SEYYİD-İ SIRDAN BURHAN-ÜL-HAK VE’D-DİN HÜSEYİN EL TİRMİZÎ – Celâleddin Bâkır Çelebi

A+
A-

SEYYİD-İ SIRDAN BURHAN-ÜL-HAK VE’D-DİN HÜSEYİN EL TİRMİZÎ

Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi

Hz. Mevlânâ’nın irs’i ve manevî ailesi hakkında iki tarihî esere sahibiz. Bunlardan biri Sipehsâlâr’ın öteki de Eflaki Dede’nindir. Bu eserlerde tarihi hakikatler yanında, rivayet ve efsanelerin mevcudiyetine de şahit olmaktayız. Bunlar birbirine benziyen metinlerdir. Daha tafsilatlı olması dolayısıyla, Eflaki Dede’nin “Ariflerin Menkibeleri” adlı eserinde Sultan’ül Ülema’nın dervişi, Hz. Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhâneddin hakkında yazılan toplu bölümden sonra, diğer bölümleri de araştırarak yazılanları bir araya toplayıp, sizlere sunmayı münasip gördük. Seyyid Hazretlerinin değerli eseri Maarif, bölünmez bir bütün olarak ele alınması icabettiğinden ayrı olarak bahs edeceğiz.

“Tarih haberlerini bildirenlerin en hayırlıları (Tanrı onların mezarlarını nurlandırsın) Horasan, Tirmiz, Buhara ve sair ülkelerde Seyyid hazretlerine “Seyyid-i Sırdan” denildiğini ve bu unvanla şöhret bulduğunu bildirdiler. Daima kalblerde bulunan sırları, bilinmeyen yüce veya aşağılık şeyleri söylerdi. Bahâeddin Veled hazretleri Belh’ten hicret ettiği vakit, Seyyid-i Sırdan da Tirmiz tarafına gitmiş, orada inzivaya çekilmişti. Aradan bir müddet geçtikten sonra altı yüz yirmi sekiz senesinin Rebi-ul-ahır ayının on üçüncü günü kuşluk vaktinde ilahî bilgileri takrirle meşgul olurken birdenbire müthiş bir şekilde feryadedip şiddetle ağlamaya başladı ve “Yazık, Yazık Şeyhim, bu toprak aleminden, temiz aleme göçtü” diye bağırdı. Orada bulunan cemaat bu olayın yılını, gününü, saatini tesbit ettiler. (Seyyid hazretleri daha sonra Rum diyarına geldiğinde Bahâeddin Veled hazretlerinin kendisinin bildirdiği günde öldüğünü öğrendi.) Kalkıp cenaze namazını kıldı. Taziyet törenini hazırladı. O ülkenin bütün büyük adamları kırk gün matem tuttular. Bu müddet geçtikten sonra, Seyyid Sırdan “Benim Şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed’im yalnız kalmıştır, beni beklemektedir. Rum diyarına gitmek, yüzümü onun, ayaklarının toprağına sürmek, onun hizmetinde kalmak ve Şeyhimin bıraktığı bu emaneti ona teslim etmek bizzat bana farz olmuştur.” dedi. Tirmizî’nin ileri gelen adamları O’nun ayrılığından ötürü ağlayıp sızladılar. Seyyid Hazretleri samimi birkaç dostu ile beraber yola koyuldu. Dereleri, tepeleri aştılar. Konya başkentine ulaştıkları vakit Şeyh öleli bir sene olmuştu. O sırada Hüdâvendigâr hazretleri de Larende Şehrine gitmişti. Seyyid Hazretleri birkaç ay Sencari mescidinde kendini hapsedip kaldıktan sonra, iki dervişi ile Mevlânâ hazretlerine hikmetler ihtiva eden bir mektup gönderdi. Bu mektupta, Mevlânâ’nın her halde Konya’ya gelmesini ve babasının  mezarı başında  bu bağrı yanık garibi bulmasını, Larende şehrinin uzun zaman kalınacak bir yer olmadığını, çünkü o dağdan Konya’ya ateşler yağacağını bildirdi. Seyyid’in mektubu Mevlânâ’nın eline ulaşınca, önce çok üzüldü, fakat sonradan Seyyid’in gelmesine sevindi. Onun mektubunu gözlerine sürdü ve birçok defalar öptü.

Şiir:

“Devlet ağacının dalının senin gibi bir gül yetiştirebilmesi için binlerce yılın geçmesi lazımdır. Her kıran devrinde ve her asırda senin gibi bir insan bulunamaz ve senin gibisi dünyaya gelemez.”

Hz. Mevlânâ hemen Konya’ya döndü, şehre ulaşır ulaşmaz kalkıp Seyyid’in ziyaretine gitti. Seyyid hazretleri Hz. Mevlânâ’yı karşılamak için kendini hapsettiği mescitten dışarı koştu, birbirleriyle kucaklaştılar.

Şiir:

“Bu iki deniz birbirleriyle tanıştı, bu iki can birbirleriyle kaynaştı”

(Mesn: C: I, B: 63)

Her ikisi de kendilerinden geçtiler. Müritlerinden feryat ve figan yükseldi. Ondan sonra Hz. Mevlânâ, Seyyid-i Sırdan Burhâneddîn’in sorduğu ilimlerin hepsine türlü cevaplar verdi. Bunun üzerine Seyyid-i Sırdan kalkıp Hüdâvendigâr’ın ayağının altını öpmeğe başladı ve bir hayli aferinlerde bulunup “Din ve yakın ilminde babanı hayli geçmişsin, fakat babanın hem “kal” ilmi tamamdı, hem de o, “hal” ilmini tamamiyle biliyordu. Bu, Peygamberler ve velilerin ilmidir. O ilme “Ledün ilmi” derler. (Orada kendisine Ledün ilmini öğretmiş olduğumuz bir kulumuzu buldular) (Kurân-ı Kerîm S:18, A:65) ayetindeki işaret onadır ve o mana şeyh hazretlerinden bana ulaşmıştır, onu yine benden al ki bütün hallerde zahir ve batın bakımından babanın varisi ve onun aynı olasın.” Her neye işaret etti ise Mevlânâ ona itaat ederek Seyyid Hazretlerini kendi medresesine getirdi ve tam dokuz yıl Seyyid’in hizmetinde kulluk etti.

Bazılar Hz. Mevlânâ o günden itibaren, bazıları da Belh’te babası Sultanü’l Ulemâ zamanında, Seyyid’e mürit olduğunu söylerler. Seyyid lala ve atabek gibi sık sık Hüdâvendigâr hazretlerini omuzunda taşır ve dolaştırırdı.

Hikaye: Bir gün Hakk’ın halifesi Çelebi Hüsameddîn (Tanrı onun sırrını kutlasın) hazretleri Hüdâvendigâr’ın ağzından şöyle rivayet etti: Seyyid Hazretlerimiz, Horasan ülkesinde Biyabenek adında bir şehre gitti. O şehrin bütün ululaları ve ileri gelenleri onu karşılayarak son derece hürmet ve ikramda bulundular. O kasabada her fenne aşînâ ve engin bilgili Şeyh-ul İslâm adında bir adam vardı. Kibir ve azemetinden dolayı Seyyid’i istikbale gelmedi ve ona iltifat etmedi. Seyyid hazretleri çekilmeksizin Şeyh-ül İslam’ı görmeye gitti. Şeyh-ül İslam’a Seyyid’in kapıya geldiğini bildirdiler. Şeyh, seccadeden kalkıp yalınayak hanigâhın kapısına kadar koştu. Seyyid’in ellerini öpüp özür diledi. Seyyid “Ramazan ayının onuncu günü ha­mama gitmek ihtiyacı duyacaksın ve hamam yolunda mülhitler çıkacak, seni öldürmek isteyecekler. Gafil olmayasın diye haber verdim” dedi. Bu işaret Şaban’ın son on gününde olmuş­tu. Şeyh-ül-lslâm feryat ve figan ederek başını açtı. Seyyid “Hayır, hayır iş olmuş bitmiştir. (Bütün işlerin merciî Allah’tır) buyurdu ve yalvardığın ve niyaz ettiğin için imanla gidecek Tanrı’nın yüzünü görmekten mahrum olmayacaksın” dedi. Seyyid’in buyurduğu gibi oldu. Ramazan’ın onuncu günü mülhitler şeyhi şehit ettiler.

Hikaye: Yine kalbi temiz kardeşler ve vefalı dostlar şöyle ri­vayet ettiler ki: Birçok sohbetten sonra Seyyid hazretleri Hüdavendîgâr’dan Kayseri’ye gitmek ve orada bir müddet kalmak için müsaade istedi.  Hz. Mevlânâ Seyyid’in Konya’dan ayrıl­masını istemezdi. Sık sık bu düşünce Seyyid’in kalbinden ge­çerdi, fakat uzaklaşmak için fırsat bulamazdı.  Bir gün  Hz. Mevlânâ Hazretlerinin yakın arkadaşlarından bir grup Seyyid’i bir katıra bindirerek bağlara gezmeye götürdüler. O anda Seyyid’in gönül aynasında Kayseri şehrinin hayali teşekkül etti ve bu hayale daldı. Katır birderbire sıçradı. Seyyid’i  yere  attı. Mübarek ayağı çizmenin içinde kırıldı, bir ah çekti ve bayıldı. Dostları katırı yakaladılar, tekrar Seyyid’i bindererek Humâmeddîn Sipehsâlâr’ın bağına kadar götürdüler. Seyyid başın­dan geçen bu olaydan hiç bahsetmedi. Çizmeyi çıkardıkları vakit, mübarek parmaklarının parça parça olduğunu gördü­ler. Hüdavendîgâr hazretleri, müritler ağladılar ve elemlendiler. Seyyit “Aferin! ne de güzel mürit şeyhinin ayağını kırıyor” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Mevlânâ hemen o mübarek elini o kırılan yere koydu. Bir şeyler okuyup üfledi. Derhal o yara kapanıp iyileşti. Seyit onun yüce müsaadesiyle  Dar’ül-feth denilen Kayseri’ye hareket etti. Çünkü o Kayseri’yi çok seviyordu. “Ali” dağına çıkarak gece gündüz Tanrı’ya yalvarışla meş­gul olurdu.

Derler ki: O zamanda ulu vezir Sâhib-i Şemseddîn-i İsfehânî (Allah onun yattığı yeri nur etsin) Kayseri’nin hakimi idi. Seyyid’e iradet getirdi, türlü hizmetlerde bulundu. Nihayet onun kul ve müridi olup himmetine mazhar oldu.

Yine Şöyle Nakledilir ki: Kayseri’de Seyyid’i bir mescide imam yapmışlardı. Son derecedeki dalgınlığından namaz kıldırırken tam bir gün ayakta kalır, rükû ve secdeyi de böyle geçirirdi. Bir kısım halk onun bu hareketinden âciz kaldı. Bir gün Seyyid cemaatten “Mazeretim vardır, bende sık sık bir de­lilik feveran ediyor, ben imamlığa yakışmam, beni mazur gö­rün, akıllı bir imam arayın” diye ricada bulundu. Cemaat “Se­nin arkanda kıldığımız bir rekat namaz, bin rekat namaz yeri­ne geçer ve biz o deliliğe razıyız” diye feryad ettiler. Fakat o bu işten feragat etti.

Yine rivayet ederler ki: Seyyid, Bahâeddîn Veled’in müridi olduktan sonra bir müddet deli gibi sahraya düşüp tecelli nur­larını çokluğundan ve hallerin birbiri arkasından gelmesinden muzdarip ve kararsız oldu. Onun riyazeti o derece idi ki, başı ve ayakları çıplak on iki sene ormanlarda ve dağlarda dolaş­tı. Arpa unu ile dolu bir dağarcığı vardı. On iki günde bir de­fa buğrak yapar, iftar ederdi. O derece riyazet etmiştir ki, aç­lıktan bütün dişleri dökülmüştü. Bir seher vakti birdenbire gayb aleminden bir hatif “Bugünden itibaren riyazeti bırak ve artık zahmet de çekme” diye ses verdi. Seyyid: “Peygamberlerimiz Hz. Muhammed’i her türlü insanlara gönderen Allah’a yemin ederim ki, Allah’ı tamamiyle görmeden mücahededen elimi çekmem” dedi. Büyük Allah’tan her ne istediyse müyes­ser oldu. Veliliğin ve sonsuz keşiflerinin kemalinden sonra gö­nül huzuru ile aziz ömrünün günleri sona erinceye kadar kendi iç halleri ile meşgul oldu.

Hikaye: Ulu dostlar şöyle rivayet ettiler: Bağdad’daki fetret­ten ve halifenin öldürülmesinden sonra 636 H. yılında (1238-1239 M.) şeyhzadelerden bir ulu kişi yanında bir topluluk ol­duğu halde Rum ülkesinin vergilerini, mallarını toplamak ve haraç istemek için elçilikle Sultan Alâeddîn’in oğlu Sultan Gıyâseddîn Keyhusrev’in yanına gelmişti. Şeyhzade Kayseri’ye geldiği vakit Sahib-i Isfahânî sultanın veziri idi. Onu karşılayıp bir hânikâha indirdiler. Şeyhzade, Seyyid’i ziyaret etmek iste­diğini söyledi. Sahib-i Şemseddîn daha önce Seyyid’in huzuru­na geldi. Seyyid’i kendi ibadet evinde huzur içinde gördü. İki ayağı kapının dışında idi. Çünkü hücresi o kadar küçüktü ki, mübarek vücudu tamamiyle oraya sığmıyordu. Sahib uzaktan yeri öptü ve “Bağdad şeyhlerinin oğullarından bir ulu kişi, bir padişah Seyyid’i ziyarete geliyor” dedi. Seyyid ona “sus” diye bağırdı ve “Ben padişah, o padişah bu nasıl olur? Benden başka bir padişah varsa getir de başını vurayım” dedi. Sahib, Seyyid’in heybetinden sersem oldu. Şeyh geldi, Seyyid’in önünde baş koyduktan sonra elini öpüp yüzüne sürdü. Seyyid “Desene ki, Allah erlerinden yardım almak için bir fakir, bir niyazmend ve bir sadık geliyor. Az kaldı ki, bu dervişin gönlü ya­ralansın” dedi. Şeyh, Seyyid’in ayağına dinarlar saçtı ve şeh­rin fakirlerinin yağma etmelerini buyurdu.

Yine Hüdâvendigâr Hazretlerinden nakledilir ki: Bir gün Seyyid Hazretleri bizim medresenin hücresinde idi. Bir gecede seksen defa yüce Tanrı kendisine gözüktü ve her defasında Seyyid çığlık koparıyor, yakarışlarda (münacat) bulunuyordu. Yine bir gün Seyyid medreseden çıkmış, büyük bir cezbe ile koşarak gidiyordu. Feracesinin etrafı rüzgardan açılmıştı. “Nerelere gidiyor” diye ben de arkasına takıldım. Birdenbire aklı başında bir adam Seyyid’in karşısına çıktı ve ona “Ey derviş feracenin kenarını düzelt” dedi. o da “Benim umurumda değil, sen kendi ağzını düzelt” diye buyurdu. Derhal Seyyid’le alay eden bu adamın ağzı çarpıldı. Feryad ederek başını Sey­yid’in ayağına koydu. O anda ağzı tekrar düzeldi.

Derler ki: (Dostlar toplantısında) Seyyid hazretleri turşu arzu ettiği vakit “Şalgam turşusu faydalıdır ve turşuların da en iyisidir. Şalgamı çiy yemek göze aydınlık verir” derdi. Zira Seyyid hazretleri tıbba ait ilimlerde ve ilahi hikmetlerde mümtazdı ve ne dese gayb aleminden peyda olurdu.

Bir gün Sâhib-i Isfahânî Seyyid’i ziyarete gelmişti. Hizmetçi “Vezir Pir’i ziyarete gelmiştir” diye Seyyid’e haber verdi. Bunun üzerine Seyyid dışarı çıktı, hücresinin kapısında toprak üzerine oturdu. Sahib ve emirlerde toprak üzerinde oturdular. Seyyid o kadar marifetler ve sırlar döküp saçtı ki Sahib kendinden geç­ti. Seyyid’in hücresinin önüne büyük bir kalabalık toplandı. Vaaz tamamlanınca Seyyid (Bugün Allah size mağrifet edecek­tir ve merhamet edenlerin en merhametlisi odur) (Kur’ân-ı Kerîm S:12,A:92) dedi ve kalkıp evine girdi, kapıyı muhkemce kapadı. Sâhib-i Şemseddîn memnuniyetinin şükranesi olarak fakirlere birçok dinar sadaka etti, ağlıyarak ve ah ederek gitti.

Yine eski dostlar Hz. Mevlânâ’dan rivayet ettiler ki:

Birgün “Şeyhim Burhâneddin-i Muhakkik sık sık bana, ye­di sekiz seneye yakındır ki midemde bir lokma kalmıştır, der­di. Onun bu hali tuhafıma gitti, şaşa kaldım. Seyyid Hazretle­rinin bu halini gözlerin hiyanetini ve kalbler de gizli olana bi­len Allah şahittir ki, şimdi otuz yıla yakındır bir lokma midem­de bir gece bile kalmamıştır” buyurdu.

Halkın kendisini beşeriyetin üstüne çıkartan fena zanlarını defetmek ve beşeri zaruretleri yerine getirmek için küçük apte­sini yapar ve hemen kalkar abdest alırdı.

Derler ki: İhtiyar bir adam hamamda Seyyid’e bir çok hizmette bulundu. O’nun hizmet ve yaltaklanması Seyyid’in ho­şuna gitti, ona bir yardımda bulunmak istedi. Fakat o ihtiyar başka biriyle meşgul oldu. Ona da aynı muameleyi yaptı, Seyyid “Bu herif bir hamam lifi ve lağım süpürgesiymiş” dedi ve eline bir dirhem koyup dışarı çıktı.

Hikaye: Aziz müritler rivayet ettiler ki; Zamanın Asiye’si olan ulu bir hanım vardı. Bu hanım Seyyid’in müridesi olmuş­tu. Bir gün şaka yolu ile Seyyid’den “Gençliğinde mücahede ve riyazeti kemal mertebesine ulaştırmıştın. Nasıl olup da öm­rünün sonunda oruç tutmuyor ve namazların bir çoğunu kaçırıyorsun” diye sordu. Seyyid “Ey çocuğum, biz yük çeken deve gibiyiz. Ağır yükler çekmiş, çok sıkıntılı zamanların felaketleri­ni tatmış, uzak ve uzun yollar çiğnemişiz. Sayısız konaklar ve merhaleler aşmışız. Ağır yükün altında adım atmış, az yemiş, dar boğazlı olmuş ve zayıflamışız. Şimdi bizi, bir kaç gün ar­pa vermek için besiye çekmişler ki beslenelim ve bir bayram günü olan Allah’a kavuştuğumuz günde kurban olalım, çünkü zayıf kurban Allah’ın mutfağına yaramaz, zira daima yağlı ka­pıya, yağlı kurban gerekir” dedi.

Şiir: Beni, katlolan kimseye can veren Musa’nın öküzü bil. Benim cüz’ümün her cüz’ü, her serbest gezenin haşrine se­beptir. Öküzün uyuması ve birşey yemesi, bayram içindir. O bayramda kesilmek için beslenir. (Mesn: C-.3,B: 651) Bunun üzerine bayan ağladı. Seyyid’in ayaklarını öptü tövbe etti.

Yine nakledilmiştir ki: Şeyh Selâhaddîn hazretleri (Allah onun mezarını nurlandırsın) Seyyid’in müritlerindendi. O, mü­ritliğinin ilk devresini şöyle anlatırdı. Daima Seyyid hazretleri müritlerine “Eğer Allah’a hiç bir taat ve ibadette bulunmazsanız, hiç olmazsa orucu ihmal etmeyiniz, karnınızı aç tutunuz ve açlık iztirabına çok önem veriniz; çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir taat yoktur. Mideyi boş bırakmak hikmet menbalarının kilididir. Peygamberlerin ve velilerin son derecede anlayışlı ve sezişli olan batınlarından hikmet pınarları, açlık ve oruç bere­keti ile fışkırmıştı. Fakat bunun yavaş yavaş olması gerekir. Sü­lük etmiş âbid bir adamı menzil-i maksuda ulaştıracak oruç­tan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin dualarına, karşılık verilir ve kabul edilir. Orucun aziz olan Allah’ın yanında büyük değer ve önemi vardır. Oruç, hikmet hazinelerinin kilididir” derdi.

Yine Arif Çelebi’den (Allah onun sjrrını kutlasın) nakledilir ki: Seyyid hazretleri Kayseri’nin hendeği civarında İlâhi şarapla mestolmuş oturuyordu. Moğol, kılıcını çekerek Seyyid’in hücresine geldi. Ona “Ey! Sen kimsin?” diye bağırdı. Seyyid “Ey! deme, çünkü sen her ne kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bu bize göre değildir, zira ben senin kim olduğunu biliyorum” buyurdu. Moğol derhal atından indi. Baş koydu, bi­raz oturup gitti. Şeyh’in yanında bulunan müritleri o adam hakkında sorguda bulundular. Seyyid: “Hırka içinde saklı olan bu adam, Allah’ın kubbeleriyle örtülü olanlardandır” dedi. Bir an sonra bu adam döndü. Seyyid’in ayağına birkaç dinar sa­çıp başını açtı, mürit oldu ve gitti.

Yine yeryüzünde Allah’ın veliyyesi ve Şeyh Selâhaddîn’in kı­zı olan Fatma Hatun (Allah ondan, onun babasından ve ko­casından razı olsun) riyavet etti ki: Bir gün bizim evde Seyyid Hazretleri “Ben (hal)imi şeyh Selâhaddîn’e bağışladım, (kal)imi de Hz. Mevlânâ’ya verdim” diye buyurdu.

Yine bir gün Seyyid buyurdu ki: Bir adamın şu üç halin dı­şında daha fazla istemesi aç gözlülüktür, fuzulidir. Bu üç hal­den birincisi: Her yemekten kafi gelecek kadar istemek, İkinci­si: Kendini soğuk ve sıcaktan muhafaza edecek kadar elbise giymek, Üçüncüsü de: Dünyaya maskara olmıyacak kadar yü­celikten fazlasını istememektir.

Hikaye:  (Bundan ancak akıl sahipleri hatıra gelirler) (Kurân-ı Kerîm S:2 A:269) ayetinin erbabı olan has müritler şöyle rivayet ettiler ki; Seyyid   hazretlerinin ömrü sonra erince ve öteki dünyaya hareketi  yaklaşınca,  hizmetkarına  bir desti  sıcak  su  hazırla­masını emretti. Hizmetkar biraz sonra gelip “Suyu ısıttım” dedi. Bunun  üzerine  Seyyid  “O halde  kapıyı muhkemce kapa ve dışarıdan garip Seyyid dünyadan göçtü diye bir sala ver” dedi. Hizmetkar “Ben de ne olacak diye başımı ibadethanenin kapısına koyup gözetledim: Seyyid kalktı abdest aldı, gusletti, elbisesini giydi, ecel kadehini içerek evin bir köşesine kıvrıldı ve “Gökler temizdir, feleklerde olanların hepsi temizdirler. Temiz ruhlar ve temiz ruh hepsi hazırlanmışlar. Ey bana bir emanet veren hazır ve bakan Allah lütfedip gel, emanetini benden al (İnşallah beni sabredicilerden bulursun)” (Kurân-ı Kerîm: S:37 A:102) diye bağırdı ve ölüme hazırlanıp bu şiiri okudu.

Şiir:

“Ey dost, beni kabul et ve canımı al. Beni mest edip her iki dünyadan al götür. Sensiz her ne ile gönlüm rahat ediyorsa içime ateş bas, benden onu al”.

Ve canını Allah’a teslim etti; diye anlattı. Bunun üzerine hiz­metkar çığlık kopararak elbiselerini yırttı. Seyyid’in ölüm ha­beri Sahib-i Şemseddîn’e ve ileri gelenlere ulaşır ulaşmaz feryadedip saçlarını yolarak geldiler.

Kayseri’nin bütün büyük ve küçükleri başlarını açtılar, İmam ehli hakkında yaptıkları gibi, Kur’ân okuyan hafızlar, zikreden şeyhler, sarığı perişan bilginler ve sela veren okuyucular onu kendi mübarek mezarına gömdüler. Sâhib-i Şemseddîn haz­retleri bir hayli mal harcıyarak matem törenleri tertibetti, ha­timler indirdiler ve Seyyid’in türbesinin üzerini kapamalarını emretti. Birkaç gün sonra türbe harap oldu. Tekrar yapmala­rını emretti ise de o da yıkıldı. Bir gece Sâhib-i Şemseddîn, Seyyid hazretlerini rüyasında gördü. Kendine “Benim üzerime bir bina yapmayınız” dedi. Ölümünün kırkı geçtikten sonra Sâhib-i Şemseddîn bu hususta Hüdavendîgâr hazretlerine bir mektup gönderdi. Hz. Mevlânâ ulu müritlerle birlikte Kayseri’ye hareket etti. Seyyid’in kabrini ziyaretten sonra yeniden bir matem töreni tertibettiler. Sâhib, Seyyid’in bütün kitaplarını cüzlerini onlara arzetti. Onlar, bunların içinden kendi istedik­leri şeyleri aldılar. Uğurlu ve yadigar olmak üzere bir kaç risa­leyi de Sâhib-i Şemseddîn’e bağışlayıp tekrar Konya’ya hare­ket ettiler.

Yine Bahâeddîn Veled’in müritlerinden nakledilmiştir ki: Çok defa Seyyid, şeyhin ilahî bilgilerini dinlemekten ve onun sırlarını keşfettiğini görmekten o derece hararetlenirdi ki, iki ayağını mangalın ateşine sokar ve elleriyle de ateş korlarını söndürürdü. Nihayet Bahâeddîn Veled hazretleri “Seyyid’i meclisten dışarı çıkarın da huzurumuz bozulmasın”diye Seyyid’e doğru seslenirdi. Şeyhin bu sözleri Seyyid’in kulağına ulaşınca derhal susardı.

Yine Çelebi Arif Hazretleri (Allah onun ruhunu kutlasın) ri­vayet etti ki: Bir gün Hz. Mevlânâ hikaye etmişti ki, bizim Seyyidimiz riyazeti, on onbeş gün hiç iftar etmiyecek bir dereceye vardırmıştı. Nefs-i emmaresi galeyana geldiği vakit kalkar, kelleci dükkanına giderdi. Orada köpekler için yalağa dökü­len baş suyu artığını içmek üzere durur ve nefsine hitaben: “Ey kör nefis, ben bundan fazlasını bulamam, beni mazur gör, ba­na bundan fazla zahmet verme. Eğer içmek istersen işte iç” der ve bu şiiri okurdu:

“Gerçekten arpa ekmeği sana haramdır. Nefsinin önüne kepek ekmeği koy ve onu bırak hüngür hüngür ağlasın. (Mesn, C:5, B: 739) Sen ondan can alıcı borcunu al”

Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki: Bir gün cemaat Seyyid’den “Allah yolunun sonu var mı?” diye sordu. O da “Yolun sonu var ama menzilin sonu yoktur. Çünkü bu yolda seyr iki türlüdür. Biri Allah’a doğru seyir, biri de Allah’ta seyirdir. Allah’a doğru olan seyrin sonu vardır, çünkü bu seyir varlıktan ve alçak dünyadan geçmektir, kendi kendinden kur­tulmaktır. Bütün bunların sonu ve hududu vardır. Fakat Allah’a ulaştıktan sonraki seyir, Allah’ın ilim ve marifeti içinde olur ve onun da sonu yoktur” dedi. Nitekim Hz. Mevlânâ buyurmuş­tur.

Şiir:

“Ayak izleri, denizin kenarına kadar gider, sonra denizde kaybolur. Kurak menzillerde “Salikin aştığı mertebeleri bilmesi için” ihtiyaten köyler, evler, kervansaraylar vardır. Ucu bucağı olmayan hakikat denizinin dalgalı zamanında konakların ne yeri ve ne de tavanı vardır. (Mesn:C:5, B-.204)

Yine Sultan Veled hazretleri buyurdu ki; Seyyid Burhâneddîn gençliğinin ilk çağında kırk gün büyük Mevlânâ’ya hizmet etmiş. Velilik ve keşiflerinden her ne elde edilmiş ise o kırk gün içinde edilmiştir.

Hikaye: Yine nakledilir ki: Seyyid hazretleri, Bahâaddîn Veled’in ölümünü işitince bir yıl matem tutup keder külü üzerine oturdu ve onun ayrılık acısı ile yandı. Nihayet bir geceşeyhi rüyada gördü. Şeyh hiddetle ona bakıyor ve “Burhâneddîn na­sıl olur da bizim Hüdâvendigâr’ın yanına gitmiyor, onu yalnız bırakıyorsun. Bu lalalık ve atabeklik vazifesine yaraşmaz. Yap­tığın bu kusura cevap vereceksin” diyordu. Bunun üzerine Sey­yid, o halin heybetinden uyandı ve acele olarak Rum ülkesine hareket etti. Hz. Mevlânâ’ya kavuşup onun türlü hizmetleriyle meşgul oldu.

Sâhib-i İsfahânî’den nakledilir ki: Bir gün Seyyid hazretle­rinden mübarek elbiselerinin yıkanması için bir ricada bulun­du. Fakat bu katiyen mümkün olmadı. On iki yıla yakın da elbiseleri yıkanmamıştı. Buyurdu ki, tekrar kirlenirse ne yaparım? Bunun üzerine onlar “Tekrar yıkarlar” diye cevap verdiler. O da: “O halde biz dünya’ya çamaşır yıkamak için mi gel­mişiz? Bir daha böyle teklifte bulunma ve beni de rahatsız et­me. Bundan başka ruhu yıkamak çamaşırı yıkamaktan daha iyidir” dedi.

Yine Sahib Şemseddin nakletti ki: Şeyh-ül İslâm Şehâbeddîn-i Sühreverdî (Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun) Dârü’l Hilâfe- (Bağdad) dan Rum Sultanının hizmetine gelince Seyyid hazretlerini ziyaret etmek istedi. Sahib, Seyyid hazretle­rinden müsaade aldı. Sühreverdî, Seyyid hazretlerinin yanına geldiği vakit, onu toprak üzerine oturmuş bir halde gördü. Seyyid hiç kımıldamadı. Şeyh uzaktan başkoyup oturdu. Ara­larında hiçbir söz geçmedi. Şeyh Şehâbeddîn-i Sühreverdî ağlıyarak kalkıp gitti. Müritleri ona “Sizin aranızda hiçbir sual ve cevap vaki olmadı. Aranızda bir kelime de geçmedi, sebep ne idi” diye sordular. Şeyh “hal” ehli yanında “kal” ehli değil “hal” dili lazımdır dedi.

Şiir: “Hakikati görenin huzurunda susmak sana faydalıdır. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’de “SUSUNUZ” hitabı varit oldu.  (Mesn: C:6, B:465)

O halde git itaat etmek üzere bir şeyhin, bir üstadın emri gölgesinde sus (Mesn: C.-4, B:784)

Zira o “hal” olmaksızın, yalnız “kal” ile gönlün müşkülleri çözülmez.

Sâhib-i Şemseddîn ve arkadaşları şeyhten “Onu nasıl gör­dünüz” diye sordular. O da “O mana incileriyle ve Muhammed hazretlerinin hakikat sırlarıyla dolu, çok zahir (olmakla beraber) son derece de gizli ve çok dalgalı bir denizdir ve zan­netmiyorum ki, bütün dünyada Hz. Mevlânâ Celâleddin’den başka biri, onun hakikatine ulaşsın ve onu anlasın” dedi.

Al­lah doğruyu daha iyi bilir.

 

İKİNCİ BÖLÜM

Ahmed Eflâki Dede’nin, (H.7’nci/ M.14’ncü asırların ilk ya­rısında yazılan) Ariflerin Menkîbeleri adlı eserinde, Seyyid-i Sırdan Burhan-ül-Hak veddin Hüseyin el-Tirmizînin adının geçtiği muhtelif bölümler:

Derler ki: Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî’nin (Allah ondan razı olsun) Sultanü’l ulemâ’ya mürit olmasının sebebi de Belh bilginlerinin Peygamber tarafından kendilerine “Hepsinin Bahâeddîn Veled’e Sultanü’l ulemâ demelerini ve onu kendilerinden daha büyük ve iyi bilmelerini” işaret ettiğine dair gördükleri rüya olmuştur. (Menakıb-elÂrîfin, 0.l,S:53l)

Hikaye: Arkadaşların bilginleri rivayet ettiler ki, Sultan Veled günün  birinde şöyle  buyurdu:  Erenlerin  padişahı  bizim fakih Ahmet (Allah Rahmet eylesin) Bahâeddîn Veled’in yanında fıkıh ilmini öğrenmekle meşguldü.  Bu saf yürekli  bir Türktü. Büyük babamın müridiydi, onun nazarının feyzi ile eşsiz bir bilgin oldu. Kendisine  öyle  bir  hal  geldi  ki,  sonunda  kitabı  elinden  attı, perişan bir hal aldı, başını alıp dağlara gitti. Hayret ve kudret denizlerine daldı. Bir çok yıllar dağlarda gezip dolaştı. Riyazetler çekti,  nihayet Veys-i  Karanî hazretlerinin sırrı bu şanlı, şerefli fakihte temessül etti. Tamamıyle  meczup bir hale geldi.  Bazı kimseler, onun bu halini ve divaneliğini Bahâeddîn Veled’den sordular.   O  da.   “Bu   adam,   Seyyid-i   Sırdan’ın   bizim   büyük kadehlerimizden  içtiği  (marifet)  şarabından  ancak  bir damla içmiştir” dedi. (Menâkıb’el Ârifîn,C:l-S:38)

Nakledilir ki: Manaların sırlarını bilen İlâhî arif Hacegi-i Kehvareger, büyük Hz. Mevlânâ’nın eren müritlerindendi (Al­lah ondan razı olsun). Bir gün şeyhden “Bir kimse şarap içer­se ne olur?” diye sordu. O da “Köpek olur, domuz olur, may­mun olur” dedi. Bu hikayeyi Seyyid Burhâneddîn’in önünde anlattı. O da “Şeyhim her kim şarap içtiği vakit böyle olursa ona şarap haramdır” diye fetva verip “Eğer böyle oluyorsan içme, eğer olmuyorsan sen onun dediği gibi olmazsın” buyurdu.  (Menâkıb’el Ârifîn, C:1, S:48)

Şiir:

“Olgun, bir insana lokma ve nükte helaldir. Sen olgun de­ğilsen yeme, dilini kes” (Mesn: C:l, B: 337)

Yine nakledilmiş ki: Bahâeddîn Veled Hazretleri “Ben ya­şadıkça ve mana meydanında sallanıp gezdikçe, benim gibi bir adam zuhur etmez. Ben bu dünyadan göçünceye kadar bekle. Benim oğlum Celâleddin Muhammed nasıl bir adam olacak, benim yerime geçecek. Benim mertebemden daha yüksek bir mertebeye kavuşacak” derdi. (Menâkıb’el Ârifîn, C:1,S:53)

Yine Seyyid Burhâneddîn hazretlerinden nakledilmiştir:

Şeyhim Bahâeddîn Veled (Allah onun ruhunu kutlasın) ulu arkadaşlar arasında daima derdi ki, “Benim Hüdavendîgârım ulu bir nesildendir ve asil bir padişahdır. O’nun velayeti ve
asalatinden geliyor; çünkü onun büyük annesi Şems-ül-Eimme-i Serahsi’nin kızıdır”
 derdi, Şems-ül-Eimme’nin Şerif oldu­ğunu söylerler. Anne cihetinden de nesebi müminlerin emiri Ali-i Mürteza’ya ulaşır. Benim annem Belh hükümdarı Harizmşah’ın kızıdır. Ahmet Hatibi’nin annesi de Belh hükümdarının kızıdır. Bu nesebi bildirmekten maksat, onun gözüken nesebi­ni övmektir. Ta ki secereciler ve münazara edenlere onların ulu aba ve ecdanını böyle bir dünya ve ahiret padişahları neslin­den ve temiz unsurdan süzülüp gelmiş oldukları bilgi edinil­meden malum olsun. Peygamberin “ırk dessastır” sözü muci­bince onların temiz olan bu ırkına itibar etsinler ve onu layık olduğu derecede yüceltsinler. (Menâkıb’el Ârifîn, C:1,S:78)

Şiir:

“Ulu padişahlardan süzülüp gelen bu nesep, onun o görünen nesebi olmuştur.O hazretin özü hakikatte nesepten uzak ve paktır. O, balıktan ta Simak Yıldızına kadar kimsenin cin­sinden değildir. Adem’e kadar ulaşan onun bütün selefleri şa­rap meclisinin ve savaşın en büyükleri idiler”  (Mesn:C:4,B:2n)

Yine nakledilir ki: Şeyh Salâhaddîn (Allah ondan razı olsun) buyurdu ki: Ben Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik’in (Allah onun zikrini yüceltsin) hizmetinde tam bir huzurla başımı önüme eğip oturmuştum. O da Hz. Mevlânâ’nın büyüklüğünden bah­sediyordu. Dedi ki: Gençliğimde o sultanın (Hz. Mevlânâ’nın) lalası ve atabeği idim. Miraç zamanlarında yirmi kereden faz­la onu enseme alarak arşa götürdüm.  Nihayet bu yüceliğe ulaştı. Benim onun üzerinde hakkım vardır. Onun benim üze­rimdeki  hakkı ise benimkinin binlerce mislidir. Bu hikayeyi Hz. Mevlânâ’ya nakl ettiğim vakit, Hz. Mevlânâ “Öyledir ve yüz bin o kadar misli daha hakkı vardır. O hanedanın merhameti, ihsanı çok ve sonsuzdur” diye buyurdu ve bu beyti söyledi:

“İnsanlara iyilikte bulun ki, onların kalblerini kendine kul edesin. İhsan çok defa insanları kul eder”. (Menâkıb’el Arifin, C:l, S:84)

Yine rivayet ederler ki: Hz. Mevlânâ mübarek Şam’a ulaştığı vakit.  Şam’ın  bilginleri ve zamanın  uluları  onu  karşılayarak Mukaddemiye medresesine indirip büyük hizmetlerde bulun­dular. Hz. Mevlânâ tam bir riyazetle din ilmi ile meşgul oldu. Onun yedi seneye yakın Şam’da kaldığını söylerler; fakat dört sene oturdu diyenler de vardır. İlk seferinde Seyyid-i Sırdan da onunla beraberdi, fakat Seyyid-i Sırdan Konya’dan çıkıp Kayseri’de Sâhib-i İsfahânî’nin yanında  kaldı.  Hz.  Mevlânâ dönünce Seyyid-i Sırdan da onunla birlikte Konya’ya geldi. (Menâkıb’el Arifin, C:l, S-.86)

Yine   nakledilmiştir  ki:   Hz.   Mevlânâ   bir  gün   Şam’da   bir meydanda dolaşıyordu. Kalabalık arasında siyah giyinmiş, başında bir külah bulunan ve dolaşan acaip bir şahısla karşı­laştı. Bu adam Hz. Mevlânâ’nın yanına gelince onun mübarek elini öptü ve “Dünyanın sarrafı beni anla” dedi. Bu ulu kişi Şems-i Tebrizî idi. Hz. Mevlânâ Rum’a hareket etti. Kayseri’ye ulaştıkları vakit, ulu bilginler ve arifler karşılamağa gittiler, onu ağırladılar, Sâhib-i İsfahânî Hz. Mevlânâ’yı sarayına götürmek istedi; fakat Seyyid Burhâneddîn “Büyük Mevlânâ Bahâeddîn Veled’in adeti medreseye inmekti” diyerek Hz. Mevlânâ’nın saraya gitmesine müsaade etmedi. Hz. Mevlânâ kalabalıktan kurtulup bir köşeye çekilince inayet yolu ile Seyyid Hazretleri “Allah’a hamd ve minnet olsun ki bütün zahir ilimlerde baban­dan yüz misli ilerdesin, fakat ledün ilminin incilerini de açıkla­man için batın ilimlerine de dalmanı istiyorum. Benim arzum, senin benim önümde bir halvet çıkarmandır” diye buyurdu. Hz. Mevlânâ, Seyyid’in bu işaretini samimiyetle kabul etti. Sey­yid “Yedi gün halvet et” dedi. Hz. Mevlânâ “Yedi gün azdır, kırk gün olsun” diye buyurdu. Seyyid bir hücre hazırladı, Hz. Mevlânâ’yı bu hücrede halvete oturttu. Hücrenin kapısını da çamurla kapadı. Hücrede bir ibrik su ve birkaç arpa ekmeğin­den başka bir şey yoktu. Kırk gün sonra Seyyid hücrenin kapı­sını açtı, içeri girince Hz. Mevlânâ’yı düşünce köşesinde tam bir huzur içinde, başını hayret yakası içine sokmuş, düşünce ile de batın alemine dalmış, mekansızlık aleminin garip şeyle­rini müşahade ile meşgul ve (Nefislerinde de ibretler vardır, bunu görmezler) (Kur’ân-ı Kerîm, S:5l,A:24)sırrına gark olmuş bir vaziyette gördü.

Şiir:

“Senin dışında, dünyada her ne varsa yoktur.

Her aradığını kendinde ara, Çünkü her aradığın sendedir.”

Bir an hiç bakmadan durdu. Seyyid yavaşça dışarı çıktı, hücrenin kapısını kapadı. Nihayet ikinci çile de geçince tekrar içeri girdiği zaman baktı ki, Hz. Mevlânâ namaza oturmuş. Allah’a yalvarıyor ve mübarek gözlerinden (onlarda akar, iki pı­nar vardır) (Kur’ân-ı Kerîm, S:55, A:50) ayetindeki gibi göz yaşları akıyor. Hz. Mevlânâ, Seyyid’le hiç meşgul olmadı. Seyyid tekrar dışarı çıktı ve kapıyı sıkıca kapadı. Sonra onun halini gözetlemekle meşgul oldu. Üçüncü çilede geçince Seyyid bağırarak hücrenin kapısını kırdı. Hz. Mevlânâ’da gülerek onu karşıladı. Mübarek gözleri mestlikten dalgalanan İlâhî bir denize dönmüştü.

Şiir:  “Onun gözlerini ve gözlerinin siyahı içinde rakseden dostumuzun hayalini gör”

Seyyid   şükranla   başını   secdeye   koyarak   hadsiz   hesapsız ağladı, hassasiyet gösterdi. Hz. Mevlânâ’yı kucaklayıp yüzünü öptü, tekrar baş koydu ve “Naklî, aklî, kisbî ve keşfî bütün ilim­lerde eşi, benzeri bulunmayan bir insan olmuşsun. Bu halinle batın sırlarını bilmede, hakikat ehlinin siyretleri seyrinde, gaybları keşifte, ruhaniyette, gayıbların yüzünü görmekte pey­gamberlerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuş­sun. Şimdiye kadar gelîp geçmiş  bütün şeyhler ve hakikati görenler senin gibi bir padişahın huzuruna nasıl ulaştığını ve senin, vuslata nasıl eriştiğini öğrenmek için hasret ve şaşkınlık içinde gelip geçtiler. Dünya ve ahirette Allah’a hamdolsun ki, zayıf ve nahif olan bu kul, bu ebedî saadet ve devlete erişip gördü. Haydi, yürü de insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ, bu suret âleminin ölülerini ken­di mana ve aşkınla dirilt” dedi.  Bunun üzerine Hz. Mevlânâ Konya’ya hareket etti… Bir müddet sonra Seyyid hazretleri fani dünyadan melekût âlemine göçtü. Hz. Mevlânâ Kayseri’ye gitti ve yukarıda geçtiği gibi Seyyid’in mezarını ziyaret etti… (Menâkıb’el Ârîfîn, C: l/S: 86/89)

Yine Velilerin  kendisiyle övündüğü, Mesnevîhan ve ayaklı kütüphane olan Sirâceddîn hazretleri rivayet etti ki; Hz. Mevlânâ bu üç beyiti daima tekrar eder ve Çelebi Hüsâmeddîn’e öğretirdi. Bana da “Bunları öğren, bunlar bana şeyhim Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik-i Tirmizî’den (Allah onun sırrını kut­lasın) yadigardır” derdi.

Şiir: “Ruhun başlangıcı Allah’ın arşının nurundandır. Cisim ve bedeninin aslı da topraktır. Cebbar ve Melik olan Allah (Ben Rabbiniz değil miyim?) ayetindeki ahdi ve mihnetleri ka­bul etsinler diye onların arasını telif etti. Ruh gurbette, cisim de vatanındadır. Biçare ve hazin garibe acı.” (Menâkıb’el Arifin, C: 1,5:299)

Yine Sultan Veled buyurdu ki: Hz. Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’ye ne kadar âşık ise, Seyyid de Senai’ye o kadar âşıktır. (Menâkıb’el Arifin, C:l, S:338)

Yine dostların kerimlerinden nakledilmiştir ki: Şeyh Salâhaddîn hazretleri, gençliğinde Hz. Mevlânâ’ya ulaşıp mürid olmadan önce Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-i Tirmizî’ye (Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun) mürid olmuştu ve ona hizmet ederdi, daima onunla düşer kalkardı. Hz. Mevlânâ Seyyid’in müridi olduğu vakit, o da iradetini yenileyip Hz. Mevlânâ’ya da mürid oldu ve Seyyid hazretleri (Allah ondan razı olsun): “Bana, Şeyhim Sultanü’l Ulemâ’dan iki büyük şey nasib olmuştur: Biri söz fesahati, diğeri hal güzelliği. Söz fesahatini, Hz. Mevlânâ Celâleddin’e verdim; çünkü onun halleri çoktur, buna muhtaç değildir. Hal’imi de Şeyh Selâhaddîn Hazretlerine bağışladım. Çünkü onun hiç söz söylemek hassası yoktur. Birtakım azgınlar, taşkınlar Şeyh Selâhaddîn hazretlerini cahillerden ve avamdan sayarlardı. Cehaletlerinden körlüklerinden, ümmiyi âlimden ve levh-i Mahfuzu, hafazın yazı tahtasından fark edemezlerdi.”  (Menâkıb’el Arifin,C:2,S:148-5/4)

Sultan Veled hazretleri… Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik’i can ve kalbinin kıblesi yapmış, ona çok hizmetlerde bulunmuş ve hadden aşırı gönlünü almıştır. (Menâkıb’el Ârifîn, C:2,S:237-7/2)

Yine Sultan Veled hazretleri buyurdular ki: Birgün babam hazretlerine niyaz ederek naz yoluyla: “Sizin bana bahş ve inayet ettiğiniz şeylerden bir alamet göstermek isterdim. O alamette şudur: Seyyid Burhaneddin’in nurları ile dolu olduğunuz zaman sizin ondan dolu olduğunuzu ve Şems-i Tebrizi’den dolu olduğunuz vakitte Şems-i Tebrizi’den, Şeyh Salâhaddîn’in nurlarıyla dolu olduğunuz, vakit te Şeyh Salâhaddîn’den, Büyük Hz, Mevlânâ’dan dolu olduğunuz vakitte, Büyük Hz. Mevlânâ’dan dolu olduğunuzu söyleyebiliyor ve kendi azametinizin nuruyla dolu olduğunuz vakitte, bunu anlıyorum. Ne zaman bunların birisinin nurları ve ruhaniyetiyle dolu olsanız, hangisinden dolu olduğunuzu haber verebiliyorum.” dedim. Hz. Mevlânâ’da: “Evet, doğru söylüyorsun, bu senin dediğin gibidir” buyurdu… “O hal sizin mülkünüzdür, sizindir, sizin içindir. Sizin dostlarınızın ve çocuklarınızın nasibidir” buyurdular.   (Menâkıb’el Ârifîn, C:2, S:252-7/13)

Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Hz. Mevlânâ, Sultan Veled’e torunu Feridun Celâleddin Emir Arif için “Bahâeddîn! Ben bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum. Yüce Allah, o nurları onun canına yoldaş etmiştir.” dedi. Sultan Veled, baş koyup: “Bu nurlar için de sizin ki de vardır” dedi. Hz. Mevlânâ: “Evet, bizimki de, yani Bahâeddîn Veled, Seyyid Burhâneddîn, Şems-i Tebrizî, Şeyh Salâhaddîn, Çelebi Hüsâmeddîn’in, benim ve senin Veled’in nurları…” (Menâkıb’el Ârifîn,C:2, S: 285-8/5)

Yine zamanın Haticesi ve dünyanın hanımı Sultan Veled’in kızı Şeref hatun şöyle rivayet etti: Bir gün babam Sultan Veled: “Yüce ve kadir olan Allah’ı her türlü eksik sıfatlardan tenzih ederim ki ben, Seyyid Burhaneddin-i Muhakkik Tirmizi, Şemseddin-i Tebrizi, efendim Şeyh Selahaddin, Hakkın halifesi Çe­lebi Hüsameddin ve diğer şeyhler gibi Allah’ın birçok azizlerine yetiştim, Allah’ı bilen erleri gördüm ve onlardan hudutsuz bilgiler mukayese edilmeyecek manalar öğrendim… (Menâkıb’el Arifin, C:2, S: 362-8/47)

Mevlânâ’mıza atabek, lâla ve mürşid olan, Cenab-ı Hak’ın Yüce Velisi Şeyh Hazretleri hakkında, Eflaki Dede’nin tarihi eseri ARİFLERİN MENKİBELERİ‘nde yazılanlar burada son bu­luyor. Kitabın nihai paragrafında, Peygamber Efendimizden, Sultanü’l ulemâ’ya müteselsilen intikal eden manevî emanetleri de, Şeyh Seyyid-i Sırdan hazretlerinin, Hz. Mevlânâ’ya tevdi ettiği belirtiliyor.

Bu eserde adı geçenlerin cümlesine ve bütün inananlara, Yüce Rabbim’den rahmet ve mağrifet dileriz.