TASAVVUFÎ DÜŞÜNCENİN ASLÎ KAYNAKLARI OLARAK KUR’AN VE SÜNNET – Salih ÇİFT

A+
A-

TASAVVUFÎ DÜŞÜNCENİN ASLÎ KAYNAKLARI OLARAK KUR’AN VE SÜNNET

Prof. Dr. Salih ÇİFT  

Tasavvufî düşüncenin ilk nüvelerinin gün yüzüne çıkmaya başladığı dönemden itibaren bu anlayışı benimseyenlerin başlıca endişeleri ve bu doğrultuda geliştirdikleri fikir ve pratikler sûfî kimliğinin aslî unsurlarını şekillendirmiştir. Dönemsel şartların hızlandırıcı etkisinin söz konusu olduğu bu evrede ilk zâhidler ya da sûfî tipolojisinin ilk temsilcileri olarak nitelendirilmesi mümkün olan öncü şahsiyetlerin vurgu yaptıkları hususlar, dünyanın geçiciliği ve ahirete yönelik güçlü uyarıdır. Sözü edilen dönemsel şartlarla kastedilen, Hz. Peygamber’in vefatını müteakiben ve bilhassa da Hz. Ali’nin hilafeti sırasında ve sonrasında cereyan eden ve İslâm toplumunun ayrışması noktasındaki menfî tesirleri günümüze kadar devam eden ve esasen dinî değil siyasî olan vakalardır. Başta Muaviye olmak üzere Emevî idarecilerinin gerek yönetim düzeyinde gerekse toplumsal plandaki pek çok icraatları da bunlara eklendiğinde duyarlı müslümanların olan biteni anlama ve kabullenme noktasında sıkıntı yaşadıkları bilinmektedir. Belli bir anlamda fikrî çile evresi olarak da nitelendirilebilecek olan bu süreçte söz konusu kimselerin ferahlamasını sağlayan başlıca sığınak Kur’an olmuştur.

Kur’an’ın dünyayı kesin bir dille oyun ve eğlence mekânı olarak tanımlayıp ahireti de asıl odaklanıl-ması gereken sonsuzluk yurdu şeklinde tasvir eden beyanları ilk zâhidler/sûfîler için hem hareket noktasını hem de asıl gayeyi belirlemiştir:

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebût, 29/64).1 Bu doğrultuda yeni bir zihniyet inşası sürecini başlatan ve münferit hareket eden birtakım zevât etrafında oluşan kümelenmeler zaman içerisinde ilk zâhid topluluklarını meydana getirmiştir. İtikâdî anlamda birbirinden farklı yönelimlere sahip olsalar da bu insanların önceledikleri hususlar kendilerini müslüman toplumun geri kalanından ayrıştırmaya vesile olmuştur. Uzunca bir süre bahis konusu ayrışmanın muhtelif düzeylerdeki sancıları müslümanlar arasında çeşitli sıkıntıların yaşanmasına sebebiyet verse de zaman içerisinde sûfîler kendi ideallerini muhataplarına uygun bir dille anlatmanın yollarını bulmuşlar ve İslâm toplumunun büyük bölümü tarafından kabul görmüşlerdir.

Bir yönüyle Kur’an’ın aslî beyanını yeniden ve hayli vurgulu bir tonda hatırlama ve hatırlatma anlamına gelen bu özgün tavır doğal olarak ilahî hitabın ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’in inananlar nezdindeki konumunun da daha belirgin bir tarzda yeniden öne çıkarılması ihtiyacını doğurmuştur. Bu doğrultuda ilk zâhidler Hz. Peygamber’in yaşantısını, kuşatılması mümkün bütün boyutlarıyla taklidin Kur’an’ın mesajına ve ruhuna en uygun hareket tarzı olduğu fikrini güçlü bir tonda dillendirmeye başlamışlardır. İlk zâhid toplulukların ayırt edici özelliği olan söylemden/teoriden ziyade eyleme/amele odaklanma tavrı, bir başka ifadeyle düşündüklerini ve yaşadıklarını kaydetmeye matuf herhangi bir çabalarının bulunmayışı bu bağlamdaki görüşlerinin yazılı dayanaklarına ulaşmayı imkânsız kılmaktadır. Bununla birlikte kendilerinden yaklaşık bir asır sonra kaleme alınmaya başlayan metinler onların bu yönünü hemen hemen bütün boyutlarıyla gözler önüne sermektedir.

Kur’an’da kurtuluşa ereceği ifade edilen müminlerin temel özelliklerine dair zikredilen hususlar ile bunların tecessüm etmiş şekli olan Hz. Peygamber’in hayatına dair bilinenleri esas almak suretiyle içinde bulundukları an itibariyle kendi durumlarını tahlil ederek yeni bir kimlik inşasının gerekliliğine kânî olan ilk zâhidlerin ve de ilk teorisyen sûfîlerin eylem planlarının merkezine yerleştirdikleri husus “ahlâk” olmuştur. Zamanla “tahalluk”, yani bir bakıma Hz. Peygamber’in ahlâkı ile ahlâklanma şeklinde kavramlaş-tırılan bu yaklaşım ilerleyen dönemlerde kendilerini “sûfî” olarak tanımlayan ve fakat birtakım fikir ve uygulamaları sebebiyle eleştirilere muhatap olan kesimler bir tarafa, daima tasavvufî düşüncenin ve bu doğrultudaki eğitimin başlıca gayesi olmuştur.

Ahlâkî olgunluğun yalnızca kelimenin basit düzeydeki manasıyla sınırlı olmadığını, bilakis insanî eylemlerin bütün boyutlarıyla irtibat halinde bulunduğunu vurgulama sadedinde sûfîler “Cibrîl hadîsi” olarak bilinen riva-yette2 geçen “islâm, îman ve ihsan” kavramlarını, Hz. Peygamber’in vermiş olduğu anlamlardan hareketle, yeniden yorumlamışlardır.3 Sûfîler, ilgili hadiste geçen “ihsan” ifadesini kulluğun nihaî hedefi olarak belirleyerek bu mertebeye ermeyi gaye edinmişlerdir. Bu istikamette ilerleyen sûfîler Allah ile kul arasındaki irtibatı Varlığın Sahibi’nin muradına en uygun şekilde tesis etmenin ve dolayısıyla ihsan makamına ulaşmanın manevî arınma şartına bağlı olduğunu dile getirmişlerdir. Onlar bahis konusu makama nâil olanlara mârifetin lütfedileceğini beyanla meseleyi farklı bir boyuta taşımışlardır. Sûfîler öncelikle Kur’an’ın genel olarak insanla ilgili beyanlarından ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından yola çıkıp kendilerine özgü bilgi edinme yöntemi olan mârifet ışığında yorumlamak suretiyle, diğer İslâmî disiplinlerden farklı birtakım görüşler geliştirmeye çalışmışlardır. Ardından da söz konusu arınma eyleminin değişik evrelerine ve özelliklerine dair daha önce mevcut olmayan görüşler ortaya koyarak kendilerine has bir gönül eğitimi sistemi oluşturmuşlardır. Şu halde en genel anlamıyla tasavvufun konusu insanın mânâ dünyasının inşası, gayesi ise ihsan makamına ulaşmak ya da Allah’ın rızasını kazanmaktır denebilir.

Öncü sûfîlerin basit düzeyde ilk sistemleştirme teşebbüsleri neticesinde uygulanmaya başlayan tasavvufî eğitimle alakalı yöntemlerin odağındaki unsurlara bakıldığında bunların hemen tamamının Kur’anî beyanlarla örtüştüğü görülür. Burada dile getirilen hususa en somut örneklerden biri Necmüddîn-i Kübrâ (ö. 618/1221) tarafından seyr u sülûk boyunca kat edilmesi gereken makamlar olarak tespit edilen ve “usûlü aşere” adıyla da bilinen tasniftir.4 Esasen Kur’an’da hakiki müminin özellikleri olarak sıralanan çeşitli meziyetlerin sistemli ve düzenli bir eğitim neticesinde meleke haline getirilebileceğini düşünen sûfîler sözü edilen tarzdaki tasnifleri içeren muhtelif eserler kaleme almışlardır. Bu sûfîlerin hemen hepsi Kur’an’ın ilgili beyanlarını bireysel hayatlarında tecessüm ettiren kâmil müminler olmayı hedeflemişlerdir.

Sûfîlerin özellikle haller ve makamlar bağlamında öne çıkardıkları çeşitli konular ve bunları ifade sadedinde Kur’an’dan ve çeşitli hadislerden derleyerek kullandıkları ıstılahlar onların aslî gayelerini tartışmaya mahal bırakmayacak berraklıkta ortaya koymaktadır: Tevbe, takvâ, vera’, zikir, murakabe, sıdk, ihlâs, sabır, şükür, tevekkül, kanaat, istikâmet, fakr, rıza vb. bunlardan yalnızca bazılarıdır.

Dil ile ikrar edilen kalpteki imanın otomatik bir şekilde insanın eylemlerine yansımadığını, bunun belli bir süreç dahilinde aşama aşama gerçekleştiğini tecrübe eden tasavvuf erbabının, insan benliğini oluşturan unsurların deşifresi niteliğindeki değerlendirmelerinin, Kur’anî ve nebevî beyanlarla uyumlu birlikteliğinin neticesinde şekillendirdikleri görüşleri, asırlar boyunca sayısız müslüman benliğinin kemâl doğrultusunda dönüşümünü sağlamıştır. Bu amaçla belli bir sistem dahilinde hareket eden sûfîlerin dönüşümün hareket noktasına yerleştirdikleri kavram “tevbe”dir. Zira tevbe, Kur’an tarafından kurtuluşun temel şartı olarak belirlenmiştir:

“Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” ( Nûr , 24 / 31) .

Sûfîlerin ilgili amaç kapsamında belirledikleri bir diğer esas “zühd”dür. Az ya da çok, dünya malından, hoşa giden şeylerden, makam ve mansıptan kalben uzak olmayı ifade eden bu tabir yalnızca sûfîlerin değil insanlık tarihi boyunca erdemli bir hayat yaşamayı ilke edinen büyük şahsiyetlerin hayata bakışlarının özünü teşkil etmektedir. Sûfî terbiyede gönül hânesini ağyârdan temizlemenin vasıtası olarak görülen zühde dair Kur’an’dan sayısız örnek zikredilebilir: “

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metâından başka bir şey değildir.” (Hadîd, 57/20); “De ki: Dünyanın faydası pek azdır. Ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır.” (Nisâ, 4/77).

Kur an’a göre hakiki müminin şahsiyetinin ayırt edici hususiyetlerinden bir diğeri ise “tevekkül”dür. Tevekkül her hususta Allah’ın takdirine tereddütsüz bir şekilde rıza göstermek ve bu doğrultuda hareket etmek demektir.

“Kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter!” (Talâk, 65/3); “Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (İbrahim, 14/11); “Ey Rabbimiz! Yalnızca Sana tevekkül ettik, içtenlikle yalnızca Sana yöneldik, dönüş de ancak Sana’dır” (Mümtehine, 60/4) mealindeki ayetler tevekkülü kâmil müminin aslî niteliklerinden biri olarak belirlediğinden tasavvufî terbiye sürecinde mürîdin bu yöndeki dönüşümüne ciddi önem atfedilmiştir.

“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”

(Ra’d, 13/28), “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzâb, 33/41), “Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 62/10), “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân 3/191) gibi ayetlerde sözü edilerek müminlerin özellikleri arasında sayılan, kalbî huzurun ve ebedî kurtuluşun şartı olarak belirlenen zikir ise sûfî terbiyenin ve tasavvufî hayat tarzının merkezinde yer almaktadır. Tasavvuf erbabı zikrin tatbikine dair farklı yöntemler geliştirmiş olsalar da kendilerine asıl motivasyonu sağlayan husus Kur’an’ın beyanları ve Hz. Peygamber’in yoğun ibadet hayatında somutlaşan bu doğrultudaki tatbikatı olmuştur.

Seyr u sülûkün son merhalesi ise “rıza”dır. Rıza en genel anlamıyla, her konuda ilâhî takdire teslim olmak, her hali ve durumu güzel ve hoş karşılayıp şikâyetten vazgeçmek demektir. Bu ifade Kur’an’da “sadıklar”ın niteliğini beyan için kullanılmaktadır: “Allah şöyle diyecek: Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür. Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.” (Mâide, 5/119). Nefis terbiyesi ve kalp tasfiyesi odaklı bir eğitim sürecinin neticesinde müminin nâil olacağı “kendisinden razı olunmuşluk” durumu hakkında ise Kur’an’ın hitabı şu şekildedir: “Ey mutmain nefs! Sen O’ndan razı O da senden razı olarak (iyi)kullarımın arasına gir, cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30).

Yukarıda ana hatları verilmeye çalışılanlar dışında kalan ve esasen kadîm geleneklerin mirasına dayalı felsefî spekülasyonlardan, ucu açık mistik yorumlardan ya da bunların harmanlanmasından müteşekkil olan hususlar tasavvuftan ziyade genel olarak felsefenin, antropolojinin ve özel olarak da İslâm felsefesinin alanına giren konular olarak değerlendirilmelidir. Bununla birlikte tarih boyunca tasavvufî bakışın sağladığı esneklikten ve sûfîlerin hoşgörüsünden istifadeyle bu kisveye bürünen ve kendilerini tasavvufun kuşatıcı şemsiyesi altında göstererek fikirlerini ortaya koyan belli kesimlerin bu alanın ana konularını ve terminolojisini kullanarak gerçekleştirdikleri üretimin tasavvufun orijinal yapısını hem aşındırdığı hem de gölgelediği söylenmelidir. Kısmen söz konusu üretimin uzantısı ya da tortusu niteliğindeki birtakım aşırı popüler inanç ve uygulama ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir mesele olarak öne çıkmaktadır.

1 Bu bağlamdaki diğer ayetler için bkz. En’am, 6/32; Muhammed, 47/36; Hadîd, 57/20.

2 Cibrîl hadisi üzerine cereyan eden tartışmalar ve bunların değerlendirmeleri hakkında bkz. Tatlı, Bekir, Hadîs Tekniği Açısından Cibrîl Hadîsi ve İslam Düşüncesine Yansımaları (AÜSBE Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2005; Kahraman, Hüseyin, “İtikadî Düşünce ve Mezhep Mensubiyetinin Hadislerin Değerlendirilmesine Etkisi”, UÜİFD, c. 14, S. 2 (2005), s. 146 vd.

3 Cibrîl hadisinin erken dönemde gerçekleştirilmiş ilk tasavvufî yorumlarından biri Hakîm Tirmizî’ye (ö. 320/932) aittir. Kendisi bu hadisi şerh etmek amacıyla bir risale kaleme almıştır, bkz. Şerhu kavlihi ma’l-îman ve’l-İslam ve’l-ihsân, Bayezid-Veliyyüddin Ef. 770 (78a-120b).

4 Bkz. Necmeddîn-i Kübrâ, Usûlu Aşere (Tasavvufî Hayat içinde, haz. Mustafa Kara), İstanbul, 1996, s. 31-70.

 

DİN ve HAYAT Dergisi 37- KIŞ 2019/1440