MEVLANA’NIN ŞAİRLİK YÖNÜ

A+
A-

MEVLANA’NIN ŞAİRLİK YÖNÜ

Mevlâna’nın Batı’daki algılanışında bir diğer önemli tarafı da şairliğidir. Ondan söz eden hemen bütün kaynaklarda sufîliği kadar şairliğine de dikkat çekilir. Onun şiirinin ön plana gelişinde, kendi mesajını takdim aracı olarak şiiri kullanmasıdır. Ancak, bunu araç olarak kullanırken onun kalitesinden, kendi iç disiplininden ve geleneğinden de fedakârlık yapmaz. Bu dikkati, birçok tarihçinin gözünden kaçmamış ve Türk tarihinden söz edilirken Mevlâna’ya bu tarih içinde şairliği ön plana çıkarılarak yer verilmiştir. Bundan iki buçuk asır önce Hegel, şiirden İlahîyata gidiş yolunda Mevlâna’yı, “Aşılamayan Muhteşem Rumî” (1) olarak tanımladıktan sonra, onun ve şiiri hakkında şunları yazar: “Esasen şair İlahî olanı her şeyde temâşa etmenin hasretini çeker ve bunu gerçekten de görür; işte o zaman buna karşı kendi benliğini fedâ eder, veya aynı ölçüde İlahî olanın tecrübî varlığını böylece kendi genişletilmiş ve saf derûnunda (iç âleminde) yakar; ve bu şekilde onu sadece şarklılara mahsus olan o mâlum pür-neşe içlilik, o mâlum mutluluk ve safâlı saadet sarar. Böylece şarklı, kendi benliğinden ferâgat etmek suretiyle Küll-i Mutlak’a ve ebedî olana gark olur ve her şeyde bu tabloyu ve Zât-ı İlahînin hâzır ve nâzır olduğunu bilir ve hisseder. Zât-ı İlahî ile böylesine baştanbaşa dopdolu olmak ve Allah’da mutluluktan sermest bir hayat yaşamak, mistisizmin hudutlarında dolanmak demektir. Her şeyden önce Celâleddin Rumî bu cihetten övgüye şâyandır. Allah’a olan aşk ki insan burada tüm engelleri aşarak kendi Ben’ini ebedî teslimiyetle aynîleşir ve tüm âlemde o Bir’i temâşa eder; dünyada ne varsa hepsi O’na teşmil eder ve her şeyi O’na icra eder. Burada O mihrak olarak kabul edilir ve buradan tüm istikametlere ve çevrelere yayılıp uzanmak mümkündür.” (2) Hegel, bu ifadeleriyle merkezden muhite doğru   geniş bir kuşatma davasının peşinde olan Mevlâna’yı Batılı insana Mevlâna’nın kendi ruh disiplini içerisinde vermektedir. Bunun için kullanılan vasıta olarak da şiiri görmektedir. Günümüzün aydınının yaklaşımı da buna yakındır. William Chıttıck; “Türkiye’den Hindistan’a kadar, Farsça ile tanışmış olan dünya, tıpkı bütün İslâm dünyasının İbn Arabî’yi en büyük sufî nazariyecisi olarak gördüğü gibi, Rumî’yi tarihin en büyük ruhani şairi olarak görür”, der. (3) Tanınmış Türkologlardan Rasonyı, “Tasavvufun, İslâm mistik felsefesinin en büyük şairi Celâleddin Rumî” (4) diye söz eder. Türk tarihi üzerinde çalışan bir başka Türkolog Jean- Paul Roux da buna yakın ifadeler kullanır: “Mevlevî tarîkatının kurucusu, Mesnevî’nin yazarı, büyük mutasavvıf şair Celâleddin Rumî”. (5)

Mevlâna’nın kendinden önce ve kendinden sonra gelen mutasavvıf şairler arasında en büyüğü olduğunun altını çizen ve kendi mesajını şiirle topluma daha rahat aktarıp, hatta tasavvuf dışı yaşantı içinde olanların bile kendisinin şiirlerini zevkle okuduklarını söyleyen Hodgson ise, çok önemli bir çalışma kabul edilen “İslâm’ın Serüveni” isimli hacimli kitabında, Mevlâna Celâleddin Rumî’ye özel ve geniş bir bölüm ayırır. Bu bölüme; “Şiiriyet olarak Tasavvuf: Celâleddin Rumî” başlığını koyar. Arkasından ondan şöyle söz eder:

“En büyük tasavvuf şiiri Mesnevî-i Ma’nevî olup, 1256’i takip eden ilk yıllarda Mevlânâ Celâleddin Rumî (1207-1273) tarafından, Orta Anadolu’daki Konya’da yazılmıştır.” (6) Eserin ilerleyen sayfalarındaki kıyaslamasında da, Batı’dan Dante’yi Mevlâna’nın karşısına çıkarır. Onun şiirinin niteliğini bir cümle ile özetledikten sonra Mevlâna için şiirinin okuyucuyu hangi aşamalardan geçirerek o heyecanlı mistik dünyaya taşıdığını anlatır:

“Dante’nin son mısra, çekirdek halinde, tüm şiirini kapsamaktadır. Rumî’nin şiiri, buna karşılık, bir nehir gibi seyyaldir. Yapısı açık ve sınırsız olarak genişletilebilir. Nehirde yüzerken önünde-sonunda her şey size sergilenir –mesela akıntılar ve sakin kısımlar (havuzlar), kasabalar, çiftlik evleri ve korulukları-fakat yeterince uzun süre onunla birlikte olmanız şartıyla, nereden başladığınız ve nerede duracağınız pek önemli değildir. Yahut görüş açınızı biraz değiştirmek için şayet nehrin bir noktasında duracak olursanız, er veya geç bütün, yine olduğunuz yerde size gözükecektir, yani nehirde yüzen her odun parçası, nehir suyunun her bir damlası ayağınızın dibinden geçip gidecektir. Benzer olarak Rumî’nin şiirinin her noktasında bütün zımnen mevcuttur. Bu tema ilgi odağı olarak sunulurken diğer temalar en azından kelimelerde (anlatımda) gizli olup (Kur’an’da olduğu gibi) tesadüfî bağıntılar (göndermeler) ikinci derecede açıklamalar ve bütün eklenen hikâyelerle verilir. Böylece Rumî hiçbir zaman bir temanın çözümleme yoluyla soyutlanmasına izin vermez. Şiirin hikâyelerin lüzumsuz sözlerle hiç bitmeyecekmiş gibi genişletildiğini ve şiirin bütün olarak biçimsiz olduğunu hissedebîlir. Bu durumda okurun suya dalıp çeşitlilik gösteren dalgaları akarken hissetmesi daha tercihe şayandır..” (7)

Hammer’in görüşleri de bu ifadelere çok yakındır:

“Şarkın en büyük şairi, sufîlerin kâhini, vecdin bülbülü, Mesnevî’nin müellifi (Her beyti ayrı kafiyeli olan mistik manzum şiir) ve Mevlevîliğin kurucusu” (8) olan Mevlâna özellikle eseriyle Hammer’i etkilemiş ve şiiri hakkındaki görüşünü daha da etkili bir şekilde dillendirmekten kendisini alamamıştır.

Tabii bu ifade yalnız Hammer’in kişisel bir değerlendirmesi olarak kalmamaktadır. Onun içinden çıktığı kabul edilen İran kültürü ile şiir tarzı içerisindeki farklılığının da önemi üzerinde durulmaktadır. Bunun farkına varan Batılılar az değildir: “Bizim için o her şeyden önce bir şairdir. Büyük bir coşkunlukla ortaya koyduğu şiirlerinde, İran şiirinde pek sık karşılaştığımız aşırı süslemelerden tamamen değişik olarak içtenlikle ve yalınlıkla, mantığa dayanmaktan ya da özgün olmaktan çok içten gelen, derin ve güçlü duygular ve inançlar dile getirilmektedir.” (9) Aslında bu ifadenin daha net açıklaması şöyle olmalıdır: Mevlâna, İran kültüründen beslenmiş olabilir ama bir İranlı şair gibi davranamazdı. Çünkü, zaten çocuk yaşta o bölgeden ayrılarak Anadolu’ya gelmiştir. O, Anadolu kültür ve medeniyetinin coğrafyasında eğitilip yetişmiş ve buradaki toplumun ortak şuuru haline gelmiştir. Üstelik Mesnevîde, “Aslen Türkest egerçi Hindû gûyem: (Farsça yazsam bile aslım Türktür.)” (10) demektedir. Bu bakımdan, eserlerinde dil olarak Farsça’yı kullanmış olsa da, malzeme olarak kendi değerlerini ve kendi toplumunun motiflerini ön plana almıştır. Bunun için şiiri İran tarzının dışındadır. Aslında dikkat edilmeyen bu ayrıntının üzerinde durulması gerektiğine inanıyoruz. Bu, Mevlâna’yı İran kültürüne yamamaya çalışanlara doğrudan bir tavır olacak ve Mevlâna kendi formu, daha doğrusu “Türk formu” içinde bu farklılığıyla kendi kültürünün sesi olma hakkına kavuşacaktır.

Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz: Tasavvuf ile şiir’in belli bir bütünlük içinde düşünülmesi ikisinin de çıkış ve hitap kaynaklarının aynı olmasındandır. E. J. Wilkinson Gibb’in tespiti doğrudur: “Şairler umumiyetle birer mutasavvıf, mutasavvıflar da birer şairdi.”(11) Bu, şiirin gönlün dili olmasındandır; tasavvuf da gönlün ehlileştirilmesi işidir. İkisinin ana kaynağı gönül olunca, ifade vasıtası olarak birini diğerinden ayrı düşünmek doğru değildir. Sanırız bunun için, mutasavvıfların önemli bir bölümü şiiri bir vasıta olarak görüp kullanmışlardır. Çünkü bunların kaynaklarının birlikteliği kadar dilleri de birdir. Yumuşak, sıcacık, güven veren sığınma ortamı sağlayan, dinlendiren özellikleri itibariyle bunları ayrı ayrı kaplara koymanız mümkün değildir. Eliot’un ifadesiyle; “Şairlerin dindar olmayanının bile Tanrı’ya en yakın oluşu” da bundandır.

Bu konuda elbette yığınla örnek vermek mümkündür. Ancak Arberry’nin işaret ettiği gibi; “Rumî’de tasavvufi dehanın yüksek ifadesi vardır. Sufî şairlerin muhteşem manzarasına bakarken, biz onu, ulu bir dağın zirvesinde görürüz. Mukayesede, ondan evvelki ve sonraki mutasavvıf şairler, dağ silsilesi eteğindeki tepeciklerdir. İbret, düşünce ve lisanın tesiri, sonraki asırlarda kuvvetle hissedilir. Farsça’yı okumaya muktedir bir Sufî, arkasından onun, aksi iddia edilmeyen rehberliğini kabul etmiştir. Şimdi Batı’da onun dehasının büyüklüğü yavaş yavaş anlaşılıyor. O, ilhamın kaynağını ispata tam manasıyla sahiptir ve dünya edebiyatının diğer şairlerine üstün gelmemekten memnun olmaz…” (12) Burada aslolan yine de şiir midir? Bize göre hayır!… Şiir tasavvufî hayatın topluma intikalinde bu alanın kendi ruhaniyetine uygun en önemli bir dil olduğu için seçilmiştir. Asıl mesele, insanı kendinde tanıtmak, yaratılış sırrına ulaştırmak ve geleceğinin sorumluluğuna yaklaştırarak kurtarmaktır!.. Genelde bunun böyle olmasına rağmen,   özelde, tasavvuf şiiri çok önemli bir iş daha yapmıştır. Gibb, bundan söz ederken; “Türkçe davası Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’e çok şey borçludur”(13) der ve arkasından bunun gerekçesini şöyle açıklar:

“Sultan Veled, Batı-Türk diliyle edebî şiirde ilk ciddi çabayı gösteren bir şahsiyetse -ki ondan önce bir başkasının olmadığını biliyoruz- bu başarı fevkalâdedir. Zira böyle bir gayede, şiirlerinde şairâneliğin olmamsı o kadar önemli değildir. Göçmen muhitleri ve Pazar yerlerinin kaba dilinden böyle tasavvuf felsefesini öğretebilecek bir vasıta oluşturmaya çalışmak basit bir başarı değildir. Üstelik daha iyi bildiği ve çok daha işlenmiş bir dilden fazla bir yardım görmeksizin sadece yerli unsurlarla bunu yaptığı düşünülürse, cüretkâr olduğu kadar da becerikli olduğu anlaşılır. Basit Türkçe kelimelerin, sanki uzun süredir böyle bir tecrübeden geçmiş gibi engelsiz bir şekilde kolaylıkla, bulundukları yere uygun düşmesi ise daha olağanüstü bir durumdur. Sadece bu güzel eserde yol açıcı olma şerefi değil, böyle çetin bir işi büyük başarı ile ifâ etme şerefi de Sultan Veled’e aittir.” (14)

Sözün başına dönersek, Russel’in işaret ettiği; “metafizik, düşünce vasıtasıyla dünyayı bütün halinde kavrama teşebbüsü”ne doğru, ilimle imanı kaynaştırarak kendi döneminde en sağlıklı adımı atan önemli bir isimdir Mevlâna. Bunun içindir ki, onun eserinin dili ve ifade şeklinden çok muhtevası önemlidir. O, niyetini, böyle bir yolla aktarmıştır. Bu niyet olmasaydı Mevlâna da olmazdı!..

_______________________________

1- Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Enzyklopadie der philosopheschen Wissenschaften, III. Werde in 20 Bd. Frankfurt am Main 1976 Bd. 10, s. 386-388

2- Georg Wilhelm Friedrich Hegel Asthetik I (1976), s. 358 bk. Senail Özkan, Mevlâna ve Goethe s. 47

3- William Chıttıck, Tasavvuf, s.144. İz Yayınları, (Çev. Turan Koç), İstanbul-2003

4- Lazlo Rasoynı, Tarihte Türklük, s. 194. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara-1971

5- Jean- Paul Roux, Türklerin Tarihi (Çev. Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Lale Arslan-Özcan) s.323, Kabalcı Yayınları,İstanbul-2004

6- M.G.S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni, c.2. s. 266. (Çev. Komisyon) İz Yayıncılık, İstanbul-1995

7- age. s. 271.

8- Joseph von Hammer-Purgstall. Geschihte der Zchönen Redekünste Persiens, Wien 1818, s. 163

9- Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Çev.Yıldız Moran), s.340. E Yayınları, İstanbul-1994

10- Prof. Dr. İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlâna, s.15. Ötüken Yayınları, İstanbul-1993

11.E.J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, (çev. Ali Çavuşoğlu) c.1. s.34. Akçağ Yayınları, Ankara-1999

12- Arthur John Arberry, Prof. R. A Nicholson, Mevlâna Celâleddin Rumî, (Çev. Ayten Lermioğlu) s. 24. Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları, İstanbul-1973

13- E.J. Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, c.1. s. 104

14- age. s.107

muhsinilyas@gmail.com