Ölüm ve Ötesi – Süleyman Uludağ

A+
A-

Ölüm ve Ötesi

Süleyman Uludağ

Ölüm haktır, canlıların bir gün son nefeslerini vermeleri inkar ve tevil edilmez bir gerçek. Ölüm, canlılarda hayat belirtilerinin ortadan kalkmasıdır ya da ölüm ruhun bedeni terk etmesidir.

Ölüm gerçek olduğu kadar da doğaldır. Şu alemde yaşayanların fani ve ölümlü olmaları zorunlu, ölümsüz olmaları ise imkansız. Ölümün karşıtı doğum. Her doğan mutlaka ölür. Doğmak kadar ölmek de mukadder.

Ölümün karşıtı olan diğer bir kavram da hayat/yaşam. Hayat gibi memat/ölüm de yararlı, gerekli ve zorunlu. Buna rağmen doğum olayına sevinen insan ölüm olayına üzülür. Aradaki fark bundan ibaret.

Hayat olmayan yeryüzü ne kadar anlamsız ise ölüm olmayan yeryüzü de o kadar anlamsız. Aslında hayata anlam kazandıran ve onu sevimli kılan da ölüm. Şu halde hayat kadar memat da ilahi bir nimet ve büyük bir lütuf. “Ölüm mümin için ilahi bir armağan.” İnsanlık her yerde ve her zaman acı bir gerçek olan ölüm olayını anlamayı ve mahiyetini kavramaya çalışmış, bununla ilgili bir takım yorumlar yapmış, görüşler ileri sürmüş, ölümle ilgili inançlara sahip olmuş. Bu tür şeylerde nesilden nesile gelenek ve görenek yoluyla intikal etmiştir. Her toplumda doğum olayı gibi ölüm olayıyla ilgili de farklı gelenekler oluşmuştur.

Ölüm olayı en çok dini ve dindarları ilgilendirir. Ölen kişiyle ilgilenen din ve dindarlardır. Çünkü ölümle ve ölüm ötesiyle ilgili olarak sadece inançlar ve vahye dayanan bilgiler vardır. Din, insanın hayatıyla ilgilendiği kadar, hatta ondan daha fazla, ölümüyle ve ölüm sonrasıyla da ilgilenir.

Aslında yaratılan her şey fani/ölümlüdür. “Her nefs ölümü tadar” (Al-i İmran, 3/185, Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57) ayetinde geçen nefs “zat” ve “şey” olarak yorumlanmıştır. Buna göre ayet, “Her şey ölümü tadar” anlamına gelir. “Yeryüzünde olan her şey fanidir” (Rahman, 55/26) mealindeki ayet de bunu doğrular. “Baki olan sadece Allah’tır.” (Rahman, 55/26), “O, hayy-ı lâ-yemuttur.”, “Ölümsüz bir diridir.” (Bakara, 2/255; Al-i İmran, 3/2; Taha, 20/111) Beka ve ölümsüzlük, O’na özgüdür. Kur’an’da buyrulur: “Ölümsüz Diri’ye güven” (Furkan, 25/58)

Bütün dinlerde, özellikle ilahi dinlerde bu ve benzeri inançlar vardır.

Şu halde “İnsanlar ölümlü/fanidir”, “Hayvanlar fanidir”, “Tüm canlılar fanidir”, “Bitkiler fanidir”, “Madde fanidir.” Kısaca yaratılan, sonradan olan ve oluşan (mahlukat, havadis/muhdesat, kainat, mümkinat) fanidir, ölümlüdür. Her şeyin bir evveli olduğu gibi bir de sonu vardır ve biz bu sona ermeye ölüm diyoruz.

“Her şey ölümlü” olmakla beraber, biz bir insan ölünce ölümü hatırlar ve “Her nefs ölümü tadıcıdır” anlamına gelen ayeti okur veya dinleriz, tabutun üzerini de “Küllü nefsin zaikatu’l-mevt” ibaresi yazılı bir örtü ile örteriz. Bununla kendimizi teselli eder ve ölüm sonrasına hazırlık yapmamız gerektiğini düşünürüz.

Ölüm bir insanlık gerçeğidir. İnsanlar, halklar, milletler ve kavimler değişik inançlara, dinlere, mezheplere ve felsefi kanaatlara mensupturlar. Bireylerin ve toplumların ölüm gerçeği karşısındaki tutumlarını, inançları ve felsefi kanaatları belirler, ölüm, cenaze kaldırma, kabir gibi hususlarla ilgili gelenekler bu çerçevede oluşur ve şekillenir. Ölüm konusunda, “Bu ve o dünya”, “Dünya ve ahiret”, “Yalan dünya-Gerçek dünya” şeklindeki çift dünya görüşü önemlidir. Çünkü ölüm karşısındaki tutum ve davranışları belirler. İnsanı herhangi bir canlı, bir hayvan ve bir bitki gibi gören kişiler vardır. Bunlara göre hayat doğumla başlar, ölümle biter. İnsanın doğum öncesine giden bir geçmişi olmadığı gibi, ölüm sonrasına uzanan bir hayatı da yoktur. Tabiatçılara (Natüralist) göre insan doğanın ürünüdür, doğadan gelir, doğaya gider. Maddecilere (Materyalistlere) göre insan, maddeden başka bir şey değildir. Maddeden gelir, maddeye döner. Pozitivistlere, nihilistlere, agnosistlere, ateistlere göre de durum aynıdır. Yani insan ot gibidir, doğar ölür. Öbür dünya diye bir şey yoktur. Nitekim doğum öncesi bir hayat da yoktur. İslam tarihinde bu inançta olanlara Dehri, Zındık ve Mülhid gibi isimler verilir. Bunlara göre ölüm mutlak bir yok oluştur, ölümle insanın varlığı sona erer, geriye bir şey kalmaz. Bu görüşte olanlara göre kabir azabı, kıyamet, mahşer, Cennet ve Cehennem de yoktur tabii. (Gazali, el-Maksadu’l-esna, Kahire, 1322, s. 88)

Kur’an-ı Kerim inmeye başladığında o sırada bu inançta olan kişiler vardı. Kur’an onların sözlerini şöyle aktarır: “Dedi ki: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek.” (Yasin, 36/78)

“Dediler ki: Sahi, biz bir kemik yığını ve kuru bir toprak haline geldikten sonra yeni bir yaratılışla tekrar hayat mı bulacağız?” (İsra, 17/49,98; Müminun, 23/82; Saffat, 37/16; Vakıa, 56/47)

“Bu, toprak olduktan sonra mı? Bu (akla göre) çok uzak bir dönüş!” (Kaf, 50/3)

“Dediler ki: Sadece dünya hayatı var, yaşarız ve ölürüz. İşte o kadar. Bizi yok eden de sadece dehr/zamandır.” (Casiye, 45/24) Demek ki, ölüm sonrası hayatı ve ahireti inkar edenler Hz. Peygamber zamanında da vardı. Kur’an bu inancı reddeder, batıl sayar, bu inançta olanların görüşlerini çürüten deliller getirir.

Ölümden sonra hayatın olmadığına inananlar için ölüm bir felakettir, en büyük afettir. Onun için de çok acıdır. Hatta ahirete inanmayanlar için sadece ölüm değil, dünya hayatı da acıdır, anlamsızdır. Çünkü dünya hayatını anlamlı kılan ahiret inancıdır. Bundan dolayı da inançsız kişiler genellikle karamsardır, aralarında intihar olaylarına da sıkça rastlanır.

Ölüm sonrası hayata insanlar en eski çağlardan beri inanmışlardır. Ruhların varlığına inanan animistler atalarının ruhlarını memnun etmek için ayinler düzenlerler, ölüleri rahat etsin diye sağlam mezarlar yapar, öbür dünyada dirilen ölülerin kullanmaları için mezarlara çeşitli eşyalar koyarlar. Dünyanın büyük anıtları olan Mısır’daki piramitler ölüler için yapılmış anıt-mezarlardır. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji, sosyoloji ve tarih alanında yapılan araştırmalar en eski kavimlerde bile “öteki dünya” inancının mevcut olduğunu göstermektedir.

İlahi veya hak din dediğimiz vahiy kaynaklı semavi dinlerde, ahiret inancı vurgulanmış, Cennet ve Cehennemin mevcudiyeti, buradaki hayatın sonsuzluğu (Hulûd) kesin bir şekilde ifade edilmiştir. (Tevrat: Eyüp: 14/14-22, 19/25-29; İncil, Markos: 12/18-27; Luka, 20/27-38)

Kur’an, ilk insan Adem’den sonra gelen bütün peygamberlerin ümmetlerini ahirete inanmaya davet ettiklerini anlatır ve çeşitli vesilelerle ölüm olayı üzerinde durur.

Her şeyden önce hayat veren ve öldüren Allah’tır. (Yunus, 10/56) “Allah’ı nasıl inkar edersiniz ki, ölü idiniz, diriltti, sonra öldürecek ve tekrar diriltecek.” (Bakara, 2/28) Yani insan bu dünyaya gelmeden önce ölü idi, daha doğrusu ölü gibi idi. Sonra, dünyaya geldi, hayat buldu, sonra eceli yetince ölecek, sonra tekrar dirilecek. İki ölüm ve iki hayat budur. Bazılarının sandıkları ve iddia ettikleri gibi bunun reenkarnasyonla da bir ilgisi yoktur.

“Can çekişenlerin canını Allah alır.” (Fatır, 35/9) İnsana can veren ve alan Allah’tır. Yüce Allah ölüm meleği Azrail’i bu işle görevlendirmiştir.

İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ruhu ile yukarı aleme, bedeniyle aşağı aleme bağlıdır. Ruh ilahi, beden maddidir. Beden topraktan gelir, yine toprağa gider. “Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.” (Taha, 20/55) Yani insanın bedensel varlığı topraktan yaratılmıştır, yine toprağa gidecek ve toprak olacaktır. Her şey aslına döner. Beden de aslı olan toprağa dönecektir.

İnsan, hayvanlarda olan candan ayrı ve bambaşka bir cana/bir ruha sahiptir. Bu ruhun madeni, menbaı ve netice itibariyle mahiyeti ilahidir. Yüce Allah buyurur: “Ben O’na ruhumdan üfledim” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72; Secde, 32/9) Yani Allah Tebareke ve Teala insana kendi ruhundan bir nefha/üfürük vermiştir. Bu nefha Hak Teala ve Tekaddes hazretlerinden olduğundan ilahidir, maddi değildir, rabbanidir. Buna “Rabbânî Lâtife”, “İlahi Cevher”, “ilahi Nur” gibi isimler de verilir. Bazan buna nefs/nefs-i zekiyye, kalb, ruh ve akıl da denir. İnsanı hayvandan farklı ve ona üstün kılan işte bu manevi cevherdir. İnsan ölünce bedeni toprak olur ama ruhu, bir başka şekilde yaşamaya devam eder. Şöyle de denilebilir: Ruh aslına döner, O’ndan geldi, O’na gider. O’nun yakınlığını kazanmanın ve civarında olmanın anlamı budur. “Biz Allah’a aitiz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156) Sufiler, “Ruh O’ndan geldi, O’na dönüp gider” derler. Ancak ruh O’ndan tertemiz ve pak olarak gelmiştir. O’na dönmesi için de yine bu nitelikte olması lazımdır. Bu nitelikte olmayan kirli ruhlar temizlenme işlemine tabi tutulur. Cehennem atişi en iyi, en etkili temizleme vasıtasıdır. Bu dünyada kirlenen ruhlar yine bu dünyada temizlenip arı ve duru hale gelmezlerse ateşle temizlenirler. Cehennem temizlenme yeri, Cennet temizler yurdudur.

Ruh bedenden ayrıldıktan sonra bir daha ondan haber alınır mı? Onunla irtibat kurulur mu? Bunun cevabı şu hadiste mevcuttur: Allah Resul’u Bedir’de öldürülen putperestlerin bulunduğu yere gider ve: “Şu filan kişi şurada, falan kişi burada öldürüldü der ve sonra öldürülenler hitap eder: Ey falan, Ey filan! Allah’ın size vaad ettiği doğru çıktı mı? Allah’ın bana vaad ettiği şeyin doğru çıktığını gördünüz değil mi? Allah’a size hezimet, hüsran, bana galibiyet ve zafer vaad etmişti. İkisi de doğru çıktı değil mi?

Hz. Ömer sorar: Ya Resulallah! Ruhsuz bedenlere nasıl böyle hitap ediyorsun? Onlar bundan ne anlarlar? Allah Resul’unun cevabı:

“Söylediklerimi onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap veremezler” (Buhari, Megazi, 8, Cenaiz, 87; Müslim, el-Cennet, 76,77; Nesai, Cenaiz, 117)

Hz. Peygamber Mirac’ta bir çok peygamber’in ruhu ile görüşmüş, konuşmuş, Cennette ve Cehennemde olanları da görmüştü.

Demek ki, İslam itikadına göre insan bedensel olarak değil, ama ruhsal olarak yaşamayı ve varlığını sürdürür. Peygamberler bunların bazı hallerini bilebilirler. Bazı kimseler rüya yoluyla bunlardan bazılarının bazı hallerini bilebilir. Çünkü, rüya nübüvvetin kırk altı parçasından bir parçadır. (İhya, IV, 491)

İspirtizma’da da ruhlarla ilişki kurma ve konuşma hususuna inanılır. İslam’daki durumu ruhculukla karıştırmamak gerekir.

Ölüm acıdır. Hayatta olmak ahirete daha iyi hazırlanma imkan ve fırsatını verir. Bunun için ölüm arzu edilmez. Peygamberimiz: “Ölümü temenni etmeyin” buyurmuştur. (Buhari, Temenni, 6, Tirmizi, Kıyamet, 40)

Şiddetli ağrılar ve sancılar içinde kıvranan bir hasta, düşkün ve bakacak kimsesi olmayan bir kişi: “Allahım! Bana yaşamak hayırlı ise hayat ver, ölüm hayırlı ise canımı al” (Müslim, Zikr, 10) diye dua edebilir.

Can çekişmek, ruh teslim etmek, ölüm sarhoşluğu (sekeratu’l-mevt) zordur. Mümin bunu Allah’tan bilir ve sabreder. Eğer bu elem ve ızdıraba sabrederse günahları silinir, derde sabretmek günahlara keffaret olur. (Ebu Davud, Cenaiz, 1,3)

Can çekişen ve muhtazar denilen mümin Allah hakkında hüsn-ü zan besler, Hak Teala’nın kendisini affedeceğini ve lütufta bulunacağını umar. Hz. Peygamber son nefesini böyle vermeyi tavsiye etmiştir. (Ebu Davud, Cenaiz, 13)

İhtizar halinde bulunan ve son nefesini vermek üzere olan kişi kelime-i tevhid getirir veya bunu zihninden geçirir veyahut yanında bulunanlar hafifçe kelime-i tevhid getirir, muhtazar da dinler.

Muhtazarı ziyaret edenler veya yanında bulunanlar ona dua ederler, dua edilince melekler amin, derler. (Ebu Davud, Cenaiz, 14)

Ölüm haberini alan bir mümin “innalillahi ve inna ileyhi raciun” (Biz O’na aitiz ve O’na dönüyoruz) der ve teslimiyet gösterir. Mülkün gerçek sahibi Hak Tealadır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Can veren O”dur. Verdiği canı dilediği zaman ve dilediği şekilde geri alır. Mümin buna sadece rıza ve teslimiyet gösterir. Üzülür, ağlar ve göz yaşı döker, ama Allah’ın rızasına aykırı düşen bir söz söylemez, bir şey yapmaz ve yakınmaz.

Allah Resulü, oğlu İbrahim vefat edince gözleri yaşarmış ve “Bizden ayrıldığın için hüzünlüyüz ey İbrahim” demiş. “Sen de mi ağlıyorsun” diyenlere de şu cevabı vermişti: Gönlümüz mahzun, gözümüz yaşlıdır ama Allah’ın rızasına uymayan bir söz söylemez, bir iş yapmayız.” (Buhari, Cenaiz, 43; Müslim, Fazail, 62; Ebu Davud, Cenaiz, 42)

Üzülmek, hüzünlenmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek İlahi rızaya ve teslimiyet göstermeye aykırı değildir.

Ölüm bir yönüyle esrarengiz bir olaydır, can çekişen, ölüm ağrıları ve sancıları içinde kıvranan ve ecel teri döken kimsenin büyük acılar çektiğini biliriz. Ama tam ruhu teslim etme ve can verme anının ve halinin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bu hali yaşayan kimse bir daha bize geri dönmediğinden o halin nasıl olduğunu onu yaşayanlardan sorup öğrenme şansına sahip değiliz. Bunun için son nefesi verme ve ruhu teslim etme anının ve halinin nasıl olduğunu bilemeyiz. Öyle olunca da o an ve hal gizemini ve esrarengizliğini korur, tam bir muammadır bu hal.

Tam can verme anında bazı kimselerin yüzünde bir tebessüm hali görülür. Bunun ne anlama geldiği merak konusu olur. Ölümü arzu edilir kılan dayanılması güç ağrılar ve acılar olduğu gibi bazan onu çekici kılan öbür alemdeki dostlara kavuşma özlemi de olabilir. Kutsi bir hadiste Yüce Allah buyurur: “Kullarım için gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın hayal bile edemediği neler neler hazırladım!” (Buhari, Tevhid, 35; Müslim, İman, 312; Cennet, 3,5) Kur’an’da ise şöyle buyrulur: “Yaptıklarına karşılık olmak üzere ne mutluluk saklandığını kimse bilemez.” (Secde, 32/17) Son nefesini veren bazı salih ve takva sahibi kimseler yüce Allah’ın vaadettiği ödüllerin belirdiğini görünce sevinir ve bu hal yüzlerinde bir gülümseme şeklinde yansır. İşte bundan dolayı o anı ve o hali bir Allah, bir de Onu yaşayan bilir. Bizim için ise bir sırdır.

Ruhunu teslim eden kişinin kalb atışları ve nabzı durur, nefsi kesilir, benzi sararır, kasları gevşer. Artık can kuşu beden kafesinden uçmuş, geriye cesed, na’ş ve cenaze dediğimiz ruhsuz bir beden kalmıştır. Fakat İslam inancına göre cansız beden de canlı beden gibi saygı değer bir şeydir.

İnsan na’şa bakınca üzülür. O bizden ayrıldığı için mi? Belki onun için, belki de biz ondan ayrıldığımız ve onu kaybettiğimiz için. Onun haline bakıp üzülen insan belki de bir gün kendisinin de öleceğini ve bu hale geleceğini düşünüp üzülmekte, ölüden çok kendi haline ağlamaktadır. Durum ister öyle, ister böyle olsun, ölüm olayı ders ve ibret alınması gereken bir olaydır. İnsanı derinden etkiler, acı gerçeği görmesini sağlar, onun için insan tamahına, hırsına ve bencilliğine gem vurup kendine çeki düzen verir. Ölüm olayının diriler sağladığı en büyük fayda bu olduğu için “Vâiz olarak sana ölüm yeter” (Tirmizi, Kıyamet, 24; Acluni, Keşfu’l-Hafa, II, 112) denilmiştir. Hz. Ömer’in bu ibareyi yüzüğüne yazdırdığı, ölümü hatırlamak için sık sık ona baktığı rivayet edilir.

İslam’da ölümü hatırlamak, ölüm sonrasına hazırlanmak, kendine çeki düzen vermek bakımından özendirilmiştir. Ölümü düşünüp üzülmek eğer insanı ibadet ve ahlak yönündün iyileştirmeyecekse anlamsız bir şeydir. Yine bunun için, Hz. Peygamber müminlerin kabirleri ziyaret etmelerini istemiş, “Çünkü kabir ziyareti katı kalpleri yumuşatır, yufkalaştırır”, buyurmuştur.

Geride kalanların ölene karşı görevleri cenaze namazını kılıp dua etmek, “Allah rahmet eylesin”, demek ve onu hayırla anmaktır. “Ölülerinizi hayırla yad ediniz.” (Acluni, I, 105)

Cenab-ı Hak buyurur: “Onlara/Musevilere de ki: Eğer (iddia ettiğiniz gibi) ahiret yurdu/Cennet Allah katında diğer insanlar değil de yalnızca size aitse hadi bakalım ölümü temenni edin” (Bakara, 2/94). “Ey Museviler! Başka insanlar değil de sadece “Biz Allah’ın dostlarıyız” iddiasında doğru iseniz ölümü temenni ediniz.” (Cuma, 62/5)

Cennet bizimdir ve Allah bizim dostumuzdur, diyen kimsenin ölümden korkmaması ve kaçmaması lazımdır. Çünkü ölüm demek Cennetin kapısının açılması ve dostun dosta kavuşması demektir. Cenneti ve İlahi cemali temaşa etmek isteyen ölümü temenni eder. Sufi ve evliyanın ölümü dört gözle beklemelerinin, ölümü cana minnet bilmelerinin sebebi budur. Urs ve iyd dedikleri anlayış da buna dayanır. Eceli yeten ve ömrü biten mümin rıza halinde can verir; şartları oluşan cihada ve gazaya seve seve gider. Hz. Peygamber’in: “Ölümü temenni etmeyiniz”, sözü tabii bir ölüm veya cihad gibi bir durum yokken ölümü temenni etmeyin, hayatta iken çalışın, ibadet edin, kulluk edin, hayır hasenat yapın, böylece ahiretteki mevkiinizi yükseltin, anlamına gelir. Sağlıklı insanların yapmaları gereken şey budur.

Dost dosta gider. Alah müminlerin dostudur, müminler de Allah’ın dostları/evliyaullahtır. Ölümle dost dosta kavuşur. Habibullah, yani Allah sevgilisi Muhammed (a.s.m.) vefat ederken son sözü şu oldu: “Refik-i A’la’yı/En yüce Dost’u!” (İbn Hişam, Siyer, IV, 1069; Buhari, Rikak, 42; Müslim, Selam, 46). Hak Teala Habib-i Ekrem’e sormuş: “Dünya hayatını mı yoksa Dostun katında olmayı mı tercih ediyorsun? Seni muhayyer bıraktım, tercihini yap. İşte o zaman alemlere rahmet olan Habib-i Kibriya: “En yüce Dostumu!” demiş ve son nefesini vermişti. İlahi takdire ve Sünnetullah dediğimiz İlahi kanuna teslimiyet göstermenin en güzel örneği budur.

Hz. Peygamberin yoldaşları ve can arkadaşları olan Sahabeler Mekke’de puta tapanların işkenceleriyle şehid olurken, Medine döneminde cihada ve gazaya seve seve koşarken işte bu anlayışa sahip idiler. Buna dair bazı örnekler ve menkıbeler:

Hz. Bilal can çekişirken eşi ah vah etmeye başladı.

Hz. Bilal dedi ki: Oh! Ne hoş şey! Yarın dostlarım Muhammed (a.s.m.) ve arkadaşlarına kavuşacağım! (Kuşeyri, Risale, 591)

Dostlarından biri sefere çıkarken Sufyan Sevri’ye sorarlardı: İstediğiniz bir şey var mı? Sufyan: bir yerde ölümün satıldığını görürsen benim için satın al! Demiş, lakin can çekişme zamanı: “Ölümü temenni ediyorduk, ama gerçekten çetinmiş” dedi.

Suriyeli Mekhûl genellikle hüzünlü idi. Ölüm yatağında gülmekte olduğu görülünce sebebi soruldu. Dedi ki: Neden gülmeyeyim ki sakınmakta olduğum dünyadan ayrılıyor, beklediğim ve umduğum bir aleme gidiyorum.

Can vermekte olan Abdullah b. Mübarek gözlerini açtı, güldü ve: “Çalışanlar böylesi bir kurtuluş için çabalasınlar!” (Saffat, 37/61) dedi ve son nefesini verdi.

Can çekişen Bişr Hafi’ye: “Hayata bağlı gibi görünüyorsun” dediklerinde, “ulu ve yüce Allah’ın huzuruna çıkmak cidden zor!” diye karşılık verdi.

Can vermekte olan Cüneyd Bağdadi’ye: Allah’ı hatırla ve kelime-i Tevhid getir, dediklerinde dedi ki: O’nu unutmadım ki hatırlayayım!

Kimi üzülerek, kimi ağlayarak, kimi gülümseyerek, kimi sevinerek son nefesini verir. Kuşeyrî ve Gazali bu konuda şunu söylerler: Müminlerin ve evliyanın ölüm halinde farklı tepkiler göstermeleri hallerinin değişik olmasındandır. Can verirken kiminin üzerinde galib olan hal Cehennem korkusu, kimininki Cennete girme ümidi, kimininki sevgi, kimininki özlemdir. Bunlardan hen biri etkisi altındaki hislere göre konuşur ve hepsi de doğrudur. (Risale, 589; İhya, IV, 468)

Veliler ölüm döşeğinde iken bile şeriatın ahkamına titizlikle uyarlar. Şibli can çekişirken. “Birinin üzerimde bir akçe hakkı kalmıştı. Şu anda gönlümdeki en büyük derd bu” demişti. Müslüman kul hakkına bu kadar önem verir ve üzerinde kul hakkı varken ölmek istemez. Onun için mümin müminle sık sık helalleşir, helallık diler, cenazenin karşısında saf tutan Müslümanlara: “Ahiretle müteallik hakkınızı helal ediniz” dendiğinde: “Helal ettik” derler ve mevtayı aklarlar.

Ölüm esnasında bir takım olağan üstü haller de görülür: Ebu Tûrab Nahşebî çölde ayakta ölmüş, bir süre sonra bile Ebu İmran İstahrî onun na’şının çölde ayakta durmakta olduğunu görmüştü. İbrahim Havvas ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı, ishal olduğu için camiden çıkınca suya girer ve abdest alırdı. Bir seferinde abdest almak için suya girince orada kalakalmıştı. Adaleti egemen kılmak için, İbn Ata Vezir’in yanına gitmiş, vezir ayakkabısını İbn Ata’nın başına vurunca İbn Ata ölmüştü. Ali b. Sehl İsfehanî şöyle demişti: Benim herkes gibi öleceğimi mi zannediyorsunuz? Ya Ali! Gel, diye çağrılacağım, ben de peki diyeceğim. Her şey olup bitecek. Bir gün yürürken: “Tamam, geliyorum,” dedi ve ruhunu teslim etti.

Öleceğini önceden hissedip hazırlık yapan Sufiler vardır. Ebu Yakub Nehrecarî anlatıyor: Mekke’de iken elinde bir akçe bulunan bir fakir geldi. “Yarın öleceğim şu parayı al, yarısıyla mezar, diğer yarısıyla kefen hazırla” dedi. Ertesi gün geldi, Ka’be”yi tavaf etti. Sonra gidip bir yere yattı ve can verdi.

Hayru’n-Nessac, Ebu’l-Hüseyn Maliki’yi: Sekiz gün sonra Perşembe günü ikindi vakti öleceğim, Cuma günü gömüleceğim, sen bunu unutacaksın, sakın unutma!” demiş ve dediği gibi de olmuştu.

Yakin sahibi, doğru, dürüst ve inançlı Sufiler ölüme o kadar odaklanır, o kadar konsantre olurlar ki, onlara, “öl” denildiğinde hemen ruhlarını teslim ediverirler. Bir gün, Abdullah b. Münazil, Ebu Ali Sakafi’ye: “Ölüme hazırlan, çarnaçar öleceksin” dedi. O da: “Sen de hazırlan, çarnaçar öleceksin” dedi. Bunun üzerine Abdullah kollarını uzattı, başını yere koyup: “İşte öldüm” dedi ve son nefesini verdi.

Ebu Said Kureyşî’ye göre, sadık ve dosdoğru kişi ölüme gönülden razı olur. Hak Teala’nın “Eğer sadık iseniz ölümü temenni ediniz” (Bakara, 94) mealindeki ayette buyurduğu gibi ölümü temenni eder ve ölür. Sadık ve dürüst olduğu böylece ortaya çıkar.

Ebu’l-Abbas Dinverî vaaz ederken yaşlı bir kadın kendine hakim olamayıp na’ra attı. Ebu’l-Abbas ona: “Böyle yapacağına öl” deyince kadıncağız kalktı, bir kaç adım attıktan sonra ona döndü ve : “İşte öldüm” dedi ve cansız olarak yere düştü.

Diri ölüler var, ölü diriler var. Bazılara öldükten sonra da yaşar, diğer bazıları yaşarken ölüdür. Tenbel, avare, işsiz güçsüz, ibadetsiz ve inançsız kişiler sağdırlar ama ölü sayılırlar. Hak erenler ise öldükten sonra bile yaşarlar. Ebu Ali Rûzbarî anlatıyor: Bir gün yanımıza bir fakir/derviş gelmiş, ölmüş, biz de onu defn etmiştik. Mezara koyarken yüzünü açıp: “Allah’ın rahmeti, şu garibin üzerine olsun” deyince gözünü açtı ve dedi ki: “Ey Ebu Ali! Rahmetine erdiğim yüce Allah’ın huzurunda bulunurken benim için rahmet mi diliyorsun? Ben o rahmete çoktan erdim. Bunun üzerine Ebu Ali:

-Allah Allah! Ölümden sonra hayat var mı? Dedi.

Fakir dedi ki:

-Evet ben hayattayım, ulu ve yüce Allah’ı seven hiç bir kimse ölmez. Yarın Allah katında sana yardımcı da olacağım. Hak aşıkları ölmez.

Ten fanidir can ölmez gidenler geri gelmez / Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil

Ebu Said Harraz anlatıyor: Mekke’de Beni Şeybe kapısında güzel yüzlü bir gencin vefat ettiğini gördüm. Yüzüne bakınca bana tebessüm etti ve “Ey Ebu Said bilir misin ki aşıklar ölmez, ölseler bile diridirler, sadece bir yerden öbür yere intikal ederler, işte o kadar!” dedi.

Ölümü gönül hoşluğu ile ve tebessümle karşılayanlar vardır:

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde / Gönlü her yerde bahardan gibi yıllarca tüter / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar, her gecebir bülbül öter. (Y. K. Beyatlı)

Ölmek ama yaşamak, sonsuzca yaşamak, ölümsüzlüğü yakalamak ve ölümsüzlüğün sırrına ermek insanların hep amacı olmuştur. Her insan ölümsüzlüğü ister. Gazali’nin de dediği gibi insan bekaya talibdir, ölümsüzlüğü arzu eder. Zaten yüce Allah onu bunun için yaratmıştır. Ya Cennette veya Cehennemde “Hâlidîne fîha ebedâ” (Maide, 5/119) “Orada ebedi olarak kalacaklar.”

Hızır destanı insanın ebediyet arzusunu dile getirir. Âb-ı hayattan içip ölümsüzlüğün sırrına ermek nihai gayedir. Kur’an, Allah yolunda şehid olanlar için: “Onlara ölüler demeyin, aslında onlar diridirler ama siz bunu hissetmiyorsunuz” (Bakara, 2/154; Al-i İmran, 3/169) diyor. Demek ki, öldükten sonra ayrı ve farklı bir hayat var. Onlar ölümsüzlük diyarında ebedi olarak yaşarlar. Kiminin adı sanı bilinir, kiminin bilinmez, ismi cismi bilinmeyenler namsızlık ve ünsüzlük ülkesinde sonsuza dek yaşarlar.

Ebu Bekir Saydalanî anlatıyor: Ebu Bekir Tamestanî’nin kabrine gider, kabri düzeltir, ismini yazardım. İsmini yazdığım levha sökülüyordu. Bu durum diğer kabirlerde görülmüyordu. Hayret etmiştim. Sebebini Ebu Dekkak’a sordum. Dedi ki: o zat dünyada iken gizli ve bilinmeyen biri olmayı tercih etmişti. Sen ise onu bilinir ve tanınır hale getirmek istiyorsun. Hak Teala ise buna razı olmuyor. Onun meçhul kalmasını diliyor. Nitekim o Zatta bunu tercih etmişti. (Kuşeyri, Risale, 522) Böyle velilere Ahfiya/Gizliler derler. Bunlar ünsüz, namsız ve sansız ermişler olup bilinmezlik ve tanınmazlık diyarında sonsuzca yaşarlar.

Ba’d ez vefât türbe-i mâ der zemin mecûy / Der sineha-yı merdûm-ı ârif mezar-ı mâst. (Mevlana)

Ölümümüzden sonra kabrimi yeryüzünde arama / Ariflerin gönlündedir mezarımız bizim / İnsanların gönlünde taht kurup ebediyyen yaşamak, işte budur en büyük saadet!

Hz. Peygamberinki hariç, hiç bir Peygamberin kabri, gömülü olduğu yer kesin kes belli değil ama onlar milyarlarca insanın gönlünde kurdukları tahtlarda oturup ebediyyen yaşamaktadırlar. Hiç bir zalim ve gaddar hükümdar bu tahtı yıkma gücünü de kendinde bulamamıştır. Pek çok kabir ve türbe zamanla yerle bir olmuştur ama gönüllerdeki tahtlar sapasağlam ayakta durmakta ve yıkılmamaktadır.

Bundan dolayı melamet ehli kabirlerinin sıradan bir kabir olmasına önem verirler.

Mevleviler ise ölmeye “sır olmak” derler. Yani bilinmezlik ülkesine gitmek.

Bir hadiste şöyle buyrulur: Allah’a hamd olsun ki sizden biriniz Cennete girmeye vesile olan güzel işler yapar durur. Cennete girmesine bir arşın kalmışken kader etkisini gösterir, Cehenneme gitmeye sebep olan kötü işler yapmaya başlar ve oraya gider. Diğer taraftan içinizden biri Cehenneme girmeye sebep olan işler yapar, Cehenneme girmesine bir arşın kalmış iken alın yazısı etkisini gösterir, Cennete girmeye vesile olan işler yapar ve oraya girer. (Müslim, Kader, 1) Bunun için kimse Cenneti garantilemiş gibi bir güven duygusu içinde olmamalı, günahkar da, günahı ne kadar çok ve büyük olursa olsun Cennete girmekten ümit kesmemelidir.

Yaşı yetmişi aşkın bir Yahudi Sehl b. Abdullah’ın cenazesindeki olağanüstü halleri görünce Müslüman olmuştu. (Kuşeyri, 600) Ölüm, nice insanların hidayete ermesine veya nice günahkarların tevbekar olmalarına sebep olmuştur.

İbn Ebi’d-Dünya (Ö.H. 281) “Men âşe ba’de’l-mevt” (Ölümden sonra yaşayanlar, Beyrut, 1987) isimli eserinde öldükten sonra yaşayanların uzun bir listesini verir ve menkıbelerini anlatır. Bunlardan bir şöyle: Yalancı peygamber Müseyleme ile yapılan savaşta şehid düşenlerden biri şöyle konuşmuştu: Muhammed Allah’ın Resulü, Ebubekir Sıddıktır, Osman yumuşak huylu ve merhametlidir.” (s.19) İbnü’l-Cevzi aynı konuda yazdığı en-Nutku’l-Mefhum Mine’s-Samti’l-Ma’lum isimli eserinde şu menkıbeyi kayd eder: “Çölde giden el-Kettânî bir derviş gördü. Ölmüştü ama gülüyordu. Ölü olduğun halde gülüyor musun diye sorunca şu cevabı almıştı: Rahman’ın aşıkları işte böyle olurlar.” (582)

İbn Münevver, Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın şöyle dediğini söyler:

Yadında mı doğduğun zamanlar

Sen ağlar idin güler idi alem

Bir öyle ömür geçir ki olsun

Mevtin sana hande, halka matem.

(Esrara’t-Tevhid, 256)

Geridekilerin ne iyi insandı deyip ağlamaları, ölenin ise Mevlam’a kavuştum diye gülümsemesi ne hoştur.

Mutasavvıflar ölümü: “Aşıkın ma’şukuna”, “Sevenin sevgilisine” kavuşması olarak değerlendirir, buna “urs”, ve “iyd” (düğün, bayram) derler. Buna göre ölüm olayı aslında sevinilecek bir şeydir. Çünkü dost Dost’a kavuşmuştu.

Ebu Said Ebu’l-Hayr, na’şı mezara götürülürken şu dizelerin okunmasını vasiyet etmişti:

Hebter ender cihan ez’in çe bured kâr / Dost be dost reft yâr ber yâr / Dünyada şundan daha hoş hangi iş var? / Dost dosta gidiyor, yâr yâr’a. (Esraru’t-Tevhid, 355)

Ebu Said’in cenazesi defler çalınarak ve ilahiler okunarak kaldırılmıştı.

Mevlana’nın 17 Aralık (672/1273)’te vefat ettiği geceye Mevleviler Şeb-i urs veya Şeb-i arus derler. Gerdek gecesi, düğün ve zifaf gecesi demektir. Bir Hak aşığının vefat ettiği gün genellikle bütün İslam ülkelerindeki Sufiler tarafından “urs” (zifaf) diye adlandırılır ve her sene kutlanır.

Sufilere göre, dünya zindandır. Vefat eden bir mümin bu zindandan kurtulmuştur. Bir hadiste: “Dünya mümin için zindan, kafir için Cennettir.” (Müslim, Zühd, 1; Tirmizi, Zühd, 16; İbn Mace, Zühd, 3) denilmiştir. Dünya bir kafes, ruh da içinde kuştur. Ölen ruh kafesten çıkmış, özgürlüğüne kavuşmuş ve ebediyet semasına uçmuştur. Ruh bedende tutsaktır, ölümle hürriyetine kavuşur. Ruhun esas mekanı ruhlar alemi ve bezm-i elesttir. Asli vatanından bu dünyaya geçici olarak gelmiştir ve esas vatanın özlemi içindedir, burada garibtir, ait olduğu diyarın hasretini çekmektedir. Mevlana, Mesnevi’nin ilk beyitlerinde bu durumu gayet güzel bir şekilde tasvir etmektedir. İbn Sina da ruhu, yükseklerden inip yere konan ve tekrar geldiği yere gitmek isteyen bir güvercine benzetmektedir.

İbnu’l-Cevzi, Sufilerin bu geleneğini eleştirir: “Sufiler biri ölünce ziyafet verir, buna urs adını verirler. Ziyafet dolayısıyla çalgı çalar, raks eder, oynarlar ve ölü Mevlasına erdiği için neşeliyiz derler, yaptıkları şey Şeriata da akla da uygun değildir, üzülecek zaman sevinmek insan tabiatına aykırı düşer. (Telbisu, İblis, 308)

Serrac el-Luma’da (s.280); Kuşeyri, Risale’de Sufilerin ölüm ve hasta ziyaretiyle adabı konusunda bilgi verirler ama urs konusuna temas etmezler. Serrac şunu anlatır: Bir hastayı ziyaret eden Zunnun: “Dostunun darbelerine sabretmeyen, onu sevme iddiasında sadık değildir,” der. Hasta bu ifadeyi şu şekilde düzeltir: Darbelerinden haz almayan kimse, Dostu’nu sevme iddiasında sadık değildir.” (Luma, 271) kazaya razı olmak ve şikayeti olmamak tasavvufta esastır.

Hatim el-Asam ölümün dört çeşidinden bahseder:

Beyaz ölüm: Az yemek, aç kalmak.

Siyah ölüm: Halktan gelen eziyetlere katlanmak.

Kızıl ölüm: Nefse karşı koymak.

Yeşil ölüm: Yama üstüne yama dikmek. (Sülemi, 93)

Hatim el-Asam der ki: Şu beş konu dışında acele etmek şeytandandır: “Misafire yemek çıkarmada, ölüyü gömmede, bekarı evlendirmede, süresi dolan borcu ödemede ve tevbede acele ediniz” (Sülemi, 93) Şu anlamda bir ifade cami duvarlarına asılır: Vakit geçmeden evvel namazı, ölüm gelmeden evvel tevbeyi acele ediniz.

Ahmed b. Hadraveyh, öğüt isteyen birine: “Nefsini öldür ki, onu diriltmiş olasın” (Sülemi, 105) demişti. Cüneyd Bağdadi tasavvufu şöyle tarif etmişti: “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diri kılmasıdır.” (Risale, 551)

Yani Hak seni senden alır, kendisiyle yaşatır. Diğer bir deyişle artık sen canının istediğini yapmaz, kendi iradene göre değil, Hakk’ın iradesine göre hareket edersin. Nefsin arsu ve isteklerine egemen olmaya, Hakk’ın emir ve iradesine göre davranmaya Sufiler nefsin ölümü derler. Aslında ne nefs ölmüş, ne de nefsani arzular yok olmuştur. Nefs itaat altına alınmış, arzularına gem vurulmuştur. Bu amaca ulaşmak için az yemek, az konuşmak, az uyumak, yalnızlığı tercih etmek, çok zikir ve fikir önemli ve etkilidir. Daha sonra bu hususu “ölmeden evvel ölmek” şeklinde formüle edilmiştir.

Hayat-ı cavidanı Şeyh Kamil’den sual ettim / Ölmeden evvel ölmektir deyince intikal ettim / Ölmeden evvel ölmek kötü huylardan fani / İyi huylarda baki olma makamıdır. / Mutû kable en temût sırrına mazhar olan / Gördü onlar haşra neşri nefha-i sur olmadan. (Abdulahad Nuri)

Bazı kimseler ölmeden evvel ölmeyi sürekli olarak köşesine çekilip dünyadan el etek çekme, aile ve toplum hayatıyla ilgili sorumluluğu unutup işsiz güçsüz, tembel ve avare bir şekilde vakit geçirme olarak algılarlar. Bunlar Allah’ın insanı yaratmasındaki hikmeti bilmezler.

Ölüm değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkil budur ki, ölmeden evvel ölür kişi.

Rüya’da ölüleri görmek ve onlarla konuşmak İslam kültüründe önemlidir. Rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır. Resulallah: “Rüyada beni gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez.” (Buhari, Ta’bir, 1, Müslim, Rüya) buyurmuştur.

Tabiinden biri Hz. Peygamber’i rüyada görür. Hz. Peygamber ona: “Kişi kusurunu görmediği sürece kusurludur, kusurlunun ölmesi de hayırlıdır.” (İhya, 4/494) der. El-Kettânî, rüyada Cüneyd-i Bağdadi’yi görür ve sorar: Allah sana nasıl muamele yaptı?

— O işaretler, o ifadeler uçup gitti. Yalnızca gece kalkıp kıldığımız iki rekat namazın faydasını gördüm. (İhya, 4/492)

Ömer b. Abdülaziz Hz. Peygamber’i, Ebubekir’i ve Ömer’i (r.a.) rüyada görür. Sonra meclise Hz. Ali, ardından da Muaviye gelir. İkisi bir odaya alınırlar ve sorgulanırlar. Odadan önce çıkan Hz. Ali: “Ben haklı çıktım” der, sonra çıkan Muaviye: “Affedildim” der. (İhya, 4/491) Böylece Şii-i Sünni ihtilafı hiç değilse rüya aleminde çözümlenmiş olur.

Rüyada görülen Sahabeler, salih kişiler, takva sahipleri ve evliya kendilerini görenlere hep güzel şeyler söyler ve öğütlerde bulunurlar.

Sufiler uyanık iken/yakaza halinde de bazan bazı ölülerin o alemdeki hallerini keşf yoluyla bilirler. Ebu Cabir şehid düşünce Hz. Peygamber: “Allah Teala, arada bir perde olmadan onu huzuruna alıp yanında yer verdi” demişti. Gazali bu olaya temas ettikten sonra: “Bunu bilme bir nebilere, bir de onlara yakın bir derecede bulunan velilere özgüdür.” der. (İhya, IV, 488)

Ölüm olayı bir mersiye ve ağıt edebiyatının meydana gelmesine sebep olmuştur. Halk sevdiği ve saydığı büyük insanlara ağıtlar yakarak onların hatıralarını yaşatmıştır.

Ölüler için ölülerin ağzından söylenen bir çok ibare, beyit ve manzumeler vardır. Bunlardan bazıları ölünün kabir taşına da yazılır. Gazali İhya’da (IV, 472) buna bazı örnekler verir:

Ey insan benim bir emelim vardı.

Ona ermememi ecel engelledi.

İş yapma imkanı bulan kişi

Allah’tan korksun, işe sarılsın.

Gördüğünüz gibi mekanı değiştirilen ben değilim yalnız.

Benim gibi herkesin mekanı değiştirilecek.

Yunus’un birbirinden güzel ve ibret dolu hikmetlerinden biri:

Dünyaya gelen kişi ahır yine gitse gerek.

Eğer iyi eğer yavuz alıp bile gitse gerek.

Kimse bilmez ölüm nice durmaz alır erte gece.

Yiğit olan karı-koca boynun eğip yatsa gerek.

Kanı veliler nebiler geldi geçti cümle bular.

Ağız açıp kara yerler birin birin yutsa gerek.

Kazandığın bol gümüşler canına ceza vermişler.

Yarın anda her birisi akrep olup soksa gerek.

Güvenmediğin kardaşına yanında sevdik komşuna.

Ecel gelicek başına hısım kardaş nitse gerek.

An ey Yunus Rahmanını Dost’a ulaştır canını.

Ne beslersin bu tenini ecel oku yetse gerek.

Ölümle ilgili bir de taziye ve baş sağlığıyla ilgili bir edebiyat vardır. Baş sağlığı dileyenler ölünün yakınlarında güzel hitabede bulunur, etkili ve hisli konuşmalar yapar, böylece ölünün yakınlarını ve dostlarını teselli ederler. Bu maksatla yazılan mektuplar da edebiyatın güzel örnekleri arasında yer alır. (Bkz: İbn Kuteybe, Uyunu’l-ahbar, Cüz, IV, 302; İbn Abdilber, İkdu’l-Ferid, Kahire, III, 228-311) Bu eserlerde ölüm ve ölülerle ilgili pek çok fıkra, hatıra, şiir ve olay anlatılır. Bunlar bir toplumun ölümle ilgili inançları, gelenek ve görenekleri hakkında değerli bilgiler verir, bir tür toplumun mahiyetini yansıtan aynadır.

Ölüm pek çok masalların, destanların, efsanelerin de önemli bir unsurudur. Öteden beri ölümle ilgili geleneklerini ve kültlerini devam ettiren kavimler ve toplumlar İslam’a girdikten sonra da bu kültleri yaşatmaya çalışmışlardır. Bunların İslam’a aykırı düşen şekillerine batıl inanç ve hurafeler diyoruz. Bu tür boş itikadlar ve hurafeler en çok ölüm, cenaze kaldırma ve kabir etrafında yoğunlaşmıştır. İslam’da ölüm doğal, cenaze kaldırma sade, kabir külfetsizdir.

İslam’da en önemli bir mesele de elem ve üzüntü, ağlama ve göz yaşı dökme meselesidir. İslam bunu doğal ve insani bulur, ama elem ve ızdırabın bilinçli olarak sürdürülmesini ve canlı tutulmasını istemez. Onun için İslam’da ölüm yıl dönümü günleri ve bu günlerde ölüyü anma törenleri yoktur. İslam’da, bir kişi yakın akrabası için en fazla üç gün matem/yas tutabilir; bu caiz ve mübahtır, farz, sünnet ve müstahal olmadığından yas tutulmasa da olur. Sadece kocası ölen kadın dört ay on gün yas tutar. (Şevkâni, Neylu’l-evtat, IV, 309-315) Acıyı sürdürmek, yaşatmak, tazelemek ve canlı tutmak İslam’da yoktur. Bunun Hz. Peygamber vefat eden en yakınlarının bile ölüm yıldönümünü, onları anma vesilesi olarak düşünmemiş, kendisi vefat edince de yakınları ve Sahabeler Onun bu konudaki adetini olduğu gibi sürdürmüşlerdir.

Belli bir gün ayırmamak ve belli bir vakit belirlememek şartıyla ölüleri çeşitli vesilelerle hatırlamak, rahmetle anmak ve onlara dua etmek İslam’ın tavsiye ettiği bir şeydir. Böyle davranmak ölüler için faydalı olduğu gibi diriler ve toplum için de gerekli ve yararlıdır. Geçmişini tanımayan, anmayan ve onlara minnet duymayan bir toplum mazisi ve tarihi olmayan bir toplumdur. Köksüz ağaca benzer, yaşama şansına sahip olmaz.

Peygamberimiz buyurur: İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl ölürse öyle haşr olunur.

İnsanlar uyuyorlar, ölünce uyanırlar.

İyi ve güzel bir hal üzere son nefesini verenler iyi ve güzel bir tarzda yaşayanlardır. Ahirette iyi hal üzere olanlar da iyi hal üzere ölenlerdir. Dünyada dürüst olarak yaşayanlara rahmeti bol ve merhameti sonsuz olan Hak Teala hüsn-ü hatime nasib eder.