Şark’tan Yanık Bir Feryat İkbal – İbrahim REFİK

A+
A-

Şark’tan Yanık Bir Feryat İkbal

İbrahim REFİK

Şark”ın yetiştirdiği ender bir dahi, Pakistan’ın manevi kurucusu, büyük İslam şairi, mütefekkir, mutasavvıf ve mücahid “aliame” Dr. Muhammed ikbal, bugünkü Pakistan’ın Siyalkut şehrinde dünyaya geldi.(2 zilkade 1294 m. 1877)

Büyük dedesi iki asır önce müslüman olmuş, Keşmir’in tanınmış Brahman bir ailesindendir. Sofi-meşreb bir insan olan babası Şeyh Muhammed Nur, İkbalin doğumunun muştusunû şöyle anlatır.”Bir gece rüyamda alçaktan uçan bir kuş gördüm. Bir yığın halkın yakalamaya çalışıp da bir türlü yakalayamadığı bu kuş, doğruca benim kucağıma kondu.”

İngiliz esaretinde inleyen Hindistan’da herkesin, yeni doğan çocuklarda, milleti içine düştüğü sıkıntılardan kurtaracak üstün hasletler beklediği bir zamanda doğan ikbal, çevresinin sevgi halesi içinde itina ile büyütülüp yetiştirilir.

Ağırbaşlılığı, titizliği, öğrenme aşkı ve çalışkanlığıyla kısa zamanda dikkatleri üzerinde toplayan ikbal, hocası Şemsül Ulema Mir Hasan’dan kelâm, ahlak, tasavvuf, Arapça ve Farsça dersleri alarak kendini yetiştirir. Babasının teşvikiyle Kuran öğrenen İkbal, yıllar sonra Kuran’ı nasıl okuyup öğrendiğini şöyle anlatır: “Her gün sabah namazından sonra Kuran okumaya karar vermiştim. Babam beni görür ve ne yaptığımı sorardı. Kur’an okuyorum’ diye cevap verirdim. Tam üç sene bu soruyu sormuş, ben de aynı cevabı vermiştim. Bir gün babama: ‘Baba, bu soruların manası ne? Hep aynı soruyu soruyorsun. Cevap veriyorum, ertesi gün yine aynı soruyu soruyorsun.’ Bunun üzerine babam, zihnimde şimşekler çakmasına sebep olan şu cevabı verdi: ‘Oğlum, demek İstiyorum ki sanki, Kuran) sana inmişçesine oku’ . İşte o günden bu yana Kuran) anlamaya ve O’na tam yönelmeye başladım. Söylediklerim O’nun nurlarından aldıklarımdır ve şiirlerim O’nun incilerinden dizdiklerimdir.”

1895 de yüksek öğrenimini tamamlayarak, zamanın meşhur İslam mütefekkirlerinin ve muallimlerinin bulunduğu Lahor’a gelen ikbal, burada Yüksek Devlet Okulu’na (Goverment Collage) kaydolur. Çok parlak süren öğrencilik hayatı okul birinciliğiyle noktalanır.

İkbal, I1205 de Batıyı daha yakından tanımak ve felsefe tahsilini geliştirip siyasi tecrübe kazanmak gayesiyle İngiltere’ye gider. Cambridge Üniversitesinden yüksek lisans diploması alan İkbal, 11207 de Almanya’ya geçer. Münih üniversitesinde Prof. Dr. F.Hommel’den aldığı “İran”da metafiziğin gelişmesi” adı teziyle “Felsefe Doktoru”” unvanı kazanır.

Daha sonra yine İngiltere’ye dönüp, Londra’da siyasal bilgiler fakültesine kaydolarak başarılı ve hızlı bir çalışma ile bu okulu da bitiren İkbal, diploma ile birlikte avukatlık yapabilme belgesini alır. Bütün bu başarılarını elde ettiğinde sadece 32 yaşında olan bu genç dahinin, Avrupa’da kaldığı üç yıllık süre zarfında düşünce ufku oldukça gelişir ve Avrupa kültürünü iyice tanıma imkanını bulur.

Fakat bu büyük adam bütün bunları yaparken birçok dindaşlarının ruh kökünü kaybedip sefahete dalmalarına mukabil, dininden ve imanından birşey kaybetmez. İbadet ve itikat itibarıyla yara almadan kurtulur. Bu durumunu kendisi şöyle anlatır. “Çağdaş Avrupa kültür ve ilimlerinin ışığı özümü alamadı, gözümü kamaştırmadı. Çünkü ben, gözüme Medine’nin sürmesini çekmiştim. Batı eğitim ve öğretim ateşinin içinde eğleştim ama İbrahim’in, Nemrut” un ateşinden sağ salim çıktığı gibi çıkıp kurtuldum. Asrın firavunları, hep beni avlamak için çabalayıp durdular; fakat ben onlardan korkmadım ve korkmuyorum. Zira Yed-i Beyza’yı(Kur’an) taşıyorum. Yıldızları ele geçirdimse ve zorluklar bana boyun eğdilerse buna şaşmayın! Çünkü ben, O büyük Peygamberin (sav) kölelerindenim ki, çakıllar O’nun ayağıyla şereflenip yıldızlardan daha kıymetli oldular ve O’nun ayak izlerinden kalkan tozlar, misk kokusundan daha güzel ve çabuk etrafa koku saçtılar.”

İkbal, Peygamberimize (sav) bu muazzam bağlılıkla beraber Allah’a kulluğuna da çok ihtimam göstermekte ve bunu bir kasidesinin matlaında şöyle dile getirmektedir. “İngiltere’nin kışı çok soğuk ve havanın soğuğu insanı kılıç gibi kestiği halde, ben Londra’da seherleri hiç bırakmadım.” Zaten o bunu hiçbir şeye değişmezdi. Yine mevzu ile alakalı olarak Rabbine şöyle dua etmektedir. “Benden her şeyimi al ya Rab! Fakat seher lezzetinden mahrum bırakma!”Ve devamla seherlerdeki bu inleyişinin ve gönül yanıklığının İslam gençliğine de geçmesini ve onların durgun gönüllerini harekete geçirmesini Cenab-ı Allah’dan gözyaşları içinde şöyle niyaz eder:” Allahım! gençliğin yüreğini ilahi hüzün oklarıyla yaralat. Semavatında uyumayan yıldızların, secde ve kıyamda geceleyip gözlerine uykudan sürme çekmeyen âbid kulların ile, gençliğimizin gönüllerinde uyuyan emel ve idealleri uyandır! İslam gençliğini yürek sızısıyla, sevgi ve ferasetle azıktandır *

İkbal, İngiltere ve Almanya’da kaldığı yıllarda Batı medeniyetini derinlemesine tahlil imkanı bulur. Bu medeniyetin temellerinin çürük olduğunu, bunların dine isyan üzerine dayandığını, böylece çağdaş Batı medeniyetinin dine karşı sonsuz bir düşmanlık içine girdiğini, Batılı toplumların, teknolojik üstünlüğüne pareler olarak maddeye ve maddenin vücut verdiği ilahlara tapar hale gelerek, kendilerine yeni mabetler tesis ettiklerini müşahede ederek şöyle haykırır: “Latin medeniyetinden sakın ki, bu medeniyet, hak ehli ile sürekli mücadele halinde olup, kurnazlığı ile yeni fitneler doğurarak, Lat ve Uzza’yı Harem-i Şerife (Kabe’ye) tekrar dikmek istiyor. Bu medeniyetin aldatıcı sihriyle kalpler köreliyor; ruh onun serabıyla susuzluktan yok olup parçalanıyor ve kalbin ateşi sönüyor. Hatta bu medeniyet, cesetten kalbi söküp çıkarıyor.

Gerçekten Avrupa’da ilim gelişmiş ve sanayi ilerlemiştir. Fakat orası hayat menbamdan eser olmayan karanlıklar ummanıdır. Orada maddenin putlaştırmasının tezahürü olarak banka binaları sanat güzelliği ve görünüş ve temizlik bakımından, kiliselerden üstündür. Avrupa’nın böbürlenip durduğu şu ilim, hikmet, siyaset ve hükümet, kof görüntüden başka bir şey değildir. Gerisinde hakikat yoktur. Semavî yönetim ve İlahi vahiyden nasibi olmayan, fakat elektik ve buharı kullanmada son derece mahir bir millet! Araçların hakim olduğu ve sanayinin tahakkümü altında bulunan bu medeniyette kalpler ölüyor; şefkat, vefa ve asil insanî mevhumlar maktul düşüyor.”

İkbal bu medeniyetin akıbetiyle ilgili oldukça yerinde tespitlerde bulunur: “Batı medeniyetinin ışığı parlak, hayat ateşi kızgın, cayır cayır yanıyor. Ancak bu medeniyetin İlkbaharında Hz. Musa’nın rolünü temsil edip ilham alan, Allah’ın kelamıyla şereflenen kimse yok. Yine Hz. İbrahim’in rolünü yüklenip putları parçalayacak, ateşi soğuğa ve selamete çevirecek kimse yok.”

İkbal, bu değerlendirmelerden sonra, Doğu (İslam) ve Batı medeniyetlerini mukayese ederek şu neticeye varır: “Batı medeniyeti, insanlığa faydalı gelişmelerin esaslarını aldığı Doğu İslam ülkelerine bu iyiliğin karşılığı olarak sefalet ve sefahati, şer ve tahripleri, bozgunculuk ve kötülüğü vermiştir. Arap yarımadası, Batı’ya eşitlik, temizlik ve rahmete davete! bir yüce Peygamber’i(sav) tanıtmış; Avrupa ise buna karşılık saldırganlık ve zorbalığı, sefalet ve fuhşu, sefahet ve yokluğu hediye etmiştir.”

11208 de vatanına dönen İkbal, Avrupa’daki masraflarının tahmin ettiğinden çok fazla olması sebebiyle oldukça fakir düşmüştür. Kimseden birşey istemeyecek kadar da izzetine düşkündür. Şiirlerinde bunu şöyle ifade eder:

“Hiçbir şey istememektir asıl büyüklük,

Her şeye sahiptir hiçbir şeyi olmayan.

Titrer yüreği bir hükümdarın,

Hiçbir isteği olmayan yoksuldan. ”

İkbal, ailesini geçindirmek gayesi ile mezun olduğu okul olan Goverment Collage’de hocalığa başlar.

O dönemin okullarına İngilizler hâkimdirler ye bu okullarda Hindistan Eğitim Kurulu Başkanı ünlü İngiliz yazar Lord Macaulay’ın ; “Bizim kölemiz olan milyonlarca İnsanın arasında tercümanlık yapacak bir topluluk yetiştirmemiz gerekir. Bu topluluk, etiyle ve kanıyla Hintli, görüşü, zevki, düşüncesi ve isteğiyle İngiliz olmalıdır, “direktifleri çerçevesinde gençler sistematik olarak fikren köleleştirmektedir.

Gençlerin bu içler acısı tükenişe doğru gidişi İkbal’in ruhunda fırtınalar koparır ve O’nu şöyle feryat ettirir: “Günümüzün okuyan geçlerinin elindeki kadeh boş, dudakları susuzluktan çatlamış, yüzü parlak fakat gönlü zindan, aklı münevver fakat basireti kör, yakîni zayıf, ümitsizliği büyüktür. Yabancılar onların İslami toprak ve kerpiçlerinden kiliseler inşa ediyorlar. Çıtkırıldım ve lüks bir gençlik. Gönüllerinde ümit ve emelleri daha beşikteyken ölüyor. Okul, onlardaki dînî duygu ve sevgilerini söküp almış ve onlar heykeller haline gelmişler. Batı medeniyeti iliklerine işlemiş ve onlar, bir parça arpa ekmeği dilenmek için el açmışlar ve bu uğurda ruhlarını satmışlar. Bu zavallılar mümindirler, ama ne ölümün sırrını biliyorlar, ne de Allah’tan başka bir galib-i mutlak olduğuna inançları var. Frengistandan Lat ve Menat satın alıyorlar. Müslümandırlar; fakat akılları putları tavaf ediyor. Frenkler bu nesli harpsiz, darpsiz öldürdüler.”

Yine bu eğitimin, Müslüman gençte Frenkleşme ve lükse düşkünlüğe sebep olması ile alakalı olarak ikbal şöyle der: “Ey Müslüman genç, oturduğun minder Frenk işi, dayandığın yastık İran malıdır Ben seni bu lüks ve tekebbürün içinde gördüğümde gözlerimden kanlı yaşlar akıtacak oluyorum. Hz. Ali’nin kuvvetinden ve Selman-ı Farisi’nin istiğna ve kanaatinden mahrum kaldığın sürece, dünyalara padişah olsan da senden hayır gelmez.!”

İkbal, bütün bunlar karşısında, bu işin çilesini çeken şuurlu eğitimcilere şöyle seslenir:”yeni neslin mürebbisi! Allah ömrünü uzun etsin! Onlara, tevazu ve nefisten feragat derslerini, şahsiyetlerini tanıtarak ver! Kayalar nasıl yarılır ve dağlar nasıl yerle bir edilir, öğret onlara! Çünkü Batı, onlara cam kase yapmaktan başka birşey öğretmedi. Ard arda iki asır devam eden kölelik, onların akıllarını darmadağın ve kalplerini perişan etti. Bunun için bak, onları nasıl kendi şahsiyet ve benliklerine kavuşturursun ve fikri anarşiyle nasıl savaşırsın; dikkat et! Ben bu ilim ve hikmete zerre kadar değer vermiyorum; mücahidi silahından mahrum eden ve onu miskin bırakan hikmete!…”

İkbal, bir müddet sonra, okul idarecilerinin, söz ve hareketlerine sınır koymaya çalışmaları üzerine: “İngilizlerin hizmetinde iş yapmak güçtür. Gönlümde milletime söylemek istediğim bir hayli mesaj var. İngiliz devletinin hizmetinde bulunmakla bunları rahatlıkla söyleyemem. Artık hür bir insanım. Ne istersem söyleyebileceğim ve böylelikle gönlüme saplanan dikeni çıkaracağım, “diyerek buradaki işinden ayrılır.

Bu arada Trablus harbi(1912) patlak verir. Bu harp felaketi ikbal’in ruhunda derin tesirler meydana getirir, kalbini yaralar. İçinin yanıklığını,” Resulüllah’a (asm) Hediye” isimli kasideye döker. Bu kasidesini Lahor şehrini çevreleyen “Göl bahçesi’nde binlerce kişinin katıldığı mitingde okuyunca, ortalık gözyaşı seline boğulur ve fakirliği “Hind fakiri” naıyla darb-ı mesel haline gelen bu insanlar varını yoğunu ortaya dökerek Osmanlı’nın yardımına koşarlar.

1914″de de I. Dünya savaşı çıkar. Batılı egemen devletlerin İslam âleminin üzerine karabulut gibi çökerek ortalığı kana irine boyamaları, İkbal’i üzüntüye boğar ve Batı’nın zulmünü acımasızca tenkit eder: “Frenk, insanı hayretlere düşüren hünerler icad etmiş. Bir katre ile uçsuz bucaksız denizi birbirine katıyor. Tefekkürün etrafına ölüm pergelini çekmiş. Ondan başka bir şey düşünmüyor. Bütün felsefesini ölümün emrine vermiş. Denizaltılar timsah gibi denizlere dalıyor. Uçakları havayı birbirine katıyor. Tüfeği can almakla o derece mahir ki, karşısında ölüm meleği hayretten dona kalıyor.”

İkbal, bu maddeci, açgözlü ve sömürgeci Batı’ya karşı vatandaşlarını uyarmak ve şuurlandırmak için Esrar-ı Hödi(Benliğin sırları) kitabını yazar. Bu eser düşünen kafalarda makes bularak O’nu hem İslam dünyasında hem de Batı’da meşhur eder. İkbal milletin kurtuluşu için öz benliğine dönmesi gerektiğini söylemektedir: “Şark milletleri anlamalıdırlar ki, yeni bir dünya önceden insanların vicdanında şekillenmedikçe kurulamaz. Bu toplumun öyle değişmez bir kaidesidir ki, onu Kur’an şu sade fakat beliğ ayette ifade ediyor: Bir millet kendi benliğini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez’ (Ra’d 11) Bu ayet hem ferdi hem de sosyal hayata uygulanmalıdır.”

Gelişen hadiseler karşısında İkbal’in isabetle parmak bastığı fikirlerin başında; ya tamamen esir bulunan veya dünya siyasetinde içinde varlığı ile yokluğu belli olmayan Müslüman milletleri, sağlam bir hürriyet ve istiklal tapusuna sahip kılmak gelmektedir. Bir şiirinde; “Bir mezar toprağından kulağıma geldi ki, Yerin altında da yaşamak mümkündür. Başkalarının istediği gibi yaşayan insan, Nefes alır, lakin canı yoktur.” diyen ikbal, milletine hür iradeyi kazandırmaya çalışır. Bunun için 1930 da Hind Müslümanlar Birliği’nin Allahabad’da yapılan kongresine başkan seçildiğinde yaptığı ilk konuşmada hür bir devlet fikrini ortaya atar.

İngiliz hâkimiyetinde bulunan Pencap, kuzeybatı eyaletleri, Sind ve Belucustan’ı içine alan topraklar üzerinde ayrı bir müslüman devlet kurulması fikrini, yani bugünkü Pakistan haritasını gündeme getirir. İlk başta Muhammed Ali Cinnah dâhil pek çok kişi bu fikre karşı çıkar. Fakat, İngilizlerin kışkırtmaları ile Hintlilerin, Müslümanları katletmelerinin ardı arkası kesilmeyince İkbal’in düşüncesinin doğruluğu kabul edilerek İslam Birliği Demeğim siyasî programı haline getirilir.

İkbal, hür bir Pakistan fikrini gerçekleştirmek için memleketin dört bir yanında konferanslara girişir. Fikirleri, zulüm altında inleyen Müslümanlarca coşkunlukla karşılanır.

İngilizlerin planlan altüst olmuştur ve hiç beklemedikleri bu tezi açıktan reddetmeye cesaret edemezler. Meselenin milletlerarası bir toplantıda ele alınıp tartışılmasını teklif ederler.

1931 de Londra’da yapılan ilk toplantıya Müslümanlar adına İkbal, Cinnah ve birkaç lider daha katılır. İkbal, burada bir yandan İngilizlerin gerçek niyetlerini anlamaya çalışırken, bir yandan da davasını detaylı olarak tarafsız delegelere anlatma imkânını bulur.

İkbal, İngiltere dönüşü konferanslar vermek üzere İtalya’ya oradan da, uzun zamandır kurulmasını hasretle beklediği Dünya İslam Teşkilat/hm Kudüs’deki toplantısına Hintli müslümanları temsilen katılır. Burada birçok liderle görüşüp fikir teatisinde bulunur.

Daha sonra Filistin’i dolaşan ikbal, Arap âleminin perişaniyetini müşahede eder ve kaleminden şunlar dökülür: ‘Ey Araplar, siz önceleri, çöllerde deve otlatırdınız. Sonra İlahi mucize tecelli etti ve Allah size dünyadaki diğer kuvvetleri râm etti. Allah adına yemin ediyordunuz, O da sizin yüzünüzü kara çıkarmıyordu. Tekbir ve salâvat sesleriniz yankılar yapıyor, harb ve gaza sesleriniz ufukları çınlatıyor, mağrib ile meşrık arası inliyordu. Ne büyük harplerdi, ne şaşalı gazalardı onlar…

Şimdiki şu sönüklüğünüze ve hareketsizliğinize teessüf doğrusu..! Ey Araplar, baksanıza diğer milletlere! Nasıl ilerlediler, nasıl sizi geçtiler?! Tek bir ümmet iken bugün çeşitli ümmetlere ayrıldınız. Vahdeti parçalayıp birbirinize düştünüz.

Efendiler! Dünyada hiçbir düşman, sizin kendinize yaptığınız kötülüğü, kendi düşmanına yapmamıştır. Siz şu yaptıklarınızla Resulüllah’ın(asm) ruhunu incittiniz. O, acınıyor, şikayet ediyor ve ‘etmeyin ‘diyor.”

İkbal, bu ikazlarının arkasından Arapların kurtuluşu için ümit tohumlan eker: “Muhakkak ki Allah, size keskin bir basiret vermiştir, içinizdeki kor ateşi hatâ taşıyorsunuz. Katkın ey Arap milleti, Hattab oğlu Ömer’in ruhuna tekrar dönünüz. Kuvvetin gerçek kaynağı dindir. Mümin; azmini, itilasını, yakînini ondan alır.

Ey çöl adamı! Ve ey sahranın efendisi! Kuvvetine, izzetine dön; devrin kakülünü yakala, tarihin seyrine hâkim ol ve beşeriyet kafilesini yüce hedeflere götür!”

Muhammed ikbal, 1932 de III. yuvarlak masa toplantısına katılmak üzere İngiltere”ye yeniden davet edilir. Fakat bundan da herhangi bir netice çıkamayacağını bilen ikbal, fikirlerini daha geniş kitlelere anlatmak gayesiyle yine de katılır. Toplantıda açıkladığı görüşleri kesindir.”Bir millet ki, toprağı yoktur: o milletin dini ve medeniyeti de yoktur. Dinde, medeniyet de; devlettedir, kuvvettedir. ‘Pakistan şu Hind yarımadası müslümanlarının karşı karşıya kaldığı problemler için tek çözum yoludur. “Bu konuşmasıyla İkbal, bütün Hind müslümanlarının kararlı olduğunu ve ne pahasına olursa olsun, kendi devletlerini kuracaklarını açıkça ilan eder.

İkbal, yurda dönerken önce Paris’e uğrar. Burada Bergson ve tanınmış şarkiyatçı Massignon ile görüşür. Yaptığı bütün görüşme ve konuşmalarda İslam’ı anlatmayı hayatî bir prensip olarak kabul eden İkbal, bilhassa Bergson’a İslam düşüncesi hakkında bilmediği birçok noktayı anlatır. Zaten tebliğ onun hayatının gayesidir. Bir şiirinde bu durumu kendisi şöyle ifade eder: “Eğer Avrupa ‘nın deli Nietzsche ‘si bu zamanda olsaydı, ikbal ona ilahi hikmetleri anlatacaktı.”

Fransa hükümeti, İkbal”e Paris’te iken Kuzey Afrika sömürgelerini gezmesini teklif eder. Bu teklif gayretli İslam şairine çok dokunur ve “Bu şüphesiz ki, Şam’ı yakıp yıkmanın basit bir ücretidir, “diyerek daveti reddeder ve Paris üniversitesini de ziyaretten vazgeçip; “İspanya, sen Müslüman kanının emanetini taşıyorsun! Sen gözümde harem(Kabe) gibi tertemizsin” dediği İspanya’ya geçer. Madrid”de İslam sanatıyla ilgili çeşitli konferanslar verir. Daha sonra Kurtuba camiini ziyaret eder. Müslümanların elinden Endülüs alındıktan sonra, tarihte ilk defa olarak namaz kılar. Toprağa gözyaşları döküp, o yerlere tam sekiz asır hakim olan Müslümanları hatırlar. Bu büyük mescidin müminlerin secdelerinden mahrum kalışını ve yüzyıllardır ezan sesine hasret olan Kurtuba semalarının yakınışını hisseder ve en güzel şiirlerinden biri olan “Kurtuba Camiinde” şiirini bu duygular içinde yazar.

İkbal, İspanya’dan İtalya”ya geçer ve çeşitli toplantılara katılır. Musssolini’nin ısrarlı daveti üzerine kendisiyle görüşür. Görüşme sırasında Mussolini, faşist hareket ile ilgili İkbal”in fikirlerini sorar. İkbal, “Siz Müslümanlığın sadece sıkı disiplin prensibini benimsemişsiniz. Oysa İslam”ı bütünüyle bir hayat nizamı olarak kabul etmeniz gerekiyor.” diyerek tenkitlerini belirtir. İtalya’dan Şubat 1933’de Hindistan’a dönen ikbal, yuvarlak masa toplantısı ile ilgili görüşlerini kamuoyuna açıklar. Ardından da süratli bir şekilde halkını şuurlandırıp teşkilatlandırmaya girişir. Aynı yıl kasım ayında Afgan kralı Nadir Han’ın daveti üzerine Kabil’e gider. Afgan Kralı, Dr. İkbal’i ülkesinin yönetim düzeninin reorganizasyonu ve bir üniversitenin kurulmasına yardımcı olması için çağırmıştır.

İkbal, Nadir Han’la karşılaştıklarında O’na bir Kur’an hediye ederek, O’nun gözyaşlarını tutamamasına sebep olan şu cümleyi sarfeder: “Bu kitap, hak ehlinin sermayesidir. Sinesinde hayat yatmaktadır. Her hamlık, O’nunla kemal bulur, Onun verdiği kuvvetle Ali (ra) Hayber fatihi oldu.”

İkbal, bu mevzu ile alakalı hatıralarında daha sonra şunları yazmaktadır” Bir zaman geldi ki, Nadir Han’ın, Kur’an’ dan başka dostu kalmadı. ”

Bu seyahati sırasında Afganistan’ın eğitim sistemini de inceleyen ve bu sistemi İslamî esaslara göre tahlil eden M. İkbal, döndükten sonra notlarını ve hatıralarını Farsça mesnevi tarzında yazarak “Misafir adı ile 1936 da kitap haline getirir.

Muhammed İkbal, 1934 yılında çok şiddetli bir boğaz enfeksiyonu geçirir. Önceleri buna pek önem vermeyen ve memleket meseleleri ile uğraşmaya devam eden ikbal, daha sonra ağırlaştığını hissedince doktora gider. Fakat geç kalmıştır. Hastalığı ilerlemiş ve gırtlak kanserine çevirmiştir.

Giderek İkbal”in sesi iyice kısılır ve yüksek sesle konuşamayacak hale gelir. Artık en tesirli mücadele vasıtalarından birini kaybetmiştir.

Nitekim aynı yıl, Oxford üniversitesinde vereceği “İslam düşüncesinde zaman ve mekân” konulu konferansı veremez.

İkbal, o yıllarda sıhhat yönünden olduğu kadar, maddî yönden de çok sarsılır ve birbiri ardınca gelen tedavi ve ilaç masrafları bütün varlığını tüketir, fakat o fakir yaşar ve izzetlidir. Kendisine yapılan yardımları; ” izlediğim yol, zenginlik değil yoksulluktur. Benliğini satma, fakirlikte ün yap. Cesaretin varsa fakirliği ara, O fakirlik ki, kökeni Hicazdır.” diyerek reddeder.

1935 de son eşi de vefat edince oğlu Cavid ile kızı Münire’nin bakım ve eğitimlerini tek başına üstlenmek zorunda kalır. Çağının problemlerine ve hastalıklarına islam düşüncesinin dinamik özüyle ve modern ilimlerin telifinden çıkardığı cevapla karşı çıkan, iktisattan, felsefeye, şiirden siyasete kadar uzanan zengin bir cihad cephesinde gerçek bir mümin, gerçek bir fikir ve sanat adamı olan allâme Muhammed İkbal, diğer hastalıklarının yanısıra katarakt hastalığına da yakalanarak görme kabiliyeti iyice zayıflar. Kendisini ziyarete gelen arkadaşlarını bile tanıyamamaktadır. Artık tamamen yatağa mahkûm bir hasta haline gelir.

İkbal’in, hayatı boyunca mukaddes bir ideal olarak sinesinde sakladığı ve hasretini duyduğu şey, nurlu Hicaz topraklarına yüz sürmektir. Zaten her ne vakit Medine anılsa gözleri dolar. Fakat hastalık ve dertlerle yıpranmış olan zayıf cismi ile hacca gidip Resulullah’ı (sav) ziyaret etmesi nasib olmaz. Ama aşk ve hasret dolu kalbiyle yazdığı “Armağan-ı Hicaf isimli kitapta toplanan şiirleri ihlâs doludur;

“Ah! cesedim ve ruhumu sıkıntılar kavurmuş! Onlara şifa ancak Senin(sav) gizli bir bakışındır! Tabiplerin sayıp döktükleri şu ilaçlar, hasta gönlüme yaramaz benim.

Ümmetin asileri, Sen şefaat ettiğinde Senin şefkatinle, başkalarından daha mesut ve bahtiyar olurlar. Çocuklarının suçunu bağışlayıp onları bağrına basan müşfik anne gibi…

Ya Rasulallah! Kandilime yeniden yağ koy! Sen’in vücudun âleme bahar ve şenliktir. Dünyayı aydınlatan güneşin ziyasından bana da lütfet! Cismin kıymeti ruh iledir; ruhun kıymeti ise sevgiliden aldığı ışık ve aydınlıktır. Allah’tan başka herkesten ümidimi kesmek istiyorum.

Ey Kürd’e Arab ‘m şevkini lütfeden! Müsaade et de şu Hintli huzuruna gelsin ve sana şevk ve hüzünlerini arzetsin. O mahzun bir kalp, yaralı bir gönül taşıyor,”

İkbal, hayalen edeple Peygamberimizin(sav) huzuruna girer ve İslam âlemininin perişanlığından şikayet eder:” Ölüm korkusuna müptela olmuş bu ümmeti sana şikayet ediyorum Ya Rasulallah! Sen Lat ve Menat gibi eski putları kırmış, ihtiyarlayan ve içinde ölüm gezinen eski dünyayı yenilemiştin ve âlem, iman ve aşkla, teşbih ve ezanla yeni bir güne doğru yönelmiş; dünya uyanış ve huzurunu, nur ve sürürünü Senin ona Öğretmiş olduğun Kelime-i Şahadet’den almıştı. Biz her ne kadar putperestliğe batmış bir ülkede doğmuşşak da öküze ve sığıra ibadet etmekten kaçtık. Eski putların önünde secde etmedik. Kral ve hükümdar saraylarında yüz suyu dökmedik. Bütün bunları, getirdiğin dine ve öğrettiğin cihada borçluyuz. Âleme serdiğin sofrandan yetiştik ve büyüdük. Sözün, bütün bu çağlar boyunca ümmet için şevk ve neşe kaynağı oldu ve bu ümmet senin mesajınla, fakirlik ve ihtiyaç içinde bile başı dik ve iffetli kaldı. Fakat bugün İslam âlemi kuvvetinden ve kıymetinden çok şeyler kaybetti.

Semalarda ihtişamla uçan kartallar engin fezada hiç önemi olmayan ve kale alınmayan küçük serçecikler haline gelmiştir.

Müslüman ölümün sırrını ve lezzetini bilmez ve eskiden inandığı ve la galibe illallah: Allahdan başka galib yoktur.’ dediği gibi inanmaz ve demez olmuş! Can evindeki kalbi ölmüş, uykudan ve yemekten başka birşey düşünmez olmuş. Bir çörek alabilmek için Batı’ya kul olmuş. Tek bir mide için yüz tane kâfire minnet etmiş. Dün putları kıran İbrahim evladı, bugün put yapan Azer olmuş; Frenklerden yeni putlar satın alıyor.

Hasılı ya Rasulallah, sana layık değiliz!”

İkbal, bu Efendimiz’e layık bir ümmet olamayışından dolayı iki büklümdür ve Allah’a şöyle yalvarır: Sen ganiyyün anil âleminisin; bense senin fakir bir kulunum. Haşir günü mazeretimi kabul buyur. Eğer beni hesaba çekeceksen- rica ediyorum Ya Rabbi- beni Peygamberimin(sav) yanında hesaba çekme, çok uzak bir yerde sorgumu yap! Çünkü ben bunca günah işledikten sonra, O’nun ümmeti arasında bulunmaktan ve O’na mensubum demekten utanıyorum!’

İkbal”in mecalsiz ihtiyar vücudu günden güne erimekte ve ezeli hakikata gittikçe yaklaşmaktadır. Bunu inanç dolu beyitle yakınlarına hissetiririr: ” Sana mümin insanın belirtisini söyleyeyim: Ölüm gelince tebessüm onun dudağındadır.”

Etrafındaki iman ve ideal dostları bu büyük dava adamının çöküşünden oldukça üzgündürler. Bu farkeden dertli şair;

” Ölüm benim için acıdır zannetmeyin. Gözümden bir cihan kayıp olmuşsa ne çıkar. Benim gönlümde daha yüzlerce cihan var.” diyerek onları teselli eder.

1938 yılının 21 nisan gecesi vücudu iyice ağırlaşır. Ve yatağının etrafında toplanan dostlarına:”Ölüm, bir Müslüman için korkulacak bir şey değildir. Ölüm bu cihan işlerinin bir tekâmülüdür. Ve taze bir hayatın kapısına açar. İnanmış bir Müslüman ölümü tebessümle karşılamalıdır. “diyerek Yüce Dost’a kavuşur.

Şahsiyetinin, tefekkürünün, dünya görüşünün, hayat ve mücadelesinin temel direği İslam inanç ve düşüncesi olan son asrın Mevlana’sı, bir şiirinde; ” Ya Rab! yıldızıma uyanık bir göz ihsan et, Bana bir minarenin gölgesinde bir mezar nasip et. ‘duası gereğince Lahor’da Mescid-i Şâhi’nin gölgesinin düştüğü yere defnedilir.

Doğu ve Batı felsefesini bütün yönleri ile inceleyen bu büyük insan, Ittihad-ı İslam ülküsüne bağlıydı. Heyecanlarının sığınağı, coşkunluğunun kaynağı tasavvuftu. “O ateş ve hararettir. Ben ise bu ateşin külüyüm.” dediği Mevlana Celaleddin Rumi’yi kendisine üstad ve rehber eylemişti. M.Akif’e yazdığı mektupta da bu derin bağlılığı şöyle ifade eder:

“Türk insanını çok seviyorum. Birgün Türkiye’yi hususan Mevlana’nın Konya’daki mübarek makamını ziyaret etmek isterim. O mübarek toprakların beni Mevlana’nın naçizane bir müridi kabul etmesini niyaz ediyorum. Gönlümün derinliklerinde bir gül bahçesi görür gibiyim. Ortasında alev alev bir ateş yanmakta, ben pervaneler gibi o ateşe doğru koşmaktayım. O ateş. Mevlana ‘nın aşkı ve sevgisidir.”

Hayatı boyunca çok sade bir hayat sürmüştü.

Basit bir hücrede yaşamış, teklifsizce herkesle görüşmüştü. Mimar olan kardeşi, ikbal için çizdiği ev planında odasının yanında bir de salon koyunca, cevabı;”ne gerek var, bir oda bana yeter!’ olmuştu. Bütün eşyası, üzeri halı örtülü yüksekçe bir somya, ufak camlı bir kitap dolabı, küçük yuvarlak bir masa, tahta bir koltuk ve bir şömineydi.

KAYNAKLAR
1 .Ayverdi, Samiha. ABİDE ŞAHSİYETLER Kültür bk. yay. lst.1976
2.Göze.Ergün. GÖZÜMLE VE GÖNLÜMLE TANIDIKLARIM Boğaziçi yay. lsî.1989