1.BAB – 2. DERECE: Tevbe

A+
A-

2. DERECE: Tevbe

“Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler.” (Tahrim; 8) Tevbe demek meşâyihe göre Allah’ın hükmüne muhalefet etmekten rücu’ etmektir. Buradaki rücu’dan kasıt kalbin Allah’a asi olmaktan vazgeçip ona boyun eğmesi demektir. İşte buna göre bir kimse; kalben fısk-ı fücurdan vazgeçmeyip lisan ile tevbe ederse, onun tevbesi kezzapların (yalancıların) tevbesidr. Ve asla kabul edilmez. Ali (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yalancıların yaptıkları tevbe, dillerinin ucuyla yaptıkları tevbedir.” Arapça “Tevbete’n Nasûha” ifadesi terkip olarak “samimi tevbe” manasına gelir ve âyet-i kerimede de aynen bu şekliyle geçer. Nasuh (samimi) kelimesi, mânâyı kuvvetlendirmek üzere, mübalağa sigasında kullanılmıştır. Yani “halis, samimi ve içtenliğinde asla süphe olmayan” demektir. Nitekim, halk arasında kullanılan bir terkipte “ase-lü’n-nasîh” denir. Bunun mânâsı; “süzme bal” demektir. Buradaki nasîh kelimesi “süzme, saf, şeffaf ve içinde herhangi bir iştah kaçırıcı kırıntı veya pis birikintinin bulunmadığı bal” mânâsına gelir. İşte teşbihi tevbeyle birleştirecek olursak, samimi olarak yapılan tövbe, saf bal gibi süzme, şeffaf ve kirsiz demektir. Bal nasıl ki içindeki bal mumundan arındırılıp saf hale getiriliyorsa, tevbe de içinden riya ve çirkefliklerin temizlenmesiyle nasuh (samimi) hale getirilir. Yanı, halis, sadık ve tertemiz olması nasuh tevbenin en önemli hususiyetleridir.

Muaz ibn i Cebel, Resulullah(sav) efendimize şöyle sordular; “Tevbe-i nasuh nedir ya Resulullah?” Resulullah efendimiz cevaben; “Tevbe; Allah’a tevbe edenin, tevbe ettikten sonra, sütün memeden çıktıktan sonra, bir daha ona dönemeyeceği gibi, günahlara dönmemesidir.”

Nitekim Hz. Mevlânâ beşinci ciltte bu hadis-i şerifi tefsir ederek şöyle buyuruyor:

“Tevbe üç kısımdır. Birincisi, tevbe-i avam. İkincisi tevbe-i havas. Üçüncüsü tevbe-i ehass-ı havas’dır. Zünnûn hazretleri şöyle buyurdular: ‘Avamın tevbesi, zulmetten kurtulmak içindir. Havasın tevbesi, gafletten kurtulmak içindir. Ehass-ı Havas’ın tevbesi ise, herşeyi Allah’tan bilip, her türlü yaptığı şeyden kendini yok saymak ve Allah’ı müşahede etmek içindir.’ Zira, ehass-ı havas olan kimseler, hayratı, hasenatı, ibadetleri ve taâtleri kendilerinden bilmezler. Ve ortada kendilerini görmezler. Çünkü onların şuhudundan nazar itibariyle, vücudlarını görmek ve birşeyi kendilerinden bilmek büyük günahtır. Resulullah(sav) bu mevzua münasip olarak şöyle buyurmuştur: “Senin vücudun (varlığını senden bilmen) hiç bir günahla kıyas edilemeyecek derecede büyük günahtır.” işte bu ehass-ı havas (havasın da havas’ı) olan kimseler yapmış oldukları tevbeyi de Allah’tan bilirler. “

Nuri hazretleri şöyle demiştir:

“Ariflerin tevbesi, bütün masivadan Allah’a sığınmaktır.” Belki de asıl tevbe, tevbeden tevbe etmektir. Revim’in dediği gibi; “Asıl tevbe, tevbeden tevbe etmektir.”

Ve Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyuruyor:

Yok olanın yolu başka yoldur.

Çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.

Haberlerin haber vericisine bîhaber.

Tövben günahından beter.

Ey geçen hallerden tevbe etmek isteyen!

Bu tevbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin? Söyle.

Kâh zir nağmesini kıble edinirsin,

kâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.

Ekmel-i Kamilin olanların tevbesi budur: Mazi (geçmiş zaman) bunların katında zikrolunmaz. Ve gelecek zamana nazar kılınmaz. Bulundukları zamanda ise bir an olsun tevbeden geri kalmazlar. Bunlar ibn-i vakttirler. Yani vakte uyarlar. Geçmiş zamanın tevbesi ile meşgul olmak zamanı zayi etmektir derler.

Onlara göre aslında vaktin hükmü, bütün masivadan tevbe edip, taib ola nın vücudundan da tevbe etmesidir. Hal böyle olunca, fani olanların duası ve tevbe ederek Allah’a yönelmeleri, ebrar (seçkin) olanların tevbesi gibi değildir. Zira kendini akıllı olarak gören ve tevbeyi kendinden bilenlerin bu zanları bile başlıbaşına bir günahtır. Akıllılığın gereklerinden ve daha doğru bir ifadeyle söylenecek olursa vehimlerinden biri de kişinin yapmış olduğu hayır ve hase natı kendine maletmesi ve sırf kendinden bilmesidir. Bunların yoluna vücut sahibi olanlar gidemez.

Şeyh hazretleri Fütuhat’ının yetmişbeşinci babında yer alan “Tövbenin Terki” kısmında şöyle buyuruyor:

Ben ne zaman Hakk’a muhalif oldum ki tevbe edeceğim

Onun içindir ki tevbeyi terkeyledim

Zira terk-i tevbe Hakk’ı müşahedeye delildir

Sen tevbe edenlere de ki; siz mahcup oldunuz

Vürûdla olan hakayıkın idrakinden.

Ey Talip olan kimse, şunu iyi bil ki; salik olan kimse “Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir” hükmünce ve “Allah herşeyi kudretiyle ihata eder” takdir-i ilahisince, her an Allah’la beraber olduğunu hissetmeli ve bilmelidir.

“Biz ona sizden daha yakınızdır. Fakat siz görmezsiniz” (Vakıa; 85.) âyet-i kerimesindeki sırrı anlamalı ve idrak etmelidir. Bunu idrak eden tevbe eylemez. Ancak ve ancak bu yakınlığı idrak edemeyenler tevbe eylerler. Bir isteği veya ihtiyacı için söz tasarrufunda bulunmaz. Zira sarf eden de, edilen de mevcut olan Haktadırlar.

İşte salik olan bu sıfatlarla muttasıf olarak Allah’a rücu ederse hakikati müşahede eder. Yoksa tevbe nevinden gayretkeşliğini bir cemaate isbat etmek için gayret sarfederse onun tevbesi riyadan başka birşey değildir. Ve vücud-u isbat içindir. Hakikatte en güzel tevbe müşahedeye erer ermez tevbeyi terketmektir. Bu mertebe ehl-i şuhud mertebesidir. Ehl-i vücûd’un mertebesi değildir. Beşeriyet menzilesinde ve tabiat makamında kalanlara ruhsat olsun diye bu mevzuu izah etmiş değiliz. Zira bu gibi hasletler (tövbeyi terkederek tevbe etmek) kemâl ehline aittir. Bu, hüccet ittihaz edilerek nefsanî istekler muvace hesinde kullanılmamalıdır. Zira bakiyye-i nefs bir insanda mevcut iken bu delilleri alarak kendisine teşmil eylemesi büyük vebaldir. Ama bir kimse ki şimdiye kadar izah ettiğimiz mertebelere ve müşahedelere ermişse o zaman bu delillerin hepsi o kimseye helaldir. Yeter ki hakkıyla tevbe etsin ve yaptığı tevbesine riâyet etmenin ne olduğunu bilsin…

ETİKETLER: