1000 – 1999
1000, Gönüldeki aydınlık karanlığa döndü; beden sağlığı, rahmete, arıklılığa dönüştü,
Kıskançlık yüzünden, bütün halka ibret olsun diye kem göz değdi,
Din yolunda korksunlar, lanetlenmiş İblis’ten emin olmasınlar,
Çekinmelerine, kulluklarına dayanmasınlar, ibâdetlerinden dolayı sevinmesinler diye bu hâle döndüler,
Onlar, kullukta deniz kesilmişlerdi ama hepsinin de korkup bir kurtuluş aramaya düşmeleri gerekti,
Bu yolu acze bürünerek aşmaları lâzımdı; uyanıklığı elden bırakmamalıydılar,
Kılavuzsuz bir adım bile atmamalıydılar; onun eteğini ellerinden salmamalıydılar,
O şarap, onları sevindiriyordu ama aptallıklarından da buna inanmaları gerekmezdi,
O topluluğun halini hatırlamalıydılar; korkuları her solukta artmalıydı,
Onlara Haklan yüzlerce ihsan gelse bile kaza tuzağından emin olmamalıydılar,
1010, Güç-kuvvet onları ağlatmalıydı; ibâdetten kalmamalıydılar,
Nimete eriştiler mi yoksullaşmalıydılar; zevk ve neşe çağında da gamlı bulunmalıydılar,
Nazara uğramaktan gece – gündüz korkmalıydılar, feryâd etmeliydiler,
Hele ey geceleri uyumayan zahitler; hele ey sözleri güzel bilginler;
Hele ey yol alan ihtiyarlar, gençler; hele ey eşsiz gerçekler;
Hele ey o huzurun kulları; hele ey o devleti isteyenler;
Hele ey cihandan geçenler; böylesine amansız bir tuzaktan kurtulanlar;
Hele ey tertemiz gelenler; herbiri avlamşta alıcı doğana dönenler;
Hele ey halka aldırış etmeyenler; hele ey eski-püskü bir hırkayı yeter bulanlar:
Hele ey yemeden – içmeden doyanlar; hele ey bu çeşit ormanda herbiri bir arslan kesilenler;
1020, Hele ey kendilerine ateş, gül gibi güzel, taze ve hoş gelenler;
Hele ey tufan bile kendilerine yol alınacak bir köprü kesilenler,
Hele ey beden bakımından iri oldukları hâlde hafıfleşenler, havada uçanlar,,,
Evet, bunlar bile bu yolu korka – ürke almalıydılar ki o padişahın yüzünü görsünler,
Değil mi ki can düşmanınız Şeytan; insan olanın emîn olmaması gerekti,
O, küçük, mühimsenmeyecek bir düşman değildir: korkun,, Onun düzenini yolculara sorun,
O, yağmalamak için bizim gibi yüzbinlercesine kastetmiştir,
Asıl atamız olan, her inananın, her çekinenin atası bulunan Âdem bile;
Peygamberler, erenler, ister Mısır’dan, ister Irak’tan, ister Rey’den olsun, O’nun soyundanken;
Allah Halîfesi olduğu, her meleğin kendisine canla – başla secde ettiği hâlde,
1030, Böylesine bilgi sahibi tertemiz Adem’e, böylesine dosta, vefalı yol kılavuzuna bile,
Düzenler kurdu da sonunda onu, konaklanacak bir yurt olan cennetten çıkardı,
Gizlendiği yerden, ahdı-mîsâkı bir meze gibi sundu; baldan önce buğday gösterdi ona,
Kuş avlar gibi onu avlamak için tuzağı yemin altına gizledi,
Ona böyle yaparsa, bir sivrisinekten daha âciz olan sana ne yapmaz; bir düşün; ne diye mağrur olursun ki?
O, Âdem’e de, çocuklarına da düşmandır; nerde o kişi ki Şeytan, onu perişan etmemiş olsun?
Şemseddîn bunu, o topluluğun gene kinle dolduğunu anladı, bildi,
O sevginin, gönüllerinden uçup gittiğini, kalblerinin o gül bahçesine düştüğünü,
Akıllarının, nefis ve istek esiri olduğunu, inananların hevâ ve heveslerine uyup gavurlaştıklarım,
Pis nefislerinin kaynayıp coştuğunu, gene o padişahı ortadan kaldırmaya uğraştıklarım anladı,
1040, Veled’e dedi ki: Gördün ya, azgınlıkla nasıl da birbirlerine solukdaş oldular,
Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ’nm tapısından beni
Ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyor hepsi,
Bu sefer öylesine bir gitmek istiyorum ki hiç kimse benim nerde olduğumu bilmesin,
Aramakta herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak,
Böylece birçok yıllar geçecek de gene kimse izimin tozunu bile göremeyecek,
Bunu anlatmaya kalkışırsam uzar – gider, Ona düşmanlıkları gerçekleşince,
Bu sözleri kaç kereler söyledi; tekrar – tekrar bunu bildirdi,
Derken herkesin gönlündeki keder geçip gitsin diye ansızın herkesin ara y itiverdi,
Birkaç gün görünmez olunca Mevlânâ, dertle feryada başladı,
1050, Bunun üzerine onu, adam – akıllı, her yanda, her yerde aradılar,
Hiç kimse ondan bir haber alamadı; ne kimseye bir koku geldi, ne kimse buldu,
Şeyh, onun ayrılığıyla deliye döndü, başsız-ayaksız Zün-Nûn’a benzedi,
Fetva veren Şeyh, aşkla şâir oldu; zahitti ama meyhaneciye döndü,
Ama üzümden olan şarapla değil; nura mensûb olan can, nur şarabından bir şarap içmez,
XXVIII
Erenlerin şiiri, tamâmiyle tefsirdir, Kur’ânın sırlarıdır; çünkü onlar, kendi varlıklarından yok olmuşlardır, Hak’ladır varlıkları; onların işleri – güçleri, duruşları Hak’tandır; netekim «İnananın kalbi, Rahmân’ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır, dilediği gibi çevirir» buyurulmuştur, Onlar, Allah’ın kudret elinde âlettir ancak; akıllı kişi, âletin hareketini, âletten bilmez, Onların şiirleri , şâirlerin düşünceyle hayâllerle örüp söyledikleri, mübalağalarla yalan-dolan laflardan uydurdukları şiirlere benzemez, Şâirlerin niyetleri, üstünlüklerini göstermek, kendilerini belirtmek içindir; hani puta tapan gibi Putu kendisi yonar, sonra da kendisine mâbııd eder, «Yonduğunuza mı tapıyorsunuz» buyurulmuştur ya, Erenlerin şiirleriyse hırsı terketmekten, nefsi yok etmekten meydana gelmiştir, Öbür şâirler, onların şiirlerini de kendi şiirleri gibi sanırlar, O çeşit şâir, bilmez ki onların işleri de, sözleri de Yaratıcı’dandır; mahlûkun bir ilgisi yoktur, o işlerle şiirlerde, Çünkü onların şiirleri kendilerini değil, Allah’ı gösterir, Bu iki çeşit şiirin örneği şudur: Yel, gül bahçesinden esip gelir, gül kokusu getirir, Ama külhandan eser-gelirse kötü bir koku iletir, Yel birdir ama geçtiği yer yüzünden kokusu başkadır, Kimde koku almak duygusu varsa, ikisinin arasını ayırdeder, «İnanan zekîdir» denmiştir, Birisi sarımsak çiğnese, misk çiğnedim dese de burunlara sarımsak kokusu gelir; ama aksine, misk çiğneyen, sarımsak yedim dese bile karşısındaki misk kokusu duyar,
Âşıkın şiiri tamâmiyle tefsirdir; şâirin şiiriyse gerçekten de sarımsağın verdiği hararetten meydana gelir,
Şâirin şiiri varlık sonucudur; âşıkın şiiriyse hayretten, sarhoşluktan doğar,
Onun şiirinden Hak kokusu gelir-durur; bununkindense Şeytan vesveseleri doğar,
Onun şiirinin parlaklığı yalandandır; bunun şiiriyse doğrudur,
O, her solukta mübalağa yapmaya çalışır; böylece de ağır bir paraya satmak ister onu,
1060, Buysa şiir söylemeye, kafiye bulmaya yönelince çok sözden pek azını söyler,
Onun denizi, söylemeye, dile soluğa sığmaz: sığmaz ama
O soluktan her kör kişinin de gönül gözü açılır
Eseri böyle olan şiiri can gibi çek de gönlüne al;
Al da Allah senden hoşnûd olsun; seni yerden alsın, göğe ağdırsın,
Çünkü bu şiir, Kur’ân’m tefsiridir; ruhun huzurudur; îmânın nurudur,
Şiirleri böyle olanların sözleri, halkı küfürden din yoluna çeker,
Hattâ ondan da öte, herkesi Allah’a ulaştırır; bunun sırrını bil de bir soluk kendine gel,
Onların şiirlerini, herkesin, şiiri gibi okuma, her iki bölüğün şiirini bir sayma,
Bu meyva, cennetten gelmededir; oysa cehennemden kopan bir kıvılcımdır,
1070, Onların şiirleri tümden iksirdir; bu yüzden de bakırın, altın olur; onları canla – başla kabul et,
Bu erlerin övüşleri, Hakk’ı övmektir; çünkü onların gönülleri Hakk’ın çevresinde döner
Onları, dâima Hak över; buna tanık da Kur’ân âyetleridir,
Bütün Kur’ân, onların övgüsüdür; kulluk edenleri, îman ehlini anlıştırır,
Kur’ân, bütün peygamberleri anlatır; Kur’ân’da, erenlerin manevî yakınlıkları anlatılır,
Onların sözleri, hâllerinin sonucudur; onların şiirleri, ululuk ışığıyla dopdoludur,
Ama kendilerine tapanlar, nefis ve Şeytan şarabıyla sarhoşturlar,
Onların bakışları, Allah için değildir; yalandan – dolandan, gösterişten doğmadır,
Böyle aşağılık adamlar, münafıklıkla, pek büyük bir hırsla dolu olan kişiler hakkında,
Neliksiz-niteliksiz Allah, «Şâirlere akılsızlar, ziyankârlar uyarlar» buyurmuştur,
1080, Onların işleri-güçleri, kendilerini göstermektir; dervişlerin sırlarından bir koku bile yoktur onlarda,
Derviş kişi, Allah “dan söyler, kendinden geçmiştir; Allah yolunda koşar-durur,
Çünkü o, kendisinde değildir, Allah yolundadır; bütün hür kişiler, ondan ders alırlar,
O, kendi varlığım yok etmiştir; varlıksız bir halde de yüzünü Allah’a çevirmiştir,
Onların şiirleri nurdan doğar; neşe dünyasından gelir,
Onların şiirlerini, isa’nın afsunu bil; çünkü o şiirlerle ölü, can bulur, dirilir,
Her aşağılık kişi, bu ikisini nerden ayırdedecek? Gönül bilgisinin yolu yoktur ki,
Onca boncuk da birdir, inci de; o bilgisiz, sarraf değildir ki,
Aşıklık, İhlasın sonudur; âşıkların kanları için kısas yoktur,
Aşıkları öldürmek, yaşatmaktır; onların öldürülmeleri; ölüm değildir,
1090, O çeşit öldürülüşe karşılık olamaz; o öldürüş, kârın ta kendisidir, ziyan değil,
Hattâ bu bu suretle düşman nefisten kurtulduğu için âşıkın şükretmesi vaciptir,
Aşıkların öldürülmeleri, yokluktan kurtulmaktır, dosta kavuşmaktır,
Çünkü âşık, bu suretle tümden «La» olup varlığından, benliğinden geçer; tümden, «îllâ» ya ulaşır,
Âşıklar, varlıklarını bırakırlar; boyuna Allah’a yüz tutarlar,
Âşıkların yürüyüşleri böyledir; zahitlerin yürüyüşleriyse kulluğa yönelmektir, hayra gidiştir,
Bu, yüklüdür, oysa yüklenmiş; bu kabul edicidir; oysa kabul edilmiş,
Aşk denize benzer, zâhitlikse katreye; aşk güneştir, zâhitlikse sanki zerre,
Zâhitlik, akılla buraya dek gelir; âşıklıksa, ey arayan, seninle beraber gelir – durur,
Çünkü her âşık, Allah şehididir; âşık, canını – başını verdi mi, sırlara sahip olur,
1100, Baş veren âşık sırra erer; baş vermeyense, yelle savrulur – gider,
Burda ölen kişidir diri; dertsiz olansa tortu gibi atılır ancak,
Zahidin meyli, testideki suya benzer; âşıkın meyliyse sel gibidir, kaynak gibi, ırmak gibi,
A bilgin, bu ikisini ayırd et de ahmaklıktan her boncuğa inci deme,
Âşıkların şarabından ıçtiysen arı-duru suya tortulu deme, tortu adını takma,
Zahit, sana der ki: Namazla ulaşırsın, hacla, oruçla, niyazla kavuşursun:
Âşıksa der ki: A iyi yoldaş, şu denizin önünde çal testiyi taşa,
Kendini arılık denizine kap-koyver de şu denizin, işini görsün gitsin
Senin elinden ayağından ne gelebilir ki; yahut aklından, anlayışından karârından ne meydana çıkar ki?
Bir sinek denizleri aşamaz, Kafdağına, Zümrüdüankadan başka kuş uçamaz,
1110, Meğer ki burda Zümrüdüankaa kanadıyla kanatlansın da kendisim bir yere ulaştırsın,
Âşık, Zümrüdüankaa gibidir, sense sineksin; onunla solukdaş olmaya hiç çabalama,
Elini, ayağını oynatıp durma; ona el at, ona yapış da ağa – tuzağa benzeyen şu dünyâdan kurtul,
Bunu iyice bil ki işini ancak o onarır; seni varlıktan, mekândan o kurtarır,
Şüphesiz olarak seni o tapıya ulaştırır o, sana padişahlık, saltanat devlet verir o
Başka bir yere havale etmesem; bakır, onunla altın olur – gider,
XXIX
Arifin bakışı, görüşü, Allah’adır, zâhidinse kendi âmeline; zahit, ne yapayım der; ârifse, bakalım, Allah ne yapacak der; o, kendini unutmuştur, hattâ varlığı kalmamıştır; Allah’da yok olup gitmiştir, «Arifin dileği, gayreti, Rabbinedir; zâhidinse nefsine,» Bunu anlatış
Şu iki görüşü anlatışta, o baş olandan, o başbuğdan şu dosdoğru sözü dinle: Zahit, korkusundan, ben ne yapayım der; bu kadar mihnet içinde ne edeyim Ârifse aşkla, O ne yapacak, acaba Allah, benim için ne örecek der, Onun bakışı, görüşü, kendinedir; iyilik edeyim, der, kötülüğe yönelmeyeyim,
1120, Bunun bakışı, boyuna Allah’adır; boyuna Allah cemâline bakar,
Zahitlerin, bakışları, işleredir; ariflerin bakışları, dağılıp yok oluşadır31,
Zahidin kendine gelişi, ibâdetler yüzündendir; arifin sarhoşluğu, Allah ululuğuna dalıştandır,
Hayırda bulunmaktır, ibâdet etmektir zahidin dayancı; Allah’a ulaşmaktır arifin dileği,
Bu, hayır işlerde kendini görür; oysa gizli âlemde Allah’a dalar,
Bunun ihsanı, zamana, sayılara bağlıdır; Allah ârifıyse sayıyı-sınırı yıkar,
Bu, yeryüzünde ömrünü yok eder; Allah ârifiyse ebedîlikte yok olur-gider,
Zahit, korkuyla ümit arasındadır; Allah ârifiyse ikisinin yücesinde uçar,
Zahitlerin yeri – yurdu yeryüzündedır; ariflerin himmetleriyse Arş sahibinin katında
Bu söze son yoktur; gene sen o padişahın ayrılıktan ne hâle geldiğini anlat,
XXX
Allah azîz sır r ly la bizi kutlasın, Mevlânâ’nın, Allah anılışmı ululasın,
Tebriz’li Şemseddîn’in sevgisiyle, evvelce olduğu gibi kararsız bir hâle gelip coşması,
1130, Gece-gündüz, semâ’a düştü; yeryüzünde gök gibi dönüp durmadaydı,
Sesi, ağlayışı Arş’a ağdı; feryadını büyük de duydu, küçük de,
Gümüşü, altını çalıp söyleyenlere vermekte, neyi varsa hepsini onlara saçıp dökmekteydi,
Bir soluk bile semâ etmeden durmamakta, gece-gündüz, bir soluk bile dinlenmemekteydi,
Bir derecede ki, neşîdeler söyleyenlerden hiçbiri kalmamıştı ki söylemekten dilsiz, sessiz bir hâle düşmesin,
Hepsinin de söylemekten dilleri-damakları kurumuştu; hepsi de paradan- puldan bezmişti,
Hepsi bitmiş, hastalanmıştı; şarapsız mahmurlaşmıştı hepsi,
Mahmurlukları şaraptan olsaydı, elbette gene arı-duru şarapla ayılırlardı,
Fakat söylemekten, çalıp çağırmaktan yorulmuşlar, feryâd edip uykusuz kalmaktan perperîşan olmuşlardı,
Eziyetten hepsinin de canı dudağına gelmişti; gönül ateşi olmaksızın hepsi de zahmetle pişmişti,
1140, Böyle derde deva olamaz; meğer ki Allah yardım ede,
Şehri bir gürültüdür, kaplamıştı, Şehir de nedir ki? O gürültüyle zaman da dolmuştu, mekân da,
Böylesine bir kutup, böylesine bir İslâm müftüsü ki iki âlemde de onun gibi bir şeyh, bir imam yoktu;
Delicesine coşkunluklar ediyor, kimi gizli, kimi apaçık coşup köpürüyordu,
Halk, onun yüzünden şeriattan, dinden olmuş, herkes aşka rehin olup gitmişti,
Hafızların hepsi, şiir okumaya başlamıştı; hepsi de çalıp çağıranlara koşuyordu,
İhtiyar, genç, herkes semâ’a düşmüştü; sevgi burâkına binmişti,
Virtleri beyitti, gazeldi artık; bundan özge ne namazları kalmıştı, ne ibâdetleri,
Yollan – yordamları âşıklık olmuştu; onlarca aşktan başka herşey saçmaydı artık,
Yollarında ne küfür vardı, ne İslâm; Tebriz’i! Şems, padişahlar padişahı olmuştu,
1150, İşleri-güçleri, mest oluştu, kendinden geçişti; aşk inancı, inançlardan dışarıdır çünkü,
İnkarcı, inkârın son haddine varır da bu iş der, şerîata, dîne uymaz,
O aşağılık kişi, dînin canını küfür sayar; tüm akla delilik adını takar,
Ona bu söz ters gelir; ama erkek arslanm karşısında bir güvercin ne yapabilir ki?
Böylesine sarhoşluk, böylesine coşkunluk, bu çeşit aşk, bu çeşit zevk içinde,
XXXI
Mevlânâ’nın Şemseddîn’i aramak için Şam’a gitmesi
Yola düştü, Şam’a gitti; pişkin-ham, herkes de ardına düştü,
Bu yolculukta Şam’a erişince halkı aşk ateşine yaktı-yandırdı,
Herkesi coşturdu, aşka düşürdü; herkes kendinden geçerek yürüdü-gitti,
Herkes canla-gönülle ona âşık oldu; onun derdinde yüzlerce derman olduğunu gördü;
Varım-yoğunu ona feda etti; buyruğunu canla yerine getirdi,
1160, Herkes candan mürîd oldu, kul kesildi ona; gölge gibi ardına düştü onun,
Çoluk-çocuk, ihtiyar-genç, herkes onu dilemekteydi; herkes canla-gönülle onu seçmişti,
Şamlılar da ona uydular, hayran oldular; böylesine Peygamber huylu bir üstün er diyorlardı,
Neden böyle âşık oldu, akıldan kaldı; oysaki yüzlerce Zün-Nun onun varlığına bürünmüş,
Bilgin-bilgisiz, zengin-yoksul, bu feryada, bu figana şaşırdı-kaldı,
Bu ne şeyh, bu nasıl mürîd ki hiçbir çağda onun benzeri yok;
Dünyâ, Âdem devrinden beri, dünyâ olalı böyle bir aşk görmedi de, Duymadı da,
Kimin gönlünde bir gevher varsa, onun yüzünde binlerce belirti gördü,
Her solukta, ondan, güneş gibi apaçık kerametlere tanık oldu,
Herkese, geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın, geleceğin sırlarını, sürçmeden-yanılmadan söylüyordu,
1170, Herkes, bu ne şaşılacak şey ki diyordu, Allah tesellisine mazhar böylece bir göz sahibi,
Eşini, benzerini çağlar içinde duymadığımız, zamanede benzerim görmediğimiz böyle bir er;
Böyle bir er ki dünyâda ondan daha iyisi yok; ululukta, üstünlükte ondan büyüğü görülmemiş;
Böyle bir er, onu bu çeşit aramakta; şaşırmış bir halde her yana koşmakta;
Tebriz’li Şems, nasıl bir adammış ki böyle bir tek er, ardına düşmüş onun,
Şaşılacak şey; Şeyh, ondan ne aramakta ki ardınca her yana koşuyor,
Ey Allah, bu ne sırdır? Bize de göster; perdesiz olarak güneş gibi göster,
Bu düşünceye düşen bilmiyordu ki aralarında bir fark yok;
Mevlânâ’nın, kendisinden başkasına özlemi olamaz,
O, Şems’te ancak kendisini görüyordu; akıl, bir başkasını seçmemişti de, seçmez de,
Akıl der ki: Ben aklı aramaktayım; boyuna akıllılardan söz rivayet etmedeyim,
1180, Birşeyin cinsinden olanı, onun aynı bil; şeker nerden ekşi nara benzeyecek?
Alemde iki görme; ikimiz de biriz: ikide bir şüphe vardır, bizse şüpheden arıyız,
Garibiz biz, garîb olarak gideriz; sonunda da varır, dosta ulaşırız,
Şüphe yok ki doğan, doğana eş olur; kuzgun da varır, kuzgunla buluşur,
Sen beni, Şemseddîn’den başka sanma; canımız birdir bizim; suretlerden geç,
Dört olsun, beş olsun, Allah kudretiyle cihan nasıl var olduysa hepsi de bir candan var olmuştur,
Toprak kalıp haline gelmiştir ama önce yeryüzünde dağınıktı,
O dağmılık, canla bir oldu; bunda kimsenin şüphesi yoktur,
Sonra tekrar ruh bedenden ayrılınca, o hünerli er, beden nasıl önce topraksa gene toprak olur,
Önceden olduğu gibi o parça – buçuklar, gene dağılır – gider,
1190, Göz, kulak, baş, iki el, iki ayak, hepsi de gözünü aç da gör, bir candan meydana gelmiştir,
Can bedenden çıkıp gitti mi, aşağılık bedenden olanların hepsi de birbirinden ayrılır,
Herbiri bir yana dağılır; ayak bir yana gider, baş bir yana,
Baş bir yana gider, el bir yana; hepsi de o varlıktan soyunur da yok olur,
Yerin, göğün zerreleri de böylece, güneş, Ay, dağ, deniz;
Hepsi bir can yüzünden toplanmıştır, hepsi onun sayesinde diridir, oynar, durur,
Âlemi bir şahıs, ruhla duran, yaşayan bir şahıs tut;
Kıyamette ondan can gitti mi, gök de yıkılır gider, yer de,
Ay’la yıldızlar yerlere dökülür; aşağıyla yukarı birbirine karışır,
Ne dünya kalır, ne yer, ne gök,, hepsi de yok olur, ancak O kalır,
1200, Can, sayıları bir beden haline getirmekte; öyİeyse can nasıl olur da iki şey olur? Söyle bana
Neden at atı arar; neden devenin yanına koşup gitmez? Şöyle, Bu söz, bilgi sahibine apaçık meydandadır,
Aramak, nispetten, cins oluştandır; aynı cinsten olmayanların varlıkları ayrı -ayrıdır,
Bunun sırrı sonsuzdur, uçsuz – bucaksızdır; sayıya sığmaz, A sarhoş bu anlamlardan geç de hikâye nereye vardı; onu anlat,
XXXII
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, Şam’da, suret bakımından Tebrizli Şemseddîn’i bulamadı ama anlam yönünden onu, kendisinde buldu; çünkü Şemseddîn’deki hâl, onda da meydana geldi,
Tebriz’li Şems’i Şam’da görmedi ama Şems’i kendi varlığında gördü, Ay gibi kendi varlığında belirdi o,
Beden bakımından dedi, ondan ayrıyız ama bedensiz, cansız, ikimiz de bir nuruz,
İster onu gör, ister beni; ben oyum ey arayan kişi, o da ben,
Şu gökkubbe dönmeye başlamadan önce ikimiz de bedensiz, cansız birdik
1210, Ne gök vardı, ne Ay, ne güneş; oysa bana candı, bendeydi,
Gök yokken zevkler sürdük, safâlar sürdük; padişah elinden şaraplar içtik,
Yersiz, zamansız beraberdik, dünya var olduktan sonra da aynı birlikteyiz biz,
Cihanda eşimiz – örneğimiz yok; anlayışlar, bizim hâlimize nerden erecek?
Zengin olsun, yoksul olsun, düşman, yahut dost, hepsi de deridir ancak, iç biziz,
Dostum, biz şu yaratıklardan değiliz; bizi şu cihan ehlinden sayma,
Bu cihan, bize şaşırmış – kalmıştır; yer halkı da bizi istemektedir, gök halkı da,
Hâlimiz kimseye benzemez; hâllerimizi apaçık bilen kimdir ki?
Ne yüzden ben, o deyip duruyorum? Zâti ben oyum, o da ben,
Varlığımdaki tamamiyle o, gelirim de ondan, giderim de,
1220, O sanki insan da ben gölgesiyim; insan olmadıkça gölge olamaz ki,
O olmadıkça varlığım yok: onsuz ne arışım var benim, ne argadım,
Benim hareketim, hep onun hareketinden; onsuz ne yüzüm var benim, ne ardım,
Şu halde bende dâima onu gör; iyilikte de, kötülükte de, katılıkta da, yumuşaklıkta da onu seyret,
O güneş gibi, bense zerreyim sanki; o deniz gibi, bense katreyim adetâ,
Katrenin yaşlığı denizden değil mi? Zerrenin varlığı güneşten değil mi
Kendimi övmem o yüzdendir ki ben küpüm, o ırmağın suyuyla dopdolu,
Şu halde gerçekte övüşüm, hep onu övmek; sen aslı al da ayrılıktan geç -gitsin,
XXXIII Mevlânâ’nın Şam’dan Rum diyarına dönüşü
Döndü, tekrar Rum diyarına geldi; keklik gibi gitti, alıcı doğan gibi döndü,
Katresi çoğaldı, deniz kesildi; yüceydi, Allah lûtfuyla daha da yüce oldu,
1230, İş böyle olunca artık, onu bulamadı deme; aradığı kendisine belirdi,
Çalgıcıları, elsiz – ayaksız, damına – kapısına yeniden çağırdı
Coşup güçle – kuvvetle naralar attı; bu köpürüşle aşk denizi coştu – dalgalandı,
Halk, bu ne coşkunluk, bu nasıl kükreyiş diye büsbütün şaşırdı – kaldı,
Ayrılık derdiyle kararsızlığından da daha artık kararsız bir hale geldi,
Herkes, onun bu hali yüzünden çıldırdı sanki; kimsede ne karar kaldı, ne sabır,
İhtiyar da, genç de o aşk güneşine karşı, candan – yürekten oynarrîaya koyuldu,
Her çeşit töre, göze soğuk göründü de herkese aşk ve âşıklık töre kerüdi artık,
XXXIV
Mevlânâ’nın tekrar Şam’a gidişi
Birkaç yıl durduktan sonra tekrar aşkla ve bir bölük halkla Damaşk’a gitti,
Gene ortaya yüzlerce kavga saldı; herkes ne de şaşılacak aşk diyordu,
1240, Bir zaman şaşılacak coşkunluklarda bulundu; halk diyordu ki: Yârabbi, bu nedir?
Biz ne böyle bir aşk, böyle bir coşkunluk işittik, ne kimsede böyle bir özlem gördük,
Aylarca Şam’da oturdu; bir âşıktı ki aşkla düşüp kalkıyordu, aşkla oturup duruyor,
Gece-gündüz, bir soluk bile karârı yoktu; kadehsiz aşk şarabını içip durmadaydı,
XXXV
Allah azîz sırrını kutlasın, Mevlânâ’nın, Allah anılısını ululaşını,
Tebriz’li Şems’i ikinci kez Damaşk’ta aradıktan sonra Konya’ya gelişi
Bundan sonra tekrar, arslanın bile alnına damgalar vurmak için Rum diyarına döndü,
O güneş, Zühre’nin nağmeleriyle kâseleri doldurmak üzere can göğünden baş gösterdi,
Değil mi ki ben oyum dedi, ne arıyorum,? Onun tıpkısıyım, artık kendimden bahsedeyim,
Güzelliğini övdükçe överdim; ama o güzellik, o lütuf bendim zaten,
Gerçekten kendimi arıyordum; üzüm şırası gibi küpün içinde kaynayıp coşuyordum,
Şıra, bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir,
1250, Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder,
Murtazâ, onun içindir ki özündeki gevheri övmeye koyuldu da,
Kim kendim bildiyse Allah’ı da bildi; peygamberler ne dediyse anladı buyurdu,
Ama bu durağa dedi – koduyla erişemezsin; bunun sırrını hâl yolunda ara,
Bu, nefs-i emmârenin değişmesidir; böylece de yıldız, Ay olur,
İnsan, kendini tam bildi mi, o zaman Rabbini de bilir,
Ham bakırın kimya yüzünden altın olması, yahut katrenin denize kavuşması, deniz kesilmesi gibi,
Yeniayın dolun-Ay, bilgisiz kişinin bilgiyle bilgin olması gibi,
Yahut koruğun olgun üzüm haline gelmesi, yahut da erlik suyunun huriye dönmesi,
Anlam bakımından böylece yüceldi mi de ard, ona ön kesilir;
1260, Allah’ın üstünlüğünü ondan sonra anlar, bilir de şükür bineğini canla, başla sürer,
Şükür, bağışlara değer, bunu böyle bil de geri kalanın gönül levhinden oku,
İnsan, bu hâle gelmeden dâvaya kalkışırsa, bil ki dâvası manasızdır,
Netekim Mevlânâ, bu sırrı anlatırken, o bilgin er, demiştir ki:
Semâ’dan sarhoş olmayan, hoşluktan, zevkten, şevkten birşey elde edememiştir,
Yücelmiş bile olsa, sen onu münkir bil, sözünü bir arpaya bile alma,
A benim canım, bir başka anlam var ya, budur o; gönülde gizli bir ışık vardır,
Öyle bir ışık ki Allah’ın zâtından ayrı değildir; güneşin ışığının, güneşten oluşu gibi,
Herşeyi insan onunla ayırdediyor; böyle kişiden de dünyâdan hiçbir şey gizli değildir,
Böylesi bir ışık, o kişide boyuna vardır; bilgisiz, ham kişiyse ondan hep gaflettedir,
1270, O arayan, kendi nurunu gördü mü, Allah’ı da apaçık görmüş demektir:
Bir başka anlamı da şu ki eren, dâima irfanla ganîdir, bilgiyle doludur,
Zâtı baştan başa nurdur o; hem cennetin bezentisidir; hem hurinin bezentisi,
Alemde, Hakk’a mazhar olan odur, Adem gibi padişahtır, Halîfedir o,
Ayağı, meleklerin secde yeridir; soluğundan ululuk nuru ışır, görünür,
Bilgisi, Allah bilgisidir; kendine bakma hiç; onu tanı, onu bil,
Boyuna onu gör, başkasını değil: onu gör de Allah’a doğru yol al,
Şeyhini o arılıkla bilirsen, perdeler kalkar, Allah’ı da bilirsin,
Allah bilgisi mukadder olur sana; karanlıklar kalkar; baştan başa her yan nur olur,
Allah sırları, pek büyük ve kudretlidir; halk da o sırları yüklenmiştir,
1280, O sırlardan biri, iyice dinle, şudur; dinle de keşfin, anlayışın, bu yüzden yenilensin,
XXXVI
«Gerçekten de biz, emâneti göklere, yeryüzüne, dağlara arzettik; onu yüklenmekten çekindiler; ondan korktular; İnsan yüklendi o emâneti; gerçekten de pek zâlimdi, insan, pek bilgisiz» âyet-i kerîmesinin tefsiri,
Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği, insanın, bilgisizliği dolayısıyla yüklendiği o emânet,
Bil ki Allah buyruğudur; kim o buyruğu kabul ederse yücedir
Mühimsemeyip bırakansa, pek bilgisiz kalır; şeytanlar gibi aşağılıklara yönelir – gider,
Hak, Âdem’i, dilediğini yapar, her işte güçlü yarattı,
İnsan, düzgünlüğe, iyiliğe de gidebililir, kötülüğe de eş olabilir,
İyiyi de, kötüyü de yapmaya gücü yettiğindendir ki buyruklar ona verildi,
Cansız olsun, bitki, yahut hayvan olsun, insandan başka bir yaratığın buna gücü yoktur,
Yeryüzünden, gökten, güneşten tut da Ay’a, burçlara, Zühre yıldızına dek,
Herşeyin herbirini Allah bir işe koştu; insandan başka hiç biri, dilediğini yapamaz, hiçbirinin irâdesi, ihtiyân yoktur,
1290, İnsan, o emânete dikkat ederse, dîni de kendinde görür, dindarlığı da kendinde bulur,
Arş’ı, göğü de kendinde görür; hattâ Arş da nedir? Allah’ın ululuk nurunu seyreder,
Senin gönlün, adetâ bir aynadır; o tertemiz, o aparı ayna sende gizlenmiştir,
İyiyi de onda görürsün, kötüyü de; sonra da dilediğini canla – gönülle kabullenirsin,
O suretler, gönülden gitmez; adetâ halıdaki nakışlar gibi gönüldedir,
Peki, öyleyse neden başkasına muhtaç olursun? Nerde olursan ol, o, seninledir, sendedir,
Şeyh de Şemseddîn’in aşkında böyleydi işte; Şeyh, o aşkı gece – gündüz izhâr eder – dururdu,
XXXVII
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’nın, Tebrîzli Şemseddîn’den sonra, Allah anılışını ululasın, Konya’lı Kuyumcu Salâhaddîn’i seçmesi,
Şeyh bu coşkunluk âlemindeyken mürîdlerinden biri, onun yakınlığına erişti; yakınlık atına bindi,
Binicilik de ne, beylik de ne? Padişah oldu, konağa da hâkim kesildi, yola da,
Yol alanlar, onun yüzünden azık elde ettiler; konaklayanlar, ondan ihsanlara eriştiler,
1300, Allahya ulaşmada güçlü bir olgunluk elde etti o; bakışı, taşa bile feyiz verir oldu,
O, yedi göğün de, yedi yerin de kutlusuydu; lâkabı da padişah Salâhaddîn’di,
Güneşin nuru bile yüzünden utandı onun; onu gören herkes, gönül ehli oldu,
Hat sahibi Şeyh, onu gördü, Abdal bölüğünden onu seçti,
Yüzünü ona tuttu, herkesi bıraktı; ondan başkasıyla görüşüp konuşmayı yanlış saydı,
Şemseddîn diyordum ya dedi; ne diye uyuduk biz? Geldi işte gene,
Elbisesini değiştirdi de yüzünü göstermek, salma – salına yürümek için gene geldi,
Tastan içtiğin şarap, tas gittiyse de gene o şarap değil mi?
Tas da, kâse de kadehe benzer; er, şarabı tanıyan, bilen kişidir,
O, şaraptan mahrum kalmaz o rahmete ulaşmış kişi,
1310, Ama beden kadehlerine bakan, onları gören kişinin kör gönlü, can şarabını içemez,
A bilgin, bu sözün sonu – kıyısı yoktur; sen Mevlânâ’nın ne dediğini açıkla,
Dostlara sevgiyle dedi ki: Benim dünyâda kimseden pervam yok,
Sizinle de işim yok; hepiniz Salâhaddîn’in çevresinde toplanın,
Başımda şeyhlik sevdası yok benim; hiçbir kuş, benimle beraber uçamaz,
Kendi âlemimde hoşum, kimseyi istemiyorum ben; bana yönelen, sinek gibi zahmet verir bana,
Bundan böyle hepiniz de onun yanına vann; hepiniz de canla başla onunla buluşmaya çalışın,
Böylece de hepiniz doğru yola girin, yürüyün, arpa bile olsanız buğdaydan iyi bir hâle gelin,
Buğday da nedir ki? inci olun; ondan uzaksınız ama, onun bakışına erişin, onun sayesinde bakış sahibi olmaya savaşın,
O, halka yönelir, salınarak yürürken cilveler eder,
1320, Anlayışlı kişilerseniz hepiniz de Allah’a şükürler edin,
Şükürlerde bulunun ki size acıdı da baktı; seher yeli gibi size esti,
Böyle bir defineyi bulan zengindir: bundan mahrum kalansa kör olarak kalakaldı; aşağılık kişidir o,
Dostlara teveccühü pek büyüktür onun; onları, iyi işlerde bulunanlara katmak ister,
Gece-gündüz, bütün gayretiyle bu iştedir o; eyvanlar olsun inkâra düşen kişiye,
Böyle bir padişah, sizi arayıp istemekte; ama ne çâre ki hırs, hevâ ve hevese düşkünlük üst olmuş size,
Hırsa, hevâ ve hevese uymak, Allah perdesidir; siz de bizim gibi hırsı, hevesi boşlayın,
Sapıklık ehli, koyu küfür ehli değilseniz, o güzelim yüze bakın,
Melekseniz, onun önünde yere baş koyun,; yoksa şeytansanız, onda şüpheniz var demektir,
Güneş gibi onun nuru ortada apaçık; kimde gönül varsa, ona delidîvânedir,
1330, Ama münafık olan, iki yüzlü olan, o defineden yanm habbe bile elde edemez,
XXXVIII
Allah, yüce sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’nın Veled’e lûtufları vardı da bu yüzden boyuna onu, erenleri ululamaya yöneltirdi,
Sonra Mevlânâ, Veled’i çağırdı da, duy ve anla dedi; çünkü sen bilginsin,
Veled, baş eğdi de, bu kuldan ne istiyorsun dedi; maksadın ne, söyle,
Mevlânâ, Salâhaddîn’in yüzüne bak dedi; ne zâttır o Allah sırlarım gören padişah, bir gör hele,
Can âleminin, kendisine uyulacak kişisidir o; mekânsızlık mülkünün sahibidir o,
Evet dedim; ama onu her aşağılık kişi göremez ki; onu, ancak senin gibisi görür,
Bana, Şemseddîn, o atsız, eğersiz padişah budur dedi,
Ben, de böyle görüyorum dedim; ondan başka can denizi görmüyorum,
Canla – gönülle onun kuluyum; onun kadehiyle sarhoşum, kendimden geçmişim,
Bana ne buyurursan onu yaparım; padişahım, canla itaat etmişim sana,
1340, Dedi ki; Bundan böyle Salâhaddîn’e, o dosdoğru padişahlar padişahına uy,
Bakışı, sana düşerse, kimyadır; ululuk ıssı Allah’ın rahmetidir,
Denizi, katreyi inci hâline getirir; eritti mi, toprağı bile altın eder,
Porsumuş gönlü diriltir; sana tertemiz, ebedî bir can bağışlar,
Seni ölümden, yok olmaktan kurtarır; ebedîlik saltanattım tahtına oturtur seni,
Sır bilgilerine bilgin eder seni; bütün sırlar, ondan belirir,
Yeryüzüysen, seni gök hâline kor; can gibi mekânsızlık yönüne ulaştırır seni,
Bunu kabul ettim dedim; Salâhaddîn’e kul – köle olayım,
Ayağının tozunu gözüme çekeyim de o Allah nuruyla gerçek görüşe erişeyim,
Gerçeklikle, niyaz ederek ona yüz tuttum: aşkla, niyaz ederek ona kul oldum,
1350, Beni görünce baktı, beni, iki dünyâda da kendine kul olmuş gördü,
Sarhoş oldum ama üzümden yapılmış şarapla değil; canım da nura garkoldu, cismim de,
Adamı yok eden garkoluş değildi bu; öylesine bir olgunluk veriyordu ki onun üstünde bir olgunluk olamaz,
Canım bir katreydi, derya kesildi; gönlüm, aşağılık âlemden yücelere ağdı,
O anda düşündüklerim, gözümün önüne geldi; salt ruh, bir beden gibi şekle büründü,
Peygamberler, başı, elleri, ayaklan olan insan şeklinde, o anda gözümün önünde belirdi,
Herbiri, dille, işaretle, uyanık olarak sırlara ait sözler söyledi,
Başkalarıysa adetâ uykudaydılar; sanırını ki bundan azacık birşeyi; onu da serap gibi görebildiler,
XXXIX
Erenlerin gözlerinin açılmasının belirtisi şudur: Gaybe ait şeyleri sır gözüyle görürler, sır kulağıyla sözler duyarlar, Hani cisim ehlinin rüyada şehirler, bağlar – bahçeler, çeşit- çeşit insanlar gördükleri gibi erenler de uyanıkken rüya görürler;
Meryem’in Cebrail’i bir genç kılığında, esenlik ona, Lût’un, melekleri delikanlılar şeklinde gördüğü gibi; böylece hepsi de çeşitli suretlerde gayb âlemine ait şeyler görmüşlerdir,
Çocuk rüyada ekmek görür, çünkü dünyadan dileği odur,
Dinle din olanların hepsi de uyanıkken rüya görürler,
1360, Uyanıkken hatırına gelen şeydir rüyada, sana görünen,
Senin aksine, gönül ehli de Yaratan’ın yolunda rüyalar görür,
Kervan, binek, azık olmaksızın göz yumup açacak kadar bir zaman içinde Damaşk’a, Hicaz’a giderler,
Seninle oturmuşlardır, iki gözleri de açıktır; ama Rey gibi, Ebhaz gibi şehirler görürler,
Dağ, ova, gemi, deniz, güneş, Ay, yıldızlar, yer, gök,
Hepsini, geçmiş peygamberleri, bunun gibi yüzlerce göğü seyrederler,
Cebrail de kendini Meryem’e bir delikanlı şeklinde göstermedi mi?
Meryem onu görünce kaçtı; örtülü, ırz ehli bir kızdı, ondan pek korktu,
Cebrail Meryem’e, benden korkma dedi; meleğim ben, beni tanı,
Allah, sana üfurmemi, yeniden üfiirerek ruh bağışlamamı emretti bana,
1370, Korkup kaçma; Mesih’e yüklü olacaksın; bunun üzerine Meryem, peki dedi, kerem et, üfle,
Cebrail, hemencecik ona üfürdü; Meryem de bu soluktan yüklü oldu,
Dokuz ay sonra o çocuğu doğurdu; onu beşiğe koydu,
Bütün akrabası başına toplandı; kız oğlan kızdın, kullukta bulunurdun, Hakk’ı arardın dediler;
Senden bu eşi görülmemiş kötü iş nasıl meydana geldi? Adın – sanın halk arasında iyiydi,
Başımız yüceydi, alçaldı şimdi; söylemez misin, bu ne iştir?
İşaret etti de, bu çocuğa sorun; Allah’dan korkuyorsanız kötü söylemeyin demek istedi,
Hepsi de, yeni doğmuş bir çocuk bu; ona ne soralım dediler;
Bu yaptığın ne biçim düzen’? Bizim başımıza, sakalımıza gülüyorsun demek,
İçlerinden biri, akıllılardandı; gönlünde gerçeklik, temizlik nuru belirdi de
1380, Bu hâli çocuktan sordu; o da hemencecik bir güzelce söze geldi,
Isa beşikte o topluma dedi ki: Ben sıfatlar bakımından Musa gibiyim,
Varlığım, babasız meydana geldi, ruhtan var oldum; Hûd’un,
Lût’un, Nuh’un özüyüm – özetiyim ben,
Bir yönden Adem’e benzerim; her yönden de o soluğu taşımaktayım,
Öyjesine bir kulum ki iki dünyâda da Allah beni kılavuz etti, padişah etti,
Bana hem kitap verdi, hem kendine has bir kul etti; böylece de her gama, her derde deva vermemi sağladı,
Bana, hem kulluk etmeden peygamberlik verdi, hem Âdem gibi ululuk ihsan etti,
Anadan doğma sağır, benim \iizumden duyar, işitir; kör, gören iki göze kavuşur,
Çolağın eli açılır; belâya uğramış, iyileşir; sihhatli kişiden daha iyi bir surette her yana yürür – gider,
Soluğumla ölüleri diriltirim; baş çekenleri canla – gönülle kul -köle ederim,
1390, Hükmedersem toprak altın olur; kırık taşlar altın kesilir,
Periyi, şeytanı melek ederim; onları nur denizine kaparım,
Kara topraktan uçar kuş belirtirim de insanlar da buna şaşakalırlar, cinler de41
Mucizelerime son yoktur; sözüm, nakil, rivayet değildir,
Ben, aranızda Allah ruhuyum; ey arayanlar, sizin bezentinizim ben,
Âlemde Kelîm’in sırrıyım ben; her peygamber nasıl benim hâllerime, sırlarıma erecek?
Benim babam, ustam, hocam, Allah nurudur; aslında doğru yola yönelmem, onun delâletiyledir,
Size rahmet olarak geldim; itaat edin bana; sizi devlete eriştirmeye kefilim; uyun bana,
Bâkıy olan benim; sizin ömrünüzse geçer-gider; nefsin dileğince koşan kâfirdir; cinayet işler,
Ben soluğumla canları diriltirim; kâseler, kadehler sunar, onları suya kandırırım,
1400, Çağımda Bengisuyum ben; gönül bahçelerinizde akar giderim,
Neliksiz – niteliksiz Allah’ın tercemânıyım; başka gözle bakma bana,
Sözüm, onun sözüdür, kulağını aç; dosttan ayrı değilim, iki görme,
Ölmüş doğan ses verirse o ses, diri kişidendir; doğandan değil ölünün sesi mi çıkar, öter mi ölü kuş ?
A beyim, o ses, o ötüş, bil ki avcının sesidir; avcının ötüşü,
Öter ki kuş gelsin, bu ölü kuşun yanına konsun da onu kapıp avlasın,
Bu düzenle kuşcağızlar tutar; Hak da halkı behâneyle böyle avlar,
Erenler, ölümlerinden önce ölmüşlerdir; ne onları kimsenin kabul etmesine aldırış ederler, ne reddetmesine,
Hak, onlardan seslenir; ölümsüzdür Hak, halkın ona yönelmesini diler,
Çünkü halk, kendi cinsini görünce kaçmaz, onu bırakmaz; tez uzlaşır onunla,
1410, Dudunun söz bellemesi de bu çeşittir; erenlerin sözleri Hak’lardır,
Duducuğun önüne bir ayna korlar da onu öyle söze alıştırırlar,
Aynanın ardında bir akıllı gizlenir; ona, uzaktan güzelim sözler söyler,
Dudu, aynada kendini görür; aksini yeşil renkli, güzel yüzlü bir dudu sanır,
Duducuk, o sözleri işitince onun gibi söz söylemeye başlar,
Çünkü o, kolaycacık kendi cinsini görür, ona yönelir, zarardan hiç korkmaz,
Ürkmeden ondan sözler beller; o sözle mum gibi ışır, ısıtır,
Ama aynada kendini görmese on yüz tutmaz; elbette kaçar,
Allah, peygamberlere, bu yolla sırları, halka duyulsun diye vahyetmededir,
Böyle olmasaydı, o sırrın yüzbinde biri bile halka ulaşmazdı,
1420, Bundan başka bir tarzda olsaydı insan, o şekerlerden hiç mi, hiç tadamazdı,
XL
«Ölmeden önce ölün» dendiği gibi Allah eri, ölümden önce ölmüştür, varlığı kalmamıştır, Allah varlığına bürünmüştür de bu yüzden o ne söylerse sözü, Hakk’ın sözü olmuştur, Hani «Kulumu sevdim mi, onun kulağı, sözü, dili olurum; benimle duyar, benimle görür, benimle söyler, benimle yürür,,,» buyurulmuştur,
«Attığın zaman sen atmadın, Allah attı» âyetinin tefsîrî
Mustafâ, hadîsinde, diri ve sevgi bağışlayıcı Allah dilinden şöyle buyurmuştur:
Allah demiştir, ben der, bir kulumu sevdim de manen onunla oldum mu,
Gözü, kulağı, dili, eli olurum onun gerçekten de; bil ki
Onun gözü, benimle görür; gönlü benim yüzümden Tûrusînâ’ya döner,
Kulağı, ruh aleminde de, beden âleminde de, tümden benden duyar, işitir,
Dili benden söyler; ayağı, her yana benimle yürür, koşar,
Eli, benimle tutar; iki âlemde de ondan uzak olmam ben,
Bütün parça – buçukları benimle, kudretimle dolar; tıpkı bedenin canla dolduğu gibi,
Dünyâda benim zâtımın mazharı olur; açık – gizli, ondan cilvelenirim ben, ondan görünürüm,
1430, Onu canla – başla dileyen, iki âlemde de beni aramaktadır,
Bilgisizlikle ona karşı duran, bil ki bana karşı durmaktadır; gerçeğe, gerçekliğe ehil değildir o,
Bahanedir o, maksat, tümden biziz, görene karşı aydın gün gibi ortadayız biz,
Beni isteyen, onu arar; o ne derse, bizim sözümüzdür,
Kur’ân, Ahmed’in dilinden söylenmedi mi? Ama şüphe yok ki Ahmed’in Rabbindendi,
Kim Kur’ân’ı Muhammed söyledi derse, bil ki açık-gizli, kâfirdir o kişi,
Bilgisizliğinden Kur’ân’ı Mustafa söyledi, onun sözüdür Kur’ân diyen kişi, köpektir,
Bu çeşit söz, gerçekten küfürdür; kim böyle bir söz söylerse, o solukta kâfirler bölüğüne karışır,
Meğer ki yeniden Müslüman olsun, hemencecik tekrar îmâna gelsin,
Allah erinin ne kendiliğinden bir hareketi vardır, ne kendiliğinden bir sözü; onun hareketi de, sözü de hâl yönündedir,
1440, Allah, Ahmed-i Muhtâr’a, «Sen atmadın» dedi, o vakit o işi işleyen bendim,
Sen elimde bir âlettin sanki; hattâ sen yoksun, ben varım,
Senin işin de tümden benimdir, sözün de; senin sözün ok gibidir, benim yayımdan fırlayan ok,
Senden, gerçekten de benim zâtım görünün ben suyum sanki, sense sahasın44,
Bu işte benden başkası yok; sen öldün de sonra benimle dirildin,
Seni gören, benim zâtımı görmüştür; gözü, benim yüzümden başkasını görmemiştir,
Ben tekim; iki gören, ikiliğe düşen, kavuşmaktan kalmış, ayrılığa batmıştır,
İkinin-ikincisini görmek, kâfirliktir, kâfir görüşüdür bu; temiz kişi, birden başka birşey görmez,
Gene erenler başbuğu, yeryüzü kutbu padişah Salâhaddîn’i anlatmaya döndüm,
XLI
Allah yüce sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ’nın, Allah azîz ruhunu kutlasın, Kuyumcu Salâhaddîn’le sükûn bulması ve Allah antlısını ululasın, Tebriz’li Şemseddîn’i aramaktan vazgeçmesi, mürîdlerin de, her ikisinin sohbetinden can gıdâlarıyla dolu faydalar elde etmeleri; bâzılarınınsa Mevlânâ Şemseddîn hakkında olduğu gibi hasede düşmeleri, düşmanlığa girişmeleri
Şeyh’in coşkunluğu, onunla yatıştı; bütün o zahmet, dedi kodu, esenliğe dönüştü,
1450, Çünkü Salâhaddîn’in irşadı bir başka çeşitti; ihsanı, keremi, herkesten de fazlaydı,
Erenlerden, yıllarca elde edemediğini insan, ondan bir solukta elde ederdi,
Dudaksız – damaksız sırlar söyler, can incisini sözsüz delerdi,
Halka öyle faydalar eriştirirdi ki kulak, o harfleri, o sesi işitmemişti,
Sözü, içten ve gönüllere söylerdi; melek gibi onun sözü de sudan topraktan arıydı,
Gönüllere, canlara akardı; Hak gibi her ruhun canıydı o,
Pişkin bir mürşitti o olgun er; işi de olgundu, dili de, sözü de olgun,
Çağında tek padişahdı; ne mutlu o kişiye ki onun yüzünü gördü,
Şeyh, Allah haslarının hası Tebriz’li Şemseddîn’le olduğu gibi onunla görüşüp konuşmaya koyuldu,
Sütle şeker gibi karıldılar; ikisinin mâdeni de, birbirinden altına döndü,
1460, Şeyh’in bakışı, lütfü hep onaydı; ondan başkası, kendisince hiçbir şey değildi,
Ondan başkasıyla oturmamakta, ondan başkasına bakmamakta, gözünü onun yüzünden ayırmamaktaydı,
Gene münkirlere bir feryattır, düştü; gene bozguncular, birbirlerine girdiler,
Gene haset coştu – köpürdü; çünkü nefis isteğine dolup boğulmuşlardı; bedene bağlıydılar,
Birbirlerine, birinden kurtulduk ama diyorlardı; dikkat edersek görürüz ki gene tuzaktayız,
Bu gelen, öncekinden de beter; önceki nurdu, buysa kıvılcım,
Onun üstünlüğü vardı, bilgisi vardı, söz söyleyişi, yazı yazışı vardı; hem söylerdi; hem anlatırdı,
Ama bundan önce de padişahımızın bilgisi, arılığı yok muydu ki?
Yazık değil mi ki Şeyh, kendinden daha aşağı kişileri aramakta; neden oluyor bu; yazık değil mi ki?
Ama keski gene o önceki, şeyhimize yoldaş, solukdaş olsaydı,
1470, O Konyalı değildi, Tebriz’liydi; canlara can katardı o: kan dökücü değildi,
Hepimiz de bu adamı biliyoruz; hepimiz de aynı şehirdeniz, aynı sofraya durmadayız,
Küçük, sanki tuttu da bize karşı büyüdü; yüceldiyse bile gene neyse o,
Ne yazı yazmayı bilir, ne bilgisi var, ne söz söylemesi, bize üstünlüğü de yok,
Tümden halktan o, bayağı bir bilgisiz, yanında iyi de aynı, kötü de,
Boyuna dükkânda kuyumculuk eder-dururdu; bütün komşuları, ondan rahatsız olurlardı,
Fâtiha’yı bile doğru okuyamaz; ona birisi birşey sorsa durur – kalır, cevap veremez,
Allah katından bilgi elde eden, kendisine soluktan soluğa Allah tarafindan ders verilen,
Böylesine nur kaynağı olan, yüzüne cennetin de, hurinin de gıpta ettiği kişiyle,
Böylesine Allah mazharı olan, gönlü, Allah nazargâhı kesilen,
1480,Allah lûtfuna,Allah nazarına ermiş,bedeni de, cam da o nazarla tümden nur kesilen kişiyle,
Soluğundan İsa soluğu gelen, denizinden nur dalgaları coşup köpüren,
Nuruyla ölmüş gönlü dirilen, feyziyle aşağılık kul, padişah olan kişiyle bu adam, nasıl solukdaş olabilir ?
Münkir olanlar, ezelden beri kör, sağır bulunanlar,
Anlatılması gerekmeyen yüzlerce sözler söylemeye, yakışmayan yüzlerce işlere girişmeye başladılar,
O bilgisiz, o aşağılık toplum, hamlıklarından, Allah hasının hasına, bayağı dediler,
Allah azizini hor gördüler; o gönüle, o cana balçık adım taktılar,
Kendi hamlıklarından ona noksan gözle baktılar; canın canını beden saydılar,
Kendileri gibi onu şer işlere dalmış gördüler; meleğe insan adını verdiler,
Nifakla, kinle, edepsizce, yüzüne karşı da, ardından da şöyle – böyle sözler ettiler,
1490, Aptallıktan, böyle seçilmiş bir padişaha, Şeytan’m Allah’a isyanı gibi isyan ettiler,
İlim mâdenine, her ehil olmayan eşek, bilgisizliğinin son derecede oluşu yüzünden ehliyetsiz dedi,
O pis topluluk, bunu bilemedi; çünkü deyip işitmek, yola perdedir,
Akılsızlık yüzünden girişilen dedi – kodu, gerçek sözlere perde olur; bu
perdeyle örtülen, akılsızlık yüzünden o sözleri anlayamaz; aklım başına al,
Anladım demek, varlığa bürünmek, yola perdedir; gönül bilgileri, hayranlıkta gizlidir,
Akıl, kulak, o yola engeldir; bu ikisinden, baştaki akılla, baştaki kulaktan geçtin mi, birliğe, bir Allah’ın sırrına ulaşırsın,
Baş kulağından geç de sırrı duy; bu beden ayağını bırak da yol al,
O yolculukta başın değeri yoktur; öylesine kapıyı, başsız – ayaksız ara,
Bu, baş değil, külahtır baş belasıdır; iki gözünü de aç; bu yoldaki baş gizlidir, kendine gel,
Dünyâyı evirip çevirenin isteği beyindir, özdür, gönüldür; eşeklikle deriyi mâbud edinme,
1500, Dış bezenti, gerçekten de tümden deridir; öze, içe gir, orda yürü de dostun yüzünü gör,
Görüşü olmayan bir bölük bilgisizin, bu toplumdan hiçbir haberi yok,
Asıl bilgin kişilerin onlar olduğundan, kaynak gibi aşkla coşup kaynadıklarından habersizler,
Oysa ki göğün de üstünde, meleklerle eş – dost olanlar onlar; Ay gibi, güneş gibi nur saçanlar onlar,
Her seher, tâ akşama dek aşk sarhoşları, gecesiz – gündüzsüz şarap içiyorlar,
Bilgileri yokluk dünyâsından gelmede; Adem’in okuduğu kitaptan,
Onlar, bütün adları tümden bilirler; adlardan da adların sahibine gider – ulaşırlar,
Herşeyin aslını tamâmiyle görmüşlerdir; bu yüzden de herbirine bir ad takmışlardır,
Sen bir adı bilirsin de bu adla o yana yürür – durursun,
Ama atın adıyla yol alan bir kimseyi gördün mü; parasız – pulsuz birşey satın alanı duydun mu?
1510, Hiç gördün mü ki ekmeğin adıyla âlemde birinin karnı doymuş?
Onların bilgilerim dil yönünden arama; onlar, dilsiz bilgi anlatırlar,
Halkın bilgisiyle ancak o bilginin sesi; o bilgiye, o ilme karşı bu, ancak sümük,
Özden doğan bilgi, erlerin bilgisi; eğreti, bağlama bilgiyse şu soğuk kişilerin malı,
Erlerin bilgisi, akan su gibidir; o su, akla da, gönle de dirilik bağışlar,
Bilgi, hikmet, onların canlarından coşar; gönülleri, kadehsiz şarap içer,
Halkın bilgisi bayattır, kurumuş, kadit olmuştur; erlerin bilgisi, terü tazedir, yepyenidir,
Bu halkın bilgisi, çalışılarak elde edilen bilgidir; o toplumun bılgisiyse sebepsiz meydana gelir,
Erlerin bilgileri, Allah ihsanıdır, çalışıp elde edilmiş değil; onlar, atsız olarak herkesi, daha fazla geçmişlerdir, herkesin önündedir onlar,
Dudaksız, ağızsız lokmalar yerler; o çağın dirileridir onlar, solukla diri değil,
1520, Onlar, insan elbisesinde Allah nurlarıdır; seher gibi gece karanlıklarından baş göstermişlerdir,
Bedenleri geceye benzer ama Rabb’ın cilvesiyle gecenin ta kendisi, gündüz olmuş – gitmiştir,
Kimya, aşağılık bakıra sürüldü mü bakır, o sayede hâlis altın olur,
Bedenler de o bağışla değişir; göz, bir görmeye başlar, şaşı olmaz,
Şaşı, biri iki gördü ama şaşılık gitti mi, bir, yüz gösterir,
Bir gören, tek bir er olur; boyuna da birlikte yürüyüp gider,
Onun tertemiz gönlünde sayı kalmaz; kıblesi, artık bir Allah’dan başkası değildir,
O erlerin hepsi de peygamberlerden mirasa konmuşlardır; her yolun dosdoğru giden kılavuzu kesilmişlerdir,
Zâtı peygamberlerin mirasçıları onlardır; söz yoluyla nur saçarlar onlar,
Bilgileri gönüllere nur bağışlar; gerçekten uzak olan kişi, onların sözleriyle yakınlığı bulur,
1530, Onların tapısına gelenler, Allah sıfatıyla bezenirler,
Onlar, canlara elbise giydirirler; onlara tertemiz içki içirirler,
Onlar, erlerin bilgilerim adam – akıllı bilirler; Allah buyruğundan baş çevirmezler,
Herbiri delildir, burhandır da seni, bilgisizlikten, varlıktan – benlikten kurtarır,
O varlıktan – benlikten ki yola perdedir; hâlin, onun yüzünden soluktan soluğa perperîşandır,
Her solukta taşlanmış şeytan gibi seni cennetten alır, cehenneme doğru sürer – gider,
Sana musallat olan bu çeşit düşman yüzünden, yücelikten aşağılığa düşersin,
Balçığın, Elest ahdından daha da önce karılmadan can suyun tertemizdi;
Onun sitemleri yüzünden pislendi; hâlis altının demir oldu, bakır kesildi,
O toplum, seni bundan, o köpek suratlıdan kurtarır; tezce, hem de bir zarara uğratmadan onun tapısına götürür,
1540, Kendisi gibi seni de padişah eder, uyulacak kişi yapar, âlemde seni bilgin bir hâle getirir, kılavuz eder,
Seni, kötülük durağında bırakmaz; hoş bir surette, gerçeklik durağına oturtur,
Yeter artık, bu sözden dön, erenlerin övüş incisini delmekten vazgeç,
O mürîdlerin inkârlarını anlat; o cansız bölüğün hâllerini bildir,
Nasıl olmayacak şeyler söylediler, geceleri dertten – elemden nasıl uyuyorlardı; onu anlat,
Diyorlardı ki: Ne şaşılacak şey, neden, kendisi gibi bil bilgin gelmediği hâlde Mevlânâ,
Gece – gündüz ona karşı eğilmede ? Dînin ileri gidenleri bile onu ulularken,
Neleri varsa, altın, gümüş, güzel elbise, hepsini ona bağışlarlarken,
Salâhaddîn’in bundan önce yeri, kapı dibi olduğu hâlde bugün erler arasında üst olmuş, bize karşı övünmede ?
Nasıl olur bu ki şimdi biz ona şeyh diyelim, yahut onu Şeyh’ten de üstün tutalım ?
1550, Böylesine utanılacak birşey; adetâ ateş; nasıl bu ateşi seçelim de canımız, bedendeyken geçip o ateşe atılalım ?
Bu çeşit çirkin, kaba sözlerle ona sövüyorlar, bu sözleri, kimi yüzüne karşı, kimi ardından söyleyip duruyorlardı,
Hepsi de şu karâra varmıştı: Değil mi ki diyorlardı, murat atından eğer düştü,
Başımızla oynayalım, onu diri koymayalım; çünkü onun yüzünden canımız yaralı, gönlümüz hasta,
Hepsi de adetâ bir yerde toplanmıştı; bundan başka verilecek bir karârımız yok demişlerdi,
Onu ortadan kaldıralım; o padişahın aşkına yeni baştan girişelim,
Hepsi de bu hususta andiçti; kim bu anttan dönerse dediler, dinsiz olsun,
Bir mürîd, onları bu kararlarım duydu; gizlice bildirdi;
O solukta hemen Mevlânâ’mn yanına vardı; bu işleri ona anlattı,
Hepsi de Salâhaddîn’e kastettiler, filan yerde onu öldürmek istiyorlar;
1560, Kinle onu öldürdükten sonra da toprağa gömüp gizleyecekler dedi,
Bu haber, Salâhaddîn’e, o her yol bilenin gözünün ışığı, mumu olana erişince,
Bir hoşça güldü de dedi ki,: O körler, yol yitirdiklerinden imansız oldular,
Şu kadarcık bile Hak’tan haberleri yok ki onun emri olmadıkça bir çöp bile kımıldamaz,
Bir saman çöpü bile ululuk ıssı Allah’nm emriyle oynarsa bir dağ, onun emri olmadıkça nerdeıı oynayacak?
Kimin gücü vardır beni öldürmeye; yahut da toprağa karmaya, kanıma bulamaya?
Değil mi ki Allah beni görüp gözetmede; bedenimi de, canımı da korumada;
Dünyâda hor – hakıyrim ama güneş gibi de nurların ta kendisiyim,
Bedenim, görünüşte küçüktür ama gönlümden doğan katreler, deniz olmakta,
Özüm, bademin içinde gizlenmiş, bademin kabuğuysa onlara tuzak kesilmekte,
1570, Allah beni ne yüzden gizledi? Canımı canana eş etti de ondan,
Padişahım beni sarayın içine çağırdıktan sonra ne diye sarayın kapısında durayım, orda bekliyeyim?
Ben de padişah gibi herkesten gizleneyim gitsin; gizli olmayan kişi kapıcıdır,
Beni herkes bilseydi, hakkımda nerden bu çeşit işlere girişirlerdi ?
Nerden bana karşı bu çeşit kötü düşüncelere kapılırlar, kendilerini böyle birşeye atıp da kırar geçirirlerdi ?
Topluluk, eşekliğinden, bir olan Allah’ın haslar hasına çifte atmaya kalkışıyor,
Ama tümden merhametim, rahmetim ben; yoksa bir solukta, dünyâda tek bir kişiyi bile sağ bırakmam,
İşim, Allah işidir benim; böyle bir kişi nasıl olur da hor olur ?
Mevlânâ, beni yalnızca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorlar,
Bilmiyorlar ki benim apaçık bir görünüşüm yok; ben ancak bir aynayım,
1580, O bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin?
O, kendi güzelim yüzüne âşık; bundan başka bir fikre düşmek, kötü birşey,
Bu, birliktir, buraya ikilik sığmaz; sen yok ol, çünkü buraya senlik sığmaz,
Sende varlık varken nasıl define olabilirsin ? Sende senlik varken, ikiliktir bu, birliğe nasıl erebilirsin ?
Son konak birliktir; o konağa erinceye dek hizmet etmeyi seç,
XLII
Yüce Allah, kullarına, Allah’a tapanlar, yavaş – yavaş kendilerine tapmaktan kurtulsunlar diye ibâdeti emretmiştir,
Netekim süt emen çocuklara anaları, her yemeği, alışsınlar diye parmakla tattırır, sonunda çocuklar sütten kesilirler; süt yerine ekmek, et, başka yemekler çocuklara gıda olur, Dünyâ ve dünyâdaki hoş şeyler süte benzer; Allah’a itaat, Allah’ı tanımak ve hikmetse yemeklere benzer,
Şu halde şu beş vakit namazı, insan yavaş – yavaş ona alışsın, dâimi namaza istîdat kazansın diye koymuşlardır, «Namazlarını daimî olarak kılarlar» denmiştir, Duruşları, dirilikleri, kuvvetleri, bu gıdadan olanlar, Allah ile var olmuşlardır; onlar asla ölmezler; ama şu namazda kalanlar, daimî namaz zevkini bulamamışlar, buna istîdad kazanamamışlardır; bu yüzden o yemek, onlara gıda olmamıştır; onlar dünyâ sütünü yeter bulmuşlardır; hâsılı onlar ölürler, yok olup giderler,
Allah, kendi varlığından tamamiyle ayrılman için kulluğu buyurmuştur,
Gönülden-candan, kendini o Allah’a veresin; senden görünen de o olsun, sende gizli olan da,
O çocuğa, sütten kesilinceye dek azar-azar yemek vermezler, tattırmazlar mı ?
Azar-azar her yemekten tadar da böylece yemek yemeye alışır,
Sonunda memeden, sütten kesilir, ekmek yemeye yüz tutar,
1590, Her solukta çeşit – çeşit nimetler yer; ana sütü ona zehir gibi görünür,
Dünyada boyuna nimetlere dalar; süt emmek, ona kötü gelir artık,
İbâdet yemektir, dünyâ ise süt; dünyâ ehli de küçük çocuklara benzer,
Gece – gündüz dünyâyı yer dünyâ ehli; âhiret hûrilerindense, tümden haberleri yoktur,
Allah, beş vakit namazı da, böyle doğru yolu bulsunlar diye buyurmuştur,
İbâdetlerin tadını buldular mı, zincirlerle, bukağılarla dolu olan dünyâdan kurtulurlar,
Şu önüne ön olmayan yemekle dirilirler; boyuna Allah’yla hemdem olurlar,
İbâdetlerin sırrı, bil ki, şu zindana benzeyen dünyâdan kurtulman
Böylece tümden Allah’a yüz tutmam, yokluk dünyâsına aldırış etmemeni sağlar,
İbâdetler, tümden O’na yüz çevirmen, buradan kurtulman, kendi varlığından boşalman, Hak’la dolman içindir,
1600, Sende Allah aşkı oldu mu, bu çeşit batıp çıkmaktan baş çıkarır, kurtulursun,
Aşk yalımı perdeleri yakar; aşk, boyuna gönlü aydınlatır,
Aşksız kişi, ölü canlıdır; o yüzden de beden mezarında kalmıştır,
Beden canla diridir, cansa Allah’yla; porsumuş canı arama, kendine gel,
Canı diri olan, iki dünyâda da Allah eridir; sende Allah derdi varsa onu ara,
Aşk ateşi kılavuzdur, yol gösterir; aşk, bütün ışıkların üstündedir,
Kime, Allah aşkı eş – dost olursa, sonunda, Allah katında seçilmiş olur,
Aşk, Allah’a kılavuzun olursa ulaşırsın; durup kalmazsın, kendine gel,
Sen, toprak içindeki gümüşe benzersin; kaynayıp coşmadıkça nasıl arınırsın, ?
Yahut da gönül, taşa benzer, aşksa güneşe: taşı lal yapan, güneş ışığıdır,
1610, Aşk kimya gibidir: bedeninse bakıra benzer: her aşağılık bakır, kimya ile altın olur,
Gümüş, küreye girip erimedikçe nasıl olur da topraktan kurtulur: Kulluk etmeyen kişi, nasıl yakıp kavuran cehennemden azad olur?
Zahirî ibâdet sende olmadıkça bâtın definesini elde etmen müyesser olmaz,
Öz, iç, kabuktan belirir; şu halde ey arayıp tarayan, asıl olan kulluktur,
Ceviz, önce özsüz bir kabuk değil midir ? Ama kim onu yetiştirirse kabuğun içi özleşir,
Bilgisizlikle bu kabuğu kıran, özü elde edemez; alçalır: kalakalır,
İç kabukla meydana gelir: kabuğa riâyette bulun da içe ulaş,
Cevizin içi kabukla gelişir, olgun bir hâle gelir, güzel bir ceviz olur,
Ondan sonra kabuktan aynlırsa değeri, akıllı kişinin katında daha da arak olur,
Kuş yumurtaları da, ister kartal olsun, ister hümâ, ister ankaa, hep böyledir,
1620, Olmadan, vakti gelmeden birisi, yumurtayı kırarsa, kuş meydana gelmez: kanat çırpıp uçmaz,
Sen, öz hâline gelmedikçe, iç olmadıkça kabuğu bırakma; kabuk, değil mi ki insanı dosta götürmede, onu elden koma,
Allah’ın herşeye gücü yeter; mihnetten, zahmetten rahmet belirtir,
Kullukta bulunmaksızın da sana yüce bir durak ihsan eder; kadından da aşağı olsan, seni er haline getirir,
O, varlığın mutlak olarak yaratıcısıdır; yokluktan, bir solukta yüzlerce âlem icâd eder,
En aşağılık kulu, Cemşîd yapar: aşağılık bir zerreyi Ay, güneş hâline getirir,
Cehennemi, buyruğuyla cennet eder ama eyvanlar olsun o kişiye ki onun eteğini elinden salar,
Bu güç, bu kudret,Allah da vardır ama kerpiç olmadan ev yapılamaz;yolu-yordamı böyle koymuştur,
Sana, kerpiç dökecek, evleri taşla, kerpiçle yapacak görüşü, anlayışı vermiştir,
Güç kuvvet de budur ama sen görmüyorsun; o yüzden de bu yolda ne eşeğin var, ne özengin,
1630, Akılla bilgi evden de iyidir; akıl bağdır, bahçedir: evse meyva,
Sana ne etmek gerektiğini düşünecek akıl vermiştir: şu halde işleri ölçülü-düzenli yapman gerek,
Çeşit-çeşit evler, bağlar-bahçeler, köşkler, zevk için def, ney, tanbur,
Renk-renk yünden, ipekten yapılmış giyimler, havuç, hamurdan yapılmış ekmek ihsan etmiştir,
Bunların cinslerine ne sınır vardır, ne son; kalanını anlayışınla, aklınla senbil,
Bu bir katrecik bilginle, gücün – kuvvetinle, bir ve tek olan Allah’nm denize benzer gücünü – kudretini anlaman gerek,
Ne kudrettir ki göğü direksiz dayaksız, «Ol» buyruğuyla muallakta tutar,
Şu yeryüzünü döşeme gibi yazmıştır; yer herşeyi anlar da gene de kendini ölü gibi gösterir,
Sevgi bağışlayan Allah’ı bilmeseydi Musa’nın buyruğuna nasıl ram olurdu ‘?
Nasıl Kaarûn’u bir lokma gibi yutardı; nasıl onun cinsinden olan yüzbinlerce lanetlenmişi yok ederdi?
1640, Dağ, nasıl Davud’a uyardı: Nil, nasıl Musa’nın buyruğuyla kan olurdu ?
Yere, emânet olarak arpa verirsen, o eski arpaya karşılık yer, Yirmi misli taze arpa verir sana,
Başka tohumlar da ekersen, yerden aynı tohumları devşirirsin,
Böylece dört unsur da bilir, anlar; hepsi de Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder,
Göğün yüzlerce misli geniş olan Arş bile, o gücün karşısında Süha yıldızından aşağıdır,
Halkın duymadığı, işitmediği o âlemi ancak erenler, apaçık görürler,
O görülmemiş kudrete şaşar-kalırsın; her solukta, o kudreti anlamak için bir beden kudreti dilersin,
Allah kudretim soluktan soluğa, her an görürsen, kendi kudretini yok sayarsın, yok görürsün,
Bunu anlarsan ona erersin; bedeni feda edersen cana kavuşursun,
Sende de birazcık kudret olmasaydı, bunca devlete nerden sâhib olurdun?
1650, Onun değerinde ne verdin de karşılığında bu bağışa nail oldun?
Allah sana varlık verdi, yok olup yücelikten aşağılığa inmen için
Tez yok ol, kendini yok et; Allah’a doğru koş, varlığında, benliğinde, donup kalma,
O, sana varlık vermeseydi, onun için yok olmana imkân olurmuydu? Söyle,
Sana akıl verdi ki deli – dîvâne olasın; O’nun için kendinden gecesin,
Düşünce verdi ki düşünceden kalasın; düşünceni ona feda et de ondan şarap iç,
Böylece Hak sana, yüceliğinde kadrin artsın diye kudretverdi,
Kulluğunla bir cennet meydana getiresin de yurdun, ölümsüzlük köşkü olsun diye,
İş işleyesin, ondan sonra da sayısız zevkedesin diye âlet ihsan etti,
Kalan ömrünü kullukla geçirmeye çalış; şarabı da, sakiyi de kullukta ara
1660, Boyuna ibâdetle coş, kulluğa giriş, dudaksız-damaksız aşk şarabım iç,
Hak sana oturmak gücünü, kendiliğinden bir ev kurup düzesin diye verdi,
O kudretle ululanmışsın sen; kulluk etmeden onun tapısına nerden, ne vakit erişeceksin ki?
Dünyâda birkaç gün diriyken kullukla kendini dünyâ tuzağından kurtar,
Dünyâda uğradığın darlık, sıkıntı, şunu bil ki tuzağın derdindendir,
Haydi, Allah’ı anarak, namaz kılarak, seher çağlarında ah ederek kendini cehennem ateşinden kurtar,
Bu dünyâdan gitmedesin, yolcusun, ama bundan da gaflettesin; gönül sâhibineyse, apaydındır bu,
Bil ki bu dünyâ yemdir, tuzaktır; yemlerinin altında tuzak gizlidir,
Tuzakta olan yemi yemek, şüphe yok ki haramdır,
O yemi, gerçekten de atmayı buyurdu; öylesi yemi, hırsa düşüp de devşirmeye kalkışma,
1670, Kalkışma da kuş gibi tuzağına düşme o yemin; onun kadehindeki, öldürücü zehir değil mi ki?
Bu dünyânın hoşluğu yeme benzer; kim o yemi yerse cehenneme gider,
Yürü, altında tuzak olmayan yemi ye de muradına er,
O çeşit yemi de ibâdetle ara ki boğazın ecel kılıcından kurtulsun,
Bunun anlatılışına ne hat vardır, ne son,,, Sen, Salâhaddîn’in hikâyesini söyle,
O, bu haberi duyunca, o bilgisiz, o bayağı topluluğun fikirlerini anlayınca dedi ki:
Ben onları, baba gibi esirgeyiciyim; Allah’dan, Peygamberden bağışlanmalarını dilerim,
Düşman nefsin belâsından kurtulmalarım, işlerinin altın gibi iyi, hâlis bir hâle gelmesini isterim,
Sonunda dilerim ki hepsi de erenlerden olsun, Allah’a dost, onunla bildik kesilsin,
Tuzağa benzeyen şu dünyâdan, yemi murada erişmeye engel olan tuzaktan kurtulsun,
1680, İnsanın anlayış aracı olan beş duygu, ona konuşmaya, o nazara ulaşmaya perdedir,
Bil ki zamanenin hoşluğu, tadı – tuzu, Rahmân’ın lûtftma engeldir,
Hak için hevâ ve hevesini terkedene, cennette en iyi yer ihsan edilir,
Bil ki can definesi, beden zahmetinin altında gizlidir; mâdenden, zahmete girmeden, eziyet çekmeden gümüş elde edilir mi hiç?
Orucun, namazın, haccın, zekâtın sırrı bunun içindir; yürü, yorulmanı arttıradur,
Ecrin, çekeceğin zahmet kadardır: ne kadar zahmet çekersen, o kadar define elde edersin,
XLIII
«Belânın en çetini peygamberleredir, sonra erenlere, ondan sonra da yakından yakına» hadîsini anlatış
En ağır, en çetin zahmet, peygamberleredir; ondan sonra ondan birazcık azı erenlere,
Ondan daha azıysa inananlara; yakınlığın değeri, zahmet kadarıncadır,
Bahtı kötü kişiyse dünya zevkini seçti de âhireti bıraktı – gitti,
Dünyânın hoşluğuna, rahatına, kavuşma adını taktı; kahraysa yücelik,
1690, Oysa ki rahat-huzur, rahmetten, eziyetten gelip erişen nesnedir ki insan, onun karşılığında, cennette defineye erişir,
O’ndan gelen rahat – huzur hoştur; hevâ ve hevesten gelen değil; bu, yokluktadır, öbürüyse varlık âleminden,
O seni melek gibi Arş’a çeker – götürür; buysa Şeytan gibi yeryüzüne,
Yeryüzü, cehennemler mâdenidir; Arş alanıysa konukların huzur ve rahat yer
Yeryüzü döşemesi engeldir, geçicidir; Arş’ta oturansa, anlam bakımından Allah’a yaklaşmıştır,
Yeryüzünü bırakın da miracı isteyin, Arş sahibine doğru yücelin,
Sevgiliyi gören can, yücelmiştir; gizlilik âleminde, dilediğini arar,
Nefis karanlığı nura yaklaşır; o kişi, her göz yumup açtıkça nura ulaşır,
Nur, lütfeder de, seni ebedîliğe götürür; nefis karanlığıysa sonunda yokluğu, değersizliği nasib eder sana,
O, ölümü tatlılaştırır sana; buysa ölümü, zıpkın gibi acılaştırır, çirkin gösterir sana,
1700, O, her solukta seni İlliyyîn’e çeker; buysa Siccîne’e, yerin dibine çeker seni,
İki rahat da birbirine benzer ama sen ikisini de yakın, akraba sayma,
Senin aslın olan yakının, Allah rahmetidir; nefis yakınlığıy sa Allah laneti,
Geçer akçayla kalp para da sana bir görünür ama sarrafın katında bir değildir,
Hintliyle Türk’ün erlik suyu da birbirine benzer ama küçük de bunu bilir, büyük de;
Hepsi de bu sırrı, bu remzi bilir ki, her erlik suyu, başka çeşit bir çocuk meydana getirir;
O, Ay gibi bembeyaz bir çocuk belirtir; buysa çirkin, kötü ve simsiyah bir çocuk,
Bunun gibi, bülbülün yumurtasıyla yılanın yumurtası da birbirine benzer a dostum;
Ama bundan bülbül çıkar, öbüründen yılan; bu, gül gibidir, oysa tikene benzer,
Armutla elmanın çekirdeği de birbirine benzer; ama bağcı, bahçıvan, ikisini de aydın gün gibi tanır,
1710, Bilir ki bu, elma verecektir, öbürü armut; uyumuyorsan sen de farket,
Zevk, şehvet, gerçekten de ateşe mensuptur; böylesine düşmandan dostluk umma;
Hak erlerinin zevkıyse nura mensuptur; bu yüzden de mânuırluğun harâb olmasını kabul ederler,
Nur da ateşe benzer ama yol eri, bunu ayırdeder, bilir,
Bilir ki bu, yakar – yandırır, oysa yapar – düzüp koşar; nur seni alır, yüceltir; ateşse yabana atar, yok eder,
Nur, göz verir sana, ateşse kör eder seni; bu, güç – kuvvet bağışlar sana, oysa yakar – yitirir seni,
O, yüzlerce nimetle seni cennetin baş köşesine götürür; buysa perçeminden tutar da çeke – çeke cehennemin dibine atar,
Öğüdü bırak da aşkı arttırmaya bak; sen gene Salâhaddîn’in bahsine dön,
O tek din eri, kızdı da dedi ki: Bu pis topluluk, kininden,
Esirgeyişi, iyiliği isteyiş yerme düşmanlık ediyor, yolsuzluğa girişiyor,
1720, Ama elleri, kesin olarak bize erişemez; yerden atılan taş, göğe ulaşamaz,
Körlüklerinden erlere kastediyorlar ama gene körlüklerinden kılıcı kendilerine vuruyorlar,
Onların yarası, ancak fâni bedene erişir; erlerin açtığı yaraysa gizliden gizliye cana gelir, canı yaralar,
O yaradan, beden ölür – gider; bundansa gönül ve can, O yarayla mal gider, bu yarayla îman,
XLIV
Allah’ı bilen, tanıyan, ölümden korkmaz; çünkü Ölümden sonra, dünyâ yaşayışından daha hoş, daha tatlı, ölümsüz bir yaşayış olduğunu görmüştür,
«Ellerinizi, ayaklarınızı caprazvâri kestireceğim ve hepinizi astıracağım» âyetinin tefsîri
Bu sebeple Firavun, kendi çağında, yüce Allah, kendisine yardım etmediğinden,
Büyücülerin, aşkla, yüzlerce gerçeklikle Musa’ya yüz tuttuklarını görünce,
Ben ferman etmeden dedi, ne yüzden inandınız ona?
Sizi kılıçla paramparça ederim; kasap gibi de kanaraya çekerim,
Ellerinizi, ayaklarınızı, bedenlerinizden ayırtırım; sizi zerre – zerre doğratırım,
Hepsi de, beden ölümü kolay birşey dedi; Hak, yâr olunca bedeni terketmek kolay,
1730, Kötü olan kişi ölümden korkar; çünkü Hakk’a itaat etmemiştir, hâin olmuştur,
Hırsızlık eden, dıvar delen kişi şahneden korkar; her soluktan, korkusundan, şahne nerde diye sorar – durur,
Ama şahneden geliri olup onun hizmetinde bulunan, mevkie erişen, iş – güç sahibi olan kişi,
Ondan korkar mı hiç? Hattâ gönlünde gizlediklerini söylemek için onu canla arar,
Bizde de îman incisi var ki o, bedenden de daha iyi, candan da, iki cihandan da,
Beden, somnda bize kalmayacak, toprak olacak, başına toprak saçılacak,
Daha önce toprak olsa yatağımız, ne çıkar ki? Beden zahmeti, can zahmetine benzemez,
Canla îman, Allah’yla durur; Allah ebedîdir, onlar da ebedî,
Nefısse fânîdir, yok olur-gider; yokluktan var olmuştur, gene yokluğa erer,
Ondan kurtulmak, bahtlılık alâmetidir; o’ndan kaçan, Arş’a yönelir,
1740, Şu iki – üç günlük dünyâ yaşayışı, aşk denizinden bir testi sudur ancak,
Bu testinin suyunu dök o denize; dök de Tebriz Pâdişâhı gibi terü taze bir hâle gel,
Tatlı yaşayan kişi, acı bir halde ölür; gülerek geçip giden, pek çok ağlar,
Acılar, sana tatlı oldu mu, sen, hem Husrev olursun, hem Şîrîn kesilirsin,
Suyla, tatlı, gülle tikene benzer; gül dosttur, tikense yılan,
Ama tiken de sence gül oldu mu, canın güle ulaşır – gider,
Eziyetler, zahmetler, sana rahat kesilir; rahat ve huzur, dâima dostun olur,
Rahata eriştin mi de boyuna neşelenirsin; sana zahmet gelse bile ona aldırış etmezsin
Tatlı da, acı da dünyâda bir olur sana; zahmet, sıkıntı kalmaz sence,
Bu yüzdendir ki Allah, dostlar, erenler hakkında, «Onlar, varlıklarının yok olmasından korkmazlar» dedi,
XLV
“Allah dostlarına, bilin ki, ne korku vardır, ne de mahzun olurlar onlar» âyetinin tefsiri,
1750, Onlar dedi, bana sığınmışlardır, her belâdan emindirler, hoş, sarhoş bir halde benimle buluşmuşlardır; o buluşmada yurt tutmuşlardır,
Ne mutlu o kişiye ki Hak, dostudur onun; canı sarhoştur, nurlara garkolmuştur,
Her solukta Allah’dan muradına erer; iki cihandan da öteye, yüceye adım atar,
Yeryüzünden, yedi gökten ötede, mekânsızlık âleminde, sevgiliye doğru yol alır – durur,
Öyle bir âlemdedir ki haddi yok; orda ne zıt var, ne – eşit var, ne de sayı,
Nelikten-nitelikten geç ki sevgili, neliksiz-niteliksizdir; nelikte nitelikte kalan, alçalmıştır,
Suret perdelerinden geçen kişinin bambaşka bir ululuğu, bir yüceliği vardır,
Dostu, kılavuzu Allah olanı serkeş nefes zebun edebilir mi?
Canla – gönülle Hakk’ı arayanı, Hak da o çeşit arar,
Hattâ o aşk arayışı, o aşk heyecanı, onda, Allah nuruna bürünmüş, o nurda mahvolmuştur,
1760, iman yönünden bu sırrı anlarsan, bilirsin ki arayan da yoktur,
İki dünyâda da herşeyi bilen Allah’dan başka, ne apaçık arayan vardır, ne gizli arayan,
Onların adlarının sonucu şudur: Bir tek arayan vardır; herkesin arayışı, o üstün
Allah’ın arayışının aksidir,
Bunu, gönülde, canda yazılı olduğu gibi anlatmaya, dille söylemeye kalkışsam,
XLVI
Allah ereni, anlam sırrını, olduğu gibi anlatsa, gösterse, gökle yer kalmaz; çünkü onlar cansızdır, kar ve buz hükmündedir; erenin sırnysa kıyamet güneşidir; doğup göründü mü, cansızlar erirler, su olurlar, yok olur -giderler,
Netekim karanlık bir eve mum götürseler, mumun ışığı, evin karanlığını bir lokma gibi yutar, yok eder – gider, Bunu anlatış
Gök de yıkılır-gider, yer de,, Can ikisini de bir lokma gibi yutar,
Hemencecik, soruya verilen cevap gibi, mesele kalmaz: bütün varlık yok olur,
Ne dil kalır, ne söz: ne suretler kalır, ne nakışlar, ne hayâl,
Hani karanlık bir eve mum girdi mi, evin karanlığını bir lokma gibi yer ya:
Karanlık, bir hannan gibi yığılmış bile olsa, o anda bir tanecikten de önemsiz bir hâle gelir,
Mumu ışımış görünce çıkıp giden soluk gibi karanlık da çıkar-gider,
1770, Musa’nın sopasını da böyle bil: bil de anlamın sırrını anla,
Yüzbinlerce sopayı, ipi yuttu da ne semırıp şişti, ne arıklaştı,
O sopa, horoz gibi, savaş deminde ne bulduysa hepsini de bir lokma gibi yutu verdi,
Dağ, ova, karla dopdolu olsa, güneş, azıcık ışıdı mı, hepsini yok eder,
Şu cansız âlem de kara benzer: ne aslı vardır, ne temeli,
Allah güneşiyle yok olur: güneşin ışığında gölgenin yok olduğu gibi,
Gök de yıkılır, yer de: Ayla güneş de dökülür-gider,
Dağlar pamuğa döner: halk, Hakk’a doğru korkuyla koşar,
Hepsi de mezarlarından kalkınca, sürücü olmaksızın koşar ama kaçamaz,
Bilirler ki O’ndan kaçmanın, imkânı yok: Ona yüz tutarlar,
1780, Allah heybeti, hepsini de kaplar; hepsi de tümden kurur-kalırlar,
Kıyamet koptu mu, onun ışımasıyla varlık karı erir; ırmak gibi akar,
Önceden su olan her cansız, Koç Burcu güneşinden gene su kesilir,
Bu hâl, bundan fazla söze sığmaz; din denizi bir testiye sığışmaz,
Ey Veled, buna sınır olamaz: o aynayı kilime koy – gitsin,
Sen Salâhaddîn’in hikâyesini anlat; o gök ve yer padişahı ne dedi, onu söyle,
XLVII
Gene, Allah anılışını ululasın, Salâhaddîn’in hikâyesine dönüş,
Münkirlerin düşmanlığını duyunca, onlar ahmak ve bilgisiz; ben onların hayrına çalışıyorum onların hakkında ebedî kutluluk diliyorum; buna şükretmek için canlarını feda etmeleri gerekirken onlar, karşılık olarak düşmanlığa girişiyorlar buyurması
Dedi ki: Ben onların iyiliklerini istiyorum: hepsine de yakınlarım gibi acıyorum,
Benim lâyığını, işlerimin lâyığı bu mu? Gül yerine tikenle dalamaktalar beni,
İlenirsem vay o topluluğun hâline: hepsinin de hem malı gider, hem başı, hem dîni,
Gerçek şeyh, baş gibidir: ondan başkasıysa insanın bedenine benzer,
1790, Birisi başsız durabilir mi: ayak, baş olmadıkça yolu nerden bilecek?
Bedenden ayrılan el, ayak, oynar ama, bir iş başaramaz,
Bir zaman sonra oynaması da biter: ölü uzuv, öylece kalakalır,
Dinsiz halk da bil ki, baştan, ayrılmış bedene benzer: bu çeşit insanlar, görünüşte insandır ama gerçekte eşek,
Dirilikleri uzun sürmez: ölüm meleği hepsini de öldürüverir,
Başı kesilmiş beden, oynasa bile sen onu, o halde de hareketsiz bil,
Çünkü yardım görmeyen oynayış tez durur: çünkü oynayışı bir iş için değildir,
Oynadığı zaman da onu duruyor gör: her takdir edilmişi olmuş – bitmiş say,
Ama gönül ehlinin yaşayışı ebedîdir: onların canları, hem şaraptır, hem sâkıy,
Onların ölümleri, evden göçmektir adetâ: candan geçip canana gitmektir,
1800, Hepsinin de yeri, cennetin baş köşesidir: orda hepsinin efendisi, sahibi, ulusu, Allah’dır,
Dünyâ, onların bir müddet için eviydi: ölüm onları aldı, âhıretc götürdü,
Böylesi ölüme ölüm deme: yoksul, azığa, mala, mülke kavuştu de ,
Sırrı anlayınca, o herşeyi bilen Şeyh, o alçak topluluğa kızdı,
O da, Mevlânâ da onlardan yüz çevirdi: tümünü de sohbetlerinden uzaklaştırdılar,
Artık o alçak, o cansız körlere, kendilerine yol vermez oldular,
Böylece bir müddet geçti: hepsinin de bağı – bostanı kumdu,
Allah, o bağa-bostana yardım ediyordu; yardımı kesildi: bostanlarında birşey bitmez oldu,
O hararet geçti-gitti, hepsi söğüdü, buz kesti; utanmazlıktan yüzleri katıldı- gitti,
Tanıyışları kalmadı, kapandı; hepsinin gönülleri yaralandı, halsiz dermansız kaldılar,
1810, Günleri kara geceye döndü, tümünün de gamdan boynu inceldi,
Günler geçiyor, Şeyh’i göremiyorlardı; her gece kötü rüyalar görüyorlardı,
İşin sonunda hepsi de ne yaptığını anladı; yaşlılar gibi bir araya toplandılar,
Herbiri elini dişliyor, hepsinin gönlünden dertler doğuyordu,
Birbirlerine, böyle kalırsak dediler, Allah bilir, hâlimiz ne olur,
Elden çıkmadan bir çâre bulalım da tuzaktan kurtulalım,,
Tövbe ederek huzurlarına varalım da kavuşmayı dileyelim, ayrılık da geçip gitsin,
Hepsi toplanıp kapılarına vardılar; başlarını yere koydular, yere yüzler sürdüler,
XLVIII
Allah ikisinin de azız sırlarını kutlasın, Mevlânâ ve Şeyh Salâhaddîn’in münkir mürîdlerden yüz çevirmeleri, onların da ziyana düşeceklerini, tümden mahrum olacaklarını anlayıp kapılarına vararak feryada gelmeleri, tövbe ve istiğfar etmeleri, bağışlanma dilemeleri
Gerçek olarak, biz dediler, kuluz – köleyiz; padişahımızı aşkla arayanlarız,
Âşıklarız, dosta gidiyoruz; onunuz biz; onu bırakıp da kime gidelim,?
1820, Gece – gündüz bu çeşit yalvardılar; yanarak ağlayan, yaşla dolu gözlerle yakardılar,
Ağlayıp inleyişleri haddi aştı; feryatları, figanları sınırı geçti,
Gözyaşları Ceyhun’a döndü; ayrılıktan canları kanlarla doldu,
Düşman bile canlarına bakınca onlara acıdı da ağladı,
Ateşlerinden taş bile muma döndü; hattâ eridi de su gibi aktı,
İkisi de onların ağlayışlarını duyunca dostluk çengini düzüp koştu,
Kapıyı açıp onlara yol verdiler; kilitlenmiş kapıları açtılar,
O anda tövbeleri kabul oldu; neşelendiler, onlardan gam – gussa gitti,
Gene hoş bir halde kol – kanat açtılar; gene yeniden analarından doğdular,
Yeniden can cihanını gördüler; kendilerini bedensiz can olarak seyrettiler,
1830, Gönüllerinden hikmet coşmaya başladı; bilgisizlik yerine onlara akıl fikir geldi,
Hepsi de karanlıktı, nur oldu; hepsi de yastı, düğün kesildi,
İnkâr tikenleri gül bahçesine döndü; kapkaranlık gece, Ay gibi aydınlandı,
Hepsi de tertemiz, çevik bir hâle geldi; melek gibi göklerin yücesine ağdı,
Hepsinin de gözleri görmeye başladı; hepsi de adları bilir bir hâl aldı,
O iki padişahın makbulü oldular; onlara sığınıp aman buldular,
Yitirdikleri ipin ucunu buldular da ziyanları kâr kesildi,
Salâhaddîn’e kul – köle oldular; kendilerini gene onun aşkına rehin verdiler,
Şeyh, gene hepsinden lıoşnûd oldu: gene suçları yemden bağışlandı,
Kerem etti, yeniden onlara bağışlarda bulundu; güzelim yüzünü onlara gene gösterdi,
1840, On günlük ömürleri binlere çıktı; hattâ sayısız bir hâle geldi,
Lütfetti de küfürlerini îmân etti; hepsinin de canı canana ulaştı,
Canları ayrılık belâsından kurtuldu; her âşık, gene sevgiliye kavuştu,
Dostun derdiyle tortu arındı; aşağılık bakır altın oldu,
Kimyayı herkes bilemez; aşk bayrağını az kişi yüceltebilir,
Kimya nedir’? Can feda etmek; boyuna ölüme yüz tutmak,
Bil ki kimya, nefsi öldürmektir; kim nefsini öldürürse varlık kapısından kurtulur,
Kimya, ölmektir; öldün mü, saf şerbet olursun, tortusuz şarap kesilirsin,
Allah ermin ayağı ucunda öl ki dirilesin, yücelere ağasın,
Onun bakışı, ululuk kimyasıdır; bakırın, onun bakışıyla hemencecik altın olur,
1850, Ama yönsüzlük yönüne at sürebilen süvari azdır; aşk yolunda, az kişi başıyla oynayabilir,
Başıyla oynayan başbuğ olur: boyuna bedensız diriliğe kavuşur,
Sırdan haberi olmayan başa yular lâyıktır; başsız sır sahibi olansa padişahtır, cihâna hükmeder,
XLIX
Salat-ü selâm olsun, Mustafâ’nın, «ölmeden önce ölün» hadîsini anlatış
Ölümden önce ölen kişidir canını kurtaran: odur Allah lûtfüyla dirilen
Rasul, onun içindir ki «Ölün» dedi: Allah buyruğunu duyana ne mutlu,
Onun ölümü, ebedî diriliktir; Süha yıldızı bile olsa, güneşten üstündür o,
Ölümden önce ölen, yoksul bile olsa yüzlerce azık bulur, mal – mülk elde eder,
Kavuşmaya gitmiş, yokluktan kurtulmuş, böylesine zahmetlerle dolu tuzaktan sıçrayıp çıkmıştır o,
Şu fani dünyâdan yola düştü mü de, cehennem ateşinin yakışından emîn olmuştur,
Şu yerceğizi, cennetin baş köşesi kesilmiş, Allah bağışıyla veresiyesi peşin para hâline gelmiştir,
1860, Vaadedilen şeyler, gözünün önündedir, onları seyreder; onca yok olan herşey var olmuştur,
Canım da, malını da Allah’a sattığından karşılığında cenneti almıştır,
Böyle bir satış yüzünden kâr elde etmiş, canı zengin olmuş, esenliğe kavuşmuştur,
Ölüm, kötü huyu değiştirmektir; kötü huy, tek Allah’dan gaflet etmektir,
Halka karşı alçak gönüllülük, onlarla hoş geçinmek, onlara ziyadesiyle lûtufta bulunmak değimlidir?
O çeşit huy bu cihâna aittir; şu halk içindir, yaşamak içindir,
Güzel huy, Hakk’a enîs olmaktır; bu çeşit huy, iyi kişilerle a\nı cinsten bulunmaktır,
Gece – gündüz huzurda, ibâdette bulunup yüzlerce sevinç, yüzlerce esenlik bulmaktır,
Boyuna gerçeklikle, aşkla buluşmaktır; gece – gündüz özlemle ağlamaktır,
Bundan maksadım, görünen namaz değildir; bunu temiz olmayan kişi bilemez,
L
Din, namaz, ibâdet, bir anlamdır ki neliksizdir -niteliksizdir, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet dediler» çağından beri ki insan, o çağda, manen Allah’yladır, Gerçek namaz, o nurdandır, o nurdan gıdâlanır, o nurdan meydana gelir, Esenlik onlara, peygamberler gönderilince o namazı çeşitli şekillerde getirdiler, herbiri bir şekilde buyurdu, Kimin anlayışı varsa, namazın görünüşüne aldanmaz, Canı varsa kabul eder; çünkü susuz, testiyi su için ister, testide su yoksa ne işine yarar? Böylece, esenlik onlara, peygamberler de o namaza her surette halka ulaştırmışlar, bildirmişlerdir; erenler de o gerçek namazı semâ’, nazım ve nesir şekillerinde âlemdekilere ulaştırmışlardır, Kim yemeği tanırsa, yemek onun gıdası olursa kâseler, tabaklar onu yanıltamaz; bilir ki öbür kâsede de aynı yemek var”
1870, Herkesin bir tek niyazı vardır ya: her peygamberlerin de ayrı bir namazı vardır,
Can gibi gizli olan o cana ait niyaz ve namaz,
Her zamanda başka bir surette görünmüştür; can şarabı, her çeşit kadehe konmuştur,
Ağza sunulmak, dile – damağa tattırmak için kimi çanakla, kimi kâseyle, kimi kadehle verilmiştir,
Kâselere, testilere konmuştur ama kâsedeki şarap aynı değil midir?
Kâse değişebilir ama şarap aynıdır; herkes ölür; dâimi diri olan Allah’dır kalan,
Dünyâda suret, şekil değişir ama anlam birdir, o değişmez,
Testi, sağrak başka – başka olsa da arı – duru şarap nerden değişecek?
Bu namaz, önüne ön olmayan çağdan beri vardır; dünyâya onu Adem gösterdi ama bil ki o, ezelîdir,
Sonra her çağda şekli değişti ama iyice bil ki anlam değişmedi,
1880, O namaz, canında oldukça dâima, ebedî olarak diri kalırsın,
Sana, ibâdetten başka hiçbir şey gerekmez; zâti dünya yaşayışı da ebedî değildir, geçer – gider,
Bilirsen, iyi huy budur; bundan başkası zâti ağır canlılıktır,
Allah’ı tanıyıp bilmen için soluktan soluğa kendinden, varlığından geçmen gerek,
Böylece sen de kalmazsın, o da kalmaz; ikilik perdesi olmaksızın o, yüz gösterir,
Çünkü ben ve biz, bu yolun perdesidir, Allah tapısının perdesi,
Ben ve biz nedir? Bilmiyorsan ağır canlılık etme de benden duy,
Allah için olmayan iyi – kötü, herşey, gerçek olarak bil ki tümden ben’dir, biz’dir, benliktir,
Son konak birliktir; ama sen olmadıkça birlik nerden gerçekleşecek?
Kim, yok olmadan şeyhliğe kalkışırsa, onun şekerinde acılık eseri vardır,
1890, Hani her solukta ödağacından, miskten bahseden, fakat sarımsakla ekmek yiyen adam gibi,
O, miskten laf eder – durur ama ağzından sarımsak kokusu gelir
Aksine, birisi de ağız dolusu misk alsa ağzına, pis kokudan bahsetse de ağzından misk kokusu duyulur,
Sarımsaktan dem vursa bile söz söyledikçe sana Tatar miskinin kokusu gelir,
Can, insan vasfindan arındı mı, onun kötüsünü de misk say, iyisini de,
Ama iyi olmadı mı da, arınmadı mı da onun iyiliğini, hevâ ve hevesten doğan tüm kötülük bil,
Hallâc’in küfrü, tevhidden yeğdir; çünkü o, perdesiz olarak padişahı görmüştür, Ulaşmış kişinin sözü, adamı ulaşmaya çeker; ayrılığa düşmüş kişinin sözüyse ayrılığa,
Allah eri, ne yaparsa iyidir; çünkü o, varlığından ölmüştür, ondan iş gören, O’dur,
Onun küfrünü îman kabul et; onun derdi, yüzlerce dermandan daha iyidir,
1900, Ona sarıl da hür ol; çirkinsen kötüysen bile onun yüzünden güzelleşir, iyileşirsin,
Şeyhin sohbeti, her amelden iyidir; kim onunla oturursa, ibâdettedir,
O ibâdet, gizli sırra benzer; sevgiliye ulaşman için kılavuz olur sana, Padişahları hizmetine koşulan kişi, canla – gönülle onlara doğru koşuyor demektir,
Öyle birşey elde eder ki kimse ona nail olamaz; öyle bir padişah görür ki hiçbir göz, onu göremez,
Allah’ın gücü, sanatı, güneş gibi meydandadır; ıslaklığa benzeyen bilgilerse o denizdendir,
Herkes O’na can adını takmıştır; herkes O’nu dünyâyı yaratan bilmiştir,
Herşey, canla – başla O’nu tesbîh eder; periden, şeytandan tut da insana dek her varlık, O’nun noksan sıfatlardan arılığını söyler,
Taştan, kerpiçten, saman çöpünden dağa dek her varlık, bölük – bölük O’nu tesbîh eder – durur,
LI
Yüce Allah’ı tanımak, erenleri tanımaktan daha kolaydır; çünkü yüce Allah, güneşten de daha apaçıktır; bildirdiğimiz gibi her şahsı hüneriyle, sanatıyla bilirler, tanırlar; bütün âlemin de Allah sanatı olduğunu bilirler; bu, nasıl gizli olabilir ki? Hattâ yetmiş iki millet, O’nun Allahlığını ikrar eder; ama erenleri tanımak güçtür; çünkü onların sanatları, hünerleri de kendileri gibi gizlidir, «Allah dostları kubbelerimin altındadır; onları benden başkası tanıyamaz,»
Ama gönül ehli olanlar, balçıktan karılmış bedendedirler; fakat
1910, Onları bulmak, pek yüce, pek büyük bir iştir, Kelîm, Hızır’ı aşkla aramadı mı?
Zamanın padişahı olduğu halde Muhammed, Hak kokusunu Yemeniden almadı mı?
Yemen’den, Karen’li padişahın can kokusu gönlüne erişince onu göreyim demedimi?
Gene o, Âh ne kadar da özlemedeyim; beni kardeşlerime ulaştır derdi,
Ashâb-ı Suffa’nın yanına gitti mi, gönül sırrını onların kulaklarına söylerdi,
Çünkü onlar sırra mahremdiler, hepsinin de ezelden gözleri açıktı,
Onlardan şaşılacak sırlar duyar, bu yüzden de hoş bir hâle gelirdi,
Onları sözlerinden, şarapsız sarhoş olur, gölgesiz, apaçık bir güneş kesilirdi,
Haberde vardır, varlığı yaratıp tedbîr eden Allah, cömertliğinden, lûtfundan,
Muhammed’e buyururdu ki: Erenler, kubbelerimin altındadır; kadının da gözlerinden gizlidir onlar, erkeğin de,
1920, Onları, arayıp taraşa, kıvranıp dursa bile benden başka hiç kimsecik tanıyamaz,
Çünkü onlar, burda gurbete düşmüşlerdir ama benim nurumdan doğmuşlardır,
Nuru, nurdan başkası ne vakit, nasıl görebilir Şeytan’ın gözü, huriyi nasıl görür?
Bir cinsten olanı bilmek için o cinsten olmak gerek; yazandan başkası, yazılanı nasıl okur’
Gizli âlemde de, açıkta da dostlar, erenler, candır; o yüzden de can gibi o toplumdan gizlidir onlar,
Erenler, çalışmakla görülemezler; meğer ki onlar, kendilerini göstersinler,
Kerem ederler de yüzlerini gösterirlerse sözleriyle cehennem bile cennet kesilir,
Böylesine devlet kime nasîb olur ki sarayda padişahla beraber otursun,
Öyle bir padişahla diz dize otursun da bir sofrada, aynı tastan yemek yesin,
Hani Mustafa ile Sıddıyk’ın mağarada bulunmaları, birbirlerinin kulaklarına sır söylemeleri gibi,
1930, Ağyardan çekilip ikisi de mağaraya gitmişti; örten Allah da onları ağyardan gizlemişti,
Gözcüsü – bekçisi Allah olan kişi, hiçbir surette kötü bir zahmete düşmez, eziyet çekmez,
Zamanın olaylarından emîn olur; ona ne tehlike vardır, ne korku;bunu böyle bil,
Hattâ onun yüzünden, ona uyanların da iki dünyâda ne korkusu kalır, ne amana kavuşma kaygısı,
Çünkü o kul da padişahın huyuyla huylanmıştır; Allah gibi, kendisine uyanı, kimi alır – götürür, kimi tutar – getirir,
Kimi öldürür, kimi diriltir; kimi padişah eder, kimi kul – köle,
Kimi çağırır, tapısına apışına alırsa göklerin üstüne çıkarır; kimi de sürerse, o, yerin dibinde kalır,
Allah, onu kendisine nâsb etmiştir; onun her yaptığı iş doğrudur, güzeldir,
Onun eğri işi, doğrudur, yerindedir; çünkü eğriyi doğru gibi düzüp koşandır o,
Kimi çeker alırsa, diriltir; onun buyruğuyla köhne kilim atlas kesilir,
1940, Cehennem onun buyruğuyla cennet olur; tiken, gül bahçesi hâline gelir,
Dervişler, gizli definelerdir; onlarla düşüp kalkana ne mutlu,
Yakın, yakınlarına kavuşmayı arar; herkes nerden görecek onları?
Kardeş, erlere kul ol, köle kesil; felek gibi onların çevresinde dön,
İbâdetin özü-özetı, onlara kulluk etmektir ; kim onların yüzlerini gördüyse murada erişmiştir,
Yıkık yapısı onarılır ümidiyle sevinir – durur bâzısı da;
Gerçeği bilmeden yola düşer – yürür; hâli, kimi iyi olur, kimi kötü,
Hak erinin nazarı düşmemiştir ona; kör gönlünün iki can gözü açılmamıştır,
Hak erinin nazarı, insana gerçek îman bağışlar; nefse anlayış: akıl – fikir ve dinihsan eder,
Gerçeklik nüm serpilir sana; burnuna ordan bir kokudur, gelir,
1950, Onun ışığının vuruşunu kabullen de öylece dur; kazma gibi her ağacın dibini kazmaya kalkışma,
Her bedende can definesini arama; Allah ereninin eteğini tutda onun çevresinde dön – dolaş,
Çünkü onu, gene onun ışığıyla görebilirsin; ama dinsızsen din tadını tadamazsm,
Çünkü gözünde o nur yok, nerden onun nurunu göreceksin?
Kulağını, aklın, başında olsaydı da açılsaydı, kapalı gözün de, kulağının sayesinde açılırdı,
Ama sen, ahmaklığından düzene sapmadasın; olgun şeyhin sırrını nerden kabulleneceksin?
Ayağın gevşek, din yolunda topalsın; değil mı ki er değilsin, kadın gibi oturadur,
Gerçeklik ayaktır; değil mi ki ayağın yok, bu yolu nasıl alabilirsin sen?
Bu yolda cömertlik, can vermektir; canını feda et; edemiyorsan herze yeme,
Rind olan, başlariyle oynayan âşıkları hepsi de avlanmakta, alıcı doğan kesilmiştir,
1960, Allah aşkıyla ölen âşıklar, diriliğe ererler, can mülküne sâhib olurlar,
Ölümde diriliği gördükleri için de boyuna ölümün çevresinde çizginip dururlar,
Hepsi de varlıklarından yok olmuşlar, alçalmayı, sarhoşluğu seçmişlerdir,
Zâti yücelik de bu alçalıştadır; varlıkta kalan kişidir yok olup giden,
Tersine çakılmış nalı gör de anla; a uykuya dalmış kişi tez uyan,
Bu dünyânın iyisi, kötüsü, Riyadır; göze su gibi görünen seraptır,
İnsan, iyi – kötü tiken, yahut duman, rüyada ne görürse,
Düş yorucuya söyleyince o, gördüğünün tersi, çıkar demez mi?
Rüyasını söyleyince, düşte gamlıysa, iyice bil bunu, sevineceksin der,
Rüyada kendini ölmüş görürsen, bil ki der, ömrün uzun olacak,
1970, Gaflet uykusu da buna benzer, sonunda bütün gam, sevinç olur,
Ecel günü, bu uykudan uyanınca, işin tersini görürsün,
Gaflet uykusu, bu uykudan da ağırdır; o denize benzer, buysa sudan bir katre,
Bu uykudan insan, bir bağrışla uyanır ama o uykudan bin bağrışla ya uyanır, ya uyanmaz,
Hiçbir kimse yoktur ki kendi varlığında, benliğinde kaldıkça Allah’a ulaşsın,
Peygamberlerin bağırmaktan seslen tükendi; sesleri taşa tesir etti de gene gaafillere
tesir etmedi; öylesine bağrıştan haberleri bile olmadı,
Sel gibi bağırış, onlara serap göründü; çünkü hepsi de uykuya dalmış-gitmişti:
Erenler feryâd edip dururlar; uyuyanları Allah’a çağırırlar,
Ama onlardan hiç kimse uyanmaz da uyanmaz; âh aman şu aman bilmeyen ağır uykudan,
1980, Yârabbi, bu zan, ne biçim bir uykudan meydana geliyor ki hiç kimse bu uykudan uyanmıyor,
Bütün bu naralar, bu sesler, bu kükreyişler, hiçbir kulağa tesir etmiyor,
Ömürleri sona erdi de o soluk, bir solukcağız olsun onlara tesir etmedi – gitti,
Ölüye bile hayat veren o soluktan canları, hiç mi, hiç kurtuluşa ermedi,
LII
Münâcât
Ey Allah, halkın elini tut, bir solukcağız olsun, onlara lütfet,
Rahmetini esirgeme onlardan; Ay’ını bulutla gizleme,
Herkesi, herşeyi sen yaratmadın mı; bütün varlığı, yokluktan sen satın almadın mı?
Her kadın, her erkek, senin sanatınla, senin kudretinle var olmadı mı?
Hepsini de sen, zahmetlerinden kurtar,
Herkesi rahmetine garket; herkesi varlık zahmetinden sen kurtar,
Umûmî olan rahmetin, kimseden esirgenmez; ileri gidenler de, geri kalanlar ganimetlerine garkolmuşlardır,
1990, Ama o hâli anlamazlar; cümlesinin gözlerini sen aç ey padişahım,
Çünkü açık, gizli, iki dünyâda da senden başka yetiştiren, geliştiren yoktur,
Ey padişahım, bu mülkten başka, can âleminde de yûzbinlerce cihanın vardır,
Öyle cihanlar ki onlara karşı bu âlem, bir kıl bile değildir; o denize karşı bu, bir testi bile sayılmaz,
Bundan dolayıdır ki ey iki cihanın da sığındığı padişahım, Kur’ân’dan adım,
Din gününün, ceza gününün sahibi taktın, herşeye, herkese hükmün yürür senin,
Böylece de varlık âleminde, senden başka buyruk sahibi, senden başka ulu olmadığını bilirler,
Ortada bir perde yoktur, Ki bir kimse, bu, ondandır, ona koşuyor diyebilsin,,
Beden perdesi, beden sebepleri yok olur; ne çok kalır, ne az; yalnız sen kalırsın,
O âlemde, perdesiz, örtüsüz, senin kudretin görünür; küçüklere de sen buyruk yürütürsün, büyüklere de sen,