OD’LA DİNİ BATILA GÖMMEYELİM!

A+
A-

 OD’LA DİNİ BATILA GÖMMEYELİM!

            Muhabbet duyduğunuz bir yazarın eserini okuyunca böyle bir kaygıyı duymak kuşkusuz üzüntü verecidir.  Ne var ki, dost hatırına hakikate de kıyamazsınız. Büyük umutla bu eseri alıp bakmasaydım, böyle bir yazı elbette olmayacaktı. Yanlışlıklar bir haksızlığı doğuruyorsa, haksızlık karşısında da susmanın ne anlama geldiğini herhalde bilirsiniz. Hal böyle olunca, şimdi meseleye girebiliriz:

Elimde İskender Pala’nın son eseri “Od” var. Od, “Ateş” demektir. Yazar, Yunus’u anlattığı bu romanında onun ‘aşk ateşi’yle yandığından söz etmektedir.  Romanı büyük bir umutla aldım, tesadüf bu ya, önce şöyle bir karıştırdım. Gözüme, “Abdallar” ara başlığıyla verdiği bölüm ilişti. O dönemin sosyal yapısı ve hatta siyasi çalkantıları içerisinde bu abdalların çok büyük rol oynadıklarını bildiğim için önce burasını okudum.

Bir akademisyenin, hele hele bir eski edebiyat uzmanının, tasavvufi bir meseleyi ele alırken böyle bir felakete nasıl izin verdiği beni şaşkına çevirdi!

Böyle bir konuda, benden daha hassas olması gerektiğine inandığım İskender Pala, romanını renklendirme uğruna mı yaptı, hassasiyetini mi kaybetti bilemiyorum? Halk arasında yaygın olan tamamen efsaneye dayanan, gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan dedikoduları getirip burada bir kıymet hükmü gibi bize takdim ediyor.

Hani halk arasında anlatırlar: “Yunus iki dervişle karşılaşmış,  akşam olunca onlardan birisi Allah’tan yemek istemiş, bir mükellef sofra inmiş, ertesi günü öbürü istemiş, yine muhteşem bir sofra gelmiş. Üçüncü günü de, Yunus’a ‘sıra sende’, demişler. Yunus, dervişlerin sofrayı kimin himmetiyle istediklerini bilmemektedir, ancak o da dervişler kimin adına istedilerse, o da öylece niyazda bulunmuş ve sofra bu defa daha mükellef yemeklerle inmiş.”

Ne var ki, bizim İskender Palamız, dervişlerin sadece yemeğiyle yetinmez, onlara parmaklarını uzattırarak kandilleri yaktırır. Abdest alacakları zaman elleriyle işaret ettirir mağaradan suları fışkırtır.

Bektaşi esatiri içerisinde ‘baba’ ve ‘abdallar’a mal edilen sayısız efsane vardır. Onlar, minyon tipli Hz. Ali’ye Hayber Kalesinin demirden kapılarını kalkan yaptırırlar, kesilen başını koltuğunun altına alan kahramanla savaşa girer ve küffarı kılıçtan geçirirler, güvercinleri, geyikleri ve diğer mahlûkatı lisana getirtir himmet kapıları açarlar… Yunus’un yemek hikâyesi de bunun bir değişik örneğidir. Bunların edebiyatta da edepte de yeri yoktur.

Şimdi meseleyi aklın ve vahdaniyet şuurunun sınırları içerisine çekelim: Kur’an’da, Yüce Yaratıcı, Elçisi, için “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”, diye buyurur.  Bu, insanüstü vasıfların en son imtiyaz ölçüsüdür.

Bakınız Kur’an’da Rabbimiz, (İsra; 17/ 120-93) Müşriklerin Peygamber’den; “Yerden fışkıran kaynak sularını getirmesini, gökten üzerlerine nimetler yağdırmasını”, istemişlerdir ve Peygamber de böyle bir şeyi onlara göstermemiştir. Onun bunlara karşı verdiği cevap ayet mealiyle aynen şöyledir: “De ki: rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer (insan) bir elçiyim (İsra; 17/93).”

Böyle bir üstün yeteneği kullanma imkânına sahip olmadığını, Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin yaşadığı olumsuzluklarda çokça görürüz: O’nu müşriklerin üç yıl gibi büyük bir zaman dilimi içerisinde toplumdan izole edip açlığa mahkûm ettiğinde yiyecek bile bulamamışlar ve büyük sıkıntılar çekmişlerdi. Hicret sırasında kendilerine Hz. Ebubekir’in oğlu bütün riskleri omuzlayarak onlara geceleri yemek taşımak mecburiyetinde kaldı. Allah’ın Resulü, zaman zaman yiyecek bulamadığı için midesine taş basardı. Daha da önemlisi; bu kesimin neredeyse tapınma noktasına taşıdıkları Hz. Hüseyin, Kerbela’da kuyulardan uzak tutularak susuzluğa mahkûm edildi. Allah dostlarının hayatları boyunca karşılaştıkları bu türden daha yüzlerce olumsuzluklar sayılabilir. Peki, O; “Rahmetim gazabımı geçti”, diyen Rabbimiz, niye böyle bir gökten tabaklar dolusu gelen yemek merhametini onlardan esirgemiş, niye Hz. Hüseyin’i Yüce Yaratıcı bir damla sudan mahrum bırakmış da, bu iki abdala bu himmet kapılarını aklın sınırlarını zorlayacak şekilde sonuna kadar açık tutmuş?  Buna rağmen, sormak lazımdır; parmaklarıyla suları akıtan, ışıkları yakan bu insanlar, imanlarını hurafenin örsü altında ezdirerek neden yok olup gittiler? Niye Yunus gibi bir işaret örneği bırakamadılar?

Burada tehlike şu noktada çıkar ortaya: Onlar Yunus’a benzeme görüntüsüyle Yunus’u kendileri gibi yapmış olmaktadırlar. Hâlbuki Yunus, hiçbir zaman batıl’ın kuklası olmamıştır!  O özüyle doğru olduğu gibi, sözüyle de doğru olmuştur. O, hiçbir zaman bu tür hayali keramet şemsiyesi altına kendisini çekmemiştir. O’nda bu tür sığınma odaları ve gösteri sahneleri yoktur. Onun şiirlerini tasavvufi hassasiyet içerisinde yorumladığınız zaman böylesi bir aldatmacalardan sakındığını rahatlıkla görürsünüz…

Bakınız şu nokta çok önemlidir: Şiir, sadece insanın duygularıyla sınırla değildir. Her şiir çıkan gönlün yaşadığı ortama birşeyler katar ve oradan da birşeyleri alır. Güçlü şairler sadece kendi gönüllerinin diliyle konuşmazlar, çevrelerinin sosyal muhayyilesini de mısralarının arasına katarlar ve öylece ölümsüzleşirler. Onu muhitin sağladığı zenginlikten mahrum ederseniz, bu defa şiir değil, safra çıkar ortaya.  Şiiri bütünlüğe taşıyan şairin kendi ortamından edindiği tecrübeleri duygularıyla mayalayıp şekillendirmesi ve diliyle ifade etmesidir. Böyle sosyal muhtevalı bir roman çalışması yapan Yazar, konuyu Şair Yunus’u hususilik sınırları içerisinde tutamaz ki. Çünkü Yunus, sadece kendi duygularının dili olmamış, bugünün insanının da düşünüp söyleyemediğini söylediği için asırlardır toplumun hafızasına hükmetmeyi başarmıştır. Hal böyle iken, Yunus, yaşadığı dönemden bir asır önce ya da bir asır sonra gelseydi, Anadolu’yu kasıp kavuran Babai isyanlarını ve Moğol tahribatını görmeyecek ve belki o sevgiye çağıran bu şiirleri de yazamayacaktı.

Kaldı ki, abdalların önemli bir bölümü o yıllarda, ışık hareketinin, Babai taşkınlıklarının neredeyse birer fedaisi durumundaydı. Sadece Selçuklu döneminde on iki Babai isyanı vardır ve bunların hepsinde de sayısız insanın kanı dökülmüştür. Sevgili Yazarımız, Açıp Ahmet Yaşar Ocak’ın “Babai İsyanları” isimli eserine birazcık baksaydı böyle imrendirici hayali bir tabloyu ortaya koymazdı.  Baba Resul denilen şahıs, kendisinin peygamber olduğunu iddia etmekle de kalmıyor; etrafına topladığı, tamamına yakını Pala’nın mitleştirdiği abdallardan oluşan adamlarına; “Tanrıyla görüştüm bize zafer vaat etti”, diyerek Selçuklu’ya karşı isyan hareketini başlatır. Tabii, aldatmacası tutmayıp da büyük kayıp verince; adamlarına karşı inandırıcılığını korumak için yükü Tanrı’ya atar ve  “Ne yaptın Tanrım, uyuyor muydun yoksa bizi bu hale getirdin”, gibi ipe sapa gelmez sözler eder. Efsaneler hiçbir zaman tarihin realitesine ortadan kaldırmaz. Aydına düşen görev bu ikisi arasındaki seçimi yaparken sağlıklı düşünebilmesidir. Kaldı ki, dinin özünde de insanlara sağlanan böyle olağanüstü imtiyazlar yoktur. Kur’an’da Hz. Peygambere bile böyle bir olağandışı şans verilmemiştir. Yukarıdaki ayette işaret ettiğimiz gibi;  “Sen sadece tebliğcisin, onun dışındaki görevinde diğer insanlardan farklı değilsin”, buyurulmaktadır.

Bu tür eserler, tasavvuf kültürünü yozlaştırmakla kalmaz, tahrip de eder. Bir kısım yazarın tasavvufu malzeme yapıp para kazanırken ortaya sergiledikleri hümanist hezeyanına paralel olarak “Od”la mistik bir çözülüşün kapısı aralanmamalıdır.

Hurafe, her dönemde cahilin inancını besleyen ana gıdasıdır. Çünkü buradan kendini kurtaracağını sandığı birçok malzemeyi bizzat kendisi üretir. İskender Pala’nın da burada yaptığı bu ilkel düşünceyi meşruiyet sınırları içine çekme gayreti midir bilemiyorum? İmanındaki hassasiyetine inandığım bir Yazar’ın, romanın hatırı için dini batıla gömmesin diye düşündüm ve bu dikkat noktalarına kendisinin ilgisini çekerek okuyucusuna da bu roman konusunda biraz daha duyarlı yaklaşmasını sağlayacak bir hatırlatma yapmak istedim.

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

muhsinilyas@gmail.com