Prof. Dr. EMİN IŞIK Hoca ile Sohbet

A+
A-

Prof. Dr. EMİN IŞIK Hoca ile Sohbet

Oğuz Çetinoğlu: İhâhiyatçılar, imtihanın mânâ ve ehemmiyetinden bahsederler. Bilinmektedir ki İslâmiyette, her sözün ve hükmün mutlaka bir sebebi ve maksadı vardır. Çok mühim bulunan imtihandaki maksat nedir?

Prof. Emin Işık: Bu imtihandaki asıl maksat ve hikmet, kulun kendi kendini bilmesi ve öğrenmesidir. Çünkü biz, genellikle kendimiz hakkında tarafsız ve objektif değiliz. Kendimizi zorlasak da olamayız. En şerirlerimiz bile, kendisini sütten çıkmış ak kaşık kabul eder. Cenâb-ı Hak, kulunu kendi kendisine tanıtmayı murat ettiği için onu çeşitli imtihanlara tâbi tutar. Buna her kulun ihtiyacı vardır. Zira her şeyin kalitesi ancak böyle bir deneyden sonra ortaya çıkar: Denenmemiş, yâni kalite kontrolünden geçmemiş bir malın dünya pazarlarında yeri olmadığı gibi, imtihandan geçmemiş bir kulun da cennette yeri hazır değildir. İşte bundan dolayı ameller, iş ve eylemler hassas terazilerde tartılacak. Günahlar ve sevaplar zerre miktarda olsa bile tartıya girecek ve hesaba katılacak.

İnsan, hür doğmuştur. Bu dünyada yaşayacağı hayatı tercih etmekte de tamâmen hür bırakılmıştır. Hattâ ahrette, cennet ve cehennemi tercih etmekte da serbest bırakılmıştır. Hak ettiği yerin belirlenmesi, yapılacak imtihan ile kesinleşecektir.

Çetinoğlu: ‘Tercih meselesinde şüphe yok.’ Diyorsunuz. Dünya hayatında insanoğlunun başına gelen mûsibet ve belâlardan bahseder misiniz?

Prof. Işık: Başımıza gelen olayların kendisi o kadar önemli değildir. Önemli olan, bizim ona nasıl bir tepki verdiğimizdir. Yâni niyetimiz ve algılama tarzımızdır. Allah, kullarını birtakım belâ ve acılarla imtihan eder. Sabredip ceht ve tevekkül gösterenler selâmete ererler ve büyük mükâfatlara nâil olurlar. Şunu hiç göz ardı etmemek gerekir ki her büyük başarı, büyük çaba ve sıkıntıların sonucunda elde edilir. ‘Sabrın sonu selâmettir’ sözü boşuna söylenmiş değildir.

Bizi hamlıktan kurtarıp pişiren, ruhen geliştiren ve olgunlaştıran üç şey vardır: Birincisi Allah’a ibâdet, ikincisi insanlara iyilik ve hizmet, üçüncüsü de yüce değerler uğruna çekilen çile ve zahmettir.

Çetinoğlu: ‘İbâdet, hizmet, zahmet’ Güzel bir üçleme… Hocam; çekilen çileler, ibâdetten sayılabilir mi? 

Prof. Işık: Unutmamak gerekir ki bu dünyada en çok çile çekenler, en ağır imtihanlara çekilenler nebiler ile velîlerdir. Onlar sıradan insanların asla tahammül edemeyecekleri çok ağır imtihanlardan geçtiler ve ondan sonra o yüce rütbelere nâil oldular. Kuran âyetleri onların hangi imtihanlardan geçerek o makamlara erdiklerini ayrıntılı olarak dile getirir. Onların yalnızca güzel halleri değil, çektikleri çileler de bize birer örnektir. Onların örnek halleri de gösteriyor ki büyük başarılar ancak çetin mücâdeleler sonunda elde ediliyor.

Sorunuzun cevâbına gelince… Çilenin ibâdet olup olmadığını söyleyebilmek için önce çilenin ne olduğunu bilmek ve hangi niyetle yapıldığına bakmak gerekir. Onu kısa yoldan târif edip ‘Evet, çiledir’ demek yanlış olur.

Çetinoğlu: Peki o halde çilenin târifini lütfeder misiniz?

Prof. Işık: Çile; ‘İnsanı, çiğlikten ve hamlıktan kurtarıp pişirmek, rûhen geliştirmek ve olgunlaştırmak için çekilen sıkıntıların, katlanılan zahmetlerin bütünüdür.’ diye târif edilebilir.

Çetinoğlu: Dünya hayatı zâten bütünüyle sıkıntı ve zahmet değil midir?

Prof. Işık: Söylediğiniz doğrudur; dış görünüşüyle ve birçok yönüyle dünya hayatı sıkıntılarla doludur. Kur’ân; ‘Biz, insanı elbette güçlüklere katlansın diye yarattık.’ (Beled, 4) buyuruyor. Sıkıntı çekmeden, güçlüklere sabırla katlanmadan olgunluk kazanılmıyor. Fakat ‘El bebek, gül bebek’ şartları içerisinde büyütülmüş, babadan – dededen kalanlarla hayat geçirenler de var. Onlar, dünyayı bilmezler. Şâirin dediği gibi, ‘Cihan-ârâ cihan içindedir; ârâyı bilmezler. / O mâhîler ki deryâ içredir; deryâyı bilmezler.’

Gayet tabiidir ki mesele sadece dünya hayatının ne kadar zor ve çetin olduğunu anlamak değildir. Asıl anlamamız gereken şey, bizim bu hayat olayları içinde, nerede ve ne halde olduğumuzdur. Çilenin asıl amacı, hayatı tanımaktan önce insanın kendi kendini tanımasıdır. Hayat olaylarının baskı ve sıkıntılarına karşı koyacak irâdeyi ve direnci kazanmasıdır. Hayat olaylarının akıntısına kapılıp gitmesini, eriyip kaybolmasını önleyecek kişiliğe ve olgunluğa erişmesidir.

Dünya hayatında acı çekmeyenler, yüreği yanmayanlar pişemezler, çiğ kalırlar. Ne yazık ki hamur, fırına girmeden ekmek olmaz. Çamur da ocakta pişmeden tuğla olamaz.

Şimdi aynı soruyu kendi kendimize tekrar soralım:

Çekilen her çile ibâdet midir? Daha doğrusu, çile nasıl ve ne zaman ibâdet olur?

Bizi olgunlaştıran ve kendi hakîkatimizle yüz yüze getiren sıkıntılar, çileden beklenen sonuçları bir ölçüde bize kazandırmış olsa dahi yine de ibâdet olmaz. İbâdet olabilmesi için niyet şarttır: Kul, kendi yanlışları yüzünden başına gelen belâ ve musibetlere katlanıyor, sıkıntı çekiyor diye çile çekmiş ve ibâdet etmiş olmaz. Kişi, Allah’tan gelene hiç şikâyet etmeden katlanır ve sabır gösterirse o zaman çilesi ibâdet olur. Çile; kulun, bütün maddî zevkleri elinin tersiyle itip birtakım yokluklara kendi gönül rızasıyla göğüs germesidir. Mesela halvete girip* oruç tutması yahut açlığa, susuzluğa tahammül edip riyâzet* yapmasıdır.

Çetinoğlu: ‘Dünya nimetleri uğruna çekilen acılar, İslâmî mânâda çile değildir’ diyorsunuz.  

Prof. Işık: Değildir. Dünya nimetleri uğruna çekilen acılar,  insanları kendilerine getirecek yerde, çoğu zaman daha da isyana ve günaha sürüklüyor. İş dönüp dolaşıp geliyor, en sonunda niyete bağlanıyor. Velhasıl, niyetsiz ve hedefsiz çekilen sıkıntılar çile olmuyor ve ibâdet sayılmıyor.

Ancak, kulu Allah’a yönlendiren ve yaklaştıran çileler ibâdet sayılır.

Çetinoğlu: Peki Hocam, bünyeden kaynaklanan bir rahatsızlık veya görünmez bir kazaya maruz kalıp ıstırap ve çile çekmek hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Prof. Işık: Doğrusunu Allah bilir: O tür ağır sıkıntılar, sanki ibâdetteki eksikliği tamamlamaya yarıyor.

Çetinoğlu: ‘Gaflette olanlara, Allah-ü Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına riâyet etmeyenlere ‘ilâhî ikaz’dır’ denilebilir mi?

Prof. Işık: ‘Evet’ veya ‘Hayır’ şeklinde cevap vermektense, ‘Cenâb-ı Hak, çoğu zaman, çile benzeri büyük belâları, ibâdetleri eksik olan gafletteki iyileri uyarmaya vesile kılıyor.’ Şeklindeki cevabın daha uygun olacağını düşünüyorum. Belki de başlarına gelen o belâlar sâyesinde kibirden kurtulup Yaratanın gücüne teslim olsunlar, yani belâya sabredip sevap kazansınlar diye böyle oluyor. Tasavvuf dilinde buna ‘Rabbânî cilveler’ adı veriliyor.

Cenâb-ı Hak, huzuruna kabul etmek istediği ve sevdiği kulunun yüzüne öteki bütün kapıları kapatır, sadece kendisine gelen kapıyı açık tutar. Kul, çaresiz kalır ve ister istemez o kapıdan huzura girer. Allah, sevdiğine böyle davranır. Bu şekilde sâhip çıkar. Ancak burada bir sır, bir İlâhî hikmet vardır. Onu da yanlış anlaşılmasından korkarak ifade etmeye çalışayım: İbâdet ehli olanlar ve kulluk görevlerini muntazaman yapanlar söz konusu sıkıntılara ve belâlara, sanki fazlaca uğramıyorlar, uğrasalar da çileleri çok ağır olmuyor. Kulluk görevlerini eksik yapan iyilerin çilesi daha ağır oluyor. Allah bilir ya, çekilen o ağır sıkıntılar, sanki ibâdetteki eksikliği tamamlamaya yarıyor.

Bu konuda daha fazla söz söylemek haddi aşmak ve günaha girmek olur. Çinkü ilâhî takdirin hakîkatini ve hikmetini ancak Cenâb-ı Allah bilir.

Allah’ın irâdesi karşısında, insân-ı kâmilin kendine mahsus bir irâdesi yoktur ve olamaz. O, kendi irâdesini büsbütün kaybetmiş yahut yok etmiş değildir; aslında çok güçlü bir irâdesi vardır. Fakat onu sevgili Allah’ına teslim etmiştir. Rabbin emrine vermiştir. Rabbin istek ve emirleri eksiksiz yerine gelsin diye Rabbine terk etmiştir.

Çetinoğlu: ‘İnsan-ı Kâmil’ dediniz. ‘Kâmil insan’ın târifini yapar mısınız?

Prof. Işık: İnsân-ı kâmil; ‘insan olmanın en üst sınırına ulaşmış, ahlâkın zirvesine yükselmiş ve kendini Allaha adamış kul’ demektir. Bu kişi, Hz. Muhammed’dir. Çünkü ‘Esmâ-i hüsnâ’ adıyla Kur’ân-ı Kerîm’de yer almış olan İlâhî isimlerin tamâmının tecellisine en ziyâde mazhar olmuş olan O’dur. ‘peygamberler peygamberi’ mânâsına gelen bir makama ermiştir. O makamın ismi de ‘Makam-ı Mahmûd’dur ki Allah katında övgüye lâyık olan iyilerin makamıdır.

Hz. Peygamber her bakımdan ‘ahsen-i takvim’* sırrına ermiş, yâni en mükemmel mânevî kıvama ermiş, sâdece Resûlullah olmakla kalmamış, ‘habîbullah’ unvanını da kazanarak Allah’ın en sevgili kulu olmaya liyâkat kesbetmiştir.

Çetinoğlu: İnsan-ı kâmil olmak için ne gibi engellerin aşılması gerekiyor?

Prof. Işık: Engeller kendi içimizdedir. İrâdesini Rabbi’ne adayan insanın gönlü şükür, sevinç, huzur ve mutlulukla doludur. Bu hâlinden şikâyet etmez. İrâdem elimden gitti diye ağlayıp sızlanmaz. Bilakis bunun kendisi için İlâhî bir lütuf, bir imtiyaz ve nasip olduğuna inanır. Sevgili uğrunda en ağır zahmetlere severek katlanır. En zor işleri, en ağır görevleri bile kendisi için büyük bir lütuf ve nimet bilir. ‘Ettiğin çevri bile kendime nimet bilirim’ diyen şâir gibi, o da sevgiliden gelen her şeyi sevinç ve şükürle karşılar. Tıpkı Yunus gibi ‘Lütfun da hoş, kahrın da hoş’ diyerek şükür ilâhîleri okur.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki insân-ı kâmilin irâdesi, sadece sevgililer sevgilisi olan Allah’ın irâdesi karşısında yok olur, geçersiz hâle gelir. Çünkü muhabbet, bütün tercihlerin sevgiliden yana yapılmasını gerektirir. Onun dışında insân-ı kâmil, akıl almaz güçlü bir irâdeye sahiptir.

İnsân-ı kâmil, din kardeşlerine yahut gayr-ı Müslim kâfirlere lânet etmek şöyle dursun, şeytana bile lânet etmez. Çünkü ‘lânet’ sözünü yerli-yersiz çokça kullanırsa dilinin lânete alışacağından korkar. Bu yüzden bu kelimeyi ağzına almak istemez. Çünkü dil, bir kere lânete alıştı mı lânet edilmemesi gereken yerde de lânet etmeye başlar. O zaman daha çok günaha girer.

Kenan Rifâî* Hazretleriyle ilgili olarak alâka çekici yaşanmış bir hâdise var: Kendilerine sor muşlar: ‘Efendim, siz Ehlibeyt muhibbi olduğunuz, Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi çok sevdiğiniz halde onların katili olan Yezit’e lânet ettiğinizi hiç işitmedik, niçin lânet etmiyorsunuz?’ O da ‘Ben içimdeki Yezit’le meşgulüm.’ Buyurmuş.

Çetinoğlu: Mükemmel… ‘Hâlik-i Zülcelâl Hazretleri bizim kendisine nasıl kulluk etmemizi istiyor?’ Sorusunu da cevaplandırır mısınız?

Prof. Işık: Komünizm karşısında dinlerin müşterek bir cephe oluşturmasını hedefleyen ve dinler arası diyalog düşüncesinin fikir babası olan Papa Altıncı Paul, bir beyanatında ‘Müslümanları küçük görmeyin, onların çok sağlam bir Tanrı inancı var.’ demişti ve ‘tevhit inancı’*nın gücüne dikkat çekmişti

Çetinoğlu: ‘Tevhit inancı’nı açıklar mısınız?

Prof. Işık: ‘Tevhit inancı’ şudur: Allah vardır, birdir, tekdir, ilktir, evveldir, sonuncudur, yaratan, yöneten, can veren, can alan, eşi ve benzeri olmayan, misli menendi bulunmayan ve yaratılmış olan hiçbir şeye benzemeyen, maddî ve manevî, dünya ve âhiret, mülk ve melekler âlemlerinin hâlikı, mâliki ve Rabbi’dir.’ düşüncesinin, ifâdesinin iki kelime ile özetidir.

Çetinoğlu. Bir önceki soruya dönersek Efendim?

Prof. Işık: O’nun (c.c) kesin kararı ve emri şudur: Kullar, yalnızca O’na tapacak, O’ndan başkasına asla tapmayacaktır. Ve O’nun emirlerine harfiyen riâyet edeceklerdir. Sağlam iman sâhibi olacaklardır.

Allah’a iman söz konusu olunca, Allah hakkındaki bütün yanlış düşünce ve yakışıksız kanaatlerden, şüphe ve tereddütlerden arınmış sapasağlam bir iman kastedilmektedir.

Sağlam iman, ancak sağlam ve tahkikli bilgiler sonunda elde edilir. Tahkikli bilgi ise gerçek delillere dayanan, deneylerle ispatlanmış, doğruluğu kesinlik kazanmış bilgi demektir. Tabîi ki din ve iman söz konusu olunca bu bilgi, Kur’ân ve hadis bilgisidir. Kitap ve sünnette yer almayan yahut kitap ve sünnetin onayını almayan herhangi bir bilgi, dinî bilgi değildir. Fikir ve kanaat olmaktan, hatta belki safsata olmaktan öteye geçmez. Ona inanmak doğru değildir.

Allah’a inanmak şarttır fakat yeterli değildir. Verilen görevleri tam olarak yapmak gerekir. Görevden kaçanlar îmanı zayıf olanlar ve inanç problemi yaşayanlardır.

Cenâb-ı Allah’ın kullarından istediklerinin özeti budur.

Çetinoğlu: ‘İnsân-ı kâmil’ mühim bir kavram. Sizi yormayacaksa, lütfedeceğiniz bir miktar daha mâlûmat ile röportajımızı tamamlayabilir miyiz Efendim?

Prof. Işık:  İnsân-ı kâmil; ‘nefsini eğiten, onu tam anlamıyla kontrol altına alan, ahlâkça Peygamber Efendimize (s.a.s) benzeyen insan’ demektir. Bütün kötü huy ve alışkanlıklardan arınmış, istenilen ruhî olgunluğa ulaşmış insandır. İnsanî değerlerin, ahlâkî meziyet ve faziletlerin hepsini kendinde toplamış olan yüce ruhlu, güzel huylu iyi insan demektir. Ahlâk ve davranış bakımından öteki insanlara model olabilecek örnek kişidir.

Bunlar nebîler ve nebilerin gerçek temsilcileri olan velîlerdir. Bunlar evliyâ, ehlullah, Allah dostu, ermiş yahut erenler gibi çeşitli unvanlarla anılır ve saygıyla yâdedilirler. Başta Cüneyd-i Bağdâdî*, İmam Gazzâlî*, Mevlânâ*, Muhyiddin*, Sadreddin* ve Abdülkerim Cîlî* gibi büyükler olmak üzere bütün tasavvuf uluları, insân-ı kâmilin Hazreti Muhammed Mustafâ (s.a.s) olduğunda ittifak hâlindeler.

Oğuz Çetinoğlu: Ahlâk ve Hz. Muhammed (sav) Efendimiz arasındaki bağ hakkında neler söylemek istersiniz Hocam?

Prof. Emin Işık: Âdem Aleyhisselâm’dan beri devam edip gelen tevhit dini*, nasıl ki Kur’ân ile tamamlanmış ve kemâle ermişse bir insanda bulunması gereken ahlâkî özellikler de eksiksiz olarak Hz. Mııhammed’in (s.a.s) şahsında kemâle ermiş ve en mükemmel hâle gelmiştir. Zâten kendisi de bir hadîs-i şerifinde, ‘Ben ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildim.’ Buyurmuştur. Kur’ân âyeti de bunu kesin bir dille şöyle tasdik eder: ‘Hiç şüphe yok ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.’ (Kalem, 4) Bir başka âyette ise şöyle buyurulur: ‘(Ey Muhammed) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’ (Enbiyâ, 107)

İnsân-ı kâmil; kulluk bilincine, yaratılışın gaye ve hikmetine vâkıf olan insandır. En üst düzeyde kulluk bilincine ship olduğundan, ne için yaratıldığını ve nasıl yaşaması gerektiğini çok iyi bilen kişidir.

İnsân-ı kâmil sınıfına girenler, Kur’ân-ı Kerim’de şu sırayla ve dört zümre olarak, ‘Nebiler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler’ (Nisâ, 69) diye anılırlar. Onlar sürekli olarak Allah huzurunda ve yine sürekli olarak nefis muhasebesi ve muraâkabesi içinde yaşarlar. Cenâb-ı Hakk’ın yaratan, yaşatan, kayıran ve doyuran olduğunu bilirler. Yalnızca O’na güvenirler ve O’nu çok severler. Ölmeden ölüm sırrına ermiş olarak yaşarlar ve hep ‘înnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ (Bakara, 156), yâni ‘Biz şüphesiz Allah’a âitiz ve ancak O’na döneceğiz.’ derler.

Ölümden önce, henüz bu dünya hayatındayken de yüzlerini ve özlerini Allah’a dönük yaşarlar. Nefislerini de irâdelerini de Allah’a teslim ederler. Artık kendileri yok gibidirler, hal ve hareketlerine Allah’ın irâdesi yön verir. Bu makam aynı zamanda Hz. İbrahim (a.s) makamıdır. Çünkü o, ‘Înnî veccehtu vechiye lillezî fatarassemâvâti vel-ard’ (En’âm, 79), yani ‘Ben içtenlikle yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim.’ demiştir.

Yüzümü’ kelimesi, ‘zâtımı’ anlamına gelir ki o zaman mânâ, “Ben özümü ve yüzümü, yâni ‘bütünüyle kendimi, gökleri ve yeri yaratan Allah’a yönelttim. Bütün varlığımla Allah’ın irâdesine teslim oldum.’ demek olur.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Rahatsızlığınıza rağmen röportaj teklifimi kabul buyurdunuz. Bir an önce sağlığınıza kavuşmanızı ve daha uzun yıllar hizmetlerinize devam etmenizi Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

Oğuz Çetinoğlu

Önce Vatan Gazetesi

Kaynak:https://www.oncevatan.com.tr/