiz değil miydi?
Ama o çekinmesi, anadan doğma değildi: bu yüzden de ne yaptıysa hepsi yele gitti,
2610, Sonunda, o kendi dileğine uyan kişi kuş gibi bir yem tanesi için tuzağatutuluverdi,
Zina eden, adam öldüren kötü bir kişi oldu: dîni de elden gitti, düşmanın dileğini de yerine getirdi,
Herkese, ne için yaratıldıysa o iş kolay gelir; kolayına gelmeyen işte rahatlaşmaz,
İblis, göğün yücesinde, evvelden beri meleklerden üstün değil miydi?
Gökte, anlam bakımından gücü de vardı, kuvveti de: melekler ondan rivayetlerde bulunurlardı,
Melekler, öğrenciler gibi, ardından yürürlerdi: oysa öğretmen gibi hepsinden üstündü, herşeyi bilirdi,
Gökte adı üstaddı ama sonunda Hak ona lanet etti,
Kötü canında iyilik mayası yoktu: bilgisi de elini tutmadı – gitti, aklı da,
Kur’ân’da Allah onu, kâfir olarak andı: yücelikten aşağılığa sürdü onu,
Görünüşte Müslümandı ama iç vaizde huzursuzdu, imansızdı,
2620, Aslında kâfirdi, kovulmuştu: işin sonunda da Hak, onun ne olduğunu gösterdi,
Ezelde kötü yaratılışı neydi, ne yüzden o tapıdan kovdu onu: bildirdi,
Gizli sırrı meydana çıktı: küçüğün katında da rüsvây oldu – gitti, büyüğün katında da,
İyi – kötü, işin sonunda som – sayı günü meydana çıkar,
Bu sözün sonu gelmez: tez padişah Hüsâmeddîn’in hikâyesini söyle,
LXIII
Allah sırrını kutlasın, Çelebi Hüsâmeddîn’in on yıl, aralıksız, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Hazret-i Mevlânâ ile sohbette bulunması; dostları, ashabın, ikisinden de hatsiz, hesapsız faydalanmaları, Ondan sonra da, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’nın göçmesi,
Şeyh’in çağında, Şeyhle, Şeyh’in evinde, gönüldeşti: onunla oturup kalkardı, Arılıkta, vefada ikisi de solukdaştı: bütün ashap da gamsız-gussasız,sevinçliydi,
İkisinin bağışı da herkeseydi: herkes, o ikisinden hem bilgin bir hâle gelmedeydi, hem kulluğa koyulmada,
Herkes, aşk bahçesinde ağaçlara dönmüştü: Şeyh’le nâib de o bahçede bahar yeliydi sanki, esip duruyordu,
Herkesin fidanı onların suyuyla diriydi: herkes hâl bakımından kavuşmaya erişmişti,güzelleşmişti,
2630, Herbirine gelir, kadrince, incitmeksizin gelirdi: herbirine, lâyığınca lûtuflarda bulunulurdu,
Herbir ağaca, bir başka şekil verilirdi: herbirinin meyvaları şekerden de tatlıydı,
Birine o ışıkla hurma verirdi: birine cana canlar katan nar,
Melek gibi herbiri, burçları geçer, yücelere ağar, yedi göğü aşardı,
Böylece beraber olarak on yıl tertemiz, aparı, duru su gibi yaşadılar,
Ondan sonra Mevlânâ, şu yoğun, pis, zahmetlerle dolu dünyâdan göçtü,
O övülmeye değer padişahın göçüşü, Cumâdelâhıra ayının beşinci günüydü;
Yıl, sayı bakımından, Ahmed’in hicretinin altıyüz yetmiş ikinci yılıydı,
Halka, öylesine bir göz değmişti ki o yıldırımın Isâbetiyle canlar yanmış -yakılmıştı,
O solukta şehre bir depremdir, düşmüştü: onun yaşıyla gök bile ağlamıştı,
2640, Küçük – büyük, şehrin bütün halkı âh etmedeydi, feryâd etmedeydi,
Rum olsun, Türk olsun, köylüler de, onun derdiyle yenlerini – yakalarını yırtıyorlardı,
Kalabalığa uyup da gelmek değil, aşkla herkes cenazeye katılmıştı,
Her mezhep ehli ona inanmıştı; her dinden, her topluluk, ona âşıktı,
Mesih’e uyanlar, onu kendilerin mâbud edinmişlerdi; Musa dîninden olanlar, onu Hûd gibi görüyorlardı,
îsâ dînindekiler, o bizim îsâ’mızdı diyorlardı: Musa dînindekiler, Musa’mız,
Mü’minse, Resul’ün sırrı, nuru diyor, onu uçsuz – bucaksız, büyük mü, binlik bir deniz görüyordu,
Herkes, gamla yakasını yırtmada, herkes, yanıp yakılarak başına toprak serpmedeydi,
Öylesine bir feryâd, bir coşkunluk kopmuştu şehirde ki gökkubbe altındakimse eşini görmemişti,
Bu, kırk güne dek böyle sürdü; hiçbir kimse, bir soluk bile yanıp yakılmaktan dincelmedi,
2650, Kırk gün sonra herkes, evine – barkına döndü: herkes, birbirine, bu olayı söylemeye koyuldu,
Gece – gündüz, sözleri buydu hep; o define diyorlardı, toprak altına gitti,
Onun hâllerini, yaşayışını, sözlerini, inciler saçışını,
Güzelim, eşsiz yaşayışını, eşitsiz yüce huyunu,
Allah’a aşkını, Allah’dan başkalarından kesilişini, kendinden geçişini, gerçekliğini, birliğe inancını,
Şu dünyâya aldırış etmeyişini, tümden âhirete yönelişini,
Bütün gece sürüp giden virdini, namazını, kendisini tümden Rabb’ın katına verişini,
Lûtfünu, gönül alçaklığını, yanıp yakılmasını, sevgisini, vefasını, yumuşak huyluluğunu,
Sırlarını, nurlarmdaki letafeti, onun yüzünden elde edilen keşifleri,
Allah’dan çekinmesini, ilmini, merhametini, fetva verişini, bilgisini, hikmetini,
2660, Çeşitli kerametlerini, gerçeklik yolundaki doğruluğunu söylüyorlardı,
Herkes, ondan bir çeşit bahsetmedeydi: çünkü onu, kendilerine şefaatçi biliyorlardı,
And içerken herkes onun adını anıyordu; herkes, onun adıyla bağdan – tuzaktan kurtuluyordu,
Onun adını anmadan and içenlerin andlarına inanılmıyordu,
Çünkü o ad, and içerken anılan en güzel addı: o andı bozmak, onlarca zehirden de beterdi,
Gece – gündüz, bunları anlatsam, sözü bu çeşit sürdürsem, âşıkların gönülleri yanar, kan kesilir,
Dağ gibi gönül bile bu gamla saman çöpüne döner: ağzımı yummanı, bunları söylememem yeğ,
Derdi anlatmayı bırakayım da hikâyeye döneyim; dinleyenler de dertten kurtulsunlar, anlatılardan ibret alsınlar,
LXIV
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ göçüşünden sonra Çelebi Hüsâmeddîn, Veled’e dedi ki: Babanın makamına, geç, otur, şeyhlik et; ben de hizmetinde bulunayım, Veled kabul etmedi, dedi ki: Mevlânâ geçip gitmemiştir ki, hâlâ bizimle «Mü’minler ölmezler» Netekim Mevlânâ’nın zamanında sen halîfeydin; ondan sonra da sen halife ol,
Bundan sonra Hüsâmeddîn Veled’e, babandan sonra, uyulacak dayanılacak kişi sensin dedi,
Onun makamı sana düşer; onun yerine geç; çünkü senin gibi arif ve yol gören yok,
2670, Veled, hayır dedi: babam gerçekten de diridir: bedeni yıpranmıştı; ölen, bedenidir,
Ruhu, Allah civarında bâkıy: kavuşma şarabından da Hak ona sâkıylik etmede,
«Mü’minler ölmezler» demedi mi Mustafa: anlam incisini demedi mi?
Babamın zamanında halîfeydin bize; değişen birşey yok, öne geç,
İmâm sendin, biz sana uyardık; padişahtan bunu bellemiştik biz,
Önce de, sonra da halîfemizsin; önderimizsin; iki alemde de şeyhsin,
O gerçeği gören er, sonsuz ısrarlarda bulundu: o makam senden başkasına lâyık değil dedi,
Fakat canla – gönülle, riyasızca, gönülden – candan yalvardım ona,
Lütfetti de sözümü kabul etti; umulan da böyle müyesser oldu,
Hepimiz de padişahın gölgesinde, şeytanın düzeninden, yanılmaktan, suçtan emîn olduk,
2680, On yıl sonra birgün ansızın hastalandı ve Allah’ın huzuruna gitti,
Veled, yetim bir çocuk gibi tek başına kaldı; ağladıkça ağladı: korkudan arıklaştı,
Çölde kalmış çocuk gibi sığınacak kimsesi yoktu; esirgeyecek kişiden mahrum bir hâlde şaşırıp kaldı,
O solukta kendisinden ümidini kesti, karanlıklarda kaldım, gam kuyusuna düştüm dedi,
O çeşit gönül alıcıdan ayrıldığından dolayı dertle, gamla başını duvarlara vuruyordu,
Her solukta, bu yasla ne yapacağım, ne edeceğim diye feryâd ediyor, hâline ağlıyordu,
Kılavuzum gitti, o olmadan şeytan’dan nasıl baş çeker, kurtulurum,
Nereye yüz tutayım, kime sarılayım: çârem nedir, ne tedbirde bulunayım diyordu,
Sonra da dedim ki: Ey tertemiz can, beden bakımından gittin; yerin altında uykuya daldın;
Ama temiz canın, gerçekten de benimledir, gerçektende beni görüp gözetmededir,
2690, Bana inayetlerde bulunmadın mı: senden rivayetlerde bulunmadım mı?
Huzurunda, yol alanlara gece – gündüz adetâ terceman değilmiydim ben?
Senden, hasların haslarına, da geri kalmışlara da haber iletirdim
Pek büyük vaatlerde bulunmuştun; seni varlığından kurtarırım demiştin,
Yûsufunu derdin, kuyudan hapsolmaktan kurtarırım; tutsak olsa bile onu bey yaparım, padişah ederim,
Çünkü can, Yûsuf tur, bedense kuyu; Allah bu kuyuda hapsetmiştir onu,
Peşin olarak burada ululuklar bağışlarım ona; âhirette de yücelikler veririm,
Şimdi peşin olarak ver de onu yitirmek korkusundan kurtarıp esenleşeyim,
Ben böyle dedim: o da, ben dedi, balçık bedende görünmüş, Allah’ı isteyenlere yol göstermiştim,
Onların önlerinde olduğum hâlde beni görmediler: ben onları seçtim de onlar beni seçmediler,
2700, Şimdiyse gizlendim, nerde görecekler beni? Eyvah yanlış gören bu topluluğun hâline,
Meğer ki gene dünyâya insan suretinde, fakat başka bir şekilde geleyim,
Herkese yol göstereyim: kulu da haberdar edeyim, padişahı da,
Benim yüzümden müşkilleri hallolsun: gönülleri canları beden hapsından kurtulsun,
Ey oğul, erenler bu âleme, gizli olan yokluk yurdundan,
Bütün varlıklara, var olanlara cömertlikte bulunmak, ihsan etmek, nefis odununu ödağacı hâline getirmek için gelirler,
Beden bakırını, bakış kimyâsıyla, durmaksızın, hemencecik de altın yaparlar,
Allah dostu, dünyâda bulundukça kılavuzdur sana: elim tutar senin,
Geçip gidince de bir başkasını ara ki o, Allah’a kılavuzluk etsin sana,
O, başka biri değildir; başka biri dedim ya, görünüşteki sayı bakımından dedim,
2710, Yoksa onların hepsi de bir nurdur, ikilikten, üçlükten adam-akıllı uzaktır onlar,
Canları bahar gibidir, birdir; ancak bedenleri dallar gibi sayılıdır,
Lâle gibi, fesleğen gibi sayılı: hani baharın bahçede biterler, açarlar ya,
A bilgin, baharın onları bir gör, vazgeç sayıdan
Kin, hoş bir tarzda korkudan da, ümitten de geçtiyse, orda ne görülmesi gerekse görürdü,
Ama bu iki duraktan geçmeyen, kör kalır: Hak’tan dilediğini bulamaz,
LXV
Kim bu âlemde, Yüce Allah ona, bunca araç, bunca organ vermişken işini tamamlayamazsa, aracı, organı kalmadıktan sonra ne iş başarabilir? Kur’ân’da «Burda kör olan, âhırette de kördür» buyurmadı mı? Adam, bir şeyhe mürid oldu mu, ondan sonra başka bir şeyhe mürid olmamalı; bu, yakışmaz diye bir söz ağızlarda dolar -durur ya; bu söz, erenler ve hakıykat erleri katında yanlıştır,
Halk candan – gönülden kabullensin diye Allah, Kur’ân’da apaçık der ki : Bu dünyâda kör olan, öteki dünyâda da kördür,
Sana, onu araman için âlet verdi, organ ihsan etti; bunlar olmayınca nasıl yeler – yortarsın,
Birisi, ayaksız yürüyebilir mi, elsiz birşey tutabilir mi?
2720, İki gözü olmadıkça birisi, birini görebilir mi; yahut biri, ağaç olmaksızın meyva yiyebilir mi?
Buna imkân yok: bilgisizliktendir bunu mümkün görmek; vazgeç bundan; bir daha da bu düşünceye hiç kapılma,
Balçıktan dışarı olan gönül, senden gibidir; gönül ışığına benzer o,
Ona doğru canla – başla koşar – durursun ama ondan hiçbir haz duyamazsın,
Şu hâlde, yeni şeyh aramak, yolsuzluktur derler ya, bu söz yanlıştır,
İlk şeyhe sımsıkı yapış; onu bırakıp başkasına gitmek erlik değildir,
İlkinden hoşnûd oldunsa, feyze erdinse andında dur, vefakârlık değildir,
Ondan sonra bir başka şeyhe mürîd olamazsın derler ya: bu söz, nazar ehline doğru değildir,
Kulak asma, bu sözün aslı yoktur: böylesine bir zehir – zakkumu şerbet diye içmeye kalkışma da,
Allah hazinesinden mahrum olmayasın: kötü kişiler gibi kınanmayasın,
2730, Yeni bir şeyhe mürid ol da gamdan kurtul: katren, onun bağışıyla deniz kesilsin,
Ama olgun şeyhe, tertemiz, arı – duru, bilgin ve bilgisiyle amel eden şeyhe mürîd ol,
Onda insan sıfatları ölmüş olsun: onda eğreti nakıştan hiçbir eser bulunmasın,
Gözü, Hak’la görsün: varlığı tamâmiyle bitmiş olsun: Allah varlığına burunsun,
Herkese el vermek caiz değildir: böyle olmayan kişiye mürîd olmak, yerinde bir iş değildir,
Yolda yüzbinlerce davacı vardır: hepsi de boyuna Allah’dan söz eder – durur,
Soluktan soluğa bağışlarda bulunuruz: ihsanlar ederiz: yokluk yolunda yüzlerce azığımız var derler,
Ama halleri, sözlerine uymaz: gece – gündüz bunun aksine hareket ederler69,
Bir – iki lokma ekmek için bu çeşit yüzlerce kişi, hep böyle sözler söyler,
Din yolunda iyice ihtiyatlı davran: her aşağılık kişiyi baş etme, başbuğ seçme,
2740, Ondan ilk şeyhinin kokusunu ara: o kokuyu buldun mu, bil ki şeyhin odur,
Onda görünen gerçek, şeyhinin, şeyhindekinin tıpkısıdır: ondan başkası değildir o: yapış onun eteğine,
Testi değiştiyse ırmağın suyu değişmedi ya: ekin gibi onun arı – duru suyunu içmeye bak,
İç de gönlünde güller bitsin: gönlün, gül bahçesi kesilsin: varlığından, tikene benzeyen nefsinden kurtulasın,
Böylece senin de can gözün, onunki gibi açılsın, onun gibi sen de her solukta yücelesin,
Adım atmadan vuslat göğüne varasın: noksandan kurtulup olgunluğa eresin,
Ahmaklık eder de onun elini tutmazsan, bil ki gafletle yola vitirdin – gitti,
Ustası ölen kuyumcu çırağı, gece – gündüz onu anıp dursa,
Bu anışla kendini yakar – yandırır ama sanatından da hiçbir şey belleyemez,
Onun yerine bir başka ustaya çırak olmadıkça kuyumculukla gönlü sevince eremez,
2750, Bütün işlerde, bütün sanatlarda, bir kimse, ustadan olursa,
Başka bir usta araması gerektir ki bilgide, hünerde olgunluğa erişsin,
Ben ondan başkasına gidemem diye soğuk bir vefa göstermeye kalkışır;
Oydu benim iki dünyâda da ustanı; ben canla – gönülle ancak onu ararım derse,
Bil ki böylesine eşeğin elinden hiçbir iş gelmez; hiçbir şey öğrenemez; hor -hakıyr kalakalır,
Ustadan maksat, onun sanatıdır; sen özü, sanatını ara, deriyi at bir yana,
Görünüşte isterse bin çeşit olsun; sen anlam nasıldır, ona bak,
Hepsi de ırmaktan gelen suya benzer; küpün, testinin şekline bakma,
Şu pis, hamalat topluluğun söyledikleri sözleri herze bil,
Şeyhinden sonra başka bir şeyhe murîd olma; birisi böyle bir şey söylerse, bunu kabul etme derler ama,
2760, İş böyle olsaydı, dünyaya Âdem’den başka bir peygamber gelmezdi,
Herkesi, onu anış, onu hatırlayış, Allah’a eriştirir, gamdan kurtarırdı,
Ondan başka bir peygamberin gelmemesi, Adem’den başka birinin, bu rütbeye ermemesi gerekirdi,
Onu övüş, ona vefa yeterdi; herkese yol, onun yüzünden açılırdı,
Küçüğe – büyüğe de, korkutucu peygamberlere uymak ferz olur muydu hiç?
Kâfirler de onların can düşmanları kesilmezler, küfrün cezası da cehennem olmazdı,
Öyleyse bil ki bu söz, eğri bir sözdür, yanlıştır, tam olgunluğa erişmedikçe usta aramaya bak,
LXVI
Allah azîz sırrını kutlasın, Çelebi Hüsâmeddîn’in rüyada Veled’e görünmesi ve ulaşmış ereni buldun mu, ki gerçekte o, benim; maksadına onunla erişirsin demesi,
Padişah Hüsâmeddîn, rüyada Veled’e dedi ki: Değil mi ki soruyorsun, cevâbını dinle :
Cihan durdukça biz de dururuz: hiçbir vakit gizli değiliz; ortadayız biz,
Puthâneyi bir başka şekle sokarız; ama bizden olan, bilir ki gene biz o mâdeniz,
2770, İnsan suretine bürünmüş Allah nuruyuz: Allah nuru, Mesih’e benzer: bedense eşeğe,
Şu sayı, bineklerin cinsindedir; ama o sevilip özlenen yerde sayı nerde?
Pâdişâh boz ata biner kimi dişi ata, kimi de erkek ata bindiği olur,
Kimi aygıra biner, yol alır; kimi dişi atla yola düşer-gider
Binek bin çeşit de olsa padişah değişmez; gene o padişahtır,
Padişah Hak nurudur, bedense binek; padişah güneş gibidir, bedense yıldız,
Senin için bedenden baş göstermedeyiz; böylece de sana, yeniden bir yol-yordam belletmek, yeniden bir hüner öğretmek isteriz,
Dileriz ki Hak yolunda tam olgunluğa eresin; sana, aşka ait yeniden dersler verelim,
Tuzağa benzeyen dünyâdan kurtulursun: ulaşanlar gibi sen de muradına eresin,
Bu Riyadan sonra o kişiyi buldum; gizli olan sırrı apaydın oldu bana,
2780, Bana dedi ki: Beni iyice gör, tam; ben, balçık bedende konuk gibiyim ama oyum ben,
Yeniden dostluk edeyim, sem yabancılardan kurtarayım diye geldim,
Ama bunu halka haber verme; böyle bir defineye yalnızca sen sâhib ol,
Çünkü bu, hayvana lâyık değil; bu aşı, insanlardan başkaları yiyemez,
Dinsiz topluluk, erler haset eder; çünkü onlar, cisme bürünmüş cansız resimlerdir,
Onlar, bu nimetlerden yiyemezler: üstelik, düşmanlıklarından bizim perdemizi yırtarlar,
Onlardan faydalı bir iş umulmaz; onlar kendilerini ateşe atıp yakarlar,
Bu kurtlar, kendilerini kardeş gibi gösterirler ama Yûsuf un düşmanlarıdır,
Bu, eskiden beri böyle gelmiştir – böyle gider; hiçbir çağ yoktur ki o çağdaki peygamberler, rahata ersin,
Peygamberleri düşmanlıkla öldürdüler; elbiselerini kanlara buladılar,
2790, Kaabil’in Hâbil’e yaptığını kurt, eşeğe, gergedan, file yapmamıştır,
Böylece Ad ve Semud kavmi, o hasetçi bölük, neler yapmadı?
Nuh, o kötü kişilerini sitemlerinden boyuna fcryâd eder – dururdu
Halil, Mesîh, Hııd ve Kalîm de düşmanlardan çetin azaplara uğradılar,
Allah elçisi Ahmed de Ebû-Cehil’den öyle zahmetler, öyle eziyetler çekti ki, sorma,
Tâ eskiden, Adem’in belirmesinden beri âlem, onları şovlarıyla dopdolu,
Bu hamlardan, bu kendi dileklerine uyan pis bölükten çekinmek gerek,
Onların hepsi de kendilerini görürler; kendilerini beğenirler bu yüzden de hepsi cehennemdedir,
Benimle sense, perde ardında dostuz; iki beden libâsına bürünmüşüz ama bir canız,
Sen benden söyle, ben de senden söyleyeyim; sen beni ara, ben de seni arayayım,
2800, Sayıda ikiyiz, kanadımız iki, ama birbirimize dostuz, bu yüzden de biriz,
Kuşun kanadı ikidir ama başı bir; sen kanattan geç; asıl olan baştır,
Elin parmakları var ama gözünü aç da bak; hepsini bir bil,
Böylece iki kişi de dost oldu mu, bedenleri sayı bakımından ikidir ama,
İkisi birleşti mi, bir olurlar; ezelden beri de bir olarak yol gösterirler,
Sayılar çok olsa bile bir gönüllü, bir canlı olunca sen anlama yürü; hepsini bir bil,
Görünüşte birbirimizden uzakız ama değil mi ki bir nuruz, ne farkı var?
Bunun ne sonu vardır, ne başlangıcı; sen bir soluk o çengi çalmaya koyul ,
LXVII
Allah sırrını kutlasın, Çelebi Hüsâmeddîn dünyâdan göçünce, halk toplanıp Veled’e, babanın yerine otur, şeyhlik et; şimdiye dek, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Hazret-i Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn’i halîfe yapmıştı diye bahanelere giriştin; şimdiyse o da göçtü, bahane göstermemen, kabul etmen, dileğe uyman gerek dedi; Veled’de şeyhliği kabul etti.
Halk, genç – ihtiyar, toplanıp hep birden yalvarmaya, yakarmaya koyuldu,
Ey Veled dediler, babanın makaamı senindir; o, dâima seni sever, görür – gözetirdi,
2810, Babanın seçtiği er olduğundan bu makaamı Hüsâmeddîn’e bağışlamıştır,
Değil mi ki o gitti, bahanen kalmadı; yüce Allah bunu takdir etti,
Bundan sonra şeyhliği kabul et; halka imâm ol, kılavuz kesil,
Bu topluluğa başlıkta bulun; başbuğ olmadıkça ordu, hiçbir işe yaramaz,
Padişah olmadıkça bütün asker, yol yitirmiştir; dağ dağ bile olsalar, saman çöpünden de aşağıdır onlar,
Tahtı, bahtına eş et de gök bile o tahtın ayağına baş koysun,
Gök ehlinin hepsi de senin müridindir; hepsi de seni görmeyi özler,
Hepsi, senin düşüncene, karârına hayrandır; hepsi, ayağına baş koymuştur,
Hepsine de ihsan ve kerem, senden erişir; hepsinin de işi, senin yüzünden altın kesilir,
Hepsi de senin harmanından başak devşirmededir; hepsi de bu çeşit seçilmiş harmana kuldur – köledir,
2820, Gök ehli böyle olunca, döşemecilere benzeyen yerdekiler,
Nasıl alçalmışlardır bu yüceliğe karşı; nasıl elden de çıkmışlardır, avuçtan da, bunu sen anla,
Böylece bu söz uzadıkça uzadı; sonunda Veled, onların sözlerini kabul etti, isteklerine uydu,
Elsiz – ayaksız bir halde, yersiz – yönsüz âlemdeki o tahta oturdu,
Can, ayaksız bir halde, önüne ön olmayan âleme, insan varlığından hâli olan yokluk şehrine gitti;
Öylesi bir denize dalgıç kesildi: armağan olarak da inciler çıkardı,
Onları mürîdlere saçıp döküp saçtı: cana da hayat verdi, îmana da,
Halk şaşıp kaldı da, bu ne de ulu kutup, ne de seçkin padişah dedi:
Ömürler boyunca, Allah’a ulaşmış seçkin erenlerden elde edileni,
Mürîd, bir solukta ondan elde ediyor: onun sayesinde dünyâda tek, eşsiz bir hâle geliyor;
2830, Gizli yol, onun yüzünden belirdi: câhilleri bilgin edip durmada,
Veled, babasının türbesi başında yedi yıl birçok sır söyledi,
Allah yolu – yordamı yeniden tazelendi diye ünü doğudan batıya dek gitti,
Düğümlü müşkilleri çözüp açtı; hiçbir şeyh, böylesine bir armağan vermemişti,
Düşmanların hepsi de dost oldu; öfkeden, kinden vazgeçti,
Kardeşlerin, Yûsuf a öfkeleri geçti; anlatış yarasıyla öfkeyi öldürdü,
Yûsufun yapmadığını yaptı; dostları gönüllerinden öfkeyi giderdi,
Halkı yeni baştan diriltti: herkesin gönlüne gerçeklik ve niyaz tohumlan ekti,
Sırların önünden perdeyi kaldırdı: aşk bayrağını açtı, dalgalandırdı,
Bütün şeyhler, fısıltıyla, birbirlerine, bu ne kendinden geçiş, bu ne bilgi, bunasıl anlatış diyorlardı,
2840, Çağlar, her çevri cefâsı, rahattan da hoş diye onun çağma şaşıp kaldı demedeydiler;
Küfrü; îmandan da üstün oldu: şekli, bedeni, binlerce candan da iyi bir hâle geldi,
Eğriliği, kaş gibi güzel; bu yüzden de doğruluktan daha da iyi,
Herkesten daha ileriye vardı da coştukça coştu; zâtı üstündü ama daha da üstün oldu,
Değil mi ki ondan başka birşey yok; peki neyi aramada; kavuşmak için ne yüzden yelip yortmada?
Belirtisi göninmeksizin içten yürüyüp gidiyor; ama zâti orda ne iç var ne dış,
Gökkubbe dönmeye başlayalı ondan başlayalı ondan başka hiç kimse böyle bir durağa ermedi,
Ezellerin de ezelinden beri Allah’ın haslarının hası, hiçbir kimseye böylesine bir ululuk nasîb olmadı,
Kendi de heskesten üstün, hâli de; haller, onun sözlerine karşı aşağı kalmada,
Böylesine söze karşı hâl de nedir ki? Gönlünün iki gözünü de ovuştur da bak, kıyasla,
2850, Sonra da onun hâlini, önüne ön bulunmayan çağdan beri sürüp giden hâlini bir gör; onun hâli, yol alanların hepsinden de ileri,
Allah’ın ona, gizlice ilham ettiklerine, hiçbir kimse, kullukla hayır işlemekle erişememiştir,
Bu çalışmakla, mücâhedeyle elde edilemez; Evtâd bile onun işlerine şaşıp kalmış,
Mürîdlere hatsiz – hesapsız ihsanlarda bulundu; her canı, nurla doldurdu,
Büyükten – küçükten, ihtiyardan – gençten, herkes, sonsuz ihsanlara erdi,
Padişah, onlara keremlerde bulundu ama bugün, onları, bu keremlerden, bu ihsanlardan haberleri bile yok,
Sonunda bilirler; esirden de yüce bir durağa erdiklerini anlarlar,
Padişah, bir çocuğa, atlardan sayısız küheylan ihsan etse,
Çocuk, o bağışa sevinmez; çünkü padişahın ne verdiğinden haberi bile yoktur,
Ergenlik çağma gelir, akıllanırsa, o vakit akıllıların öğütlerini kabûleder,
2860, İyiyi – kötüyü anlar, hayrı – şerri bilir; yolda doğru yürür,
Bu bağışın, padişahın cömertliğinden gelen pek büyük bir bağış olduğunu bilir,
Ama at sürüsünü küçücük bir çocuğa bağjşlasan, çocuk ne elde ettiğini bılrnez,
Hattâ akıl etmediğinden o bağıştan kaçar bile; çünkü ne iyiliği tanır – anlar, ne kötülüğü,
Sözünün değeri çok olsa bile, çocuğa göre pek azdır, pek değersizdir,
Ama ona bir kuşcağız versen ikiyüz attan daha da hoş gelir; çünkü o, bir kuşu bağrına basmıştır,
Oysa o at, Allah erinin, bir soluk bile Allah’dan ayrılmamış olan erin bağışıdır,
O bağış, o güneşin ışıklarmdandır; gökteki güneş bile o nurdan doğar da yürür,
Ama güneş, ışıklarım o çocuğun başına saçsa bile çocuğun böyle bir bağıştan haberi yoktur,
2870, Böyle bir aşk ışığından haberi olmayanı insan sayma; o, bir eşektir,
Kim bu sonsuz bağıştan habersizse onu, yokun bir çocuğu bil
Böylesine bir hazîneye sâhib olduğu hâlde bunu mühimsemez de bir pul versen sevinir,
Sanata sevinir, sanatkâra değil; sanat, sanatkârı tanımasına engel olur,
O aşağılık kişi, ebedîlik saltanatından kaçar; o lanetlenmiş, toprağa canını verir,
Ama münkirler gibi uykuda değilsen, toprak nedir; onu da duy da anla,
Bu cihanda ne varsa, yemek olsun ekmek olsun, hepsi de bilki topraktır,
Atlas da, altın taç da topraktır; şu sebeple ki sonunda hepsi de toprak olacaktır,
Önce topraktı; bir renge boyandı da o yüzden sana karşı, Ay gibi parladı,
Sonunda, ondaki o renk gider; önceden nasıl toprak olduysa gene toprak kesilir,
2880, Akıllı kişi, renge kapılıp da yola düşer mi hiç? Anlayan kişi rengi, kokuyu satın alır mı hiç?
Ebedî olan renkler, renksizlikten meydana gelir; renksizliğe karşı renkler, ancak bir görüntüdür,
Kırmızı, beyaz renk, çınar ağacında, gülde, söğütte, bahar yüzünden görünmez mi?
Bağda, bahçede çeşit – çeşit renkler boyayan görünmeksizin belirir,
Ama bütün bu renkleri meydana getiren bahar, ebedî diri olan Allah’dandır; bahar, o renklerden de arı – durudur,
Sen dâvayı bırak da gözünü aç, anlamı böyle anla,
Asıl olan, renksizliktir; asla yürü, ona kavuşmaya çalış,
Senden yüzlerce cihanın var olması için varlığın, aslın olan yokluğa karşı yok olmalı,
Böylece de bütün nakışlar senden meydana gelmeli; yeniden yeniye sanatların geçip gitmeli; tekrar belirip görünmeli,
Tertemiz zâtın, seninle kaaim olmalı; sanatlar, boyuna senden vücut bulmalı,
2890, Ama bu sanatlar da kalmaz; geçer – gider; ne mutlu o kişiye ki Allah sırrını bilir – anlar,
O sırrı elde etmek için bu başı oynar, candan geçer; bu evi bırakır, o kapıyı açar,
Varlıktan – benlikten tümden geçer, varlığını yok eder; iyiliktende tamâmiyle kurtulur – kötülükten de,
Bütün bu vasıflardan arınır; Kâ’be’yi başsız – ayaksız tavaf eder,
Varlığını tümden yok eden; şarapsız – sağraksız sarhoşluğa dalar,
Bu sırrı akılla anlamanın imkânı yoktur; akıl, gam – derdi anlamaya bir âlettir ancak,
Din derdi, küfür perdesini yakar – yandırır; can kilidi, bu anahtarla açılır,
Kimde dert yoksa derman bulamaz; onunla diri olmayan can, can değildir,
Cana benzer ama cananla diri olmadığı için ona can deme,
O can, dört unsurla diridir; geceleyin parlayan muma benzer o,
2900, Onun ışığı zeytinyağıyladır, fitilledir; deniz gibi, Nil gibi bâkıy değildir o,
Zeytinyağı bulundukça diridir; zeytinyağı bitti mi, söner – gider
Ama Allah’yla diri olursa zevali yoktur, ebedîdir,
Suyla, ekmekle değil, Hak’la durur; ona boyuna Allah’dan yardım gelir,
Güneş gibi nur kaynağıdır; bâkıydir; yokluktan uzaktır,
Çünkü nuru, sebebe dayanmaz; neşesi, sebebe bağlanmaz; düğünü de sebeple olmaz,
Altın gibi iyiliği – güzelliği, kendindendir; tüm lütuttur, baştan başa iyilik güzellik,
LXVIII
Erenlerin üç hâli vardır, Biri, kendi elinde olmayan hâldir; bu hâl, kimi vakit o dilemeden ona gelir; gene onun dileği olmaksızın gider; bu durak, zayıf bir duraktır, Öbürü, kendilerinde olan hâldir; dilerse o hâle bürünür, Oyun, nasıl oynayana uyarsa, o hâl de ona uyar; bu, ortalama bir duraktır; öbürüyse, şahsın, o hâlin tıpkı kendisi olmasıdır ki bu, tamamlanış durağıdır; bu çeşit kişi kutup olur.
Ulular ulusu Allah yolunda, erenlere durak olarak üç hâl vardır,
Bir hâl vardır ki Allah yardımlarıyla, Yaradanm rahmetiyle gelir,
Eren o hâle hükmedemez; o hâle adetâ bir araç kesilir,
2910, Yel saman çöpünü nasıl savurup götürürse o hâl de onu öyle alır – götürür: kimi gamlı bir hâle sokar, kimi neşelendirir,
Bir başka hâl vardır ki bundan daha iyidir; topluluğa baş olan, o hâle hükmeder,
Ne zaman isterse o hâle bürünebilir; o hükmetti mi, ne gelmek için zaman bekler, ne de gelince durur – kalır onda,
Eren araç gibi değildir o hâle karşı; o hâl doğan gibi erene itaat eder,
Başka bir hâl de vardır ki bundan da üstündür: o hâl, göğün de ötesindedir, yeryüzünün de,
O hâlin ta kendisi kesilir eren; onsuz birşeye bakmaz, birşeyi görmez,
Bakırın kimya yüzünden altın olması gibi hani; artık o altın, hiçbir suretle değişmeyi kabul etmez,
Bu yüce durak Kutbundur; bilgin, anlayamaz o durağı,
Her solukta hürlerin duraklarına, konaklarına dâir sırları açıp duruyorum,
Maksadım da gönlünde hiçbir şüphe kalmaması, kendini bu üç mehenge vurup ayarını anlamandır,
2920, A bilgin, bu üç duraktan haııgisindesin; ilkinde mi, ortadakinde mi, yoksa en yücesinde mi?
Bu üç halden de dışarda kalanı hiç anma; o noksandır, aşağılıktır,
O, adam değildir, hayvandır; isterse görünüşte insan şeklinde olsun,
Sonra şunu da bil ki bu üç bölükten üçüncüsünden olan, o durağa erişen, zahmetten de emindir, tehlikeden de,
Erenlerin çoğu, o ortalama hâle erer, hâl ona uyar, hükmünden çıkmaz,
Ölümün, yokluğun keskin kılıcı, bu çeşit kişinin başını nâdir olarak keser,
İhlâs sâhibidir o , fakat gümüşü, altını vardır, bu yüzden de tehlikededir,
Belâ yol kesicilerinin, yolunu kesmesi, ondaki malı – mülkü, kumaşı alması mümkündür,
İlk hâle sâhib olan kişiye o hâl, kimi vakit gelir; eren de anlar o hâli,
Fakat hal, ona itaat etmez, ram olmaz; hiçbir vakit onunla, onun dilediği gibi bulunmaz,
2930, Ansızın ona gelir – çatar; o istemeden de ondan geçer – gider,
Onun uğrayacağı tehlike, bunun yüzlerce mislidir; o, korkudan pek nâdir aman bulur,
Çünkü son nefeste, ölüm çağında o hâl, ona gelmez, elinden çıkıp gider,
O hâle hâkim olamadığı için o hâl, nasıl olur da dilediği zaman ona gelir?
Son nefeste, ölüm çağında o hâl, ona gelirse iyidir ama gelmezse de vay onun hâline,
Son bölükte olansa, eşi – benzeri olmayan Kutuptur; o ,iki âlemde de uludur, emindir,
Çünkü o hâlin ta kendisi olmuştur; esenliğin, huzurun, esenlikten, huzurdan ayrılması mümkün müdür hiç?
Onda ikilik yoktur ki geçsin – gitsin, herbiri, kendi aslına kavuşsun,
Beden değildir ki bölünsün; bilgi değildir ki bilinsin,
Bilgi ve ilim, her ikisi de vasıflarıdır onun; o, Zümrüdü ankaaya benzer; Allah aşkı da onun Kafdağı’dır,
2940, Herşey, ondan bağış elde eder; göğe, yere, yüce Arş’a ihsanlarda bulunur,
Bağışlarda bulunur, geri almaz; üstadsız bilgiler bilir o,
İlim, ilim, daha binlerce sanat, binlerce hüner, herşeyin güneşten ışıklandığı gibi ondan ışıklanır,
Asıl olan onun zâtıdır; iyi-kötü, tortulu,arı-dum, bütün vasıflarsa parça-buçuklardır,
Hepsini de o diker – söker; iki dünyâyı da bir arpaya bile satın almaz,
Allah hasları olan velîleri satın alır; geri kalanları, bırakıverir; cansızdır zâti onlar,
Allah’ın satın aldıklarıdır ölümsüz olarak kalanlar; sattıklarıysa asıllardır,
Değil mi ki bu haslardan olamadın; ne diye bilgisizlikle saçma – sapan söylenir, yokluktan dem vurursun?
Onda, bunun gibi daha yüzbinlerce sıfat var; hattâ daha da fazla; sen perde ardındasın, oysa, hep önde,
Herkes, iyinin – kötünün çevresinde döner – dolaşır; Kutupsa kendi, çevresinde,
2950, Herkes onu arar, oysa kendini; herkes dostuyla eştir, oysa tek
Bütün âlem ona âşıktır, oysa kendi cemâline âşık,
Herkes, iyi işle iyi olur; Kutbunsa kötülüğü bile iyilikten yeğ,
Demire güzel bir nakış işlerlerse, nakışsız olarak değeri azdır ama,
O nakış yüzünden pazarda mezada verseler, bir dinar fazla eder,
Onun değeri, nakşından dolayıdır, demir olduğundan değil, nakşı olmasa geri verirler onu,
Kötü yaratılış da buna benzer; o çeşit kişinin bilgisi, kendisinden değildir, eğretidir,
Ölüm çağında, nakşı bilinen demire döner; o bilgi ondan gider,
Orduları, bayrakları kendisinden, kendiliğinden olan, özü altın kesilmiş’ bulunan kişinin aksinedir bu,
Özü altın olanın değeri, nakşından, bezentisinden dolayı değildir; kimi vakit değerli, kimi vakit değersiz olmaz o,
2960, Onu haç yapsalar da, mihrap edinseler de değerinden bir şey yitirmez,
İki hâlde de değeri aynıdır; altın, kötü nakış yüzünden ucuza gitmez,
Arif olmayan kişi, marifete dâir söz etse, o solukta Allah’ı aramaktadır,
Fayda elde etmek için dinle onu; ama yüzlerce faydalı söz söylese, gene kendisine faydası yoktur,
Dünyâyı anlatsa, yahut âleme şükretse, cihandan şikâyette bulunsa,
Kulak asma sözlerine; çünkü o, yol yitirmiştir; Allah’ın zâtından gaflettedir çünkü,
Onun içinde yılanda var, dost da var; biri cehennemi arar, öbürü Kevser’i,
Ondaki yılan, cehennemin örneğidir; dostsa kıvılcımları söndürmede,
Fakat devrânın Kutbu olan kişiye, bil ki iyi de, kötü de eşittir,
Onun alayı bile gerçek gibi faydalıdır; o, dünyânın alçaklığından vücelmıştır de, yüceltir de,
2970, Küfrü bile tevhid gibi, seni akıllandıran bir âleme alır – götürür
Birisi, şekerden kurt, çakal, insan şekilleri gibi yüzlerce şekil düzse,
Arslan, kaplan, akrep, yılan gibi çeşit – çeşit, sayısız birçok şekil yapsa,
Aklı olan, hepsini de ister; bu şekiller, onu perde ardına atmaz
Akıllı olan kötü şekilde bakamaz; şeker gibi canla gönülle alır, yer onu,
Şeyhi tanıyan, bilen mürîd, şeyhin yaptığı işleri Allah’dan bilir, öyle görür,
Şeyhin hareketleri onu diriltir; ne görürse görsün, candan kul olur ona,
Hasta kişinin düştüğü hâl, böyle olursa, hasta olsa da dm yolunda, şüphe yok ki Rüstem’dir o,
Şeyhle mağara dostu olan, aşk yolunun tek binicisidir,
Onu mürîd görme, murad bil; onu kul – köle sanma, padişah say,
2980, Görüntüye, ada – sana göre mürîdtir o, ama can yönünde tek, eşsiz şeyhe benzer o,
Herşeyi Hak’tan gör de çevik ol; sen, Hak’tan gaflettesin de o yüzden gevşeksin,
Allah sırrını anlayan, iki âlemde de korkudan kurtulur,
Hakk’ı arif olan, sırların mâdenidir; güneş gibi nurların kaynağıdır o72,
Yeryüzü halkı, ona karşı şaşkındır; onun bedeni, kalblerde salt ruhtur,
O, halk içinde boyuna Allah’ı anar; kalbinde lütuf ve ihsan sahibi Allah’dan başka birşey yoktur,
Hak mazharı olanın kalbi tertemizdir; kim onu sevmezse, odur kâfir,
O, halk içinde rahmettir, amandır; onun sevgisi, kalblerde, binlerce cennettir,
Bu sözü bırak da şarap iç; gül gibi tikeninden, çer – çöpünden kurtul,
Can tahtasından nakışları sil; salt güneş kesil, nurlar saç,
2990, Cansan, geç nakışlardan; o mâdendensen, anlam nakdini ara,
Suretler, nakışlar, geceye benzer; sabahsa Rabb’in ululuğudur, güzelliğidir,
Can güneşi doğdu da gönül göğünden ışıdı mı,
Güneşle eriyen buz gibi hepsi de yok olur; koncalar yerden baş gösterir, boy atar,
Hepsi de dilsiz olarak Allah der; buza, git diye emreder; koncayaysa gel der,
Siz gelesiniz diye, bu cihanı yeniden bezeyesiniz diye buz erir – gider,
Ama o yok olmamıştır; sizinle gelmiştir; her dalın, her yaprağın derdine deva olmuştur,
Yerden biten bitki su içmese, ihtiyar ağaç nasıl olur da güzelleşir, gençleşir?
Yokluk gösterir ama yokluk değildir o; sen yokluğa bak da binlerce varlık seyret,
Karla buz, sana yok gibi görünmez mi? Ama nar, elma, armut, onun yüzünden ne hâle geldi, nasıl gelişti; onu gör,