Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç: ​Hz. Mevlana’yı anlama problemi, geleneğin kırıldığı yüzyılın başında ortaya çıktı.

A+
A-

Hz. Mevlana’nın Türkiye, İran ve Batı’daki algısını düşündüğümüzde ortaya birbirinden farklı portreler çıkar. Sanki herkesin ayrı bir Mevlanası vardır. Mesnevi’sinde “Herkes beni, kendi durduğu noktadan değerlendirdi. Fakat kimse benim esas sahip olduğum, içimde yatan o deruni sırları araştırmadı” diyen Hz. Mevlana’nın neden bu kadar farklı anlaşıldığını Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’a sorduk. Mevlana’yı anlama problemimizi sınırlarımız içinden ve dışından örneklerle anlattı.

Nihayet Dergi – RÖPORTAJ

Hz. Mevlana’nın Türkiye, İran ve Batı’da nasıl algılandığına baktığımızda birbirleriyle tamamen zıt anlayışlarla karşılaşıyoruz. Bunun sebebi nedir?

Bu durum aslında sadece Hz. Mevlana için değil, bütün düşünürler, belki de bütün peygamberler için konuşabileceğimiz bir sorunsal. Hz. Mevlana özelinde konuşmadan evvel meseleyi ana hatlarıyla ele almak isterim.

Hz. Peygamber(sav) özelinde anlatalım: Hz. Ali Efendimize bir söz atfedilir: “Hz. Peygamber vahyin indiricisidir, biz onun açıklama savaşçısıyız (cihadını yapacağız anlamında).” Bu dikey süreç, nüzul süreci bir nebiye olur. Fakat nebi mesajı telaffuz etmesiyle beraber artık o emanet ikincil kişilere devredilir. O kişilere, “Ben vazifemi yaptım mı, bildirdim mi?” diye sorar. Onlar malı teslim alırlar ve hepsi “Bela” diye cevap verirler. Dinler ve düşünce tarihinde çok ihmal edilen bu “ikincil dönem”, aslında bir dinin, tarikatın, felsefi ekolün teşekkül dönemidir. “Şârihler dönemi”nde düşünürlerin doğru bir şekilde anlaşılması, hazmedilmesi ve şerh edilmesi önem arz eder.

Metafiziğin, saf düşüncenin ya da vahyin dünya düzeyinde bir yer bulması diyebilir miyiz buna?

Artık o kutsal tarihinden, tarihsiz hatta bazen talihsiz bir şey hâline geliyor. Emanet size teslim ediliyor. Siz o emaneti işleyerek oradan medeniyet de çıkarabiliyorsunuz ya manipüle ederek kafa kesen, kol kesen bir yapı da olabiliyorsunuz. Bu nedenle ikinci dönemler önemlidir.

Günümüzden bir örnek verelim buna: “Barış barış” diyen, hatta “Farkında olmadan, yolda yürürken ağız ve burun deliğimden içeri bir canlı girer de, ben o canlıyı fark etmeden öldürürsem yevm-i kıyamette bunun hesabını nasıl vereceğim” titizliğiyle ağzına burnuna ameliyat maskesi takarak dolaşan Budistlerin günümüzde geldiği duruma dikkat çekiyorum.

Bir rahip Budist metinlerinde oynama yaparak, Müslüman katliamı yapabilir, rahat rahat kan dökebilir hale geliyor. İkinci adım, bir düşünceyi çıktığı ilk noktadan hangi boyuta getirmiş…

Bu durum İslam tarihi için de geçerli…

Şeyhi Ekber; “Bir nebinin iki kolu vardır: birisi velayet kolu, öteki nübüvvet kolu” diyor. Ama velayet kolu nübüvvet kolundan üstündür. Bunun sebebi şudur: Velayet kolu nebinin Allah ile irtibatı, tarihsiz olan kısmıdır. Aynı velinin nübüvvet kolu onun halkla olan tarihsel kısmıdır. Halkla olan nübüvvette problem olabiliyor ama velayette olmuyor.

Mesela bir peygamber yüz elli sene yaşıyor ama bir kişi ona tabi olmuyor. Yevm-i kıyamette tek başına haşrolacak. Görüyoruz ki, nübüvvet kolu problemli. Peygamberliğinde bir sıkıntı var mı? Tabii ki velayetinde yok. Eyvallah.

İslam tarihinde bu konu çok önemlidir. Velayet dediğimizde “Hz. Peygamber’in manevi mirası nasıl devam ediyor”, “Emevi hanedanının deformasyonu, dejenerasyonu” gibi konulara girmemiz gerekir.

Bunlar konumuzun dışında ama biz yine de işaret etmiş olalım…

Burada Hz. Muhammed(sav) emaneti teslim etti mi? Etti. Ettiği kişiler ne ettiyse etti. Buradan geldi bir Osmanlı, buradan geldi bir Selçuklu! Bunu taşa toprağa işleyip bir sanat hâline getirdi.

Yine buradan bir adam geldi. Lawrence’ın Abdülvehhab’ı! Onun kafasını kes, bunun gözünü oy, bugünkü Vehhabilik hâline geldi. Bakınız bir ideoloji gençleri nasıl heba ediyor, mahvediyor.

Çizdiğiniz bu geniş çerçeveden sonra Mevlana’ya dönecek olursak, nasıl bir problemle karşı karşıyayız?

Mevlana gibi bir düşünürü öncelikle “anlama” problemiyle karşı karşıyayız. Mevlana’yı doğru anlamıyoruz.

Bugün mü bu problem var, yoksa tarihte de var mıydı?

Bu durum tradisyonun, geleneğin kırıldığı yüzyılın başından sonra ortaya çıkmaya başladı. Tabii ki modernite öncesi dönemlerde Hz. Mevlana’yı tam manasıyla anlama problemi her dönem için vardı. Tasavvuf büyüklerinin ele aldıkları konular, bizim âli konular dediğimiz yüksek metafizik konulardır. Bu konuların herkes tarafından tüketilmesini beklemek mümkün değil. Anlamama problemi en çok bizim tasavvuf büyüklerimizin başına gelmiştir.

Niyazi Mısri, divanının tamamında âdeta bu problem üzerinde durur: “Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek/Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi.” Bizi kim anlar, kim anlamaz sorunsalı Niyazi’de çok belirgindir.

Hz. Mevlana da şiirinde, “Herkes benim bir tarafımdan çekti ama hiç kimse benim derunumdaki sırları açığa çıkarmaya çalışmadı” der. Bu zatın derdi derununda, bunu bir kamış “ney” üzerinden söylettiriyor, “söyleyen neymiş” diyor.

Orta çağlarda, modernite öncesi dönemlerde Hz. Mevlana gibi bir âlimi doğru anlama problemi çok büyük epistemolojik bir problem değildi. Sadece derece farkı vardı. Total bir redden ziyade anlamanın içerisinde derecelenme farkı oluyordu. Bunlar bizim tasavvufta zevkler, meşrepler dediğimiz şeylerdir.

Somut bir örnek verebilir misiniz?

Mesela Mesnevi’deki müstehcenlik motiflerinin sorun hâline gelmesi 2010’lu yıllardır. Peki, Selçuklu’da ve Osmanlı’da şeyhülislam, müftülük yok muydu? Çok gayretli dindarlar yok muydu da “Bu adam ne diyor, ayıptır!” denmiyordu. Ama çağımıza gelince birden çok takvalı oluyor herkes ve Hz. Mevlana’nın kullandığı bazı motiflerin ayıp olduğunu, hiç ona yakıştıramadıklarını söylüyorlar, ki bu en hafifidir, diğerleri de buradan yola çıkarak Hz. Mevlana’ya vuruyorlar. Tarihte Haricîlerin bir grubu vardı. “Kur’an-ı Kerim’i kabul ediyoruz ama Yusuf suresini namazda okumayız” derlerdi ve ceplerinde taşıdıkları Kur’an’dan Yusuf suresini çıkarmışlardı. “İnkâr etmiyoruz, Kur’an’dandır ama müstehcen olduğu için okumuyoruz” diyorlardı.

Allah’a ahlak öğretiyorlar yani…

Tabii, Allah’tan daha takvalılar! Bu konu biraz da zamanla alakalı… Modern zamanlardaki bir insanın müstehcenlik anlayışı ile Orta Çağ’daki bir insanın müstehcenlik anlayışı farklıdır. Bazılarının özellikle Mevlana’ya saldırdığı meşhur bir vakıa var. Ve Konya civarında beş yaşında çocuk dahi bu olayı duyuyor. Herkesin konuştuğu bir kadının ölüm şekli…

Bugün bizim okuduğumuz gazetelerdeki olaylar gibi. Hz. Mevlana da hadiseyi ele alıyor ve “Bakınız işte şehvetine bu kadar köle olan birisinin sonu ne olur” diye yazıyor. Vakıayı alıyor, o vakıadan ders çıkarıyor ve tavsiyede bulunuyor. Bunda ne mahsur olabilir? Diyorlar ki, “Efendim, böyle bir örnek seçmeseydi, başka bir örnek üzerinden gitseydi.” O dönemde çoluk çocuğun duyduğu bir olay.

Tarihî olaylarda da böyle bu. 2017’den kalkarak tarihteki bir olayı değerlendiriyoruz, bu anakronizm bazen tarihteki bir olayı anlamakta bizi yanıltabiliyor. O dönemi yaşamak lazım.

Ekosistem sosyal bilimlerde çok dışlanan bir şey. Balık tavada analiz edilemez, onu ancak denizde, kendi ekosisteminde değerlendirmek gerekir. Onun için Hz. Mevlana, İbn Arabi gibi âlimlerin ekosistemini bilmemiz ve olayın bütününe bakmamız gerekir.

Türkiye’de algılanma probleminin moderniteyle başladığını söylediniz.

Özellikle Müslümanların -Müslüman olmayanların Mevlana algılaması bizden daha farklı- irfani gelenekten/dikey boyuttan kopması, modern zamanlarda dinî terminolojilerinin salt ideolojik ve politik olması, metafiziği içermemesi, beraberinde mecaz ve sembolizmin azalması, Mevlana’nın söylemini havada kalır hâle getiriyor.

Sadece Mevlana değil Yunus da böyle. Batılı ve Müslüman olmayanların avantajı düşünce geleneklerinin çok radikal biçimde kırılmamış olmasıdır.

1912’de Bolşevik iktidara karşı yapılmış olan Ekim Devrimi bile Rus halkının geleneksel kültürünü kesemedi. Bugün o gelenek kesilemediği için aynı damar Gorbaçov’un ardından Putin’le beraber yeniden Rus tradisyonunu canlandırmaya başladı. Fakat Müslümanlarda ilginç bir şekilde Stockholm Sendromu gibi bir şey oldu. Müslümanlar teolojik olarak Türkiye’deki devrimlerin çocuğu oldular. Yani bugün devrimleri yapanlar püriten bir İslam istiyorlar. Hurafeden ayrılmış, saf Kur’an İslam’ı istiyorlar. Cumhuriyetimizin kurucuları “Kur’an bize yeter” diyor, diğerlerini hurafe kabul ediyorlardı.

“Anlayarak yapalım” diyorlardı. Tercüme, meal faaliyetleri vardı.

Tabii, mealciliğin babası bunlardır. Yedi yüz yıllık geleneğimizi kesip atıyorlar. Bizim problemimiz şu oldu: Türkiye Müslümanları her ne kadar siyasal olarak Kemalizm’e kaşı olsalar da Kemalist modernleşmeciliğin püriten teolojisini devraldılar ve âdeta onu sürdürdüler, detaylarını uyarladılar. Onun için bir tür gizli Selefilik denir Kemalist teolojiye. Bu anti-tradisyon, anti-tasavvuf, anti-spiritualite olmak noktasında da birleştiler.; Diyanet’te uzun yıllar görev almış bir ilahiyatçı profesör -ismini vermeyeyim- kitabında, “İslami ilimler fazla manevileştirildi, İslami ilimler maddeci olmak zorundadır” diyor. Din maddi bir olaydır diye bakıyor adam.

Maneviyatla hiç ilgilenmiyor. Bunları çoğaltabiliriz. Bu manada bu evrilmiş İslami anlayış, ülkemizdeki hâkim olan dinî anlayış içerisinde Mevlana garip kalıyor.

Meşhur bir kitap vardır: If You Meet the Buddha on the Road, Kill Him! (Buda’yı Newyork’ta görürseniz öldürün). Şimdi onun gibi oldu durum. Hatta büyütelim işi: Eğer Hz. Muhammed(sav)İstanbul’a gelecek olsa onu öldürürler, İsa’yı da Mevlana’yı da öldürürüz. Bu dinin ikinci üretim sürecinde -ve daha sonra üçüncül süreçlerde- evrilen bir İslam anlayışıdır. Bunun asıllarla, orijinle irtibatı ne kadar var, şu an İslam denilen şey orijinal İslam mı? Bu ciddi bir soru işareti. O manada bu soruyu sorduğumuzda Mevlana’nın doğru anlaşılamaması çok doğal oluyor.

Bu işin Müslümanlar tarafındaki kısmı. Buraya kadar anlattıklarınızda vakayı tasvir, tahlil var.

Şimdi veriler ışığında, “Herkes beni bir tarafa çekiyor” sözü üzerinden somut bir örnekle gidelim. 2007 yılı UNESCO tarafından Uluslararası Mevlana Yılı ilan edildi ve Türkiye’de kutlandı. O zaman Kültür Bakanlığı bir üst kurul oluşturdu, beş kişiden meydana geliyordu, ben de görevliydim.

Dünyada Mevlana etkinlikleri olarak neler yapılacak, onlara karar verdik. Şikago’dan Sidney’e kadar sema ve konferanslar yapıldı. İstanbul’da ise Uluslararası bir Mevlana Sempozyumu yapıldı. İşin arka planında her şeyden evvel, “Mahmud Hoca, ben bu adamdan hiç hoşlanmam, UNESCO üzerimize yıktı, bir şeyler yap da kutlayalım” diyenler oldu.

Bu motivasyonla mı başladınız yani?

Tabii tabii. Daha neler, neler… İstanbul’daki konferanstan bir görüntü arz edeceğim size Mevlana algısıyla ilgili. İran, Afganistan, Tacikistan, Türkiye’den birçok bilim adamı vardı. İranlı bir profesör dedi ki; “Mevlana çok güçlü bir İranlı düşünürdür. İranlıdır, İranlıdır, İranlıdır.” Salonda dinleyicilerin arasında hızlı ülkücü bir hocamız vardı; hemen celallendi, “Mevlana Türk’tür!” dedi. Türk olduğunu ispatlayan birkaç beyit vardır, onları okudu. “Her ne kadar Farsça konuşuyorsam da benim özüm Türk’tür” beytini… İranlı hoca bunun üzerine sustu. Derken Afganlı kalktı: “Bir dakika, Mevlana bizim Mevlana’mız. Belhlidir. Afgan’dır. Mesela İranlı arkadaşa soruyorum, Mevlana’nın Mesnevisinin Farsçası İran Farsçası mı? Dari Farsçasıdır ve Afganistan’da konuşulur. İranlılar bazılarını anlamazlar bile” diyerek örnekler verdi. Derken dördüncü kişi ayağa kalktı.

Tacik bir hoca: “Ne oluyoruz, Mevlana’nın Farsçası Tacik Farsçasıdır, O bir Tacik’tir. Doğum yeri Vahş’tır. Vahş Belh’tedir. Belh iki tanedir. Yukarı ve aşağı Belh. Yukarısı Afganistan’da, aşağısı Tacikistan sınırındadır. Vahş ise Tacikistan’dadır. O bir Tacik’tir.” Bir beşinci devreye girdi ama o esnada salonda olmadı bu. Olaydan daha sonra -biraz da mizah unsuru gibi- çıktı.

Uluslararası Mevlana Etkinliği dolayısıyla Yunanistan Kültür Bakanlığı İngilizce olarak 10 sayfalık bir kitapçık bastı: “Rumi is a Greek. Çünkü Rumi demek Rum, yani Greek demektir.” Oğlunun ve kendisinin Rumca şiirleri vardır. Bunları da koydular. Dediler ki “O, Konyalı bir Yunan’dır.”

Konferans Mevlana’nın nereli olduğu tartışmalarıyla sona erdi herhâlde…

Maalesef. Mevlana’nın görüşleri, fikirleri o oturumda hiç konuşulmadı. Onun ırkı araştırıldı. Mevlana’nın ırkını araştırmak orta çağlarda yapılmadı hiç. Modern zamanlarda yapıldı. Bu da modernitenin etnisite algısındaki problemden kaynaklanıyor. Bugünkü Türkiye’de kanayan birçok olayın sebebi de budur. Osmanlı’nın bir etnisitesi vardı ama bugünkünden farklıydı.

Osmanlı Türk’tü, o Türk algısı bugün Balkanlar’da yaşıyor fakat Türkiye’de yok o algı. Semantik kaymıştır, anlam kayması olmuştur. Fransız Devrimi’nin Kemalizm üzerinden üflediği bir şeydir. Bugün Türkiye’de Türküm diyenlerin istinasız hepsi Kemalist Türk’tür. Kelime algısı itibariyle Osmanlı’nın anlam yüklediği Türk ise Balkanlar’dadır. Boşnak da, Arnavut da, Kürt de Türküm der o yapı içerisinde. Şimdi mümkün değil, ya sev ya terk et.

Burada o zaman şöyle bir soru çıkıyor ortaya Mevlana gibi bir kişiyi değerlendirmek, anlamak görüşleri üzerinden mi olacak, yoksa onun etnisitesi üzerinden mi olacak?

Başka örnekler de verebiliriz: Mesela ayakkabı numarasını tespit etmek üzerinden?! Tasavvuf tarihi çalışmalarında da ayrı bir miyopizm var. Tasavvuf tarihçiliğiyle, tasavvuf ayrışmaya başladı. “Ben Mevlevi uzmanıyım” diyen bir kişi mesela Hz. Mevlana’nın türbesinin üzerindeki kiremitlerin yeşil renginin nereden, hangi topraktan alındığının uzmanı olabiliyor. Mimarlık uzmanı oluyor, bu da olmalı, fakat Mevlana’yı anlamak bunlardan bambaşka bir şey.

Türkiye’de bu algıda iki kamplaşmanın da tezahürünü görmekteyiz. Laik, Kemalist profan teoloji ve modernist İslamcı teoloji bir noktada birleşiyorlar, el ele gidiyorlar: Mevlana karşıtlığı! Zaten Mevlana’yı anlama problemi yok, totalde problemleri var.

Mevlana’yı anlamak problemi kimin için var peki?

“Ben Mevlana’yı seviyorum, okuyorum, Mevlana’nın yolundayım” diyenler de var, tasavvuf yolunda.

Bunların sorunu nedir?

Sorun, Mevlana’yı olduğu gibi anlamak yerine kendi meşreplerine tabi kılmalarıdır; “Mevlana hayatında hiç sema etmemiştir, sema diye bir şey yoktur, Mevlana ney üflenmesine karşıydı, Mevlana öyle bendir falan kullanmazdı” demeleridir.

“Sabah akşam kabrinin başında ney üfleniyor, bu doğru değildir” gibi bir açıklama vardı geçenlerde…

Sabah akşam ney üflenmesi doğru mu, değil mi, o ayrı bir şeydir. Onu kendi zihnindeki meşrebe yaklaştırmaya çalışmak, olduğu gibi kabul etmemek gibi bir durum var. Mevlana’yı Türk yaparsam mutlu olurum, Mevlana’yı Hanefi yaparsam çok mutlu olurum… gibi durumlar var.

Hanefi mi, Şafi mi olduğu çok net değildir. Veya Türkiye dışında Hz. Mevlana’yı Şiileştirme çabaları var. Türkiye’de Mevlana’nın şu an bir kesim tarafından total reddi söz konusu, diğer kesim tarafından ise kabullenilmiş gibi gözüküp isminden istifade edilme çabası söz konusudur. En son örnek, bakınız FETÖ: Çağın Rumi’si.

Veya Rumi Forum!

Rumi Forum, Vaşington’da açıldığında tanıdığım Amerikalı Müslüman bir aile başlarından geçen bir görüşmeyi anlattı: “Çok sevindik, gazetede duyduk ki bizim de semte çok yakın. Telefon açtık, hayırlı olsun dedik. ‘Ne zaman Mesnevi dersleri yapıyorsunuz, ailecek gelip dinlemek istiyoruz’ diye sordum. ‘Üzgünüz, Mesnevi dersleri yapmıyoruz’ dediler. ‘Ne zaman ney dersleriniz var, 17 yaşındaki kızımı göndermek istiyorum.’ ‘Üzgünüz, biz ney dersleri de yapmıyoruz.’ ‘19 yaşında bir oğlum var, sema çark etmesini öğrenmek istiyor, herhâlde sema dersleriniz vardır.’ ‘Üzgünüz, biz sema dersleri de yapmıyoruz.’ ‘Peki, kardeşim siz Rumi adına ne yapıyorsunuz?’ ‘Biz Rumi adına hayır kuruluşuyuz, hizmet yapıyoruz’ dediler.

Bu, bana çok farklı geldi. Hiçbir zaman da gitmedim.” Bakınız, bu Mevlana’yı manipüle etmek ve isminden yararlanarak kendinizi meşrulaştırma çabalarından biridir. Hz. Mevlana kendi üstüne binmeye çalışan bu ağırlıkları silkeledi attı. Türkiye’de hiç kullanmadılar Mevlana’yı. Ama Amerika’ya gidince baktılar ki, başka bir şey geçmiyor, o ismi kullandılar. Fetullah Gülen için “Çağın Rumi’si” dediler. “Rumi, tarihte yaşadı ama şu an Rumi arıyorsanız Fetullah Gülen’dir” dediler. Oysaki Rumi’den hiçbir alıntı yapmayan, Mevlana geleneğiyle irtibatı olmayan birisidir.

Bir de kendi yaptığını, nefsine kolay geleni Mevlana’ya bir şekilde izafe eden kimseler var.

Aynı Kur’an’daki ayetlerinde yapılan manipülasyonlarda olduğu gibi. Mesela “Yuh olsun o namaz kılanlara”yı cımbızla çekip alıyorlar, “Ben namaz kılmıyorum” diyorlar. Tamam da, başına sonuna, ne zaman yaklaşmayın dediğine baksanıza! “Ben baştan sondan anlamam, Allah böyle dedi” diyorlar.

Aynı bu örnek gibi Hz. Mevlana’nın da şiirlerinde, sözlerinde şarap, meyhane, aşk geçiyor. Buradan yola çıkarak, “Mevlana benim adamım” diyor, şarabı dikiyorlar. Tamam da, “Ulu orta her yerde şarap adını anma, onun aklı üzüm suyuna gider oğlum” dediği beyti niye okumuyorsun. Kastettiği şarabın ilahi bir şarap olduğundan bahseden tarafların üstünü örtüyorlar, aynı hahamların Tevrat’ta yaptığı gibi…

Yahudi Hahamları metinde oynamalar yaptılar, aynı bunun gibi Hz. Mevlana’nın şeriat, tarikat, marifet, hakikat dörtlüsü içerisinden sadece marifet ve hakikate dâhil olanları alıyor. “Ben Kur’an’ın kölesiyim, Hz. Muhammed’in(sav) yolunun tozunun toprağıyım” cümlesini görmüyor. Bizim yerli gevurlarımız ile yabancı gevurlar onu İslami bir jargondan çıkarıp tamamen dinler üstü bir kişi olarak algılıyorlar.

Evet, bir yerde dinler üstüdür ama ayakları dine basar. Senin sabiten yoksa dinler üstü olamazsın zaten. Dolayısıyla siyakta sibakta oynama yaptıklarında ortaya bir hümaniteryen Mevlana çıkarmış oluyorlar. Bunu Türkiye’de de bazı çevreler yaptı. Buna mukabil bazı çevreler de sadece medrese âlimi olduğuna, şeriat kısmına vurgu yaparak tamamen molla olan Mevlana’yı çıkarttı ortaya.

Aslında Mevlana ne oraya sığıyor ne de diğer tarafa…

Mertebe mertebe konuşan bir Mevlana. Şeriat mertebesinden konuştuğu zaman bir molla, hakikat sohbeti yaptığında da farklı bir Mevlana ile karşı karşıyayız. Farklı derken, dört beş tane ayrı Mevlana yok. Kendi içinde açılımlar söz konusu.

Hz. Mevlana’nın Batı’daki popülaritesinin sebepleri nelerdir?

Batı versiyonuna geldiğimiz zaman Coleman Barks gibi isimler, başka çevreler beyitlerinden cımbızlama yapmak suretiyle öyle şeyler çekip aldılar ki Mevlana’dan. Onları yan yana getirdiğiniz zaman tamamen hümaniteryen… “Ne olursan ol gel.İstersen elinde şarap olsun, şarabını da al gel.” Özellikle Amerika’da Şems ve Mevlana’nın bağı üzerinden LGBT’liler de çok fazla Mevlana vurgusu yapmaya başladı, hepsi Mevlanacı oldu. Neredeyse merkezlerine Mevlana’nın resmini asacaklar. Burada da “Şems benim Rabbimdir” gibi Şems’e yönelik aşk cümlelerini öne çıkarıyorlar.

Peygamber Efendimiz Hz. Hüseyin’i dudağından öperdi. Buna ne diyecekler? Bizim geleneğimizde bile öyle tabirler var ki şu an edebimden dolayı kullanamam. Ama benim dedem ve babam kullanırdı. Babam Kapalıçarşı esnafıydı, çok sevdiği bir arkadaşı için biz onunla çok iyi anlaşıyoruz anlamında bugün müstehcen olan kelimeyi kullanırdı.

Yetmiş yaş üstü hâlâ kullanıyor, “biz onunla çok sevişiriz” diyorlar mesela.

Ben bu değişime şahit oldum. Babamın ağzından bu lafı çok duydum. Hadi şimdi de diyebiliyorsan de. Bambaşka bir kontekste geldik, anlam kaymaları oldu, kelimeler boşaltıldı. Aynısı Mevlana için de söz konusudur. Bu manada Hz. Mevlana’nın Batı versiyonu biraz Batılıların görmek istediği şekliyle yayınlanıyor.

R. A. Nicholson’un Mesnevi tercüme ve şerhi sadece belli kütüphanelerde durur, ama satılmaz. Derler ya, Amerika’da en çok satanlardan biri de Mevlana’dır diye. Zannetmeyin ki Mesnevi’dir satılan. Coleman Barks isimli bir şair -ki Farsça bilmez- Mevlana’nın Mesnevi’sinden yani Nicholson’un tercümesinden bir uyarlama yapmıştır. Onun yaptığı seçmeler en çok satan kitaptır.

Dolayısıyla Batı, Coleman Barks Mevlana’yı nasıl anlattıysa öyle tanıyor. Peki, İran’da nasıl bilinir Mevlana?

İran’daki Mevlana’da da bazı sıkıntılar var. Mevlana’nın Şii olmadığı, Caferî bir gelenekten gelmediğini bildikleri için bugün İran havzasındaki bazı mollalar, “Bu Şii değil” diyerek Mevlana hakkında ağır konuşuyorlar.

Geçenlerde Isfahanlı bir molla çok ağır bir hakaretle Şems, Mevlana’ya tecavüz etmiştir” gibi bir ifade kullandı. Böyle katı Vehhabi Şiiler Mevlana’yı reddediyor. İrfan geleneğine mensup olanlar ise Mevlana’ya sahip çıkıyor.

İran Molları da bu konuda ikiye ayrılmışlar yani…

Tasvip edeni var, etmeyeni var. İlahiyat ilimleri tahsil edilen yerler dışında, edebiyat çevrelerinde falan Mevlana Farsça yazdığı için Fars dilini ayakta tutan dört şairden biri olarak kabul görüyor: Firdevsî, Hafız, Sadi ve Mevlevi. Farsça’da böyle derler. Bazı bölgelerinde belediyeler Şems-i Tebrizî toplantıları düzenliyor. Hoy’da vardı mesela, ki orası çok katı bir bölgedir. Her sene düzenler.

İran’daki fotoğrafı da çok farklılık arz ediyor Mevlana’nın. Ama Fars dilinde yazmış olmasından dolayı toplumda onun sözlerinin yaygınlaşması Türkiye’dekinden daha fazla. Geleneksel İran musikisinde Şehram Naziriler, Şeceryanlar gibi sanatçıların hepsi Mevlana’nın beyitlerinden kullanır. Hatta pop müziği gibi yeni tarzda şarkılar besteleyenler de yakın zamanda Mevlana’dan güzel beyitlerle besteler yaptı.

Mevlana halk katında seviliyor ve biliniyor. Yaklaşık otuz sene öncesinden bir anımı aktarayım size. Bir vesileyle Tahran’daydım. Halk otobüsüne binmiştim bir öğlen vakti. Çok kalabalık değildi otobüs. Arkalardaydım, ön tarafta iki delikanlı önce ağız dalaşı ile başlayan bir kavgaya tutuştular. Sesler yükseldi, birbirlerini itmeye kakmaya başladılar.

Tam yumruklar inecekken, o vakte kadar oturan bir yaşlı -tahmin ediyorum ki emekli lise öğretmeni- ayağa kalkarak gençlerin arasına girdi. “Ne yapıyorsunuz gençler. Biz birleşmeye geldik; kavga etmeye, ayrılmaya gelmedik!’ diye Mesnevi’den beyit okuyarak ayırdı onları.

Kavga bitirdiğini gördünüz yani Mevlana’nın.

Çok hoşuma gitmişti. Türkiye’de bu kadar içselleştirme olmuyor. 17 Aralık haftası boyunca Şeb-i Arus etkinliklerinde herkes Mevlanacı oluyor. Özellikle Konya’da Mevlana alınıyor, satılıyor. Güzel heykeller, şekerler, pidesi, böreği yapılıyor. Dolayısıyla Türkiye’de siyasi erk etkinlikler dolayısıyla o hafta Mevlanacı. Bu kötü bir şey değil. Şimdilik bir hafta olsun, Allah bereket versin.

İnşallah ileride bir aylık olurlar, sonra üç aylık sonra belki yılın tamamında olurlar. O zaman ecdatlarının siyasi erkinin, yani sultanların “Biz iki anneden süt emdik. Şeyh-i Ekber ve Mevlana. Bizim geleneğimiz, çizgimiz budur. Bizim İslamımız budur. Başka bir şey değildir” çizgisine gelmiş olurlar inşallah, diye bir duaya âmin diyerek bitirelim.

Âmin hocam, inşallah…

Nihayet Dergi ARALIK 2017 -RÖPORTAJ

http://www.nihayet.com/roportaj/mevlana-bizim-neyimiz-olur/