12 Havariye Tuzak…- Şefik Can

A+
A-

12 Havariye Tuzak…

Hazret-i Mevlânâ’dan: Yahudi Padişahın Hikâyesi

Şefik Can

Yahudiler arasında, Îsâ düşmanı ve hıristiyanları öldüren zâlim bir hü­kümdar vardı.

Halbuki peygamberlik zamanı ve nöbeti Hz. Îsâ’ya gelmişti. Mûsâ devri geçmişti. Öyle olmakla beraber o Mûsâ’nın, Mûsâ da onun rûhu gibi idi. O şaşkın pâdişah, Mûsâ ile Îsâ’yı birbirinden ayrı sandı.

Pâdişahın sapık ve hileci öyle bir veziri vardı ki, hile ile akan suyu bile düğümlerdi. Bu vezir birgün pâdişâha dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını kurtarmak için, dinlerini pâ­dişahtan gizlerler. Bu sebeple bu kadar çok hıristiyan öldürme, çünkü, öldürmede fayda yoktur. Din misk ve öd ağacı değildir ki kokusu çıksın. Din, yüzlerce kılıf içinde gizlenmiş bir sırdır. Dışı seninle uyum halin­dedir. Sana benzer. Ama içi seninle çekişmede, sana uymamaktadır.”

Pâdişah vezire sordu ki: “O halde ne tedbir alalım? Bir yalan ve hile olan hıristiyanlığın yayılmasını nasıl önleyelim? Ne yapalım ki, dünyada hıristiyanlığı açığa vuran veya gizleyen bir hı­ristiyan kalmasın.”

Vezir dedi ki: “Ey pâdişahım, sen bana kızmış, gazap etmiş görünerek emir ver, kulağımı, elimi kestir. Burnumu, dudağımı yardır. Ondan sonra beni dar ağacına göndert. Tam o sırada bir şefaatçi sen­den suçumun bağışlanmasını niyâz etsin. Sen bu işi, dört yol ağzı bir yerde, tellâl çağırılan kalabalık bir pazarda yaptır. Ondan sonra da beni yanından uzaklaştır, uzak bir şehre sür ki ben orada hıristiyanlar arasına şer ve fitne, karışıklık salayım. Ben onlara diyeyim ki: ‘Ben de hıristiyanım ama, dinimi gizli tuta­rım’. Ey sırları bilen Allah’ım, sen benim gönlümü, inancımı biliyorsun. Pâdişah benim hıristiyan olduğumu anladı. Yahudilik taassubu yü­zünden beni öldürtmek istedi. Ben de dinimi pâdişahtan gizlemek, onun dininden görünmek iste­dim. Pâdişah, benim sırlarımı yine anladı. Sözlerim onun yanında kusurlu gö­ründü. Dedi ki:

“Senin sözlerin, içinde iğne bulunan ekmek gibidir. Benim gönlümden, senin gönlüne pencere var. Ben o pencereden senin halini gördüm, onun sözlerine inanmam.” Eğer Îsâ’nın rûhâniyeti bana yardım etmeseydi, pâdişah yahudilik gayreti ile beni parça parça ederdi. Îsâ uğruna canımı, başımı veririm ve bunu canıma yüz binlerce minnet sayarım. Îsâ’dan canımı esirgemem. Fakat Onun dinine dâir iyiden iyiye bilgim vardır. Hıristiyanlara yararlı olmak için ölmek istemiyorum. O pâk dinin, bilgisizler arasında kalıp yok olmasından üzülüyorum, hayıflanıyorum.  Allah’a ve Îsâ’ya şükür ki, biz bu hak dinin yol göstericisi olmuşuz. Belimize hıristiyanlık zünnarını bağladığımızdan beri, yahudilikten kurtulduk. Ey insanlar, devir Îsâ’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan ve gönülden dinleyiniz.”

Vezir, bu hileyi, pâdişaha sayıp dökünce pâdişah’ın gönlünden endi­şeyi giderdi. Pâdişah, vezirin dediği, istediği şeyleri yaptırdı. Halk, vezirin başına gelen acıklı hallerden, bu gizli ve hileli işlerden dolayı şaşırıp kaldı. Veziri, hıristiyanların bulunduğu memlekete sürdü. O da gittiği yer­lerde halkı dine dâvete başladı. Yüz binlerce hıristiyan azar azar onun etrafına toplandı. Vezir onlara, gizlice, İncil’in, zünnarın ve namazın sırlarını anlatıyordu.

Vezir, görünüşte din vâizliği yapıyordu ama, bâtında, hakîkatte o, kuşu avlayanların ıslığı ve tuzağı gibi idi. Hıristiyanlar tamamiyle o vezire gönüllerini verdiler. Esasen câhil kişileri bir şeye inandırmak zor değildir ki… Gönülleri, vezirin sevgisi ile doldu, taştı. Onu Îsâ’nın vekili sandılar. Halbuki o vezir, hakîkatte, tek gözlü mel’un Deccal idi. Ey yardımcı­ların en güzeli olan Allah, feryadımıza yetiş!

O imansız vezir, âdetâ, badem ezmesi içine, sarımsak saklar gibi hile ile din nasihatçılığı yapıyordu. Hıristiyanlar arasında zevk ve anlayış sahibi olanlar, vezirin tatlı sözleri arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir çok mânâlı, nükteli sözler söylüyordu, fakat o sözler, içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti gibi idi. Sözünün dış yüzünden; “Hakk yolunda gayretli ol, çabuk ol.” mânâsı çıkıyordu. Hakîkatte, çalışıp da ne yapacaksın, tenbellik et, keyfine bak dediği seziliyordu. Vezirin sözleri, anlayışlı ve zevk sahibi olmayanların boyunlarına birer halka olup geçiyordu.

Vezir, altı sene yahudi pâdişahtan uzak kaldı ve bu müddet içinde Îsâ ümmetinin âdetâ sığınağı oldu. Bütün hıristiyanlar dinlerini de, gönüllerini de ona verdiler. Herkes onun emri ile seve seve ölüme atılıyordu.

Pâdişahla vezir arasında haberleşmeler vardı. Pâdişah, gizlice, ona, gö­nül alıcı vaadlerde bulunuyordu. Vezire; “Ey benim değerli ve makbul vezirim. Vakit geldi, çattı. Artık, gönlümden bu dert çıksın gitsin” diye mektup yazdı. Vezir de ona; “Pâdişahım, ben şu anda, Îsâ dininden olanlara fitneler fesadlar salmaktayım.” diye cevap verdi.

O devirde Îsâ dininden olanları yöneten on iki emîr vardı. Her fırka, bu on iki emîrden birine uymuş, faydalanmak için ona kul köle kesilmişti. Bu on iki emîr ile onlara uyanlar, o soysuz vezirin tuzağına düşmüş­lerdi. Onların hepsi de onun sözüne inanıyor, hepsi de, onun gidişine ayak uyduruyordu. Öyle inanmışlar, öyle bağlanmışlardı ki, vezir, öl dese emîrlerden her biri, hemen onun önünde can verirdi.

Vezir, her emîrin adına ayrı bir tomar hazırladı. Her tomarda bulunan yazılar, meslek ve mezheb yönünden bambaşka idi.

Birbirini tutmu­yordu. Bu tomarların her birindeki ayrı hükümler, emirler bir başka çeşitti. Her hüküm, baştan sona, ötekinin hilâfı ve zıddı idi. Her emir, öteki to­mardaki emre aykırı idi.

Tomarın birinde riyazet ve açlık yolunu, tevbenin esası, Allah’a dönü­şün şartı saymıştı. Diğer tomarda, hak yolunda riyazetin bir yararı yoktur. İnsan ancak cömertlikle Hakk’ı bulur, demişti. Başka birisinde ise, sen aç durmakla veya cömert olmakla, Allah’ına şirk koşmuş olursun, denilmekte idi.

Gamlı olduğun zamanda da, esenlik çağında da tam mânâsıyla Allah’a teslim olmaktan başka her şey hile ve tuzaktı.

Tomarın birinde denmişti ki: “Kulun yapması gereken şey, hizmet ve ibâdettir. Yoksa ibâdetsiz bir tevekkül ve teslimiyet fikri suçtur.” Allah’ın bize; “Şunu yap, bunu yapma.” diye emredişi, biz bunları yapalım veya yapmayalım maksadı ile değildir. Bize bizim aczimizi, zaval­lılığımızı bildirmek için verilmiştir.  Böylece bu emirlerle, aczimizi, beceriksizliğimizi görelim, bilelim de bu acz zamanında Hakk’ın kudretini daha çok anlayalım, diye düşünül­müştü. Tomarın birinde ise; “Aczini görme, kendine gel, aklını başına al, çünkü kendini âciz görmek, Allah’ın verdiği ni’meti görmemek, ni’mete kâfir olmaktır.  Kendi gücünü, kudretini gör, çünkü güç de, kudret de ondandır. Kendindeki yapma gücünü Allah’ın bir ni’meti bil.” denmişti. Başka bir tomarda ise; “Bu ikisinden de, yâni kendini her bakımdan âciz görmekten veya kendinde Hakk’ın kudretini bulmaktan vazgeç. Çünkü tevhid yolunda, göze görünen her şey bir puttur.” denmişti.

Tomarın birinde de, “Şu görüş mumunu söndürme, çünkü bu görüş, bu nazar erenler meclisinin mumudur, nûrudur, diye yazılmıştı. Dikkat et, kemale ermeden, eğer nazardan, görüşten, hayâlden, istid­lâlden vazgeçer isen, vuslat gecesinin yarısında mumu söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun.” Bir tomarda da; “Yarattıklarına bakarak, Allah’ı dışta arama, korkma, görüş ve istidlâl mumunu söndür, söndür ki, karşılığında yüz binlerce mânevî nazar, görüş bulasın. Çünkü dışta yanan görüş mumu söndürülünce, içteki can mumunun nûru artar. Aşkın acılarına sabrettiğin için, Leylâ, sana Mecnun olur. Kim zâhidliğe kalkışır da dünyayı terk ederse, dünya ona daha çok yaklaşır, daha çok kendini gösterir.” diye yazılmıştı.

Tomarın birinde şöyle deniliyordu: “Allah, sana her ne ihsan etti ise, her ne verdi ise, yaratırken, onu sana sevdirmiştir, tatlılaştırmıştır. Sen de onu al, çünkü, Cenâb-ı Hakk, onu sana kolaylaştırmıştır, hoş bir hâle getirmiştir. Onu tatlılıkla kabul et, kendini zahmete sokma.” Tomarın birinde ise şöyle yazılmıştı: “Senin olanı, kendine âit olanı terk et, çünkü senin tabiatının beğendiği şey iyi değildir.”

Görmüyor musun? Birbirine aykırı düşen yollar, insanlara kolay gö­rünmüştür de herkes kendine bir din seçmiştir. O din, o kişiye can ke­silmiştir. Eğer Allah’ın kolaylaştırdığı yol, doğru bir yol olsaydı, her yahudi, her ateşe tapan, Allah’tan haberdar olur, Allah’ı tanırdı.

Tomarın birinde de; “Allah’ın kendine varan yolu kolaylaştırması de­mek, o yolun rûha gıda, gönle hayat oluşudur. İnsanın nefsinin zevk sandığı şeyler, gelip geçicidir. Çorak yere ekil­miş tohum gibidir. Bitmez, meyve vermez. Ondan elde edilecek mahsul pişmanlıktır. Kârı da zarardan başka bir şey değildir.” denilmişti.

Tomarın birinde; “Bir yol gösterici, bir mürşid bul, akıbeti, sonu gör­me gücünü, şunun bunun soyundan gelmekte ve bununla övünmekte bulamazsın.” denmişti. Başka bir tomarda ise; “Aslında mürşid sensin, çünkü mürşidin mürşid olduğunu, ancak sen bilirsin, sen tanırsın. Adam ol da, başkalarına tabî olma. Yürü, kendi yolunu kendin seç. Mürşid bulmak arzusu ile şaşırıp kalma.” diye yazılmıştı.

Başka bir tomarda ise; “Aslında bu ayrılıkların, bu çoklukların hepsi de birdir. Biri iki gören kişi şaşı bir zavallıdır.” deniyordu. Bir diğer tomarda da; “Yüz sayısı nasıl olur da bir sayılır, böyle düşü­nen delidir.” denmişti.

Bu sözlerin her biri diğerine ters düşen, zıt düşen bir sözdür. Şekerle zehir bir olabilir mi? Şekerden de zehirden de vazgeçmedikçe, sen Vahdet Gülzarı’ndan nasıl koku alabilirsin? Îsâ dininin düşmanı olan vezir, on iki tomara, işte bu çeşit yazılar yaz­mıştı. O vezir, Îsâ’daki vahdeti, renk birliğini idrâk edememişti. Ve Îsâ’ nın mânâ köyündeki huydan da, bir huy edinememişti. Vezir de pâdişah gibi bilgisizdi, gafildi. Bu yüzden Kadîm olan, kendisinden kaçmaya imkân bulunmayan Hakk’la pençeleşmeye kalkıştı. O, bir anda içinde bulunduğumuz âlem gibi yüzlerce âlemi yoktan var edecek bir Hakk’la uğraşıyordu.

Vezir kendiliğinden başka bir hileye baş vurdu. Vâ’z ve nasihatı bıraktı, halvete çekildi. Halvette kırk elli gün kadar kalıp, müridlerini ayrılık ateşine yaktı. Halk onun insana huzur veren halinden, güzel konuşmalarından, sohbet zevkinden ayrı düştükleri için deli divâne oldu. Müridler diyorlardı ki: “Sensiz, bizim için hidayet nûru yoktur. Sopasını tutup yol gösteren biri olmayınca körün hali nice olur? Allah aşkına, büyüklüğünün başı için, bize ikrâm ve ihsanda bulun, bizi daha fazla kendinden ayırma. Biz çocuklar gibiyiz, sen bizim dadımızsın. Terbiye ve irşad gölgeni, başımızdan eksik etme.”

Vezir dedi ki: “Rûhum dostlarımdan uzak değildir. Fakat halvetten çıkmama izin yoktur.”

Hıristiyan emîrleri şefaat dilemek, müridler de nefislerini kötülemek, suçlarını i’tiraf etmek için vezirin yanına geldiler. “Ey kerem sahibi!” dediler. “Biz, ne bedbaht kişileriz ki, senden ayrı düşünce, her şeyimizi kaybettik; gönülden de, dinden de yetim kaldık. Sen halvetten çıkmamak için bahaneler buluyorsun, bizimse, dertli yüreğimiz yanıyor da, soğuk soğuk ah edip duruyoruz. Biz senin güzel sözlerine alışmışız, hikmet sütünü içmişiz. Allah aşkına, bize bu cefada bulunma, lutfet, ihsan et. Bugün yapacağın iyiliği yarına bırakma.”

Vezir dedi ki: “Aklınızı başınıza alınız, ey dedikodu düşkünleri, ey dilin söylediklerinde, kulağın duyduklarında hikmet ve nasihat arayan­lar. Şehvet duygusunun kulağına pamuk tıkayınız. Yâni, süflî, aşağı duy­gulara âit sesleri duyan, şu görünen baş kulağınızı sağır hale getiriniz ki, can kulağınız açılsın da, Hakk’ın, hakîkatin sesini duyabilesiniz. Gözü­nüzden de, dünya sevgisi bağını kaldırıp atınız… Aslında şu görünen baş kulağımız, can kulağımızın pamuk tıkacıdır. Bu sebepledir ki baş kulağımız tıkanmadıkça, can kulağımız sağır olarak ka­lacaktır. Nefsanî duygulardan uzak, âdetâ duygusuz kalın, sağır olun, düşün­

cesiz bir hâle geliniz ki Hakk’ın; ‘Rabbine dön’ hitabını işitebilesiniz. Sen, uyanık kaldıkça, uyanıklık dedikodusu ile uğraştıkça, uykuda gizlenen rüyâlardan, rüyâlardaki konuşmalardan nasıl mânâ kokusu alabilirsin? Görünen âlemin sırlarından nasıl haberdar olabilirsin?”

Müridlerin hepsi de dediler ki: “Ey bizden kaçmak için bahane ara­yan hekîm, bu hileyi, bu cefâyı bize yapma. Senin sözün, şeytanı susturur, ağzından çıkan kelimeler, kulaklarımızı akılla doldurur. Sen olmayınca, gökyüzü bile bize karanlıktır. Ey mânevî ay, sana nis­betle şu gökyüzü kim olabilir? Gökler, görünüşte çok yüksektir. Fakat mânevî yükseklik, yücelik, tertemiz olan rûhlara mahsustur.  Görünüşteki yükseklik, cisimlere âittir. Cisimler ise mânâya nisbetle isimlerden ibârettir.”

Vezir, müridlerine dedi ki: “Sözü uzatmayınız, öğüdümü canla ve gö­nülle dinleyiniz. Bana inanıyor ve güveniyorsanız, ben emîn isem, emîn olan kişi suç­lanmaz, ben yeryüzüne gök desem, bu böyledir, benden şüphe edilmez. Eğer ben, kemal sahibi isem, kemali neden inkâr ediyorsunuz? Kemal sahibi değilsem, bu zahmet, bu azar neden? Ben, bu halvetten çıkmayacağım, çünkü ben, burada içime kapanmış, gönül ahvali ile meşgulüm.”

Müridlerin hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, biz, senin kemalini inkâr etmiyoruz. Bizim sözümüz ağyar sözüne benzemez. Senden ayrı düştüğümüz için, gözlerimizden yaşlar akmada, canımızın tâ içinden, ahlar, eyvahlar coşup durmaktadır.”

Vezir içerden seslendi de dedi ki: “Ey müridler, şunu bilmiş olun ki, Hz. Îsâ’dan bana, bütün dostlarından ve yakınlarından ayrıl, tek başı­na kal…’ diye haber geldi. Yüzünü duvara çevir, yalnız başına otur. Hatta, kendi varlığından, benliğinden, benlikten bile uzaklaş, halvet et. Bundan sonra, bana konuşmaya izin yoktur. Bundan sonra benim, dedikodu ile de işim gücüm kalmamıştır. Dostlar, Allah’a ısmarladık. Artık ben öldüm. Varımı yoğumu dördün­cü kat göğe taşıdım. Böylece istedim ki, dünyanın ateşle dolu derinliklerinde bir odun gibi zahmetler ve meşakkatler içinde yanmıyayım. Bundan sonra dördüncü gökte, Hz. Îsâ’nın yanında oturacağım.”

Sonra, vezir, bütün hıristiyan emîrlerini, birer birer çağırdı, her biri ile  ayrı ayrı görüşüp, konuştu. Herbirine dedi ki: “İsâ dininde, Hakk’ın vekili benim ve benim ha­lifem de sensin. Öbür emîrlerin hepsi de sana uymak zorundadırlar. Îsâ onların hep­sini sana tâbi’ kılmıştır. Hangi emîr aksilik yapar, sana uymazsa, onu yakala, ya öldür, yahud esir et. Ama, ben sağ oldukça, bu söylediklerimi kimseye söyleme, ben öl­medikçe de bu reisliğe istekli olma. Ben hayatta kaldığım müddetçe bu sırları hiç açıklama, pâdişahlık dâvâsına kalkma, bir çok şehirleri elde etmek sevdasına kapılma. İşte şu tomarı al, onda bulunan, Îsâ dininin hükümlerini ümmete açık bir dille, bir bir oku.”

O emîrlerden her birine, ayrı ayrı olarak; “Hakk dininin senden başka vekili yoktur.” dedi. Emîrlerden her birini, birer birer ta’ziz ve takdis etti. Birine söyledik­lerini aynen ötekilerine de söyledi. Böylece her birine bir tomar verdi. Her tomarda yazılı olanlar, öbü­rüne aykırı idi. “Elif”den “ye” harfine kadar, nasıl harflerin şekilleri birbirine uymuyorsa, o tomarlardaki yazılar da, birbirine uymuyordu.

Bundan sonra vezir, kırk gün daha kapısını kapadı. Sonra da kendini öldürüp, varlığından kurtulup gitti. Halk, onun ölümünü duyunca, mezarının başı bir kıyamet yeri oldu. Onun yası ile halk, saçını, sakalını yolarak ve elbisesini yırtarak meza­rının başına öyle bir yığıldı ki… Arab’dan, Türk’den, Rum’dan, Kürd’den oraya toplananların sayısını ancak Allah bilirdi. Onun mezarının toprağını başlarına saçtılar, onun derdini kendilerine derman bildiler. Kabri başında bir ay oturup mâtem ettiler, gözlerinden kanlı göz yaş­ları akıttılar.

Bir ay geçtikten sonra halk dedi ki: “Ey emirler, vezirin yerine, sizler­den kim geçecek? Onu bilelim, vezirin yerine ona uyalım. Ona candan bağlanalım, elimi­zi de eteğimizi de onun eline teslim edelim. Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı. Onun ye­rine bir çerağ uyandırmaktan başka çare yoktur. Sevgili, göz önünden kaybolunca, bize onun yerini tutacak bir arma­ğan gerekir. Gül mevsimi geçip de, gül bahçesi harap olunca, gül kokusunu nere­den koklayabiliriz? Gül suyundan…”

Emîrlerden biri ileri atıldı. O vefalı insanların yanına gitti ve dedi ki: “İş­te o zâtın vekili, hatta bu zamanda Îsâ’nın halifesi benim… İşte şu tomar, ondan sonra benim vekil olacağımın belgesidir, şâhididir.”

Başka bir emîr de pusudan ortaya çıktı. O da vekillik dâvasına girişti. O da koltuğunun altından bir tomar çıkardı, gösterdi. Derken ikisini de, bir çıfıt öfkesi sardı. Diğer emîrler de, birer birer ortaya çıktılar, keskin kılıçlarını çektiler. Her birinin elinde bir kılıç ve bir de tomar vardı. Sarhoş filler gibi birbirine düştüler. Yüzbinlerce hıristiyan öldürüldü. Kesik başlardan, tepeler meydana geldi. Sağdan soldan kan selleri aktı. Bu savaş yüzünden havaya dağlar gibi tozlar kalktı. Vezirin ektiği fitne tohumları, başlarına âfet kesildi. (Mevlânâ, Mesnevî, 325-700 arasındaki beyitler.)

* * *

Mesnevî şârihleri, bu hikâyenin kaynağının Kısâs-ı Enbiyâ ve Ahd-i Atîk olduğunu ve hikâyenin kahramanının Pavlos (Polos) olduğunu yazıyorlar. Fakat Hz. Mevlâna bütün dinlerin esas itibariyle vahdet üzerine kurulduğunu ve peygamberlerin aralarında fark bulunmadığını anlatmak için bu hikâyeye, kendi mübârek hayaline göre yeni bir şekil vermiştir. Hz. Mevlâna’nın görüşleri hep Kur’ân esasına dayandığı için bu hikâyede de bilhassa şu âyetlere işâretler vardır:

“Onlar, dinlerini parçaladılar. Bölük bölük oldular. Her gurup kendi inancı ile sevin­mekte ve ferahlamaktadır”

(er-Rûm, 32)

“De ki, ey Kitap Ehli, geliniz aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah’a kulluk ede­lim. O’na hiç bir eş, ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp birbirimizi Rab edinmeye­lim” (Âl-i İmrân, 64).

“Biz, Allah’ın peygamberlerinin hiç birisinin arasında fark görmeyiz” (el-Bakara, 285). n

 

https://www.altinoluk.com.tr/12-havariye-tuzak.html