Prof. Dr. Mustafa Tahralı: Mevlânâ’nın Söylediği Aşk-Sevgi; Allah, Peygamber Sevgisidir.

A+
A-

Hikmetli sözleriyle, eserleriyle, şiirleriyle, hoşgörülü doktriniyle ve ille de aşk, ilahi aşk ile cümle âlemin ve yedi düvelin dilinden düşmüyor büyük âlim, mutasavvıf ve velî Mevlânâ Celâleddin Rumî. Ancak o v e tüm insanlığa hitap eden mesajı her dilde farklı bir veçheye bürünebiliyor. Âşıklar Sultanı olarak da bilinen bu çok y önlü ve büyük veliyi hakiki maşukuna kavuştuğu “düğün gecesi”nin 746’ncı senesinde, mutasavvıfllığının yanı sıra ilmi, edebiyatı, tarihçesi, mesajı, velayeti, zahiri ve batınıyla incelemiş yetkin bir isimden tanıyalım istedik. Yılların tasavvuf uzmanı Prof. Dr. Mustafa Tahralı’dan Mevlânâ ve hususiyetlerini, ondan anlaşılması-alınması gereken en önemli şeyleri ve mesajını hayatımıza nasıl yansıtabileceğimizi dinledik. Ve sözleri kadar imlasına da sadık kalar ak sizlere aktardık.

Vefatının üzerinden 746 yıl geçmesine rağmen Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve eserleri günümüzde dünyanın dört bir yanından insanları cezbediyor, popülerleşiyor. Ancak her zümrenin kendi meşrebince tanımladığı çok farklı Mevlânâ portreleri söz konusu… Mevlânâ’nın hakkında akademik araştırmalar yapmış biri olarak sizce Mevlânâ kimdi, neydi?

Bir bakıma adlandırmaya gelmeyecek vasıfları var. Allah ile münasebeti anlamında tasavvuf ehlinin tâbiriyle ona “veli”, “Allah’ın dostu” deriz. Bu vasfını nereden anlıyoruz? Söylediklerinden, sözlerinin içindeki anlam katmanlarından anlıyoruz tabii. “Şâir” diyen de yine kendi anlayışına göre söylüyor. Herkes kendi anlayışını söyler.

Mutasavvıf, veli, ârif, şâir ve âlim vb… Aslında onda bu sıfatların hepsi var. Aynı zamanda fetvâ verecek seviyede Hanefî âlimi. Mesnevî’de de gördüğümüz şekilde aynı zamanda müfessir; iki binden fazla âyete gönderme baktığımızda neredeyse Kurân’ın tamamına gönderme mevcut. Diğer tefsirlere benzemeyebilir. Zaten her tefsir birbirine benzemeyebilir. Kimisi Kuran’ı edebî yönden kimisi ilimler bakımından tefsir ediyor. Kimisi zâhirî yönden, bazıları da hadislerle yorumlamak yoluna gidiyor. Bu sebeple Mevlânâ’yı niteleyenlerin, benzetme yapanların hepsi kendi gözünden gördüğünü söylüyor. Mevlânâ’yı hakikî tanıyanların diyeceği; onun bizden üstün olduğudur. Asırlardır anıyoruz Mevlânâ’yı, ölünce unutulan nice büyük denilen insan var.

Mevlânâ’nın etki alanı bugün dünyanın dört bir yanına ulaşmış durumda. Eserlerine büyük bir ilgi var. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Hz. Mevlânâ talebin ne olduğunu bilen kimse. Şiiri ve mûsikîyi âyinlerinde tercih ederken bir bildiği vardı elbette. Onların velâyetleri, velîlikleri bizim zâhir aklımıza göre değil. Önce bir istîdat lâzım ve bu istidâdı Allah vermiş. Bilseniz ki, yaşadığınız yerin halkı şiiri çok seviyor, elinize kalem alırsınız, yazarsınız ama 40 sene düşünseniz, sayfalar dolusu yazsanız da eğer şâirlik kabiliyetiniz yoksa iki satır şiir yazamazsınız.

Onun kimilerince şiir olarak târif edilen eserlerinin hepsinin temelinde bahsettiğiniz bu ilimler var değil mi? Aynı zamanda aşk ve mârifet…

Hz. Mevlânâ hakkında, öz bilgiyi kendi şahsında geliştirmemiş olan, onun ne denli büyük olduğunu ya da ârif, âşık olduğunu anlayamaz. O farklılık onu cezbeder. O kabiliyet onda var ise ona tutulur. Mesela bir demir parçası, bir teneke düşünün. Hz. Mevlânâ ve tasavvuf büyüklerinin hepsinin eserlerinde birer mıknatıs gibi bir çekicilik, bir câzibe bulunur. Teneke ve demir parçası eğer oradan geçiyorsa, çok uzağından bile geçse, o mıknatıs onu çeker. Bir beytine de rastlasa, türbesinin yakınından da geçse bir çekiliş hisseder. Yeter ki demir olsun, tahta olmasın. Hz. Mevlânâ der ki: “Bizi vefatımızdan sonra kitaplarda aramayın, âriflerin gönlünde arayın!” Bu demek olur ki Mevlânâ’yı ancak yaşadığımız çağın âriflerinden tanıyabiliriz. Onlardan birini bulan kimsenin önce peygamberimize, oradan da bütün peygamberlere kapısı açılmış olur.

Mesnevî başta olmak üzere Mevlânâ’nın eserlerinde hakîkatin çok boyutlu bir tasvirini mi görüyoruz? İşin erbabı Mesnevî’nin şiir kitabı değil Kur’an tefsiri olduğunu söyler.

Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si Kur’ân’ın tefsiridir. Tasavvufî anlamda bir Kur’an tefsiridir. Orada söylenilenler İslâm’ın îman bakımından elde edilmesi gereken özünü canlı olarak verir. Hz. Mevlânâ’nın yanında bir inanmayan oturursa, sohbetinde bulunsa eğer istîdâdı varsa, îman ehli olabilir. İnsanın sâdece zihnine hitap etmiyor, anlattıkları insanın bütün varlığını kapsıyor. Onların canlı ilim sâhibi olması ise âriflerin indinde her asırda İslam’ın canlanması demek oluyor. Elbette toplumda farklı düşünen insanlar var. Bu her devirde olmuş.

Tüm bu niteliklerin perspektifinden bakarak, onun için, dinin bütüncül bir temsilcisi, açıklayıcısı diyebilir miyiz?

Kesinlikle! İslâmiyet tarih perdesinde yerini aldığından itibâren tasavvuf, fıkıh, tefsir, kelâm, mantık gibi ilimler yoluyla yorumlandı, anlatıldı. Mevlânâ bu yorumların hepsini mecz etmiş bir kimse!

Bununla birlikte Hz. Mevlânâ’yı şerîattan uzak olduğu gerekçesiyle eleştirenler var. Şeriata, sünnete, naslara yaklaşımı nasıldı?

Kendisi Kuran’ın kölesi olduğunu söyler, Hz. Peygamber’e sevgisini, bağlılığını defalarca zikreder; Mesnevî’de âyetler, hadisler sıkça geçer. Eserleri Kuran’ın, hadislerin yorumudur. Namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlere de bir ilmihal üslûbuyla değil ama sık sık atıflar, göndermeler yapar. Onun eseri “İslam’ın şartı şunlardır, îmânın şartı bunlardır, bunları alın okuyun siz de yapın” türünden bir anlatım değil. Okuyanın İslam’dan, îmandan, namazdan, oruçtan bulacağı şeyi defalarca şiirlerinde farklı yönlerden anlatır. Hz. Mevlânâ rubâîlerinde, Mesnevî’sinde ya da gazellerinde; namaz, abdest, oruç gibi birçok ibâdetin hem farklı veçheleriyle yorumlamalarını yapar hem de onlardaki zevki anlatır. Mesnevî şerhlerinde bunlar çok açık bir şekilde görülür. Onun için bir ayağı merkezde, şerîatta olmak üzere 72 milleti, mezhebi, görüşü dolaşan bir büyük âlim, bir büyük mutasavvıf, velî, ârif. “Sultânü’l-l Âşıkîn” adıyla da anılır.

Günümüzde hem Doğu’da hem Batı’da çoğu kimsenin kendisini okuyup etkilendiğini hattâ “hayatımızı değiştirdi” dediğini, kiminin hidâyete erdiğini duyuyoruz. Anladığım kadarıyla 800 yıl sonrasında bile bugünün ihtiyaçlarına cevap verebilen bir zât, bir veli… Bunun sırrı nedir?

İnsan olarak zamana tâbi yaşıyoruz, olayları zaman içinde algılıyoruz. Oysa Allah zamansız, zaman üstü bir varlık mertebesinde. Tasavvufta terim olarak “fenâ fillah” (Allah’ta fânî olmak) diye bir “hâl” vardır. Şimdi düşünün, bir kimse zamansızlık mertebesinde olan Cenâb-ı Hak’ta fâni oluyor ve O’na böylece yakın olabiliyorsa, kendi hissesine düşen o zamansızlık zevkine erişmiş olur. Bu 700-800 değil, 80 bin sene de olabilir yâni ölümsüzlüğe ulaşmış olur. Bu onların Allah’a yakınlıklarından, ilimlerinin isâbetinden, bir bakıma kendi ferdî-nefsânî (nefsani benlik) varlıklarının kalmamasından ileri geliyor. Hak’ta fâni olduğu için, artık o, mânevî varlığı îtibâriyle zaman üstüdür. Mevlânâ’nın sağlığında yaşayan kimse ondan ne feyz almışsa, 800 sene sonra yaşayanlar da alabilir. Ama bir şart var burada; bir ârif bulmak lâzım. Hz. Mevlânâ’nın getirmiş olduğu ilmi, fenâ fillahta bulmuş olduğu o ilmi biz de böylece günümüzün bir ârifi rehberliğiyle bulabiliriz.

Ârif derken mürşid-i kâmil denilen zatları kastediyorsunuz sanırım?

Evet, mürşid-i kâmil, insân-ı kâmil… Tabiî onlar da kendi içinde dereceli… İnsan belki hayâtında böyle bir büyüğe hiç rastlamamış olabilir. Hz. Mevlânâ bunu şöyle bir benzetmeyle anlatıyor: Bir küçük mum alevi, yanmayan büyük bir muma dokunduğunda onun fitilini ateşleyebilir. Yani mumun küçük olduğuna bakma, sende büyüklük varsa küçük gördüğün ârifin yanına git, yanmak istiyorsan o ateşten feyz alırsın.

Mevlânâ Hazretleri de kendisinden önce büyük zatlardan istifâde etmiş, bunlardan en bilineni Şems-i Tebrizî hazretleri. Mevlânâ’nın Şems ile olan bağını nasıl açıklamak gerekir?

Hz. Mevlânâ önce babasının yolundan giderek gerekli riyâzetleri yaparak yaşamış, seyrisülûkünü tamamlamış. O zatlar da Hz. Mevlânâ’nın yapısındaki kabiliyetten dolayı büyük bir zat olacağını fark ederek yetişmesine âzamî gayret göstermişler. Menkıbelerde şöyle anlatılıyor: Hz. Mevlânâ müderrisken bir gün atına binmiş, sağında solunda derviş ve talebeleriyle beraber medreseden çıkmış gidiyorlar, orada kahvede, bir handa oturan Şems-i Tebrizî kalkar, atın dizginlerini tutar, şöyle sorar: “Hz. Peygamber mi büyük, Bâyezid-i Bistâmî mi?” Mevlânâ “O nasıl söz!” diyor, “Elbette Hz. Peygamber büyük.” “Ama” diyor Şems, “Hz. Peygamber günde yetmiş kere, yüz kere istiğfar ederdi, oysa Bâyezid-i Bistâmî ise cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur, ben kendimi tesbih ederim, yüceltirim diyor.”

Mevlânâ zaten daha evvel olması, edinilmesi gerekenleri babasından ve babasının halîfelerinden elde etmiş olduğu için bu soruya olgunlukla yaklaşıyor: “Peygamber Efendimiz içinde bulunduğu makamda, hâlde Hakk’ı hakkıyla bilememekten istiğfar ediyordu, Cenâb-ı Hak bu istiğfar sonunda onun mârifet derecesini daha yükseltiyordu. Bu istiğfardan sonra geldiği makamda gördüklerinden dolayı tekrar istiğfar ediyor ve tekrar derecesi yükseliyordu. Yâni sonsuz olan Hakk’ı bilmekte günde yüz derece kazanıyordu. Bâyezid-i Bistâmî bir kere bir derece kazandı, “Ben oldum” dedi. Ama Hz. Peygamber bir günde defalarca merhale yükseklik kat etti, kulluğu tercih etti” diyor. Mevlânâ ve Şems böylece tanışıyorlar ve bu tanışma büyük bir dostluğa ve karşılıklı sevgiye dönüşüyor. Günlerce sohbetleri, halvetleri oluyor, böylece Mevleviliğin ana yolu olacak olan “aşk yolu” açılmış oluyor Mevlânâ’ya. Bir yönüyle Hz. Mevlânâ Şems’in şeyhi, bir yönüyle de Şems Hz. Mevlânâ’nın şeyhiydi. Şöyle de söylenebilir: Onlar iki sohbet arkadaşıydı, biri susunca diğeri söylüyordu, biri söyleyince öteki dinliyordu. Yâni burada bire bir hocalık-talebelik münâsebeti yok. Yâni ikisi de birbirine karşı hem mürşit hem mürit oluyor…

Peki, hocam; onların mâcerâsından bugün biz nasıl hissedar oluruz? Mevlânâ ve Şems’e benzemek, onların yolunu tutmak için bizim ne yapmamız gerekiyor?

Bugün bizim aramızda, önümüzde olan onların izinden giden âriflerdir. Onları bulup onların ışığından faydalanmak gerekiyor. Kendisinde yanma kabiliyeti olmayanların söylediği sözler görüş ufkumuzu daraltır, hattâ kapatır. Hz. Mevlânâ’nın şiirlerinde ne olduğunu görmek için benlik duygusundan uzaklaşmak gerekiyor. Bu da insanın iç kabiliyetine bağlı. Mesnevî’de bunun hikâyeleri, örnekleri mevcut. Hakîkî mürşitler ve sahte mürşitlerle ilgili de örnekler var. Günümüzde olduğu gibi her dönemde sahteler olmuş. Gerçek âriflerin sohbetini dinleyenler ondan faydalanır. Mevlânâ bir Müslümandır, şerîata saygılıdır ve o şerîati yaşayandır. Şerîati getiren peygamberini sever, ezan için, namaz için, oruç için vs. şöyle demiştir diye yazıyor ve açıklıyorsa bir âlim kişi, bunları saygı ile söylüyorsa doğru yoldadır diyebiliriz.

Mevlânâ aşktan ziyâdesiyle bahsediyor, onun bahsettiği aşk nasıl bir şeydir?

Arapçasıyla “hubb” ya da “mehabbet” kelimesiyle söylenendir. Sevgi kelimesiyle de söylenebilir. Âyette de geçer: “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.” Peygamber sevgisi nedir, bunu anlayıp yaşayan Mevlânâ’nın Şems’i, Şems’in Mevlânâ’yı nasıl sevdiğini de anlar. Burada hubb (aşk, sevgi) kelimesinin şehvetle ilgisi yok. Geçmişte de şöyle söylenmiştir: “Aşk şehvetten ibâret olsaydı, merkepleri âşıklar defterinin başına yazmak lâzımdı.” Günümüzde bu konuda yanlış çağrışım daha çok oluyor, çünkü radyoda, televizyonda, gazetelerde “filân kişi filân kişiyle büyük aşk yaşıyor” gibi ifâdeler yüzünden bu kelimenin yanlış anlaşılması veya gerçek anlamından saptırılması söz konusu. Oysa Mevlânâ’nın söylediği aşk-sevgi; peygamberi, Allah’ı nasıl seviyorsak o sevgidir. Mevlânâ ile Şems, bize Allah’ı ve Resûlünü sevmeyi öğretiyor. Mevlânâ’nın Allah ve Peygamber sevgisi, Şems’in de Mevlânâ’yı sevmesine sebep oluyor. Anlatılan Allah ve Peygamber sevgisidir yâni.

Ancak çok farklı yorumlayanlara da rastlıyoruz. Zorlama yorumlarla Mevlânâ’nın gerçek mesajını karartmak isteyenler var âdeta? Kimler saptırmak istiyor?

Mesnevî olsun, diğer tasavvuf kitapları ve şerhleri olsun, onları kendi az bilgimize veya aklî yorumlarımıza mümkün olduğu kadar kapılmadan yol gösterici bularak anlamak lâzım. Bir ârifin yönlendirilmesiyle okunursa daha iyi olur tabii. Ama burada her yazarı, romancıyı veya başında sarıkları, sikkeleri, sırtında cübbeleri olan bir kimseyi kastetmiyorum, bâzılarının anlatımı saptırıcı da olabilir. Bu tuzaklara da düşmemeli. Bu konuda kalem oynatan bâzı kimselerin kendi anlama kabiliyetleri olmadığından sâdece bu kabiliyetsizliklerini sergiliyorlar. Din adına konuşanlar da benzer biçimde… Mesela DEAŞ gibi yapılar eşkıyâlığın/vahşetin adını “cihat” koyuyorlar. Burada tasavvuf adına yapılan aşırı ve mesnetsiz yorumlar da bu çeşit bir eşkıyalık/ korsanlıktır. Yaptıkları; anlamamak, anlamaya çalışan insanın zihnini çelmek, dinleyenin düşüncesine el koymak. Bu her dönemde olmuş, dinden söz edenler için de şeyhlik postunda oturanlar için de böyle; arada doğru sözler naklediyor başkalarından, ama yanlış yorumluyor. Yine de kabiliyetli kimseler, günün birinde Mevlânâ’nın beyitlerden hareketle yine doğru yolu buluyor. Sağdan soldan kontrol edince sahtelik, anlayışsızlık ortaya çıkıyor tabiî.

Mevlânâ’nın kitlelerce tanınması, akademik anlamda araştırılması konusunda Batı’da akademik çalışmalar ve çeviriler yapmış R. A. Nicholson, A. J. Arberry ya da Fransa’da Eva de Vitray Meyerovitch gibi son derece elit isimler var. Biz burada kendi değerimiz olan Mevlânâ’nın akademik olarak araştırılmasında biraz ihmalkâr mı kalmışız acaba?

Benim çalışma alanlarımdan biri, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin şerhi oldu. Nicholson’un yaşadığı dönemde bizim ülkemizde Ahmed Avni Konuk yaşamış ve Mesnevî’yi 12 cilt hâlinde tercüme ve şerh etmiş, ama eseri 1938 yılında tamamlanmış olduğu hâlde, alfabe devrimi ve başka sebepler dolayısıyla, ancak 2004 yılında yayımlanmaya başlanmış. Nicholson İngilizceye tercüme etmiş ve hemen basılmış. Meyerovitch Fransız, çocukluğundan itibâren çeşitli rüyâlar görmüş, üniversitede felsefe ve Farsça okumuş, doktora tezini 1960’lı yıllarda Hz. Mevlânâ hakkında yapmış. Çalışması sırasında Konya’ya Hz. Mevlânâ’yı ziyârete geldiğinde çocukluğunda rüyâsında gördüğü mezar taşlarını türbenin avlusunda görünce yönünü ve gönlünü İslâm’a çevirmiş. Kendisi bu duruma “Kerâmet-i Mevlânâ” diyordu. Bizde de Ahmed Avni Konuk gibi isimler yetişiyor. O ayrıca Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh adlı eserini ilk defa Türkçeye tercüme etmiştir. Mevcut tercümeler arasında tasavvufî mânâlar îtibâriyle en anlaşılan tercümedir. Kenan Rifâî hazretlerinin bir ciltlik Mesnevî Şerhi var; kendi tekkesinde 1925’lere kadar yapılan Mesnevî sohbetlerinde tutulan notlardan meydana gelmiştir. Ancak 1970’li yıllarda basılabiliyor. Tâhirü’l-Mevlevî (Tâhir Olgun) var, onun da tamamlanamamış Mesnevî Şerhi ancak 1960’lı yıllarda yayımlanmaya başlıyor. 1925’te tekkelerin ve medreselerin kapatılması ve alfabe değişikliği buradaki ilim-irfan akışını engelliyor. Tam da o yıllarda Batılılar “Hikmetin kaynağı Doğu” diyorlar ve bizim kapattıklarımızda öğrenilen ilim ve irfânı, daha önceden başladıkları, tercüme ve incelemeye daha seviyeli bir şekilde devam ediyorlar. Şimdi Müslümanlar kaybettiği şeyin farkına varırsa yeniden ayağa kalkabilir ama arada büyük bir kayıp dönemi var, o yüzden buradan da çıkan şeyler sınırlı ve kısıtlı oluyor ne yazık ki!

Mevlânâ’nın eserleri ve yolunun, kendisinden sonra kurulan Osmanlı’ya 6 asır boyunca büyük etkisi olduğunu görüyoruz.

Mesnevî 6 ciltlik bir kitap ve yazılması, tamamlanması Hz. Mevlânâ’nın vefatından sonra, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu öncesinde olmuş. Konya’da Mevlevî Dergâhı önce Hüsâmeddin Çelebi, sonra Sultan Veled ile kuruluşunu tamamlamış durumda. Dolayısıyla Mevlevîlik, Osmanlı Devleti’ne bir müessese olarak çekirdek hâlinde ama her şeyiyle, Mevlânâ’nın kitaplarıyla, tarîkat teşkilâtıyla, tarîkat merâsimi ve mûsikîsiyle geçmiş oluyor. Osmanlı Devleti Anadolu’da Konya ile Göynük, Rumeli arasında gelişerek devam ederken, Mevlevîlik de gelişmiş. Osmanlı Devleti’nin gittiği hemen hemen her yerde bir Mevlevî dergâhı kurulmuş. Mısır’da, Sûriye’de, Tebriz’de, Üsküp’te, Sofya’da, Atina’da, Selanik’te Mevlevihâneler açılmış. Osmanlı coğrafyasında 130 civârında Mevlevî dergâhı var. Bu gösteriyor ki Osmanlı Devleti’nin kültürel ve irfânî hayâtı daha o asırlarda yaşanan dînî, tasavvufî anlamıyla Mevlevîlikte âdeta kristalleşmiş. Tekke-dergâh olarak sâdece Mevlevîlik yok, diğer tarîkatlar da var tabii. Osmanlı topraklarına gelmiş olan Kadirîlik, Rifâîlik, Nakşîlik, Halvetîlik vb. ve bunların kolları, zaman ilerledikçe, âdeta tasavvufun değişik çiçeklerinden meydana gelen bir bahçe hâlinde yeşermiş Osmanlı toprağını şenlendirmişlerdir.

Hem Hz. Mevlânâ ve yolu ilmin, hikmetin, psikolojinin yanı sıra İslâm’ın içindeki estetiğin, nezâketin, âdâb-ı muâşeretin, letâfetin temsilcisi olmuştur diyebilir miyiz?

Kendi kültürümüz bakımından Mevlevîlik, elit zümrenin ve sarayla irtibâtı olan siyâsîlerin, yöneticilerin, okumuşların gözdesi olmuş ve sosyal bünyemizde zâten potansiyel ve bifiil olarak var olan irfan ve kültürü saray ve çevresinde görünür hâle getirmiştir. Sâdece İstanbul’da beş Mevlevî tekkesi vardı. Zâten Osmanlı halkı da, Nakşîler de, ve diğer tarîkatlerin müntesipleri de, bürokrat kademeler de Mesnevî okumuştur. Herkesin, her tarikat ehlinin okuduğu bir kitaptır Mesnevî. İrfânî kültürümüzün ana direği, bel kemiğidir Mesnevî. İlim adıyla söylersek bizim kültürümüzün ana direği “tasavvuf”tur. Bunu daha en başta Şeyh Edebâli ile Osman Bey arasındaki bağda görürüz. Şeyh Edebâli’nin kızını Osman Bey ile nikâhlamasıyla başlayan Osmanlı hânedanındaki mânevî hüviyet hep devam etmiş son pâdişaha kadar. Sultanları birçoğu bir tarîkat mensûbu, meselâ Fâtih Sultan Mehmed Akşemseddin hazretlerin müridi, Sultan III. Murad Halvetî, Sultan III. Selim Mevlevî vb . Pâdişahlar arasında pek çok şâir var, dîvan sâhibi şâirler var; ayrıca birçoğu müzisyen ve bestekâr. Sanatı, estetiği, tasavvufu seven bir milletin pâdişâhı da estetiği, sanatı sever, şâir ve bestekâr olur, tasavvuf mensûbu olur. Bu da dünyâda yegânedir. Bütün dünya hânedanları içinde, Batı, Hint ve Çin’de, böyle üst üste birçok hükümdârın şâir, sanatkâr oldukları görülmemiştir.

Mevlevîlikte mühim bir yeri olan mûsikîyi İslâmiyet yasaklamış değil. Hz. Dâvud’u sesiyle, sazıyla peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim ve Resûlullah mutlak sûrette mûsikîyi yasaklamış değildir. Mevlevîlik de 7-8 yüzyıldır bu sanatın, bu zevkin temsilcisi olmuştur.

PROF. DR. MUSTAFA TAHRALI KİMDİR?

1943 yılında Konya’da doğan Mustafa Tahralı Ankara İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1963-1966 yılları arasında Ankara Müftülüğü’nde imam-hatiplik yaptı. 1973’te Paris- Sorbonne III Üniversitesi’nde “Ahmed er-Rifâî, Hayâtı, Eserleri ve Tarîkatı” konulu doktora tezini tamamladı. 1973’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Tasavvuf Tarihi ve İslâmî Türk Edebiyâtı öğretmeni olarak tâyin edildi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi Bilim Dalı öğretim üyesi oldu. 1987’de doçent ve 1993’te profesör oldu. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanlığı’nı yürüttükten sonra 2010’da emekli oldu. Akademik çalışmalarının büyük kısmı İbn Arabi ve Mevlânâ üzerine olan Tahralı ülkemizde akademik tasavvuf çalışmalarının öncülerinden biri olarak anılmaktadır. İslami Türk Edebiyatı, Ahmed Avni Konuk’un Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi ile Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi gibi kitapları yayına hazırladı. Çağ ve Hakîkat-R. Guénon’dan Seçme Makaleler, Kadim Mânânın Rüzgârıyla-(Şiirler) gibi kitaplara imza attı.

.

 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.