MEVLÂNA’NIN TEOLOJİSİNDE İNSAN TASAVVURU – Ramazan ALTINTAŞ

A+
A-

MEVLÂNA’NIN TEOLOJİSİNDE İNSAN TASAVVURU

Ramazan ALTINTAŞ

ÖZET

Mevlâna’ya göre her insan büyük bir âlemdir. İnsan, düşünceden ibarettir, geri kalan et ve sinirdir. Her şey insandadır. Varlıklar içerisinde, Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar olan yegâne varlık, insandır. İnsan hem iyiliğe ve hem de kötülüğe karşı kabiliyetli yaratılmıştır. Dolayısıyla insan, sahip olduğu özgür iradesiyle yeteneklerini iyinin ve doğrunun mücadelesi yönünde kullanabilir.

Mevlâna, “eğer insan, sûretle insan olsaydı Ahmed’le Ebû Cehil eşit olurdu” görüşüyle, materyalist insan telakkisinin tutarsızlığına karşı koymuştur. Mevlâna’nın dediği gibi, insanda o kadar büyük bir aşk, hırs, arzu ve üzüntü vardır ki, yüz binlerce âlem kendisinin olsa, yine huzur bulmaz. Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven basamakları oturup kalmak için elverişli değildir; üzerine basıp geçmek için yapılmıştır. O halde insan huzur ve sükûneti merdiven basamakları durumunda olan salt arzu ve isteklerde değil, Allah’a imanda aramalıdır.

Anahtar Kelimeler: İnsan-ı kamil, Teoloji, Allah, Ahlâk, Fiziki Güzellik, Manevi Güzellik.

 

THE PERCEPTION OF HUMAN IN THEOLOGY OF JELALU’D-DIN ER-RUMI (D.1207–1273)

ABSTRACT

Humankind, according to Rumi, is an enormous universe bearing all, and out of all creations, it is they who possess the most, and best, of God’s innumerable and exalted attributes. All of God’s names which have given existence to the whole universe are manifested in humanity. They have been created capable of both good and bad, that they might use their will to succeed in the trials of life. Thus, with the free will they possess, humankind is instructed to utilize their capabilities for the service of good.

Rumi explicitly repudiates the incongruence of the materialist notion of human by pronouncing, “If human was considered only as a physical entity, Ahmed (i.e., Prophet Muhammad, upon whom be peace) and Abu Jahl would have been level.” As described by matchless prose and poetry of Rumi, human contains such immense love, greed, lust and sorrow that even if they were to own hundreds and thousands of universes, they would still find peace elusive. For all these pleasures and desires are analogous to a ladder whose steps are made to walk over and climb, not as a surface on which to rest. Therefore, human must not, in vein, search for peace and tranquility upon each step, but in the ultimate faith in God to which they must ascend.

Key Words: Perfect human, Theology, God, Ethic, Physical beauty, Spiritual beauty .

 

 

İnsan sözcüğü, Arapça bir kelime olup “üns” ve “nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabaniliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.1 Bu duygu insanın hemcinsleriyle ve yaratıcısıyla kolayca kurabileceği ilişki ve iletişimi ifade eder. Nesy ise, hayvaniliğin aksine; gaflet, bildikten sonra unutmak, anlamamak, hata etmek2 gibi manaları kapsamakta olup, insanın “ilk misâk”ı 3 her zaman örtebileceği, yani yaratıcısına başkaldırıp ilişkiyi koparabileceğini vurgulamakla birlikte psikolojiye konu olan hafıza kaybı, unutkanlık manasına da gelmektedir. İşte insan kelimesinin etimolojisinde her iki anlamı da içeren bu tanım, Mevlâna’nın tanımıyla örtüşür. Ona göre insan; ulvîlik ve süflîliğin, akıl ve şehvetin buluşma noktası4 olup, bütün problemlerine rağmen varlıkların en değerlisidir. Mevlâna, insanı tanımada Kur’an’a başvurulmasını öğütler ve şu âyete dikkatleri çeker:5

“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”6

Bu âyette vurgulandığı gibi, varlıklar içerisinde yaratılışı en güzel olan insandır. Âyette geçen ve bir estetik tabir olan “ahseni takvîm”; insanın gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlâklanıp derece derece gelişme ve olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her türlü güzelliği kapsar.7 İnsanın güzelliği, salt duygusuz olan şekil ve sûretinde değil, asıl duygu ve maneviyatında ortaya çıkar.

Mevlâna: “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” âyetine temasla, aynı zamanda İslam estetiğinin temel parametrelerine işaret etmiş olmaktadır. Bunlardan birisi de Allah’ın varlığını ve birliğini kanıtlamada estetik delildir. Estetik, “insanda, hoşlanma duygusu” diye tanımlanır. Mevlâna, bu tanıma uygun olarak, “sevilen kimse güzeldir. Güzellik, sevilmiş olmanın, sevimliliğin bir cüz’üdür. Sevimli olmak asl’dır. O olunca güzellik elbette olur”8 demek suretiyle, hoşlanma ve güzellik ilişkisine vurgu yapar. İslam teolojisine göre insan, zahirî (olgusal) güzelliğin kendisine takılıp kalmamalı, somut güzellikten hareketle Mutlak Güzel‘e yol bulmalıdır. Çünkü varlıklara güzelliği veren Allah’tır. O, her bir varlığa kendisine uygun bir yaratılış güzelliği vermiştir.9

Mevlâna’nın estetik teolojisinde varlıklar içerisinde şekli, en güzel olan insandır. İnsan şekli, arştan üstündür, düşünceye sığmaz10 diyen Mevlâna, insanın fizik ve metafiziği birlikte sentezleyerek ulvîliği yakalayabileceğine işaret etmektedir. Çünkü arş, bir varlık mertebesidir. İnsan, bu varlık mertebelerinin içinde ulvî bir konuma sahiptir. Bu sebeple insan, varlık mertebelerini özünde taşıdığı ilâhi cevherle aşabilir.

Mevlâna’ya göre insan, Allah’ın bir sanat eseridir.11 Bunun en önemli göstergeleri arasında insanın rûh-i ilâhi’nin nefhasına sahip olması gelir.ltürü, Edebiyatı ve Sanatında

“Ona rûhumdan üfürdüğümde…”12 âyetinin anlamı bu manayı pekiştirir.13 Yüce Allah, kendisinde bulunan bir takım sıfatları mâhiyet farkını dikkate almak şartıyla, mecâzi manada insana da vermiştir. Burada Allah’la insanın ontolojik farklılığını daima göz önünde tutmak gerekmektedir. Evet, insan Allah değildir ama Allah’ın olagelmiş bir âdetidir O, bu ululuk sırlarını insanda belirtmiştir.14 Mevlâna, bu hususu bir başka şekilde dile getirir: “Allah, bizim huyumuzu/ahlâkımızı da kendi huyuna/ahlâkına, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da O’nun vasfından bir örnektir.”15 Görüldüğü gibi Mevlâna da irfanî geleneği uyarak: “Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı”16 rivâyetine atıfta bulunur.17 Vahdet-i vücûd felsefesinde: “Allah Âdemi kendi sûretinde yarattı” rivâyetinin anlamı, Allah Âdem’i kendi sıfatlarıyla süsledi, kendi isimleriyle isimlendirdi, demektir. O halde bu rivâyette geçen “sûret” maddi anlamda değil, manevi anlamdadır.

Diğer yandan Mevlâna, “Allah bizim huyumuzu/ahlâkımızı, kendi huyuna/ ahlâkına uygun yarattı” görüşüyle, İmam-ı Gazalî’nin “Kitabu’l-Esnâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Husnâ” adlı eserine de isim olan: “Allah’ın Ahlâkı ile Ahlâklanınız”17 rivâyetine vurgu yapmıştır. Mevlâna bu hususu açıklarken yaratıcı der, nasıl ki kendisine şükür ve hamdedilmesini istiyorsa, aynı şekilde insan da kendisinin övülmesini ve takdir edilmesini ister.19

Mevlâna’ya göre insan, Allah’ın sıfatlarının mazharıdır. O insanı kendinden bizzat bilgin, bilen ve bilgili kılmış olduğundan, insan kendi varlığının usturlabından zaman zaman Allah’ın tecellisini ve eşsiz güzelliğini, parıltı halinde görür. O cemâl/güzellik, hiçbir zaman bu aynadan eksik olmaz.20 Bunun yolu da insanın gönül aynasını tövbe ile silip, Allah’ı zikirle cilâlamasıdır. Mevlâna’nın estetik teolojisinde güzellik bir katharsis/arınmadır. Huylarını güzelleştiren insan, davranışlarını da güzelleştirir. Böylece, ruhunu inceltir, kötü duygu ve düşüncelerden arınır. “Temiz içten başka hiçbir şey, cennetin kokusunu alamaz”21 diyen Mevlâna, sözünü ettiğimiz arınmaya dikkatlerimizi çeker.

Mevlâna’nın bütün çabası, Allah-insan ilişkilerine dikkatleri çekerek, ahlâki anlamda ‘insan-ı kâmil’ modeline ulaşmanın en büyük erdem olduğu gerçeğini vurgulamaktır. İnsan, bu noktaya ancak ‘kurb-u illallah’ı gaye edinici bir çaba ile ulaşabilir. Mevlâna’nın insân-ı kâmili, dünyevî ihtiyaçlarını mümkün olduğu kadar azaltıp, ibadetlere, âhiret işlerine yönelen kimsedir.22 “Kâmil insan” Mesnevî’de ‘ney’ metaforuyla anlatılır. “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor.”23 Bu beyitte Mevlâna, enâniyetinden, inadından, heves ve hevâsından soyunmuş gönülden anlayan insan-ı kâmili ‘dinle!’ demektedir. Mevlâna’nın idealize ettiği bu insan tasavvuru, kendisini Allah’ı anmaktan alıkoyacak her türlü bağı koparmış insandır.

Mevlâna, Allah-insan ilişkisi üzerinde ısrarla durur. Sünnî-Hanefî24 çizgide itikadî görüşlerini temellendirirken, Ehl-i Sünnet kelamının kurucu önderlerinden Ebû Mansûr el-Mâtürîdî‘nin Allah’ı bilme konusundaki itikadını sûfi bir bakış açısıyla tefsir eder. İnsanlara peygamber, vahiy ve davetçi gelmese bile, insan aklı ile Allah’ı bulabilir. Örneğin, nasıl ki insanda, yeme-içme, sevme-kızma, tepkide bulunma, cinsellik gibi içgüdü ve psikolojik duygular varsa, inanma duygusu da vardır. Bunun delili de insana, İlâhi rûhtan üfürülmüş olmasıdır. İşte, bilim adamlarının “inanç geni” dedikleri şey de budur. Kur’an buna “fıtratullâh” diyor.25 Fıtrat; insanın Hakk’ı kabul etme yeteneğidir. Her insan, doğuştan getirdiği “fıtrî akılla” Allah’ı bulabilecek kabiliyete sahiptir. Mevlâna’nın cüz’i akıl dediği budur.26 Ünlü filozof, Descartes’in, “Allah insana damgasını/mührünü vurmuştur” derken söylediği şey de aynıdır.

Mevlâna insanın doğal akılla Allah’ı bilebileceğine dair görüşlerini şu âyete dayandırmıştır: “İbrahim de bir zaman: “Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin” demişti. “(Allah) inanmadın mı?” dedi. “(İbrahim) Hayır inandım”, fakat kalbim/aklım yatsın diye… dedi.”27 Âyetin özlü yorumu, iman, aklın ürettiği sağlam bilgi ile temellendirilmelidir. Aklın yatmadığı bir inanç, sallantıdadır. Bu noktada yapılması gereken şey, imanı, her türlü kuşkudan arındırarak, epistemolojik verilerle kesinliğe ulaştırmak gerekir.28 Bu da ancak, akıl-kalp bütünlüğü ile sağlanabilir. Çünkü akıl kalptedir, ışığını beyinde gösterir. O halde İslam’da Allah’a iman irrasyonel değil, rasyoneldir. İşte Mevlâna, “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak. Yeryüzünü, ölümün ardından nasıl diriltiyor? Şüphesiz o, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kâdirdir”29 âyetini30 yorumlamada “görünen sûret, gayb âlemindeki sûrete delâlet eder”31 ilkesinden hareket ederek, akılla kavranılan varlık alanındaki eser’lerden dini tecrübe ile kavranılan gönüldeki ilâhi eser’lere gidilmesini önerir. Mevlâna’nın isbât-ı vâcib delili konusunda kurduğu analoji, bir çeşit kelamcıların kullandığı “olguların, duyuötesi alana delil” getirilmesi önermesiyle de uyuşmaktadır. Ayrıca O, “tohum-ağaç” ya da “tohum-ürün”32 metaforu örneğiyle de insanın her zaman Allah’ı bilme imkânına sahip olduğunu göstermiştir.

Mevlâna’nın teolojisine göre insanın “ev”den kaçışı, yani, Allah’la ilişkisini koparma gerekçesi tutarlı değildir. İnkâr psikolojisinin anlamsızlığını verdiği misâllerle çok güzel anlatır: “Sen şuna benzersin: Herhangi bir kimse gelir kapıyı döver de ev sahibi içerden, “ev sahibi evde yok” diye bağırır. Kapıyı çalan/döven bu “ev sahibi evde yok” sözünden anlar ve sahibi içerdedir. Halkadan elini çekmez. İşte senin inkârın da Allah’ın cemad âleminden yüzlerce haşirde bulunduğunu, yüzlerce can yarattığını gösterir, belli eder”33 diyen Mevlâna, insanın kendisine dönüp bakmasını tavsiye eder:

“Su ve toprağın ‘hel etâ’dan34 inkâr doğurmasına dek (insanın aslî maddesi bile yokken nihayet, sudan, topraktan meni haline gelip duygu ve görgü sahibi olmasına kadar) nice sıfatlar düzüldü, koşuldu!

İşte su ve toprak da (yani insan) (inkarda bulunuyor ama hakikatte) inkar etmemekte.. yalnız o ev sahibi gibi “O haber veren içerde yok” diye bağırmakta!

Bunu yüz türlü açar, anlatırım ama ince sözlerden insanın aklı sürçer..onun için vazgeçiyorum!.”35

Mevlâna’ya göre insan, apaçık kendisinde ve kâinatta Allah’ın varlığına işaret eden pekçok delil ve emareleri görmesine rağmen hâlâ ön yargılarlarla hareket ettiği için iman yerine inadî ve inkarî küfrü sürdürmeyi tercih eder.

Mevlâna, doğruyu, salt zekaya indirgeyenleri kınar. Allah der, akıldan bir an inayetini kesti mi zekâ sahibi olan akıl, aptallıklar yapar.36 Çünkü zekâ, insanı bir takım pratik gayelere ulaştıracak bir araçtır. Akıl ise, bir üçüncü boyutu gerektirir. Aklın fonksiyonu; bilmek, anlamak, kavramak, nesneleri anlayarak onlarla kendimiz arasında ilişki kurmaktır. Akıl nesnelerin özünü keşfetmek, gizli ilişkilerini ve derin anlamını, nedenlerini ışığa çıkarmak amacıyla, yüzeyde kalan şeyleri delip geçer.37 O halde akıl, bir şeyi nedenleriyle kavrama aktivitesidir.

Mevlâna, eşyada apaçık zuhûr eden Yüce Yaratıcı’nın varlık delilleri karşısında insanın duyarsız kalmasını haklı bulmaz. O, “Ruh/Kur’an, seni en yüksek göklere çıkarırken, sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, astronomi ilmiyle uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın”38 sözleriyle materyalist felsefenin kurbanı olmuş insanları kınar. Mevlâna’ya göre, seküler bir bakış açısıyla donanan bir insan, “altın sırmalı elbiseler dokur. Denizin dibinden inci çıkarır. Geometri ve matematik bilimlerin en ince noktalarını bilir; yıldız, tıp ve felsefe bilgilerini elde eder ama Yüce Yaratıcı’yı tanımaz. Onun sadece bu dünya ile alakası vardır, yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur.”39 Bu görüşüyle Mevlâna, sonsuz hakikatin kaynağına sırt çevirmiş ebedîliği burada arayan seküler insanın, “yedi kat göğe çıkmaya yolu yoktur” ifadesiyle, dolaylı olarak öte dünya inancından kopuk olduğunu vurgulamış olmaktadır. Bilindiği gibi Kur’an sisteminde aklın anlamlarından birisi de Allah’la bağ kurmaktır. Bundan dolayı İmam-ı Gazâlî akıl kelimesinin semantik anlamından hareketle40 bütün tabiat ve hendesî bilimleri ihata etmiş olsalar bile Allah’la bağ kurmayan kimselere akıllı yerine, fâdıl, dahi ve zeki denilmesinin daha uygun düşeceğini dile getirir. 41

İnsan; “küçük bir âlem, ama hakikatte en büyük âlemdir”42 diyen Mevlâna, onu, diğer varlıklardan üstün kılan vasıflarla mukayeseler yaparak anlatır. Amaç, insanın, ulvîlik ve süflîlik ya da meleklik ve hayvanlık nitelikleri arasındaki temel ayıraç noktalarını ortaya koymaktır. Mevlâna, insan hayatındaki gel-gitleri, düşüş ve yükselişleri anlatırken; “insan zayıf yaratılmıştır” 43 âyetine atıfla, bu zayıf ateş mesabesinde olan insanın ilâhî aşk ateşiyle beslendiği takdirde bütün bir cihanı gönülden süzülerek gelen düşüncelerle ısıtacağını söyler. Böyle bir insan örneğinin prototipi olarak, Kur’an’da: “Sen en yüksek ahlâk üzerinesin”44 diye ifade edilen Hz. Peygamberi her alanda modellemek gerektiğini vurgular.45 Bu bağlamda Mevlâna’ya göre varlıklar yaratılış mâhiyetleri bakımından üç kategoriye ayrılır:

(a) Melekler: Şehvetten sıyrılmış, nurdan yaratılmışlardır. Onlar, akıl, bilgi, hikmet ve cömertlikle donatılmışlardır. Secdeden başka bir şey bilmezler. Yaratılışlarında hırs ve heva yoktur. Mutlak nurdur onlar, Allah aşkıyla yaşamaktadırlar. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde beyân edilir: “..Biz seni hamdinle tesbih eder ve takdis ederiz.”46 “Hani meleklere: Adem’e secde edin, demiştik de İblis’ten başkası, hemen secde etmişlerdi.”47

(b) Hayvanlar: Bilgisizdirler, içgüdüleriyle hareket ederler. Ottan başka bir şey görmezler. Kötülük, yücelik ve iyilikten gâfildirler. Hayvanlar; yer, içer ve arzularını tatbik etmekle uğraşırlar. Bunlar, sırf şehvettir; kötülükten kendilerini alıkoyan akılları yoktur, bu sebeple onlara teklif vaki olmamıştır.

(c) Âdemoğulları/insanlar: Bunlar yarı yaratılışları bakımından melek, yarı yaratılışları bakımından hayvandırlar. Eşek olan yarıları, aşağılığa meyleder, öbür yarıları da akla meyleder.48 Yani, akıl ve şehvetten mürekkep varlıklardır. Mevlâna’nın da vurguladığı gibi, insanda akıl/bilgi kuvvetinin yanında öfke ve şehvet kuvveti de vardır. Eğer insanda şehvet kuvveti akıl kuvvetine hâkim olursa, böyle bir insandan haksızlık gibi kötülükler; eğer akıl, şehvet ve öfke kuvvetlerine hâkim olursa böyle bir insandan da iffet, şecaat ve adalet gibi erdemli davranışlar meydana gelir.49

Yüce insanlık mektebinin önderi Mevlâna’ya göre insan, daima bir arayış içerisinde olmalıdır. Neyi, niçin aradığını da bilmelidir. Ona göre bu dünya ve içinde olan insanın iştahını kabartan güzel ve hoş şeyler insanın nefis ya da hayvanlık tarafıyla alâkalıdır. Behimî arzularını kuvvetlendirir. Esas olan insanlık tarafı ise, günden güne eksilir. “İnsan, konuşan bir hayvandır” derler. O halde insan iki şeyden ibarettir. Bu dünyada onun hayvanlık tarafının yiyeceği, şehvet verici şeyler ve bitimsiz arzularıdır. İnsan olan tarafının besini ise; bilgi, hikmet ve Allah’ın cemalidir. İnsanın hayvanlık tarafı Hak’tan, insanlık tarafı ise dünyadan kaçmaktadır. “O sizi yarattı; kiminiz kâfir, kiminiz mü’mindir.”50 İşte insanın içinde iki şey sürekli savaşmaktadır51 diyen Mevlâna, kurtuluşun, beşerîlikten insânîliğe doğru tekâmül etmede olduğunu anlatmaktadır.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği, akıl ve düşüncedir. Bu gerçeği Mevlâna, Aristoteles (m.ö. 383-322) gibi;“insan konuşan (akıllı) hayvandır” demek suretiyle dile getirmiştir.52 Melekler ve hayvanlar; savaştan, kavgadan anlamaz; istirahat ve huzur içindedirler. İnsan ise, melek ve hayvanlardan irade ve bilgi üretme yönüyle ayrılmıştır diyen Mevlâna, insanları kendi içinde şu şekilde sınıflandırır:53

(aa) İnsanlardan bir kısmı, hayatlarının tümünü Allah’a adamışlardır. Bunlar, bir çeşit, pratik iman ve Müslümanlığı gündelik hayatlarında davranış kalıplarına dökmek suretiyle Hz. İsa gibi melekleşme sürecine katılanlardır. Mevlâna’nın tabiriyle yine bunlar, surette insan, hakikatte Cebrail gibidirler. Öfke, dedikodu, heva ve hevesten kurtulmuşlardır.54

(bb) İnsanların bir kısmı da Mevlâna’nın ifadesiyle eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar; kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir. İnsanın dışındaki diğer mahlûkat gibi, sırf bedenî ihtiyaçlarını karşılamak için yerler, içerler ve behimi arzularını tatmin ederler. Allah’la ilişkileri kopuk olduğu için, bunlarda meleklik/ruhanîlik sıfatı yoktur. Nefs-i emmârenin galebe çaldığı bu insanlar, salt eğlence, bitimsiz haz ve zevklere odaklanan hedonist bir yaşam tarzını seçmişlerdir. Onlar, yaşamın anlamını cinsel/bedini hazda bulan dünya görüşüne sahiptirler. Önlerine konan toplumsal, Ahlâki ve dini sınırlamaların amansız düşmanıdırlar. Mevlâna’nın bakış açısında canı/imanı olmayan adam, manen ölüdür. Bu gerçeği Mevlâna şu âyetle temellendirir:55 “Ey inananlar! (Allah resûlü) hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın çağrısına uyun!”.56 Demek ki insanı insan yapan, can suyu mesabesindeki imanla bütünleşmedir.

“Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır”57 diyen Mevlâna’nın inanç ve düşünce sisteminde akıl-vahiy dengesi iyi kurulmuştur. O, vahyi dışlayarak salt rasyonalizmi tek kaynak olarak gören felsefi akımları, ‘çamura batmış eşeğe’ benzetir. 58 İnsana, cüz’i aklı veren Külli Akıl sahibidir. Dolayısıyla, insan, kendisine hayat verecek olan vahiyden kopmamalıdır. İnsan vahiyle irtibatınıkopardığı zaman, bunalıma düşer. Mutluluğa giden yol para, iyi eğitim, yüksek IQ ve gençlikten geçmiyor. İnsanın aşkın olanla bağ kurmasından geçiyor. Mevlâna, insanda mutsuzluğun nedenlerini; “içine mutsuzluktan ve kederden ne gelirse, onun sebebi Allah’a karşı kayıtsızlık ve küstahlıktır” şeklinde açıklıyor.59 Ruhsal bir hastalık olan depresyonun temelinde de inanç zayıflığı, dahası inançsızlık, ilahi emir ve yasaklara karşı kayıtsızlık yatar. Bu sebeple Mevlâna, bütün zamanların yolunu şaşırmışlarına “kendine aklı ve dini klavuz et”60 demek suretiyle kurtulmada, izleyecekleri yöntemi göstermiştir. Dolayısıyla kurtuluş, Mevlâna’nın ‘pergel metaforu’ndadır. Eğer insanın bir ayağı şeriatta, diğer ayağı da İlâhi hakikatlere çağrı adına yetmiş iki milleti dolaşıyorsa, ayak merkezden ayrılmadığı sürece insan, bitimsiz aydınlanma kaynağına tutunduğu için yeni ve taze fikirler üretmeye, yeni şeyler söylemeye devam edecektir. Bunun bizzat kanıtı, Mevlâna’nın kendisidir. Hâlâ O çağdaş dünyada, yüzyıllar geçmesine rağmen bıraktığı eserlerle binlerce insanın hidâyetine/hayat bulmasına vesile olmaktadır.

 

Sonuç olarak söylemek gerekirse, ideal insan tipini mütemadiyen resmetmeye çalışan Mevlâna’nın bizzat kendisi insan-ı kâmil özelliklerini bünyesinde toplamış bir insan prototiptir. Bu bağlamda meseleye bakacak olursak, örnek bir mü’min insan olan Mevlâna’nın farklı din ve kültür sahiplerine karşı hoşgörülü bir ilişki izlemesi, onun kurtuluşçu teolojisinin bir parçasını oluşturur. Çünkü din ve kültür farkı, diğer insanlarla irtibatı kesmeyi değil, kurmayı daha çok gerektirir. Bir arada barış içerisinde yaşamanın formülü, farklılıkların birbirlerine saygı ve tahammül göstermelerinden geçer. Bu sebeple Mevlâna, “bir ayağım sağlam bir şekilde şeriat üzerinde, diğer ayağım 72 milleti dolaşır” derken davet haritasının alabildiğince engin bir alanı kapsadığını vurgulamak istemiştir.

 

 

* Prof. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

1 İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 34; el-Askerî, Ebû Hilâl, el- Furûku’l-Lügaviyye, Kum, 1974, s. 227.

2 İsfehânî, age., s. 748; el-Askerî, age., s. 227.

3 Bkz. Kur’an-ı Kerim, el-A’râf 7/172: “Hani rabbin Adem oğlunun sırtlarından zürriyetlerini almış ve kendilerine şahit kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) ‘Evet, (sen bizim Rabbimizsin) şahidiz’ demişlerdi. Kıyamet gününde “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz diye.” (Dünyaya gelen ve gelecek olan her insanda İslam’ın mührü Rabbimiz tarafından vurulmuştur.)

4 Mevlâna, Mesnevî, (çev. Veled İzbudak), İstanbul, 2004, IV, 128.

5 Mevlâna, Mesnevî, VI, 87 .ltürü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

6 Kur’an-ı Kerim, et-Tîn 94/5.

7 Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979, VIII, 5936.

8 Mevlâna, Fîhi Mâfih, s. 112.

9 Bkz. el-Bakara 2/138: “Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).”

10 Mevlâna, Mesnevî, VI, 87.

11 Mevlâna, Rubâîler, (çev. A. Gölpınarlı), İstanbul, 1964, s. 166.

12 Bkz. el-Hicr 15/ 29; es-Secde 37/7-9.

13 Krş. Mevlâna, Mesnevî, IV, 251.

14 Mevlâna, Dîvan-ı Kebîr, (çev. A. Gölpınarlı), İstanbul, 1957, II, 284.

15 Mevlâna, Mesnevî, IV, 106.

16 Buhârî, “Enbiyâ” I; Ebû Dâvûd, “Sünne” 16; İbn Mâce, “Tahâre” 77; Muvattâ, “Kader” 2; Ahmed b. Hanbel, I, 251, 259, 371; IV, 186.

17 Bkz. Mevlâna, age., IV, 111.

18 Bu rivâyet muteber hadis kitaplarından ziyade bazı dini eserlerde geçmektedir. Bkz. Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Maksadu’l-Esnâ, Kahire, ts., s.110; er-Râzî, Fahreddîn, Mefâtîhu’l-Gayb, Tahran, VII, 68; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I, 110.

19 Mevlâna, Mesnevî, IV, 106.

20 Mevlâna, Fîhi Mâfih, (Meliha Ü. Tarıkahya), İstanbul, 19120, s. 17–18.

21 Mevlâna, Mesnevî, IV, 59.

22 Bkz. Mevlâna, Mecâlis-i Seb’a, (çev. A. Gölpınarlı), İstanbul, 1965, s. 57.

23 Mevlâna, Mesnevî, I, 41.

24 Mevlâna eserlerinde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışının mutedil bir din anlayışı olduğuna sürekli vurgu yapar. Bkz.a.g.mlf., Mesnevî, II, 5; VI, 42.

25 Bkz. er-Rûm 30/30.

26 Mevlâna, Mesnevî, IV, 113.ü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

27 el-Bakara 2/260.

28 Bkz. el-Hucurât 49/15.

29 er-Rûm 30/50.

30 Mevlâna, Mesnevî, IV, 118.

31 Mevlâna, age., IV, 227.

32 Mevlâna, age., IV, 57.

33 Mevlâna, Mesnevî, IV, 84.debiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

34 Mevlâna, insanın yaratılışıyla ilgili şu âyete göndermede bulunur: “İnsan (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçti.” el-İnsân 76/1.

35 Mevlâna, Mesnevî, IV, 84-85.

36 Mevlâna, age., IV, 288.

37 Bkz. Fromm, Eric, Sahip Olmak Ya Da Olmak, (çev. Aydın Arıtan), İstanbul, 2003, s. 125–126.

38 Mevlâna, Mesnevi, I, 79. Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

39 Mevlâna, age., IV, 129.

40 Âyetin meâli şöyledir: “Yoksa sen, onların çoğunun dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı zannediyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir. Hatta onların yolları daha sapıktır.”

41 Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Mustasfâ, (çev. Yunus Apaydın), Kayseri, 1994, I, 30; krş. a. mlf., Şerefu’l-Akl, Beyrut, 1986, 58-60; a.mlf., Mi’yâru’l-Ilm, Beyrut, 19120, s. 275.

42 Mevlâna, age., IV, 57.

43 en-Nisâ 4/28

44 el-Kalem 68/4.

45 Mevlâna, Fîhi Mâfih, s. 87.

46 el-Bakara 2/30.

47 el-Bakara 2/34. ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

48 Mevlâna, Mesnevî, IV, 124.

49 Mevlâna, Age., IV, 128; a.g.mlf., Fîhi Mâfih, s. 122-123.

50 et-Tegâbun 64/2.

51 Mevlâna, Fîhi Mâfih, s. 89–120.

52 Bkz. Mevlâna, Fîhi Mâfih, s. 120. ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

53 Bkz. Mevlâna, Mesnevî, IV, 128–129.

54 Bkz. Mevlâna, age., IV, 294.

55 Bkz. Mevlâna, Mesnevî, IV, 124–125.

56 el-Enfâl 8/34.

57 Furûzanfer, Bedîuzzemân, Mevlâna Celâleddîn, (çev. F. Nafiz Uzluk), İstanbul, 1985, s. IV.

58 Mevlâna, Mesnevî, I, 49.ebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler

59 Mevlâna, Age, I, 47.

60 Mevlâna, Age., IV, 53.