“Usûl-i Tarikat u Bi’at” Risalesi – A. Yılmaz Soyyer

A+
A-

Mesnevî Şarihi Şeyh İsmail Efendi’nin “Usûl-i Tarikat u Bi’at” Risalesi

A. Yılmaz Soyyer

Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti sürecinde toplumu derinden etkileyen Mevlevilik, günümüzde hakkında yapılan araştırmalarla bütün merasim ve gelenekleriyle ortaya çıkmaya başlamıştır. Mevleviliğin ortaya çıkış döneminden bu yana süre gelen en önemli geleneklerinden biri de bir bakıma Mevleviliği bir tarikat haline getiren ve bünyesinde pek çok geleneği barındıran seyr-i süluktur. Seyr-i süluk, nev-niyaz dervişin mürşid-i kamil olabilme yolunda yapıp etmesi gereken bütün tarikat kurallarının toplamıdır.

Konu olan el yazması işte bu seyr-i süluk denilen yolu anlatmaktadır. El yazması risaleyi ele alan kişi bizzat “şeyh” unvanı taşımakta yani, yazmış bulunduğu seyr-i süluku bizzat tecrübe etmiş bulunmaktadır. Şeyh İsmail Efendi yazma risaleye “Kardeşler bilin ki âşıkların sultanı Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin âşık ve sadık müridlerinden bir gerçek yol talibi bu fakirden “ol hazretin tarik sülukları Hz. Habibullah’a hangi silsile ile ulaşır ve süluku ister ise ne yapması gerekir?” diye sordu.” sözleriyle başlamakta ve soruyu “O talip bunu isterse batınıyla zahiri eksiksiz gerçek halifelerinden birine müracaatı gereklidir.” şeklinde cevaplamaktadır. Şeyh İsmail Efendi metnin devamında “Hz. Mevlana’nın o vasıta ile tertemiz ruhundan feyz alıp ansızın amacına ulaşan, Allah bilgisini elde ederek nefsini dünyadayken sapkınlıktan kurtarırsa ukbada didara layık olur. Bu sözleri bu silsileye ulaşan bir kamilin eteğini tutmuş, belli miktarda mesnevi tahsil etmiş biri olarak söylemekteyim.(2) Allah sözümü şeriat ile tarikata aykırı olmaktan ve bütün hatalardan korusun. Hz. Mevlana’nın silsileleri Hz. Ali’ye erişir, bu yol halvet yoludur. Her talib o sultanın biati üslubundan ve süluk kurallarından meşrebine göre alarak halvet yoluna ulaşır.” demektedir.

Şeyh Efendi bu yolun başlangıcı hakkında da şu bilgileri vermektedir: “Bir talib bir yola girmek isterse sünnete uygun olarak, biatten sonra talibin elinden makas ile birkaç kıl kesilir.(3.a) Bu uygulama bana da mürşidim tarafından yapıldı. Talib, sabah namazını müteakib halifenin verdiği virdleri tamamladıktan sonra üçer bin, namaz-ı uşşakdan sonra üçer bin, namaz-ı teheccüdden sonra üçer bin ism-i celal çekilir. İsimlerin sırrı (sırr-ı esma) on iki derecedir. Yedi mertebesi asıl baki, beş mertebesi feridir. Diğer tarikatlarda bu mertebelerin isimleri vardır. Hz. Mevlana’nın yolunda isim birdir. Bir gün o sultan taiblerine manadan anlatırken “isim birdir (3.b) eğer bir yerde çokluk varsa kalbe şüphe gelir.”

Şeyh İsmail Efendi mürşidlik yolunda geçirilmesi gereken evreleri mertebe veye derece biçiminde isimlendirmektedir. Bu kavramaları birbirinin yerine ve rasgele kullanmaktadır. Yani derece mertebenin, ya da mertebe derecenin alt birimi değildir. Çünkü bu iki kavram birbirinin yerine aynı anlama gelecek biçimde de kullanılmıştır. Bu belki de Şeyhin bir sohbette anlatmış bulunduğu konuyu not alan bir dervişin dikkatsizliğinden de kaynaklanabilir. Şeyh mertebeler konusunda şunları söylemektedir: “Talib bir mertebede[1] tevhidle meşgul olup “la ilahe yani ırağ idim, mabudumu bilmezdim illallah yani yakin olunca mabudumu bildim” der. İkinci mertebede la söylenmez yalnızca Allah denilir. Orada Allah demek ‘ey affedici ilah, ben asi ve günahkarım’ demektir. Üçüncü mertebede Allah demek Allah’ı künhüyle bildim demektir. Dördüncü mertebede Allah demek Allah’ı zatıyla, sıfatıyla ve künhüyle bildim asla şüphem kalmadı demektir. Bu mertebede tecelli çokluğundan tıpkı güneşin karşısında karanlıkların yok oluşu gibi, bütün masiva yok olup Hüda’dan gayrı bir şey kalmadığından sorulan her soruya “Allah” diye cevap verir. Beşinci mertebede Allah demek Ondan başka hayy (diri) ve kadir yoktur demektir. Beşinci mertebede Allah demek Hakkın külli vücudundan (vücud-ı külli-i Hakk) başka mevcut yoktur demektir. Salik bu mertebede kendinden külli olarak varlık ve tasarrufun gitmiş olduğunu bütün tasarrufların Allah’a ait olduğunu görür. Yedinci mertebede tasarruf-ı Hak vücuduna sirayet eder. Salik o demde tasarruf-ı külliyeye adım atar. Halifelerin bazısından bu metnin yazarı da işitmiş ki: yedinci mertebede insan vücudu bir büyük nehre benzer velayet onun kalbine akar. Irmak içinde suyun akışı gibi o kimsenin vücudundan da tasarruf-ı İlahiyye öyle akar. Salik sekizinci mertebeye geldiğinde “ben dünyaya gelmedim ama anam ve babam bir oğlan getirdi” der. Dokuzuncu mertebe fenanın ikinci menzilidir. Salik kendini şöyle müşahede eder(4): “Aleme ben değil babam ve anam gelmedi”. Onuncu mertebe fenanın üçüncü derecesidir. Orada “Atam anam belki de onların atası anası gelmiştir” der. Onbirinci mertebe fenanın dördüncü derecesidir. Salik bu makamda Hz. Adem’in vücuda gelmediğini müşahede eder. On ikinci derece fenanın nihayeti ve esmanın sonudur. Salik bu derecede varlığı tamamen kaybetmiştir. Varlığın Allahtan ibaret olduğunu ayne’l-yakin olarak görür. Tam temizlenmiş bulunan salik, Ruh-ı resul-i kibriyadan vaktiyle ayrılmış olduğunu fark eder.

Bir kişi, Hz. Mevlana’nın kapısına bağlanmak isterse usulünce biat edip elinden ve bıyığından kıl alınıp ism-i celal telkini yapıldıktan sonra pazartesi ve perşembe günü oruçlu olması, kimsenin ayıbını görmemesi söylenir, çünkü bir salik başkasının ayıbıyla uğraşırsa hangi makamda bulunursa bulunsun o makamı kaybeder. Kendisine helal yemesi ve helal giymesi emredilir. İntisap eden sultan ise fukaraya adaletle emretmesi istenir. Sanat ve ticaret ehline elde ettikleri kardan vaz geçmemeleri, herkesin bir iş sahibi olması gerektiği söylenir.

Hz. Mevlana’nın yolundaki sülukta hem zühd, hem takva, hem de aşk ve kavga vardır.(5) haz Mevlana’nın kendisi de bu halvet yolundan geçmiştir. Hz. Mevlana babasının vefatından sonra Şeyh Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’nin kontrolünde üç erbain çıkarmıştır. Daha sonra Hz. Şemseddin Tebrizi ile karşılaşmalarından sonra da 6 ay halvette bulunmuştur. Sultan Veled bu halvet boyunca Hz. Mevlana ve Hz. Şems’e hizmet ettiğini, onların bu süre zarfında kendisinden yiyecek ve içecek Hiçbir şey istemediklerini beyan etektedir. Hz. Şems ve Mevlana o halvetten sema ederek çıkmışlardır.

Hz. Mevlana kendisine mürid olmak isteyen her kesi irşad dairesine kabul etmiştir. Hatta fasıklar bile bu halkaya girmiş, doğru yola ulaşmışlardır. Hz. Pir halifelerine kendi Mesnevisiyle irşad faaliyetlerine devam etmelerini emretmiştir. Mevleviliğin en önemli süluk vasıtaları halvet ve Mesnevi eğitimidir.

Mevleviliğin sülukunun halvet ve Mesnevi eğitimine dayandığı çok açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Halvet nev niyaz dervişin dünyayla -geçici bir süre için- irtibatının kesilmesi, kendisini tanıması, Mesnevi eğitimi ise Mevlevilik yolunun bütün bilgilerini edinebilmesi için uygulanmaktadır.

Böylece seyr-i sülukun hem bilgi bakımından gerekli donanımın sağlandığı hem de davranış biçimlerinin geliştirildiği bir süreç olarak görmek mümkündür.

Notlar

[1] Metinde derece ve mertebe kavramları birbirinin yerine ve aynı anlamda kullanılmıştır.