“TÖVBENİN TADI”

A+
A-

“TÖVBENİN TADI”

Tövbenin Tadı” bir kitap ismi. Alt başlığı “Allah’la İletişim“. Yazarı, Sargon Erdem, İSAM yaniTürkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi Bilim Kurulu üyesi ve redaktörü.

İlk sayfada tek cümle var: “Kıyamete kadar açık olan Tövbe Kapısı’nın kılavuzu Hz. Mevlânâ’ya adanmıştır.

Sonraki sayfada bir hadis-i şerif meâli: “Bütün insanlar hata yapar, onların en hayırlıları, tövbe edenlerdirHz. Muhammed.

Yazarın çok güzel bir Türkçesi ve sağlam bir ifâde kabiliyeti var. Ben uzun cümleli yazıları zor okurum. Sargon Erdem bunun istisnâsı oldu. Cümlelerindeki kurgu o kadar düzgün ki, uzunluğu insanı yormuyor. İşte kitabın bir paragraflık ilk cümlesi:

“Bir tür hâtırat olan fakat târih sırasına uymadan, birbirine bağlı geri dönüşlerle sâdece bâzı tür olayları anlatmasından dolayı benzerlerinden ayrılan bu kitap, otuz yıldan beri hayâtımı yönlendiren rehber, akıl hocası ve gerçek can yoldaşı kabul ettiğim, hiç değilse bir cildini dâimâ masamda bulundurduğum ve yolculuklarımda el çantama koyduğum Mesnevî‘nin sorulan soruya cevap verme özelliğinden, yâni Hz. Mevlânânın bu en büyük kerâmetinden kaynaklanan tövbelerimin hikâyesidir.” (s.7)

Yine bir paragraf tutan tek cümlede şu hatırlatmayı yapar: “Sevgili okuyucu senden tek isteğim, yıllardan beri yazdıklarını pek azı dışında yayımlamayan, adının duyulmaması için elinden geleni yapan, kendi dünyâsında içine kapalı bir hayat yaşayan ve çocuklarına mezarının başına taş dikilmemesini vasiyet eden, yani gelecekten bir Fâtiha dâhil hiçbir beklentisi olmayan bir kişi sıfatıyla samîmiyetime inanman ve aşağılarda anlatacaklarıma Hz. Peygamber’in “Doğru, kalplere emniyet ve huzur, yalan ise şüphe verir” hadisini kıstas tutarak iyi niyetle ve önyargısız biçimde yaklaşmandan ibârettir.” (s.10)

MESNEVİ İLE TEFE’ÜL

Yazarın inişli çıkışlı, mâcerâlı bir hayâtı var. Çevresindeki yanlışlara göz yummayıp müdâhale eden, bu yüzden işsiz kalan, serâzat ruhlu biri olduğu görünüyor. Bu yazıyı yazmama sebep kitapta öne çıkan iki özelliktir:

BİR: Yazarın Hz. Mevlânâ ve Mesnevî sevgisidir. Her sıkıntılı veya tereddütlü ânında Mesnevî’den tefe’ül edip, yâni rastgele bir sayfa açıp tam da meselesine uygun ifâdeleri bulması dikkati çeker. Babası yıllar önce kendisine şöyle demiş: “Eğer darda kalan, Allah’tan başka elinden tutacak kimsesi olmayan bir mü’min, fal açarcasına değil saygıyla, edeple, Hz. Mevlânâ’nın rûhuna okuyarak Mesnevî’den herhangi bir sayfa açacak olursa sorusunun cevabını alır; bu onun asırlardır devam eden kerametidir.” (s. 22) Nitekim yazarımız sık sık bu hususta Mesnevî’ye başvurur. Meselâ içki ve sigarayı o sâyede bırakır.

SAMÎMÎ TÖVBE

İKİ: Samîmî pişmanlık ve tövbelerini hikâye etmesi. Bu ikincisi bana göre daha mühimdir. Tövbe bir mü’min için en hayâtî imkândır. Yazarın da belirttiği gibi “Allah’la iletişim”dir. Herkesin her zaman tövbeye ihtiyâcı vardır. Dünyâ dağdağası, evlâdü ıyal, nefsin binbir türlü tuzakları bizi çok defa aşağılara çeker; Hakk’ı, yüksek değerleri, mânevî alanı unutturur, bataklığa sürüklenebiliriz. O zaman tek kurtuluş yolumuz tövbedir. O’na dönmek, O’na sığınmaktır. Bunu pek çoğumuz biliriz fakat uygulayamayız veya şekilde kalır, gerçek tövbeye, Nasuh tövbesi seviyesine çıkamayız.

Sargon Erdem kitabındaki ifâdelere göre bunu başarmış ve çok iyi tasvir edip canlı sahneler hâlinde anlatmıştır. Bu arada bitip tükenmez rüyâları, zaman zaman başvurduğu istihâreleri, devamlı oruç tutması, îtikâfa girmesi, duygu dolu hac ve umre yolculukları vardır. Bunlara bakınca yazarın coşkulu bir rûhî-mânevî hayâtı olduğu görülür. Şöyle der:

MÜ’MİNİN FİRÂSETİ

“Ayrıca yine çocukluğumdan beri fark ettiğim psişik bir hâlim veya altıncı his ya da sezgi benzeri gelişmiş bir duyum var. Buna belki, Hz. Peygamber’in “Müminin anlayışından sakının. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar” hadîsine dayanarak “mümin görüşü” diyebiliriz (herhalde hiç kimse mü’min olmadığımı söyleyemez)”. Bir de şahsen benim herhangi bir katkım olmadan, Allah’ın zaman zaman kendiliğinden gönderdiği, bâzan somut bir nesne, bâzan tam yerine oturan bir nasihat şeklindeki lütufları, hediyeleri var. İşte bütün bunları kitaba bakma yolundan aldığım cevaplarla, rüyâlarımla ve kendi bilgi, kültür birikimimle birleştirerek bir sonuca varıyorum. Allah’ın lütfu, hediyesi dediği fakat açıklayamadığım bu tür halleri ancak bazı örneklerle anlatabilirim.” (s. 51)

*

Trabzon’da iken Cuma namazı için yakın köylere gitmeyi tercih eder: “Köy ve bahçe yollarında yürümeyi severim; hele kenarlarında yola uzanmış ağaç dalları varsa. Yapraklar, çiçekler yüzüme dokundukça Allah’ın yanağımdan makas aldığını düşler ve kendimi başı okşanmış bir yetim gibi hissederim.” (s. 60)

DEVAMLI ORUÇ

Mesnevî’den aldığım her cevaba karşı başlangıçta şükran olsun diye iyi kötü biraz sadaka veriyor, bâzan şükür secdesi ediyor, bâzan da şükür namazı kılıyordum. Sonraları, cevap aldığımın ertesi günü oruç tutmaya başladım. Fakat cevaplar sıklaşınca ummadığım derecede, neredeyse hemen her gün oruçlu olduğumu gördüm; düzensiz bir biçimde. Câminin avlusunda otururken birden aklıma on beş gün kadar önce yerel bir gazetede okuduğum Rize’nin köylerinden birinde vefat eden yaşlı bir ninenin, hayâtının son yirmi yılını oruçlu geçirmiş olduğu haberi geldi; o gün çok etkilenmiş ve gıpta etmiştim o hanıma (s. 81). (…) Yıllık nâfile oruca başladım ve ayrıca her yıldönümünde sâlimen tutmama izin verdiği için o gün cebimde varsa bir kurban parası tasadduk etmeyi adadım.” (s.87)

DEVAMLI TASADDUK

“Trabzon’daki o en parasız günlerimdeydi. Allah’a ahdettim “Eğer bir gün devamlı bir işe sokarsan beni, kazancımın ne kadarını istersen o kadarını, “açlığını kimseye belli etmemeye çalışan senin o iffet, ismet sâhibi gerçek yoksul kullarını” arayıp, bulup onlara vereceğim ve biriktirebildiğim ilk parayla da hacca gideceğim” diye. Urart’ta işe girip de ilk aylığımı aldığım gün şükürler olsun ki bu ahdimi hatırladım. Aradan epeyi zaman geçmişti ve bilirsin genelde insanlar “sâlimen karaya çıkınca, denizde boğulurken Allah’a verdikleri sözü, ettikleri tövbeyi hemen unuturlar”. Ahdimi hatırladım ama maaşımın ne kadarını vereceğimi bilmiyordum. Hemen Mesnevî‘ye sarıldım ve açacağım sayfada, sayfa ve beyit numarası gibi rakamla değil yazıyla geçecek, orantı kurmaya uygun bir sayı karşıma çıkarsa maaşımın, daha doğrusu elime geçecek her paranın o kadarını ömrüm boyunca yoksullara vereceğim diye niyet ettim.

Ya çıkmazsa n’olacaktı, vermeyecek miydim? Bunu düşünmedim bile. Çünkü niyetim hâlisti ve O, gayet tabii ki bana yardım edecekti. Daha önce de yazdığım üzere, bir işte niyeti hâlis olanlara yardımda bulunmayı görev edinmişti zâtına ve kitabında dediği gibi “kişi kendine yakışanı (tabiatında olanı)” yapıyordu; O’na yakışan ise “bir adım yaklaşana koşarak gitmekti” ve de öyle yaptı… Benim hesaplamama gerek bırakmadan orantıyı da bizzat kurup kazanacağım her kuruşun onda birini vermemi apaçık bir biçimde bildirdi. (Mesnevî’den) açtığım sayfada, kıssaya konu olan kişiyi anlatmaya devamla:

Riyâsız olarak mahsûlünün onda birini verir, buğday samandan ayrıldı mı tekrar,

Öğütülüp un haline geldi mi, ekmek pişirildi mi yine onda birini verirdi.

Her elde ettiğinin onda birini verir, ektiğinin öşrünü dört kere yoksullara dağıtırdı (Mesnevî, C. V, beyit: 1476-1478).

Bu cevap beni daha önce aldığım “özel emir” (oruç) kadar sevindirmekle birlikte korkuttu da sanki. Îtiraf edeyim ki oran bana fazla yüksek geldi ve tereddüte düştüm bir an için, acaba geriye kalanla çoluk çocuğumu kimseye minnet etmeden geçindirebilir miyim diye. Ama değil mi ki O bunun karşılığında bana “on kat fazlasını” (En’âm 6/160), hattâ “yedi yüzünü” (Bakara 2/261) verecekti; o halde mesele yoktu ve derhal sözümü yerine getirmeye başladım, o ay başından itibaren.” (s. 93-94)

SECCADESİZ EVDE NAMAZA BAŞLAMA

“İlkokul dörtteydim. Bizim sınıfa, sonradan Pire Memet dediğimiz yeni bir arkadaş gelmişti. Vücutça küçük çelimsiz bir şeydi. Fakat ilk birkaç gün içerisinde nasıl ettiyse ben de dahil sınıfın bütün oğlanlarını bir temiz dövdü birer bahâneyle ve tabiî hepimizin saygısını kazandı ve de benim gözümdeki saygınlığı kısa bir süre sonra tam bir hayranlığa dönüştü. Çünkü o, bir gün sınıfta öğretmene namaz kıldığını söylemişti. Bunu duyunca gıpta ettim ve sanki bir çocuk değil de büyük bir insanmış gibi görmeye başladım onu. Bizim evde, o yıllarda yalnız yanımızda kalan yaşlı halam namaz kılardı. Babam ise, başlıca kerâmeti sokaktan geçen sarhoşların yüzlerini avucuna aldığı suyla yıkayıp başlarını okşayarak onlara içkiyi bıraktırmak olan Erzurumlu Hacı Haşıl Dede’nin genlerini taşımasına rağmen, Tokat çapında içkiciliği ve çapkınlığıyla ünlü bir kimse idi. Ancak bildiğim kadarıyla gençliğinde Sivas’ta oturan âmâ bir şeyhin mürîdi imiş.

“1953 yılı sonbaharında bir gün, benden birkaç yaş büyük olan ağabeyim bir pazar kahvaltısında durup dururken, kelimenin tam anlamıyla damdan düşercesine. “Baba biz Müslüman değil miyiz, neden namaz kılmıyoruz?” diye sormuştu. Babamın benzi birden kül gibi olmuş ve lokması ağzında kalmıştı o anda. Birkaç gün sonra annem onu tesâdüfen, misâfir odasında halının üzerinde namaz kılarken görmüş (seccademiz yoktu çünkü) ve istemeden attığı sevinç çığlığıyla bizim de görmemizi sağlamıştı. Tabiî hemen o günlerde annemle biz de peşinden sıraya girmiştik. Ben henüz namazla mükellef değildim ama hevesim beni duâları ezberlemek husûsunda öne geçirmişti. Namaz kılmaya başladığım gün ise o âna kadarki hayâtımın en mutlu günü olmuştu. Hiç unutmam, ilk sabah namazımdan sonra sevincimden uyuyamamış, üst kattaki yatak odamızla zemin kattaki tuvalet arasında mekik dokumuştum; heyecandan böyle bir hal gelmişti başıma.”(s.114-115)

RABB’E NAZ VE NİYAZ

Mesnevî’den tefe’üllerinde her zaman doğru sonuçlar alması karşısında bir gün, birden şuursuzcasına, belki küstahça ama içtenlikle şöyle der:

“Yarabbi yeter artık; ezdin beni! Neredeyse şüpheye düşmeye başladım, lâyık olmadığım bu cevaplar karşısında. Bunlar senden mi gerçekten, yoksa şeytandan mı? Rüyânın da rahmânîsi var, şeytanîsi var. Lütfen hakîkati bildir bana!” diye yakardım ve ardından O’nun kendi kitabını (Kur’an’ı) aldım elime. Yine eksiksiz bir cümleyle “Hiçbir şeyi sana, her şeye hakkıyla vâkıf olandan başkası lâyıkıyla haber veremez” (Fâtır 35/14) âyeti çıktı bu defa da karşıma!” (s. 139)

RÜYADA KABRİN KEŞFİ

Yazar bir çok sâdık rüyâsını anlatır. Bunlardan biri de Humeyd b. Bekir adlı tâbiîn neslinden birinin Ayvansaray’daki kabrini görüp ortaya çıkarmasıdır. O hâdiseyi ve söz konusu ettiğimiz kitabı yazıp yazmamakta tereddüt geçirir. Bir takım işâretlerden sonra sanki Allah:

“Yıllar önce seni soktuğum İSAM’da her gün başkalarının sayfalarca yazısını düzelterek yeterince temrin yaptın, elini alıştırdın; artık kendi yazılarını yazmanın zamanı geldi” diyordu. (s. 158)

Kitap yazılmıştır ama neşredilmesi için Allah’tan izin alması gerektiğini düşünür:

“Ertesi gün ikindi vakti masamdaki takvimin yaprağını koparınca o günün İmam Buhârî’nin vefat yıldönümü (31 Ağustos 2007) olduğunu ve yaprağın arkasındaki yazıda da: “El-Cami’u’s-Sahîh‘i Mescid-i Haram’da tasnif ettim ve iki rekât namaz kılıp Allahu Teâla’ya istihareye vararak doğruluğunu tesbit etmedikçe hiçbir hadisi içine koymadım” cümlesinin yer aldığını gördüm. Bunu yeterli bir işâret sayarak hemen bir hac-umre organizasyonuna telefon açtım ve yerimi ayırttım ucu ucuna; meğerse o gün mürâcaatların son günü imiş ve saat da 17.00 suları idi. Böylece, yine ânî bir kararla ve bir oldu bittiyle ikinci kez umreye gittim ki bu, Ramazanın yirminci gününden başlayan ve bayramı Medîne’de karşılayan yirmi günlük bir programdı.” (s. 160)

Umrede karşılaştığı bir takım hâdiseler sonucu, kitabı yayımlama konusunda izin çıktığı kanaatine varır.

*

Kitap 168. sayfasına kadar bu tadla ve bu üslupla geliyor. 169-216 sayfaları arasında ise yazarın gördüğü bir rüyâyı kıyâmetle yorumlaması ve kıyâmetin nasıl olabileceğine dâir düşünceleri anlatılıyor. İlk bölüm tamâmen mânevî-rûhânî unsurlarla dolu. Kitabın dörtte birine yakın son bölümü ise daha çok aklî-naklî mütâlealardan ibâret olup benim zevkimi okşamadı. Yazar bunu farketmişçesine, kıyâmetle ilgili bu kısmı eklemekte tereddütler yaşadığını söyler.

Buna rağmen, Sargon Erdem güzel Türkçesi, farklı üslûbu ve samîmî tövbeleriyle gönül tellerimizi harekete getirdiği için teşekküre lâyıktır.

*

(Sargon Erdem, Tövbenin Tadı (Allah’la İletişim), İstanbul 2010. Genel dağıtım: Ajans Grup Yayın, tlf: 0212 528 35 70)

Not: Sargon Erdem, geçen aylarda Dar’ı bekâ’ya göçmüşler yeni öğrendik ve Allah’tan rahmet diliyoruz.

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR