Mevlâna”ya göre; DİN, İMAN VE KÜFÜR – Şefik Can

A+
A-

5. MİLLİ MEVLANA KONGRESİ

Mevlâna”ya göre; DİN, İMAN VE KÜFÜR

Şefik CAN

Bilindiği gibi, milyarlarca insanı barındıran şu dünyada çeşitli dinler, çeşitli mezhepler vardır. Bütün dünyada şu gök kubbesi altında camiler kiliseler, havralar, pagodlar bulunmaktadır. Gerçekten de Hz. Adem’den başlayarak tarihin en eski devirlerinden günümüze kadar gelen çeşit çeşit renkte insanlar, çeşitli milletler, sayısız mabetlerde ibadet etmişler, sayısız tapınaklarda kendi yaptıkları putlara tapmışlardır. Bu bir hakikattir ki, insanların yaradılışlarında inanmak ihtiyacı vardır. İnanmayan insan, içinde bir boşluk duyacaktir. Tevfik Fikret, dini inancını kaybettikten sonra, inanmak ihtiyacını çok iyi hissetmiş de:

Bütün boşluk, zemin boş, asuman boş, kalbi vicdan boş.

Tutunmak isterim bir nokta yok pîş-i nigâhimda” diye sızlanmıştı. Mehmet Akif merhum da:

İmansız olan paslı yürek sine de yüktür” demişti.

Günümüzde insanlar ne kadar maddeye yönelmiş olursa olsunlar, dini inançlardan kendilerini kurtaramamışlardır. Bunun en canlı misalini Rusya bütün dünyaya gösterdi. Seksen yıla yakın bir zamandan beri koministlerin yasakladıkları din, öldürülemedi.

Din insanları uyutan bir afyondur” görüşü bütün gayretlere ragmen çürük çıktı. İnsanlar için kaçınılmaz ruhi bir ihtiyaç olan din, duygusuna Mevlâna Hz. nasıl bakıyordu?

Mevlâna, insanı, ilahi emaneti taşıyan üstün bir varlık olarak gördüğü için, hangi din ve mezhepte olursa olsun insanı sevmiştir. Ve dolayısıyla bütün dinlere saygı göstermiştir. Bu yüzdendir ki, O büyük velinin tabutu arkasında yalnız müslümanlar değil, o sırada Konya’da bulunan hristiyanlar, museviler de gözyaşı dökmüşlerdir.

Mevlâna”nın bütün dinlere saygı göstermesi onun bütün dinleri bir, bütün dinleri eşit gördüğü anlamına gelmemelidir. Burada İslamiyetde dahil bütün dinleri bir görmek değil, bütün dinlerin hakikatini bir görmek bahis konusudur. Nitekim Hz. Mevlâna “Mesnevi-i Şerifin” birinci cildinin 500 üncü beyiti başlığında aynen şöyle buyurmaktadır:

= “dinler arasındaki ihtilâf, ayrılık gidiş tarzında, ibadet ediş şekillerindedir. Yoksa yolun hakikâtında değildir.”

Gerçekten de dünyada görülen maddi, manevi herşeyde olduğu gibi çeşitli dinlerde ve mezheplerde Allah”ın güzel isimleri ve sıfatlarının tecellilerinden meydana gelmiştir.

Şöyle ki: Cenabı Hal (hâdi) (doğru yola sevkeden) ismiyle olduğu  gibi bu ismin zıttı olan (mûdil) ismi ile de mütecellidir.

= De ki: İmân edenler de, etmeyenler de kendilerine uygun düşen yolda hareket ederler. (17/84) Ayeti kerimesi gereğince herkes kendi yaratılışına göre iş işlemekte, amel etmektedir.

Herkes kendi hal ve mizacına uygun olan yoldadır. Herkes kendi mizacına göre hareket ederek kendine uygun gelen yolu tutmakla doğru yolu tutmuş olmaz. Yani bir din ve mezhep, herhangi bir ferdin veya kavmin mizaç ve hissiyatına uygun gelmekte doğru yol oluvermez. En son Hak din, Allah”ın kitap ve elçisiyle bildirdiği dindir. Ne mutlu o kimseye ki, mizacına, karekterine uygun olan yol, Hak yoluna uygun ola, uygun düşe . . .

Gerçek olan şu ki: Herşey, bütün varlıklar ilâhi sıfatların ve isimlerin masharı olduklarından birbirine zıt gibi görünen haller, aklımızın ermediği bir hikmete dayanır. Herşey, Hakkın tasarrufundadır. Ver herşey Haktandır. Her din ve mezhep erbabı da O’nun emrini yerine getirmekte, O’nun çizdiği kader çizgisinde yürümektedir.

Bu hususta kimseye birşey söylemeye hakkımız yoktur. Her mezhep sahibi kendi inancını başkalarının inancına nispetle hatalı olduğu halde doğru bilmiş ve bildiği yolda yürümüştür. Mevlâna bu hususu su Mesnevi beyitleriyle açıklamıştır:

(Cihanda, basamak basamak ta göklere kadar yükselen gizli merdivenler vardır.

Her topluluğun ayrı bir merdiveni vardır. Her gidişin başka bir göğü bulunmaktadır.

Herbiri öbürünün halinden habersizdir.

Gökler geniş, çok geniş bir ülkedir. Öyle geniş, öyle sonsuz ki, ne başı vardır ne de sonu.)

Bu beyitlerden şu netice çıkmaktadır ki: Cenabı Hak her hususta etkili olan sıfatının gerektirdiği görüşte, kendisine kulluk edilsin diye müslümanlara nispetle hatalı olan inancı, başka dinlerde olan kişilere doğru olarak göstermiştir. Böylece, hangi dinde olursa olsun insan, yalnız kendi dininin doğru olduğuna inanmakta, başka dinde olanları sapık yolda saymaktadır. Halbuki Hz. Mevlâna bu görüşe uymamakta, hangi dinde olursa olsun, insanın Hak yolunda bulunduğunu yani, Cenabı Hakkın ona takdir ve tensip ettiği yolda yürüdüğüne inanmaktadır. Bu sebeple O, İslamın dışında olan hiç kimseyi hor görmemekte, hiç kimseyi kafirlikle suçlamamaktadır.

İslamın dışında olan dinler, Hak Din değildir ama, Hak’kın irade ve takdir ettiği dinlerdir.

İnsanlarin inançlarında ve ibadetlerinde Hak’kın ezeli takdiri ve iradesi tecelli ettiğinden (hidayet yolu) nun dışında kalmış insanlar da, Allah’ın emir ve takdiriyle (dalalet yolu) yani sapıklık yolunda yürüyen kullarıdır. Onun için bizim Kur”ân’ımız (Rabbül müslüminin= Müslümanların Rabbi) diye başlamıyor da … (Rabbul Alemin= Alemlerin Rabbi, her varlığın, herkesin, bütün alemlerin Allah’tan başka herkesin Rabbi) diye başlıyor.

Şunu iyi bilmeliyiz ki . . . Hidayeti de, dalâleti de ancak Allah yaratır. Herşey onun emrine ve ezeli takdirine bağlıdır. Dalâlette kalmış kişiye de Allah takdir buyurursa Hidayete erişir. Hidayet yolunda yürüyeni de dilerse dalâlete saptırır. Bu Hakk’ın akıl almaz takdiridir. Şu da bir hakikattir ki: Doğru yolu bulmakta yahut doğru yoldan sapmakta ezeli takdirin gereği olduğu gibi yine Allah’ın izniyle bizim gayretimizin çalışmamızın da rolü vardır. Bu sebeple arifler (taktiri ezel gayrete aşıktır.) demişlerdir.

Dikkat edilirse görülür ve sezilir ki Allah herkesi iradesini sarfettigi yönde başarıya ulaştırmaktadır. Eğer insanın nefsi şerle, kötülükle mayalanmış ise ondan kötü haller, uygunsuz işler zuhur eder. Eğer insanın özü temizse ondan iyi işler, makbul hareketler meydana  gelir. Yani işlerin iyiliği, kötülüğü mayanın, özün iyiliğine ve kötülüğüne tabidir.

Tekrar arzetmek isterim ki bu görüş yanlış anlaşılmasın. Hz .Mevlâna bütün dinleri bir saymıştır. Elbette Hz. Muhammed Efendimiz son Peygamber ve tebliğ ettiği din de en son din olduğu için İslamiyet, kendisinden evvel gelen bütün dinleri hükümsüz bırakmıştır. Bu yüzdendir ki tarafsız olarak ilim aşkı ile hareket eden, çeşitli dinleri tetkik eden ve dinlerin hakikatini anlayan bazı batılı bilginler, müslümanlığı seçmektedirler.

Bu yüzdendir ki, meşhur İngiliz yazarı (Bernard Shaw) “Müslümanlık, insanlığın en son dini olacaktır.” demiştir.

Bütün dinlerin hakikatini bir gören Mevlâna imanı da küfrü de başka türlü görmüş, başka türlü anlatmıştır.

Sır gözüyle, gönül gözüyle mümine de bak, kâfire de bak, bunların herbirinde, kendi inançlarına göre Yâ Rabbi! . . . sesinden, Ya hay! . . . feryadından başka birşey yoktur.)

Gerçekten de şu gökyüzünü, büyük bir mabedin kubbesi olarak görürsek o kubbenin altında camiler, minareler, kiliseler, havralar, pagodlar yükselmektedir. Çeşitli şekillerde, o sayısız çeşitli mabetlerde, türlü türlü renklerde insanlar, türlü türlü dillerde, kelimelerle hepsi de tek olan eşsiz olan Allah’a yalvarıyorlar, ondan yardım istiyorlar. O, şanı ne büyük , ne yüce , ne kudretli bir Allahtır ki . . . O’nun mübarek ismi çeşitli lügatlarla, dillerle söyleniyor, O’da her dili biliyor, herkesin ne dediğini anlıyor. Dünyanın neresinde, hangi mabette olursa olsun, kendine el açıp yalvaran her kulun yakarışlarını, yalvarışlarını dinlemektedir, hatta gönüllerinden geçenleri bilmektedir. Mevlâna bir mesnevi beyitinde acıyan, esirgeyen Allah’ın  kullarını nasıl gözettigini ifade buyurur da der ki . . .

(Canlar padişahının kulağı, gözü pencerededir. Erkek olsun kadın olsun, kimin canı ne istiyor? neye çalışıyor? onu gözetleyip durmaktadır.)

Gerçekten de Hz. Mevlâna’nın ifade buyurdugu gibi camide el açıp yalvaran müslüman da, kilisede istavroz çıkaran hristiyan da, havra da dua edenmusevi de Allah’ı düşünmektedir. Biz, şekilde kalır görünüşe kapılırsak insanları, inançları ve gittikleri mabetlere göre müslüman, hristiyan, musevi insanları, inançları ve gittikleri mabetlere göre müslüman, hristiyan, muşevi budist diye ayırıriz. Halbuki Allah’ın nazarında hangi dinde, hangi mezhepte olursa olsun, hepsi onun kulları olup ezeli takdiriyle O’nun çizdiği yollarda yürümektedirler. Bu sebepledir ki Ziya Paşa “Birdir nazarı Hakta Mecus ile Müselman“, (Allah’ın nazarında ateşe tapan Mecusi de Müslüman da birdir.) yani her ikisi de onun kuludur, demiştir.

Görmez misiniz pervaneler camide yanan muma da, kilise ve havrada yanan muma da ayırt etmeden kendilerini atarlar.

Cenabı Hak yalnız müslümanlara değil, müslüman olmayanlara, hatta kendini ınkar edenlere bile, sofrasını açmış cömertçe beslemektedir. Mümin kafir diye onları ayırmamaktadır.

Mevlâna başka bir şiirinde de şöyle buyurmaktadir:

(Şunu iyi bil ki, küfürle iman, bir yumurtanın akıyla sarısına benzer. Onların aralarını ayıran bir berzah vardır. Bu sebeple birbirlerine karışmazlar. Allah’ın lütfü ile, keremi ile anaç tavuk onu kanatları altına alınca, küfürle iman yok olur da (vahdet civcivi) yumurtayı deler çıkar.)

Dinin şeklini dış yüzünü değil, hakikâtini gören Mevlâna bir Rubaisinde diyor ki:

(Şunu iyi bil ki, aşık müslüman olamaz. Aşk mezhebinde küfürle iman yoktur. Aşkta ne ten vardır, ne akıl, ne can, ne gönül, kim böyle değilse aşık değildir.)

Bu fikirler yanlış yorumlanmamalı: (Aşık müslüman olmaz, aşk mezhebinde küfürle iman yoktur.) diye buyurmakla Mevlâna Hak aşıkı tevhit görüşüne varmazsa yani camilerde, kiliselerde, ve başka mabetlerde çeşitli şekillerde ibadet eden bütün insanların Allah’a yöneldiklerine, çeşitli dillerde O’na yalvardıklarına ve bütün dinlerin hakikâtlarının bir olduğuna inanmazsa o kişi gerçek müslüman olamaz. Böyle bir müslümanın müslümanlığı taklitte kalmıştır, tahkika çıkmamıştır. Yani tam manasıyla müslüman olamamıştır, demek istemektedir.

Yine bir rubaisinde Hz. Mevlâna

(Kafir de sensin küfür de sensin, sen ikisinden de betersin. İnanan da sensin, Imân da sensin, Sen her ikisinin de başısın.) buyurdugu zaman aynı inancın başka türlü bir ifadesi olduğunu bilmeliyiz. Çiftçiye, tohumu toprak içinde gizledigi için “kafir” denildigi gibi. Kendinde bulunanı bilmeyen, kendinde bulunan ilahi emanetten haberi olmayan kafirdir. Kendinde bulunanı bilen de iman sahibidir yani mümindir.

Hz. Mevlâna’nin ve diğer mutasavvıf şairlerin şiirlerinde iman ve küfür kelimelerinin bu şekilde kullanıldıklarını okuduğumuz zaman şaşırıp da ters manalar çıkartmıyalım. Hz. Mevlâna’nın şu beyitine dikkat edelim.

(Benim küfrüm, kafirligim, sendeki imânın aynasıdır. Oğlum; sen, küfrü de, imânı da bende seyret.) bu beyitte (mümin müminin aynasıdır.) hadisine işaret edilmektedir. (Sen neye inanıyorsan bende onu görürsün, çünkü ben senin aynanım, küfrü de imânı da sen bende gör, bende (seyret) demek istemektedir.

Hz. Mevlâna, gösteriş için ibadet edenlerin ham sofuların, ruhtan ziyade şekle önem verenlerin imânlarını imân saymaz. Bir rubaisinde şöyle buyurur.

(Medreseyle minare yıkılmadıkça, gösterişsiz olarak, hakikat yollarında yürüyen Hak aşıklarının halleri düzene girmez. Menfaat için yapılan ibadet ve taklite dayanan imân küfür sayılmadıkça: gerçeği idrak edemeyenlerce küfür telakki edilen, hakikati arayan kişinin imânı da hakiki imân olarak kabul edilmedikçe, Allah’ın hiçbir kulu müslüman olamaz.)

Bu rübaide Hak sevgisine dayanmayanların imânlarını taklitten tahkika götürmeyenlerin inancı bahis konusudur. Bu inanç Mevlâna’ya göre küfürdür. Herhangibir kişinin dış yüzüne bakarak ona kafir demenin hatalı olacağını Mevlâna sık sık hatırlatır.

Yine bir rubaisinde şöyle buyurur:

(Görmeyerek yol yürürsen, bu aynı hatadır. Eğer herşeyi görüyorum sanarak gözüne güvenirsen, bu hal bela okudur. Kilisede ve medresede bulunanların hakikatlerini bilmeden mecaz yolundan görünüşlerine bakarak onların gerçek yerlerini, nerede bulunduklarını sen ne bilirsin?)

(Birçok hacılarin koltuklarının altından hacları çıktı) diyen Ziya Paşa da aynı hakikati ifade etmiştir.

Yukarıdakı örneklerde görüldüğü gibi Hz. Mevlâna herhangibir kimseye kafir demek şöyle dursun, O, kafirliğinde, müslümanlığın da ötesine geçmiştir. Aşka ve tevhide ulaşmıştır. Hakkı ve hakikati bulmuştur.

Bu hususu aşağıdaki rubailerde çok güzel bir şekilde ifade buyurmuştur.

(Kafirlik ve imân cihanından dışarıda bir yer vardır, orası . . . her genç, her toy kişinin, her güzelin yeri değildir. Öyle eşsiz bir yere, eşsiz bir makama ulaşmak isteyen kişinin, can şükranesi olarak can vermesi, gönül bağışlaması lazımdır.)

Gerçekten de bu görüş, bu manevi makam her kula nasip olacak bir makam değildir. Hz. Mevlâna bir başka rubaisinde o makama varan arifi anlatır.

(Kafirlikten ve müslümanlıktan da ötede bir ova vardır. O ovanın ortasında bizim aşkımız sevdamız bulunmaktadır. Arif olan kişi, oraya varınca başını yere kor secdeye varır çünkü orada ne kafirlik vardır, ne de müslümanlık.)

Büyük veli Mevlâna ilahi aşk ile, küfür, iman, yakın şüphe engellerini nasıl aştığını ve Hakkı, hakikati nasıl bulduğunu aşağıdaki mesnevi beyitinde ne güzel anlatır.

(Aşık, küfürden, kafirlikten bahsetse sözünden din ve imân kokusu duyulur. Onun şüpheye ait görüşlerinde ise yakın manası, tam inanç vardır.)

(Ben sefa denizinde, ruhani zevk denizinde tuz gibi eridim. Bende artık ne küfür kaldı, ne iman, ne tam inanç ne de şüphe.)

(Gönlümün içinde bir yıldız peyda oldu. Öyle bir yıldız ki, o yıldızda yedi kat gök ve herşey kayboldu gitti.)

Hz. Mevlâna”nın (Din, İman ve Küfür) hakkındaki düşüncelerini duyunca onun, din, imân babında yeni görüşler getirdiğini, yani (reform) yaptığını sanmayınız. Bu görüş sadece Mevlâna”ya ait değildir. Şu var ki Hz. Mevlâna büyük bir veli olduğu gibi, büyük ve kudretli bir şair de olduğu için anlatılması ve anlaşılması zor olan bu konuyu çok güzel ve açık olarak beyan buyurmuşlardır. Başka şairler de bu konu ile ilgilenmişlerdir. Mesela Şirazlı Hafız Hz. leri:

(Kâbe ile puthane arasında hiç fark yoktur. Sen, ne tarafa yönelirsen Allah ile berabersin. Her neye bakarsan O”nun sanatını, kudretini görürsün) demektedir.

Başka bir şair de:

(Bazen kilisede kapanıp kalıyorum, bazen de mescitte oturuyorum. Allah”ım, ev ev seni arıyorum.) diye yazmaktadır.

Başka bir şair de:

(Allah’ım beni sana ulaştırmayan bu dini, bu inancı ben, ateşe atar da yakarım. Mezhep yerine senin aşkını rehber edinirim. Senin aşkını ne zamana kadar gizli tutabilirim. Benim maksadım sensin. Ben seni istiyorum. Benim dinle, mezheple bir ilgim yok.) dediği zaman bu şairi dinsiz, mezhepsiz sanmayınız, “Allah’ım ben senin aşkını ön plana aldım. Beni sana götürmeyen dini ve mezhebi ben ateşe atar da yakarım.” demek istiyor.

Bizim Yunus Emre’miz de:

Aşk mezhebi dindir bana

dediği zaman, ben dinsiz miyim? demek istemişti.

Yine Yunus Hz.leri ilahî aşkı ön plana alarak, cenneti bile istemediğini çok samimi bir dille Cenabi Hakka arz etmemiş miydi?

Cennet cennet dedikleri

Birkaç evle, birkaç huri

İsteyene ver anları

Bana seni, gerek seni

Tevhidi ve ilahî aşkı terennüm eden bu görüşler yalnız Mevlâna”nın, Yunus’un ve başka İslam şairlerinin görüşleri değil, İslamın görüşüdür.

İslam görüşündeki bu müsamaha yüzündendir ki . . . Müslümanlar zaptettikleri memleketteki insanların dinlerine saygı ile bakmışlar, mabetlerine dokunmamışlardır. Bu inanç yüzündendir ki . . . Yirmiüç yaşında bir delikanlı olan Fatih Sultan Mehmet Hz. leri Bizans Patrikine saygı gösterdi. O’nu yine patrik olarak yerine oturttu. Bu müsamaha yüzündendir ki Hilalin (İslamın) girdiği yerde salip (Hristiyanlık) yaşamış fakat, Hristiyanlarin zaptettikleri İslam memleketlerinde, müslümanlığı yaşatmamışlardır. İşte Balkanlar ve Yunanistan, işte Endülüs, bu inanışın, bu görüşün canlı birer örnekleridir.