SABIRDAKİ ESRARLI GÜZELLİK
SABIRDAKİ ESRARLI GÜZELLİK
Hiddete kapılıp hiç kimseyi çiğneme ki; Cenâb-ı Allah’ın gazabı da seni çiğneyip geçmesin ! ( Hz.Mevlânâ )
Mânâ sahiplerinin olgun kişilerin kıblesi sabırdır tahammüldür. ( Hz.Mevlânâ)
Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir.
En üstün ibâdet sıkıntılara sabretmektir.
En şiddetli belâ sabrın az olmasıdır.
İmanın yarısı sabır yarısı şükürdür.
Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için bir hayırdır.
Bu durum, sadece müminlere hastır.
Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder, bu da hayırdır. ( Hâdîs-i şerîf )
Âcziyet içersinde olan biz kullar için, ne kadar büyük bir lutf’û kerem. “Sabretmek zorunda kaldığımız sıkıntılarımızda hayır, bizi şükre götüren sevincimizde hayır” Zaten bu hâdis-i şerîfi yeterince idrâk edebildiğimiz takdirde, ortada ne sıkıntı, nede sabredecek her hangi bir olay da kalmayacaktır. Bakara ve Al-i imran sûrelerinde: “Sabır gösterenleri müjdele.” “Gerçekten Allah sabredenlerle beraberdir” “Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın” Hz.Allah bu âyetlerde bizleri sabırda yarışa davet ederken, farklı sûrelerdeki 84 âyetle de sabrın mahiyetinden oldukça geniş bir şekilde bahsedilmiştir. Ancak söz konusu âyetlerde bildirilen sabır, günlük hayatta pek çoğumuzun şâhit olduğu hâl, tavır ve davranışlardan oldukça farklıdır. Genellikle, çeşitli istek ve arzularımızı bastırmak, veya istem dışı gelişen olaylar karşısında zoraki sessiz ve sakin kalmaya çalışmak sabır sayılmıştır. Kuran’da sözü edilen sabır, çeşitli duygularımızı zoraki bastırma değil, tam aksine hayatın her anında yaşanan çok üstün ve kapsamlı bir ahlâk özelliğidir. Kur’an ahlâkına dayanan gerçek sabrın, şuûr ve idrâki içersinde olan kişiler; hangi şartlar da olursa olsun, şikayet etmeyi, yakınmayı, sabır taşmasını, kendileri için terk-i edeb saymışlardır. Çünkü ilâhi takdir gereği yaşamak zorunda kaldığımız sıkıntı, acı ve ıstıraplarımızı sağda solda şikayet konusu etmek, dostu düşmana kesmek olur ki; hiçbir Hakk âşık’ı da dostu düşmana kesmez. Yâni Cenâb-ı Hakk’ı yarattığı kullarına şikayet etmez.
Şemsedîn Sivasî:
Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan
Sadreddin-i Konevî Hazretleri Esmâ-i Hünsâ şerhinde Cenâb-ı Allah’ın sabır ism-î şerîfiyle ilgili şöyle der:
“Cenâb-ı Hakk; şükür ve hamd etmeleri için kullarına nimet verdiği gibi, her hangi bir belâ ve musibet vermesi de kulun acziyet içersinde kendisine yönelmesi içindir. Dolayısıyla kulun bir belâya maruz kaldığında bu sıkıntısını Rabbine arz etmesi sabırsızlık değildir. O nedenle Hakk dostlarının edebi, bir belâ halinde sıkıntılarını başkalarına değil, sadece Allah’a arz eylemektir.
Bu nedenle Hz. Eyyüb peygamberlik makamında olduğu halde şöyle derdi:
”Yâ Rabbi sıkıntı bana temas etti, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin”
Hz. Eyyüb sıkıntısını Allah’a arz etmesine rağmen Cenâb-ı Hakk kendisini sabırlı olduğu için övmüş ismini sabırla birlikte zikretmiştir.“Biz Eyyüb’u sabredeci olarak bulduk. Ne güzel kuldur. O çok sabredendir”( Sâd 44)
Belâ ve sıkıntıdaki ilâhi gaye; rahatlık içinde zevk-ü safaya dalıp rabbini unutan kulun tekrar Cenâb-ı Hakk’a yönelmesidir. O halde; başımıza gelen çeşitli sıkıntılardan dolayı sağda solda şikayetçi olmak, birilerine dert yanmak yerine, hatamızı, kusurumuzu, acziyetimizi, çaresizliğimizi, kabul edip ilâhi kudretten aff-ı mağfiret niyâz etmek elbette en güzel olanıdır.
Sadreddin-i Konevî Hz: “Bir belâ ve sıkıntı içinde olup da, Cenâb-ı Hakk’a halini arz edip yardım istemeyen kimse, hiç kuşkusuz ki, bilgisizliğiyle ilâhi kahra karşı mukavamet etmiştir”
Mesnevî’de ise aynı konu şöyle geçer: clt.2.1950: Eğer lûtuf kâbesine uçmak için kanatların yoksa, aciyetini, câresizliğini her şeye çâre bulan Hz. Allah’a arz et. Ondan yardım iste. Bizler zayıf, âciz, zavallı kullarız, daha yolun başında; Cenâb-ı Hakk’ın celâline tâlib olacak güçte değiliz. O nedenle de Hz.Mevlânâ: “Arzu et iste, fakat o arzun ölçülü olsun. Küçük bir saman çöpü koca bir dağı kaldıramaz” Şu bir gerçek ki; Karınca devenin yükünü çekemez. Toprak altında yaşayan köstebek de engin bir deryada yüzemez.
Hikaye:
Mesnevî clt. 2. 2141: Sahabeden bir zât hastalandı. O hastalık yüzünden zayıfladı, iplik gibi inceldi.
Bir eşi ve örneği olmayan Peygamber, hâl hatır sormaya gitti ve o sahabiyi ölüm hâlinde gördü.
Hasta sahabi Peygamber”i görünce dirildi. Sanki Allah onu o anda yaratmış gibi oldu.
“Hastalık bana bu bahtı verdi de, peygamberlerin sultânı sabahleyin beni yoklamaya geldi.” dedi.
Hz. Peygamber Efendimiz hastanın hâlini hatırını sordu. Sonra ona dedi ki:
Acaba sen münasebetsiz, yersiz bir duâ mı ettin? Bilmeyerek zehirli bir şey mi yedin?
Hele bir düşün bakalım; ne çeşit duâ ettin? Nefsin hilesine uyup nasıl coştun, köpürdün? Allah”tan neler istedin, nasıl bir duâ ettin de bu hastalığa düştün ?
Hasta; “Hiç hatırımda değil, ama himmet buyur da şimdi hatırlayayım.” dedi.
Cenâb-ı Mustafa (s.a.v.)”nın nûr veren huzûru bereketiyle, hastanın etmiş olduğu duâ hatırına geldi.
“Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hakk”a saygısızca yaptığım duâ şimdi hatırıma geldi.
Bir çok günâha girmiştim; günâh dalgaları arasında yüzüyordum.
Suçlulara, günâh işleyenlere çok çetin, çok şiddetli azap edileceğini duyuyordum. Sen bizi pek ürkütüyordun, pek korkutuyordun.
Ben de; “Ya Rabbî!” diyordum. “Âhirette çektireceğin azabı bu dünyada hemen çektir!
Çektir de, âhirette mutlu olayım!” Böyle istekle ilahî kapının halkasını çalıp duruyordum.
Derken bende böyle bir hastalık belirdi. Hastalığın verdiği zahmetten canımın rahatı kalmadı.
Zikrimden, evrâdımdan geri kaldım. Hattâ kendimi, iyiliğimi ve kötülüğümü bilemez bir hâle geldim.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Sakın bu duâyı bir daha etme; kendi hayat ağacını kökünden söküp atma!
Ey zayıf ve zavallı karınca! Senin ne gücün var ki, tutup da dağ gibi olan, kaldıramayacağın bir hastalığın yükünü sana yüklesin?”
Sakın bir daha böyle kaldıramayacağın yükü talep etme.
Hasta sahabi; “Tevbe ettim, ey benim pâdişahım! Bir daha kendimi zorlu, güçlü görüp böyle bir lâflar etmem.
Sonunda Cenâb-ı Peygamber o hastaya dedi ki; Duâlarına şu sözleri ekle.
De ki: Ey güçlükleri kolaylaştıran Allah !
Sen bize dünyada da ahirette de iyilik ver, güzellik ver.
Allah’ım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde sen bulun, konak yerimiz sen ol, yürüdüğümüz yol bizi sana götürsün, sadece cennete değil.
Hz. Mevlânâ, Peygamber Efendimizin bu ve buna benzer bir çok hâdis-i şerîfleri ışığında, belâ ve sıkıntı halinde Cenâb-ı Allah’a yönelerek, bu halin üzerimizden kaldırılmasını niyâz etmemizi istemiştir. Fakat bâzı yerlerde bunun tam tersini beyân eden oldukça tezat beyitlere rastlamak da mümkündür. Fakat bu durum da bizleri kesinlikle şaşırtmamalı.
Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri:
Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül yahud diken
Lütfunda hoş kahrında hoş,
diyerek Cenâb-ı Hakk’tan gelen her türlü ilâhi takdire rıza göstermiştir.
Fuzûli Hazretleri de:
Az eyleme inayetini ehli dertten / Yâni ki çok belâlara kıl mübtelâbeni;
Fuzûli; Cenâb-ı Hakk’tan belânın kaldırılmasını niyâz etmek yerine, bizâtihi onun belâsına kendisi can-u gönülden talepkâr olmuştur.
Hz. Mevlânâ, bu duruma işâret ederek Mesnevî’de şöyle der: Clt.3. 1878: “Bâzı kullar vardır; Allah’ın her türlü kaza ve kaderine râzıdırlar. O nedenle; Yâ Rabbi bu belâyı kaldır, bu hükmü değiştir diye yalvarıp duâ etmezler” Velilerden bir gurup vardır ki, onların ağzı duâya kapalıdır. Onlar hiç duâ etmezler. O büyük insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın tüm hükümlerine razı olmuşlardır. Başa gelen ve gelecek olan belâyı def etmeyi aramak onlara haram sayılmıştır.
O Allah’ın has kulları kâzada, başa gelen belâda, felakette, ayrı bir zevk, ayrı bir huzûr bulurlar. Kaza ve belâdan kurtulmayı dilemek bu yolda duâ etmek onlara haram ve küfür gelir. Onların gönüllerinde öyle bir hüsn-ü zan vardır ki, onlar hiçbir gam ve musibet yüzünden gamlanmazlar, üzülmezler. O nedenle de değişmesi için de duâ etmezler. Onlar sadece Allah’ın rızasını görür. Kaza ve kaderin hükmü ona şekerle yapılmış helva gibi gelir. Durum böyle olunca kul ne diye” Allah’ım başıma gelen bu felâketi belâyı kâzayı sen değiştir diye yalvarsın duâ etsin”
Elbette, İlâhi takdir gereği başımıza gelen belânın içindeki hayr-ü hikmeti idrâk edip, eyvallah etmek, kulluğun en üst derecesidir. Hiç şüphesiz makbul olan da budur. Fakat;
Hoştur bana sana senden gelen / Ya gonca gül yahud diken
Kahrında hoş lütfunda hoş. Diyebilmek için, onun dikenini gül yerine koklamak, Hakk âşkıyla o yolun tozu toprağını da kirpiklerimizle silip süpürmek gerekir.
Eşref oğlu Rûmî Hazretleri:
Belâ gökten yağmur gibi yağsa / Başını altına tutmaktır adı aşk
Bu dünya sanki ateşten bir denizdir / Ona kendini atmaktır adı aşk.
Candan geçip canânda yok olmadan, belâ gökten yağmur gibi yağarsa yağsın, kahrında hoş lütfunda hoş, demek insanı dipsiz kuyuya sürükler. Böyle bir iddiada bulunmak için kahrı lütfû vahîd bilmek gerekir. Yoksa yukarıda arz edilen hikaye misali, acziyet içersinde kalıp yapabileceğimiz kulluğu da yapamaz duruma geliriz.
Az eyleme inayetini ehli dertten
Yâni ki çok belâlara kıl mübtelâ beni;
Diyen Fuzûli Hazretleri, başka bir beytinde:
Bende mecnundan füzun âşıklık istidadı var
Âşık-ı sadık benem mecnunun ancak adı var
Eğer, Fuzûli gibi mecnundan daha fazla âşık ve sâdık benim, onunki sadece kuru bir dava diyecek kadar, engin bir ilâhi aşk’a sahip olursak, o zaman belâ gökten yağmur gibi yağarsa, şemsiye zaten kendiliğinden elden düşer, baş da açılır. Bunun için özel bir sabır, gayret, göstermeye de hiç gerek kalmaz.
Şemseddîn Sivasî: “Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli / Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan ?”
Mesnevî clt.1.691: “Vahdete ait sözler ve haller keskin çelik bir kılıca benzer kalkanın yoksa bu sözlerden uzak dur”
Bu tür beyitlerin gerçeği, aşkta yok olmuş vahdet zevkine ulaşmış Hakk âşıklarına mahsustur. Biz gibi âcizlerin yapması gereken tek şey: Cümle dertlerin devâsı, çâresizlerin çâresiyiz diyen, Hakk âşıklarının yoluna düşüp o yolun tozu topağı olmaktır.
Elbette bu hâl yolun başıdır. Fakat onun rahmet kapısına sığınıp, aman Yâ Râbbi aman demeden rıza kapısına da yol vermezler.
Yaman Dede:
Aman lafzı senin ismi şerifine müsavidir,
Anın içün âşıkın zikri “Aman”dır Ya Rasulallah!
Herkeste bilir ki; ilk, orta, lise, bitmeden çeşitli imtihanları geçmeden Üniversite kapısına varılmaz. Dereler önce çağlayarak akar, ummana ulaşınca sesi kesilir. Fakat onun bu çağlayışındaki hasret ve muhabbet sesi de insanlara şifâ ve huzûr verir. Rıza kapısına varıncaya kadar, Yakûb olup ağlayıp inlemekten başka bu derde çare bulunmaz.
Derd-i Hak-ka tâlib ol dermân irem dersen,
Mihnetlere râgıb ol âsâne irem dersen,
Aşk yolu belâlıdır her kârı cefâlıdır,
Cânından ümidin kes cânâne irem dersen.
Öd yak sineni çâk et su gibi özün pâk et,
Yüzün yere sür hâk et ummân irem dersen.
Bu yol bil andan gel deryâyı bul andan dal,
Ka’rına erüp el sal dürr-i kâna irem dersen.
Pirinle olan ahdi güt nen var ise ko git,
Bildiklerini terk et irfân irem dersen.
Sabretmede Eyyûb ol, gam çekmede Yâ’kub ol,
Yûsuf gibi mahbub ol Ken’âna irem dersen.
Terk et kuru dâvâyı hem ucb ile riyâyı,
Mısrî ko sevdâyı Sübhân’a irem dersen. ( Mısrî Niyâzî Dîvânı Şerhi sy.189 )
Mesnevî clt.2.3146: “Hiçbir tesbih sabır derecesine ulaşmamıştır. Sabret ki, sabır neşenin ferahlığın anahtarıdır.”
“Dertsiz kedersiz olmayı istemek Enel Hakk demeye benzer” Böyle bir sözü söyleyecek ne bir aşk-u muhabbete, nede dar ağacına çıkacak cesârete sahip olmadığımız göre, sabretmeyi gerektirecek her hangi bir olay karşısında izlenecek en güvenilir yol; İbrahim Halilullah gibi “Hasbiyallahü ve nimel vekil” demektir. Yâni, Cenâb-ı Hakk bana vekil olarak yeter diyerek, sadece onun dergahına yönelmektir. Çünkü olaylar karşısında sabır göstermek, yine onun yardım ve inayetiyle olur. Nefsimizle baş başa bırakıldığımız da derûn-i dilde nice kıyametler kopar.
Hz. Eyyub, ilâhi takdir gereği başına gelen belâlara nasıl güzel bir sabırla tahammül gösterdiğini düşünerek, bu halinden dolayı gönlünde bir hoşluk, bir güzellik hissetmiş. Aynı anda; Cenâb-ı Hakk’ın kullarına sevgisinin, muhabbetinin, şefkat ve merhametinin çok açık bir delili olan emsalsiz bir hitâb: “Ey Eyyüb kendi sabrını gördün, biraz sana o sabrı vereni de gör”
Mesnevî clt.5.21200: Değirmen taşının dönüşünü görünce, o taşı döndüren suyu da gör. Havaya yükselen tozu toprağı görüyorsun, tozu toprağı havalandıran estiren rüzgarı da gör. Düşünce tencerelerinin kaynadığını görüyorsun; aklını başına al da, ocağı kaynatan ateşi de gör.
Cenâb-ı Hakk; Eyyüp Peygambere ihsanlarını hatırlatırken ben senin her bir kılına bir sabır verdim dedi. Ey Eyyüp kendine gel de, sabrına bu kadar bakma, sabrını gördün, bir de o sabrı sana vereni de gör !!!
Ne zamana kadar dolabın dönüşünü seyredeceksin ? başını çevir de şu hızla akıp giden suyu da gör.
İlâhi takdir gereği, insana ulaşan belâ, dert, keder, içindeki sabrıyla birlikte tecelli eder. Merhamet sahibi güzel Rabbımız; asla kulunu o dert ile baş başa bırakmaz. Lütfedilen herhangi bir belâyı, kul, sabır ve sükût ile karşıladığı takdirde deva olarak da kendi aşk-u muhabbetini bağışlar. Hz.Mevlânâ’nın: “Korkma ! herkes seni tek etse O terk etmez.” Başlıklı insanın içine inşirâh veren çok güzel bir gazeli vardır. Bu sözlerin en büyük kaynağı Hz. Eyyüb ile Hz. Yusûf’un hayatıdır.
Aşkta kanun imiş âşıklara cevr eylemek
Âşık oldur kim cefâ-yı yâre sabretmek gerek” Adile Sultan
Mearic Sûresi 5 âyette şöyle buyrulur: “Şu halde, güzel bir sabır göstererek sabret” Demek oluyor ki, sabretmenin de bir güzeli çirkini var.
Âyette sözü edilen güzel güzel sabretme ancak, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslimiyetle mümkün olur. O nedenle Ankebut Sûresi, 59, Nahl sûresi 42, ve daha bir çok âyetlerde, Müminlerin belirtisi şöyle ifade edilir: “Onlar, sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.” Bu nedenle sabır mümin için zorlanarak yaşanan bir ahlak özelliği değil, aksine gönül rızasıyla, hoşnutlukla yaşanan ve zevk alınan bir ibâdet şeklidir.
“Tevekkülsüz sabır kişinin kendi kendine zulmetmesi, tevekkül içinde sabır ise yaşadığı olayı zevk etmesidir”
Sabır konusun da en büyük örnek, geçmiş peygamberlerin hayatıdır. Tüm peygamberler ve onların ümmetlerinin başına gelenler bizlere rehberlik edip yol göstermektedir. Bakara sûresi 214 âyette: “Yoksa sizden önceki ümmetlerin başına gelenler sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz?”
Cenâb-ı Hakk yerine getirilmeyecek bir sözü söylemez. Hiç şüphesiz önceki ümmetlerin başına gelenler bizimde başımıza gelecek. Bunlardan kaçıp kurtulama çareleri aramak, azrailden kaçan adamın haline benzer. Muhammed ümmeti olmanın en büyük lütfû keremi ahir vakitte gelmektir. Bu sebepten dolayıdır ki; Peygamber Efendimiz kendi ümmeti için “Ümmet-i merhûme” diye buyurmuştur. Yâni merhamet edilmiş ümmet. Bu ilâhi lütfûn mahiyetini Peygamber Efendimiz şöyle açıklamıştır: ”Bizden önceki ümmetler yaşanabilecek her şeyi yaşadı, benim ümmetime sadece onlara bakıp ibret almak kaldı” Bir ümmet için bundan daha büyük bir lütf-û kerem olabilir mi ? Bunca rahmet içersinde bile bizden önceki ümmetlerin hallerinden ibret almaz, gidip aynı çukura düşersek, o zamanda “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu ?” âyeti tecelli eder. “ Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu ? Ancak gönül ve akıl sahipleri düşünüp ibret alır” (Zummer 9)
Mantuk-al tayr sayfa 14-15: “Bu yola düşenlerin hepsi canlarını hasretin ta kendisine salmışlar, yanıp yakılmadalar, canlarına acizlik ve hayret yoldaş olmuş.
Önce bir bak hele Ademin başına neler geldi, nice zamanlarca yasa mateme düştü. Neler çekti ! neler !
Sonra âlemi tufana veren Nuh’a bak.
Binlerce yıl kafirlerden neler gördü neler !
Sonra aşka düşen mancınığa binen ateşi yurt edinen İbrahim’e
Nefsi sevgilinin yolunda kurban olan İsmail’e
Belâlara uğrayan, oğlunun derdiyle gözleri ağaran, başı dönmüş Yakub’a
Kulluk eden, kuyuya atılan, zindanlara habsedilen Yusûf’a ve Pâdişahlığına bak
Sonra sitemler çeken, kurtların derdiyle kapı önünde kalan Eyyub’u
Yolunu yitirip ayrı düşerek bir zaman balığın karnını yurt edinen Yunûs’u
Dünya’ya gelir gelmez, beşiği tabut, dadısı Firavun olan Musa’yı
Ciğerinin hararetiyle ateşi mum gibi eriten Davud’u gör
Derken tahtını yel götüren, herkesi hükmü altına alan, fakat sonunda saltanatı yellere giden, yerini develer tutan Sultan Süleyman’a bak.
Gönlü coşup köpüren, başını testere kestiği halde susup duran Zekeriya’yı
Bir topluluk önünde leğen önündeki mum gibi zari, zari başı kesilen Yahya’yı
Darağacından kurtulup, Yahudilerden kaçan İsa’yı gör.
Sonra Peygamberlerin ulusuna bak. Kafirlerden ne cefalar gördü, ne cevirlere uğradı.
Sen bu işi kolay mı sanıyorsun ? bu yolda en adi, en basit şey can vermektir.”
Bir şeyi bilmenin alâmeti o bilgi ışığıyla bakıp, görüp, ibret almaktır. Önünde sayısız örnekler varken, aynı hata ve yanlışta ısrarlı olmak, bilmediği için gaflete düşenin hâlinden elbette farklı olur. Önceki Peygamberler ve ümmetlerinin başına gelenler, bizler için çok tehlikeli bir sahrada huzûr ve güvenle gideceğimiz yol işaretleri gibidir. Hz. Mevlânâ, geçmişinden ders almayan kişileri, tek gözlü şeytan olarak tasvir ederek, ancak hayvanlar geçmişten ders almaz diye buyurmuştur.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri de şöyle der: “Kur’an da yer alan kıssaların, örneklerin, hikmetlerin ve hükümlerin insan nefsine yönelik olarak anlaşılması gerekmektedir. Çünkü âfakta var olan her şey insanın enfüsünde de vardır. Bunları kendi içinde bulup yaşamadıktan sonra Kur’an da bahsi geçen, Adem, İblis, Musa, Firavun kıssalarını bilmenin sana ne faydası olacak ”
Elbette çok yerinde doğru bir söz. Zaten söz konusu kıssaları hikaye gibi okuyup geçip gittiğimiz için, kendi dinimizi yeterince doğru düzgün yaşamaktan mahrum oluyoruz.
Peygamber kıssalarını kendi beden evimizde nasıl bulabiliriz ?
( Bir sonraki sohbetimizde bu sorunun cevaplarını hep birlikte zevk etmek niyazıyla aşk içinde hayırlara karşı olunuz)